11 Ocak 2016 Pazartesi

Genişleme Teorisi Yanılgısı



Big-Bang Teorisi’ne delil olarak sunulan “kâinâtın genişleme teorisi” aslında bir yanılsamadır.

1929 yılında California Mount Wilson Gözlem Evi’nde, Amerikalı astronom Edwin Hubble, kullandığı dev teleskopla gökyüzünü incelerken; yıldızların, uzaklıklarına bağlı olarak kızıl renge doğru yaklaşan bir ışık yaydıklarını saptadı. Bu buluş bilim-dünyâsında büyük yankı uyandırdı. Çünkü bilinen fizik-kurallarına göre, gözlemin yapıldığı noktaya doğru hareket eden ışıkların tayfı mor yöne doğru, gözlemin yapıldığı noktadan uzaklaşan ışıkların tayfı da kızıl yöne doğru kayar. Hubble’ın gözlemleri sırasında ise yıldızların ışıklarında kızıla doğru bir kayma fark edilmişti. Yâni yıldızlar bizden sürekli olarak uzaklaşmaktaydılar.

Hubble, çok geçmeden çok önemli bir şeyi daha keşfetti: Yıldızlar ve galaksiler sâdece bizden değil, bir-birlerinden de uzaklaşıyorlardı. (Bunu nasıl anlamış ki?. Bunu gözlemesi pek mümkün değil. Hele ki o târihlerde). Her-şeyin bir-birinden uzaklaştığı bir evren karşısında varılabilecek tek sonuç, evrenin her-an “genişlemekte” olduğuydu. 

Evrenin Genişlediği Teorisi aslında bir yanılsamadır. Atom-altı parçacıklar, Dünyâ, Güneş-sistemi, galaksiler, süper kümeler ve en sonunda kâinâtın kendisi de bir döngü hâlindedir. Varlık, varlığını sürdürmek için hareket etmek ve hareketini de dönerek yapmak zorundadır çünkü. Evrende meydana gelen tüm değişikliklerin nedeni “kozmik-döngü”dür. “Dönüp duran göğe andolsun” (Târık 11).

İşte bu galaksilerin döngüsü genelde eliptik bir döngüdür. Bu döngü sırasında Meselâ X galaksisi elipsin en ucuna doğru giderken, Samanyolu Galaksisi ise ters uca doğru yol alır ve biz X galaksisini gözlemlerken onun Samanyolu Galaksisi’nden uzaklaştığını görürüz. Gözlemlerimizin bâzılarında yıldızların ve galaksilerin uzaklaştığını gördüğümüz için (çünkü biz tam tersi bir konumda bulunabiliriz) kâinâtın genişlediğini düşünürüz. Hâlbuki belli bir zaman beklesek, bizden uzaklaştığını zannettiğimiz galaksilerin bir-süre sonra bize yaklaştıklarını gözlemlemeye başlayacaktık. Evrende belli bir noktadan sonra kırmızıya kaymaların gözlenmemesi, oradaki döngülerin yönünün değişmesi sebebiyledir. Çünkü artık periyod değişmiş ve “uzaklaşma süreci” biterek “yakınlaşma süreci” başlamıştır. Artık kırmızılıklar mâvileşmeye başlayacaktır. Gerçi yörünge elips değil de tam bir dâire biçiminde de olsa, galaksilerin dönüş hızlarındaki farklardan dolayı sonuç değişmez. Bu, bütün kâinât materyâlleri için geçerlidir. Meselâ Halley kuyruklu yıldızı Güneş’in etrâfında bir elips çizer. Büyük bir elips (parabôl). 76 yılda bir dönüşünü tamamlar. Bu döngü küçük-çaplı bir döngüdür.

Tabi bizden uzaklaşan galaksiler olduğu gibi, bize yaklaşan galaksiler de vardır (Andromeda Galaksisi gibi) bu döngü yüzünden. Hattâ Andromeda ile Samanyolu Galaksisi’nin 4 milyar yıl içinde çarpışacakları ön-görülür. (Evren uniform olarak genişlediği için, kızıla kaymanın da uniform dağılımlı olarak gözlenmesi gerekmektedir). Zâten sâdece “E-tipi” galaksi denen eliptik galaksilerin genişlemeye uydukları, “S tipi” denen spiral galaksilerin ise “genişleme teorisine” aykırı hareket ettikleri de söylenir. Andromeda Galaksisi işte bu “S tipi” galaksilerdendir. Bakın!; “uzaklaşmakta olan yıldızlar kırmızıya kayar” diyorlar. Tamam bu doğru ama, “yaklaşmakta olan yıldızların da mâviye kaydığını” söylüyorlar. Dikkat edin! “yaklaşmakta olan yıldızlar”dan bahsediliyor. İşte bu durum evrenin genişleme teorisine aykırıdır. Eğer evren balon gibi genişliyorsa, bize yaklaşan hiç-bir şey olamaz. Uniform (tümü aynı şekilde) olarak genişleyen evrende hiç-bir zaman mâviye kayma olmaz ve bir-birine yaklaşan bir galaksi olamaz.Dolayısıyla evrenin balon gibi şişip genişlediğini söyleyen Genişleme Teorisi’ne göre evrende hiç-bir materyâlin, yıldızın ve galaksinin birbiriyle çarpışması ve hattâ yakınlaşması söz-konusu bile olamaz.  

Ayrıca nede-olsa biz yıldızların ve galaksilerin belli bir zaman önceki hâlini gözlemleyebiliyoruz. Gözlemlediğimiz konuma göre de ölçüm yapıyoruz. Hâlbuki gözlemlediğimiz nesne orada değil. Nerede olduğu ise tam olarak bilinemez, dolayısıyla doğru ölçüm yapılamaz. Binaenaleyh, Big-Bang Teorisi’ne delil gibi gösterilen kâinâtın genişleme teorisi aslında bir yanılsamadır.

Michael Rivero:

“Evren uniform olarak genişlediği için, kızıla kaymanın da uniform dağılımlı olarak gözlenmesi gerekmektedir. Fakat öyle değildirler. Evrende gözlenen kızıla kayma, belli aralıklara ayrılmış olarak kuantize biçimdedir. Bu durum, kızıla kaymayı rölatif hıza dayalı olarak açıklayan teori ile uyumlu değildir. Bu kızıla kaymadan, başka bir etki sorumlu olmalıdır. Bunun anlamı, kızıla kaymaya dayalı olarak evrenin genişlediği fikrinin geçersizliğidir. Başka bir etki bu sonuçları doğuruyor olmalıdır ki bu etki her neyse hızdan bağımsız olarak kuantize bir şekilde kızıla kayma oluşturmaktadır. Ayrıca evrende mevcut teorinin gerektirdiği miktarda madde bulunmuyor ve kızıla kayma hızının artmasına sebep olan bir karanlık enerji var” der.

















Şekil A






Şekil A’da görüldüğü gibi; A galaksisi ile B galaksisi arasında kırmızı eksende 3 ışık-yılı uzaklık var ve galaksiler ok istikâmetinde yol alıyorlar. Aynı galaksiler mâvi eksene yöneldiklerinde (ikisini de aynı hızda yol alan galaksiler olarak düşündüğümüzde) kademeli olarak 5 ışık-yılı uzaklığa kadar uzaklaşacaklardır. Burada aslında gerçek bir uzaklaşma yok. Döngüden kaynaklanan ve “belli bir süreliğine olan geçici bir uzaklaşma” var. Döngü tekrar ilk başa yöneldiğinde yine uzaklık kademeli olarak 3 ışık-yılına inecektir, yâni “belli bir süreliğine olan geçici bir yakınlaşma” başlayacaktır. Bu durum bâzı yıldızlarda da gözlenebilir. Meselâ bizden 4.2 ışık-yılı uzaklıkta bulunan Proxima Centauri yıldızı bize 21.7 km/s hızla yaklaşmaktadır, fakat 3.11 ışık-yılı yaklaştıktan sonra tekrar uzaklaşmaya başlayacaktır.

Genişleme Teorisi’ne göre aslında galaksilerin ışıkları birbirlerine ulaşamaz. Belki çok yakın galaksilerin ışıkları ulaşabilir. Ulaşan ışıkları şu-andaki ışıkları değildir zâten ve bu nedenle de galaksilerin yeri ve uzaklığı hiç-bir zaman doğru olarak bilinemez ve hesaplanamaz. Çünkü ulaşan galaksi ve yıldızların ışıklarının hiç-biri gerçek değildir, canlı değildir. Galaksilerin-yıldızların şu-anda bulundukları konum bilinemez. Genişleme Teorisi aslında hesapları alt-üst eder ve içinden çıkılamaz bir duruma sokar. Bir yazıda şöyle söylenmiştir:

“Galaksilerin uzaklık değerleri verilirken birden çok tanımlama söz-konusu. Örneğin bilim insanları “12 milyar yaşında galaksi keşfettik” dediklerinde, o gökadanın aslında 2.5 milyar ışık-yılı uzaktaykenki görüntüsünü görürler. Fakat evren genişlediği için, bizden henüz 2.5 milyar ışık-yılı ötedeyken yaydığı ışık bize ancak 12 milyar yılda ulaşabilmiştir. Yâni, ışık bize ulaşabilmek için, (içinde hareket ettiği evren genişlediğinden dolayı) tam 12 milyar yıl boyunca yol almak zorunda kalmıştır.

Gökbilimciler, çok uzaklarda yer alan bir gökada keşfettiklerinde çoğunlukla onun “şu-andaki” uzaklığını değil, ışığının bize ne kadar sürede ulaştığını söylerler. Böyle olunca da çoğu insan bu rakamın gökadanın bize olan uzaklığı olduğu zannına kapılır. O zaman, 12 milyar ışık-yılı mesâfede olduğu dillendirilen (yada daha düzgün ifâdeyle, ışığının bize ulaşması 12 milyar yıl süren) bir gökada gerçekte bizden ne kadar uzaktadır?. Şimdi örnek gökada ile ilgili bilgilerimizi gözden geçirelim önce;

Işık gökadadan bize ne kadar uzaktayken yola çıkmıştı: 2.5 milyar ışık-yılı.

Genişleyen evrende bize ulaşması ne kadar zaman aldı: 12 milyar yıl.

Işığın ulaşması 12 milyar yıl sürmüş olsa da, şu-anda ne zamanki hâlini görüyoruz: 12 milyar yıl önceki.

Peki ışık yola çıktığında bizden 2.5 milyar ışık yılı uzaktaki galaksi, şu-anda “gerçekte” ne kadar uzaktadır bizden: Yaklaşık 30 milyar ışık-yılı.

Yâni, ışığı bize 12 milyar yılda ulaşan gökada, “şu anda” bizden 30 milyar ışık-yılı uzakta yer almakta. Ancak biz onun bize 2.5 milyar ışık yılı uzaktayken gönderdiği, 12 milyar yıl önceki “genç” görüntüsünü görebiliyoruz.

Yalnız, hiç-bir madde ışıktan hızlı hareket edemiyorsa, bir zamanlar 2.5 milyar ışık-yılı yakınımızda bulunan 12 milyar yaşındaki bir gökada bizden nasıl 30 milyar ışık-yılı uzaklaşabiliyor. Işık-hızında bile uzaklaşsa, şu-anda en fazla 14 milyar ışık-yılı uzakta olması gerekmez miydi?. Evren genişliyor, genişleyen evrende gökada kümeleri bir-birinden uzaklaşıyor. Bu da, evrende (büyük ölçeklerde) bir cismin alması gereken yol sürekli uzuyor demektir.

Bu yol uzaması, yâni evrenin genişlemesi o kadar büyük hızlardadır ki, kat etmeniz gereken mesâfeyi normâl süresinden çok daha uzun sürede bitirebilirsiniz. Buradaki örnekte, bizden 2.5 milyar ışık-yılı uzaktayken ışığı yola çıkan bir galaksi verilmiş. Fakat, ışık yoldayken evren genişlemesini sürdürdüğü için, ışığının bize ulaşabilmesi 12 milyar yıl sürmüş. Bu sırada aynı galaksi ile aramızdaki mesâfe 30 milyar ışık-yılı olmuş. Neden?. Çünkü biz o ışıktan çok büyük bir hızla uzaklaşmışız.

12 milyar yıl önce evren şu-an olduğundan çok daha küçüktü. 12 milyar yıl sonra da bu-gün olduğundan çok daha büyük olacak. Unutmayın, bir cisim ne kadar uzaksa, genişlemeye bağlı olarak bizden uzaklaşma hızı da o kadar artar. Öyle ki, yeterince uzaktaki galaksi kümelerinin uzaklaşma hızı ışık-hızından bile fazladır. Bu, o galaksilerin ışıkları bize aslâ ulaşamayacak anlamına gelir”.

Peki bizim gördüğümüz ışıkları nasıl açıklayacağız?. Çünkü evren sürekli genişlediğine göre bir-çok galaksinin ışığı bize ulaşamaması gerekir. Peki neden ulaşıyor?. Bunun nedeni bir “genişleme”nin olmamasıdır. Çünkü dediğimiz gibi; Genişleme olduğunu varsaydığımızda bir-çok galaksi-yıldızın ışığı bize ulaşamazdı ve evren de daha karanlık olurdu. Böyle olmadığına göre Genişleme Teorisi yanlıştır ve evrenin aydınlık olması ve kâinâtın muazzam bir resim vermesi, genişlemeden değil, “döngü”dendir. Evrendeki tüm yıldızlar-galaksiler döngü hâlindedirler ve bir yere uzaklaştıkları falan yoktur. Sâdece döngülerin belli periyotlarda açılarına göre uzaklaşıp-yakınlaşıyor gibi görünmeleri söz-konusudur. Döngüde bize göre belli açılara geldiklerinde, gözlemlerimizde biz onları bizden uzaklaşıyor gibi algılıyoruz. Belli bir zaman sonra döngüsel açıları değiştiğinde onları yakınlaşıyor gibi gözlemleyeceğiz, aynen Andromeda Galaksisi gibi. Yâni döngülerin açılarından dolayı bir yanılsamaya kapılıyoruz. Oysa onlar sürekli dönüyorlar ve uzaklaşıp yakınlaşıyorlar. Bu başlangıçtan bêri böyle olduğu için ışıkları bize ulaşabiliyor. Çünkü gerçek bir uzaklaşama olmuyor.

Zafer Emecan:

“Bütün galaksiler mâdem bir-birinden uzaklaşıyorlar, peki nasıl oluyor da bâzı galaksiler bir-birine çok yaklaşıp çarpışıyorlar?. Nasıl oluyor da, bizden 2.2 milyon ışık yılı uzaktaki Andromeda Gökadası bize yaklaşıyor ve milyarlarca yıl sonra çarpışacağı söyleniyor?.

Gerçek şu ki, galaksiler bir-birinden uzaklaşmazlar. Bir-birlerinden uzaklaşanlar “galaksi kümeleri“dir.

CL 0024+17 galaksi kümesi. Bu küme, etkileşim hâlinde olan binlerce gökadanın bir-araya gelmesiyle oluşmuştur. Bu-arada öyle iç-içe göründüklerine bakmayın, her birinin arasında milyonlarca ışık-yılı mesâfe var.

Evet, galaksilerin hemen-hemen tamâmı evrende kümeler hâlinde bulunurlar. Îzah edelim; irili-ufaklı 15-20 galaksi bir-araya gelerek küçük gruplar oluşturur. Bu küçük grupların da bir-kaç tânesi bir-araya gelerek daha büyük galaksi-kümeleri meydana getirir. Onlarca, yüzlerce galaksi-kümesi de bir-araya gelerek süper-kümeleri oluşturur.

Andromeda, Samanyolu, Üçgen Gökadası ve onlarca cüce-galaksinin meydana getirdiği bizim “yerel gökada grubumuz”daki galaksiler kütle-çekim etkileriyle bir-birine bağlıdır ve bir-birlerinden uzaklaşmazlar. Bu durum, evrendeki tüm galaksi-grupları için geçerlidir. Grup içindeki galaksiler bir-birlerinin kütleçekimsel etkileri nedeniyle zamanla uzaklaşabilir, yakınlaşabilir, çarpışabilir veya bir-birlerinin yörüngelerine girebilirler. Ama kolay-kolay ayrılmazlar. Yerel grubumuzun iki üyesi olan Andromeda ve Samanyolu, bir-kaç milyar yıl sonra birleşecekler.

Gökbilimciler “evren genişliyor, galaksiler bir-birinden uzaklaşıyor” derken, galaksilerin değil, “galaksi kümelerinin” bir-birlerinden uzaklaştıklarını söylemeye çalışırlar. Ancak, bu bilgiyi belgesellerde, röportajlarda, sunumlarda veyâ basın açıklamalarında verirken; karşısındaki muhâtabına yerel grupları, kümeleri, süper-kümeleri îzah etmek zorunda kalmamak için o kısımları atlayarak özet geçerler. İşte bu özet bilgi, insanların aklında galaksilerin bir-birinden uzaklaştığı gibi yarı-yanlış bir fikrin oluşmasına neden oluyor.

Peki niye galaksi-gruplarını oluşturan gökadalar bir-birinden ayrılmazken, kümeler uzaklaşıyor?. Çünkü galaksi-gruplarının üyeleri bir-birine görece yakındır ve kütle-çekim bunları bir-arada tutar. Ancak, galaksi-kümeleri bir-birinden uzaktırlar ve aralarındaki kütle-çekim etkisi, lafını edemeyeceğimiz kadar azdır.

Yâni, onlarca milyar yıl sonra bile, yakın çevremizde bulunan galaksiler bizden uzaklaşmayacaklar. Ama, uzağımızdaki galaksi-kümeleri ile aramızdaki mesâfe evrenin genişlemesi nedeniyle gittikçe büyüyecek. Yüz milyarlarca, trilyonlarca yıl sonra bizler evrende sâdece içinde bulunduğumuz galaksi-kümesindeki gökadaları görebileceğimiz bir yalnızlığa bürüneceğiz” der.

Kozan Demircan, “mercek etkisi”nden kaynaklanan bir yanılsamanın olabileceğini şu şekilde anlatır:

“Peki ya evren hızlanarak genişlemiyorsa?. Ya bize öyle geliyorsa?. Bu durumda Karanlık Enerji ve evrene ilişkin teorileri de gözden geçirmemiz gerekecek. Kozmolojideki son teoriye göre, evren kabarcıklı bir yapıya sâhip olabilir; yâni dışarıdan bakıldığında küçük görünen uzay bölgeleri aslında sanılandan çok daha büyük olabilir. Bu da evrenin genişlediği yanılgısına yol açıyor.

Bilim adamları evrenin binlerce galaksiyi içeren 100 milyonlarca ışık-yılı çapındaki dev bölgelerinde bir-tür “kabarcıklar” olduğunu düşünüyor. Gökbilimciler bunlara uzaktan teleskopla bakınca kabarcıklar dışarıdan göze küçük görünüyor. Örneğin Hubble Uzay Teleskopu’nun çektiği derin uzay fotoğraflarında kabarcıkları seçemiyor ve deyim yerindeyse “kâsenin içini” göremiyoruz.

Bir başka deyişle aradaki büyük mesâfe nedeniyle çok uzaktaki galaksilerle aramızdaki mesâfeyi doğru hesaplayamıyor ve uzayın derinliğini ölçemiyoruz. Bu da kabarcıklı evrenin olduğundan küçük ve düz görünmesine, dolayısıyla evrenin tekrar hızlanarak genişlemeye başladığı yanılgısına yol açıyor.

Evren-bilimciler yaklaşık yüz yıldır evrenin genişlediğini biliyor. Bununla birlikte evrenin Büyük Patlama’dan sonra ışıktan hızlı bir şekilde şişmesine rağmen (Şişme Modeli) şişmenin âniden sona erdiğini ve evrenin ışık-altı hızlarda genişlemesinin de gittikçe yavaşladığını düşünüyorlardı.

Oysa on yıldan biraz uzun bir süre önce alışılmadık bir keşif yaptılar ve evrenin en uzak bölgelerindeki galaksilerin bizden yakındaki galaksilerden çok daha hızlı uzaklaştığını buldular. Ne kadar uzağa bakarlarsa galaksiler de o kadar hızlı uzaklaşıyordu.

Bu bir muammaydı. O zamana kadar evrenle ilgili olarak geliştirilen en basit ve popüler modeller, evrenin genişlemesinin kütle-çekim kuvveti nedeniyle zamanla yavaşlayacağını ve bir-gün genişlemenin tersine dönmesiyle birlikte kendi üzerine çökerek yok olacağını gösteriyordu.

Kozmologlar yeni bir fikir ortaya attılar. Evrenin genişlemesi aslında hızlanmıyor, uzaydaki içi dışından büyük dev kabarcıklar nedeniyle bize öyle geliyor. Buna göre evrenin şimdiki genişlemesi basit bir optik illüzyon.

Finlandiyalı astronomlar kendi matematik modellerini çıkardılar. Önce evrenin genişlediğini gösteren standart modeli aldılar, sonra uzayın bâzı bölgelerine kubbe biçimli kabarcıklar yerleştirdiler. Böylece evrenin bâzı bölgeleri bize görünenden, yâni yüzey alanından daha büyük bir hacme sâhip oldu: “Uzay-zamânın bâzı kısımlarını çıkardık ve [evrenin] kenarında açılan deliğe tam sığan başka bir bölge yerleştirdik. Bu bölgenin çıkardığımız kısımdan daha büyük bir uzaysal hacmi vardı” diyor Lavinto.

Dünyâ 415-417 km. yüksekten düz görünüyor, o kadar uzaktan bakınca Dünyâ’nın en yüksek dağı olan Himalayalar’ın 8.000 metreyi aşan zirvesini bile seçemiyoruz.

Lavinto, Uzaydaki boşluklarının evrendeki kabarcıklardan oluştuğuna inanıyor. Elbette kabarcıklar uzay-zamanın dokusunda eğimli bir yüzey meydana getiriyor (kürenin yüzeyi gibi yuvarlak bir alan). Bu da ışığın uzayda aldığı yolun uzamasına yol açıyor.

Örneğin uçaklar Dünyâ yuvarlak olduğu için aslında düz uçuş yapmıyor. Bunun yerine Dünyâ’nın eğimli yüzeyini izliyor. Bu yüzden Dünyâ haritasını gösteren kürelerin üzerine kırmızı gazlı kalemle üçgen çizerseniz, üçgenin iç-açılarının toplamının 360 dereceden fazla olacağını görürsünüz. İşte ışığının yolunun uzayda bu şekilde uzaması bilim-adamlarının evrenin hızlanarak genişlediğini düşünmesi yanılgısına sebep olabilir.

Her yıl kış-mevsiminin başlangıcında Güneş’e uzaklığımız 147 milyon kilometre iken, yaz başlarken 152 milyon kilometre uzakta yer alırız. Aradaki fark tam 5 milyon kilometredir. Eliptik yörüngemiz nedeniyle Dünyâ, Güneş’e periyodik bir yakınlaşma-uzaklaşma hâlindedir.

Bilim-dünyâsının içinde bulunduğu krizi görebiliyoruz. Fizik formülleri artık deney ve gözlemlerle bu-gün fark edemeyeceğimiz kadar ince detaylar içeriyor. Bu-gün matematik yapıyoruz, bilgisayar simülasyonu yapıyoruz ama gittikçe daha az bilim yapabiliyoruz”.

Açıklama büyük oranda doğru, fakat eksiktir. Bu eksiklik nedeniyle yanılsama devâm ediyor. Süper-kümelerin içindeki galaksi-yıldızların hareketlerinden dolayı bir-birlerine yaklaşıp-uzaklaşmaları söz-konusu olduğu gibi, kâinatta ufak bir göktaşından galaksi-kümesine kadar “döngü”de olmayan bir varlık olmadığından, süper-kümeler de döngü hâlindedirler ve süper kümelerin yaptığı dâiresel yada eliptik döngü, onların, bizim de içinde bulunduğumuz süper-kümeye olan açılarına göre ve bizim gözlemlerimize göre uzaklaşıp-yakınlaşıyor gibi gözükmesi nedeniyle bir genişleme varmış gibi algılanıyor. Belki bir zaman sonra “bize yaklaşmakta olan” bir süper-kümeyi gözlemleyeceğiz döngünün açısal durumdan dolayı. İşte bu süper-kümelerin yaptığı döngü yüzünden, süper-kümelerin içindeki galaksi ve yıldızlar da döngü dâhilinde oluyorlar. Tüm süper-kümeler, yaptıkları döngüler yüzünden diğer süper-kümelere belli periyotlarda ve zamanlarda yakınlaşıp-uzaklaşabilirler. Bir kümeye göre yakınlaşıyor gibi görünürken, diğer bir kümeye göre uzaklaşıyor gibi görünebilirler döngünün mecbûri açısal noktalarından dolayı. Dolayısı ile süper-kümeler de döngü hâlindedir ve aslında kâinâtın kendisi bile döngü hâlindedir. Zîrâ kâinat dönmüyor olsaydı, bir-süre sonra dengesi ve düzeni bozulup içine çökerdi. Bu döngüdür bize hayat veren ve evren konusunda bizi yanılsamaya düşüren ve yanlış algılatan.

Hubble Sâbiti’nin sonucuna baktığımızda “evrende belirli bölgelerin bir-birinden uzaklaşmaları ışık-hızını dâhi aşmıştır” denir. Balon gibi genişleyen evren düşünüldüğünde; bizden çok uzaktaki ışık-hızında uzaklaşan galaksiler/kuasarların ışığı bize hiç-bir zaman ulaşamaz. Fakat ışık-hızında uzaklaşan galaksilerden bahsediliyor. Işıkları bize ulaştığına göre, bu durum evrenin genişlemediğinin kanıtıdır. Çünkü ışık-hızında olan bir genişleme teorisine göre ışıkları bize hiç-bir zaman ulaşmamalı.

Evrendeki dinamizm, evrenin genişlemesinden değil, evrendeki bu “kozmik döngü” sebebiyledir. Döngü, osilasyonik bir şekilde ileri-geri olur. Geriye dönmesi aslında aynı yönde ilerlemesinin bir sonucudur. Aynen insanın yaşlandığında bir-nevi çocukluğa dönmesine benzer.

Evrenin çekim-gücüne rağmen neden çökmediği genişleme teorisinin bir sonucu değil; kozmik döngüdür.

Kâinât, maddesel bir “kapalı-evren modeli”ne daha uygun gibi görünse de, “açık-kapalı evren” modelleri “insana göre” olan senaryolardan başka bir-şey değildir. Hayat ileriye yada geriye doğru değil, döngüseldir. Döngülerden kaynaklanan değişiklikler kâinâtın kendi orijinâl yapısı içinde gerçekleşir. Tabi Termodinamiğin 2. yasası olan Entropi Kânunu’na göre her-şey zamanla daha az kullanışlı olacağından, mecbûren “sıfır kullanış” durumuna gelecek ve ölüm kaçınılmaz olacaktır. İleriye (Açık Evren Modeli), yada geriye (Kapalı Evren Modeli) doğru değil, döngüye göre hareket eden bir kâinat vardır. Kıyâmet için bir zaman belirlemek mümkün değildir. Sâdece Allah’ın bileceği bir zaman sonra bir-anda kopacaktır: “Saatin (kıyâmetin) ne zaman demir atacağını (gerçekleşeceğini) sorarlar. De ki: ‘Onun ilmi yalnızca Rabbimin katındadır. Onun süresini O’ndan başkası açıklayamaz. O, göklerde ve yerde ağırlaştı. O, size apansız bir gelişten başkası değildir’. Sanki ondan tümüyle haberdarmışsın gibi sana sorarlar. De ki: Onun ilmi yalnızca Allah’ın katındadır. Ancak insanların çoğu bilmezler” (A’raf 187).

Yine genişleme teorisine göre evrenin en sonunda mutlak bir soğukluğa ulaşacak olması düşünülür. Fakat mutlak soğukluk olan -273,15 dereceye yıldızlar vâr olduğu sürece ulaşılamayacaktır. (Bir-gün gelip yıldızları oluşturan gaz-stokları azalıp biterse o zaman başka).  

Zâten bu genişleme teorisi, daha ilk başta sorulacak olan soruya cevap vermekten âcizdir; “neyin içinde genişliyor”? (Çünkü sâdece uzaydaki materyâllerin mesâfeleri açılmıyor, uzayın kendisi genişliyor teoriye göre). Bu soruya net bir cevap verilemez. Çünkü insanda bu soruya cevap verecek kapasite yok. (Genişleme dışarıdan gözlemlenemediği için). Seyyid Kutub’un dediği gibi; “İnsanın, varlık hakkında mutlak bir düşünce oluşturmak ve hayat için değişmez temeller belirlemek gibi bir yetkisi ve yeteneği söz-konusu değildir. Hiç-bir insanın, hayâtı derinliğine kavraması mümkün olmadığı gibi, oluşumunu da kavraması mümkün değildir. Burası, Allah tarafından kendisine verilen inancın alanına girmektedir.

“Evrenin Genişlediği Teorisinin yerine, evrenin bir merkez tarafından çekildiği ve o merkeze çöktüğü” düşüncesi gündeme gelmeye başladı. Bu çekilmede, galaksilerin uzaklıkları farklılaşmaktadır. “Çekim-merkezine daha yakın olan galaksiler daha hızlı bir şekilde o merkeze doğru çekilirken, daha uzak olan galaksiler o merkeze daha yavaş çekildiğinden, galaksiler zamanla birbirinden uzaklaşmış oluyorlar” diyen bir teori de vardır.

Işık sürekli düz mü gidiyor, yoksa bir döngü hâlinde mi?. Sürekli düz gittiğini varsaydıkları için, kâinâtı genişliyor zannediyorlar. Hâlbuki kâinâtta düz hareket olmaz. Bir makâlede: “Düz bir hareket kâbil olmadığı gibi anlamlı da değildir. Düz hareketin olgunlaşma ve kendini tamamlama imkânı yoktur” denir.

Bu-arada maddenin genişlediği yer (mekân) nedir, o da ayrı bir sır. Patlama veya açılma bir mekânda olduğuna göre, o mekânı da hesâba katmak gerekir. Ama o zaman belki tüm hesaplar alt-üst olabilir.

Bilim-adamları daha kâinâtın nerede olduğuna bile bir cevap vermekten âcizdirler. Allah’ı hesâba katmadan bu soruya, mantıklısını bırakın, mantıksız bir cevap bile verilemez. Belki de “büyük patlama teorisi” de; “ilk başta ne vardı?” sorusunun sorulmaması ve bu konuya merak salınmaması için uyduruldu. “İlk başta ne vardı?” sorusu bütün büyüyü bozuyor çünkü. “Peki patlayan şeyden önce ne vardı?” olası sorusu… “Son soru”yu sormuyorlar ve sordurmuyorlar. İşe tersten başlıyorlar. Bakın Mehmed Alagaş bu konuyla ilgili ne diyor:

“Yaratılmış ve yaratılacak her-şey, sığabileceği bir yere, içinde vâr-olabileceği bir mekâna muhtaçtır. Mekân da bir varlıktır ve her mekân, içinde yer alabileceği ken­dinden daha büyük bir mekâna muhtaçtır. Ancak biliyoruz ki yaratılmış hiç-bir varlıkta sonsuzluk olmadığı gibi, mekânda da sonsuzluk yoktur. Bu gerçeği anladığımız zaman, akıl sâhibi insanlar olarak “bütün mekânları içine alan en-üst mekân neyin içindedir?” sorusuna cevap ara­maya başlıyoruz.

Günümüzdeki bilimsel anla­yış bu sorunun cevâbını vermek bir-yana, bu soruyu sorma seviyesine dâhi çıkabilmiş değildir. Uzayın genişledi­ğinden söz-ederler, fakat bu genişlemenin neyin içinde gerçekleştiğini, bütün mekânlârı içine alan en-üst mekânın ötesinde ne olduğunu, ne olabileceğini hiç düşünmezler, düşünmek istemezler!, çünkü onların korktukları bir men­zil, onların korktukları bir sorudur bu!.

Neden korkuyorlar?.

Çünkü bu soruya, Allah’ı dikkate almadan verebile­cekleri hiç-bir beşerî cevap yoktur. Allah’ı dikkate almadan verecekleri her cevap, mekâna muhtaç bir cevap olacağı için yeni bir soruya kapı açacaktır.

Dünyâ uzayın içinde dediğimiz zaman, “uzay neyin içinde” sorusuyla karşılaşıyoruz. Oysa bu konu­daki son soruya verilecek son cevap, yeni bir soruya kapı açmayacak bir cevap olmalıdır.

O hâlde bilimin kaçtığı, sormaktan korktuğu son soru; “bütün mekânları içine alan en-üst, en son mekân neyin içinde?” sorusudur.

Kur’ân; Dünyâ’nın ve tüm yıldızların birinci kat göğün içinde olduğunu, birinci kat göğün yedi kat gökler içinde olduğunu beyân ettikten sonra bütün bunların üzerinde büyük arşın bulunduğunu belirtiyor.

Peki büyük arş neyin içinde?.

İşte son soru bu!.

Ve Rabbimiz bu son soruya verdiği son cevapta “Ben büyük arşın Rabbiyim. Bu arşı istivâ ettim, kuşattım. Ve Ben, mekândan münezzehim, mekâna muhtaç deği­lim” buyuruyor. İşte mekânla ilgili son sorunun son cevabı bu. Çünkü bu açık cevaptan sonra “Peki Allah neyin içinde?” gibi saçma bir yaklaşımla yeni bir soru sormuyor, soramıyoruz. Zâten düşünen her akıl sâhibi insan, tüm mekânları içine alan en-üst mekânın, mekândan münezzeh bir kudretle kuşatılmış olmasının bir şart, bir zorunluluk olduğu sonucuna varacaktır. Ve yaratıl­mış hiç-bir maddede “Ben mekâna muhtaç değilim” iddiası yok iken, Allah (c.c.) “mekândan münezzeh olan Ben’im, her-şeyi Ben yarattım ve Ben kuşattım” buyuruyor. İşte biz­ler de bu ilâhi buyruğa hem aklımızla, hem de kâlbimizle îman ediyoruz”.

Modern meâlciler, Zâriyat süresi 47. âyeti yorumlarken, âyette geçen “mûsiun” kelimesini, “genişlettik” anlamında kullanma gayreti içindedirler. Oysa bu kelime “güç ve kudret sâhibi” mânâsına da gelir. Bilim! karşısında komplekse kapılmanın gereği yok.

Bakınız Mevdudi, ilgili âyet hakkında kelimenin iki anlama da gelebileceğini nasıl açıklıyor...

“Mûsiun” Mûsi; “güç ve kudret sâhibi” demek olduğu gibi, “genişleten” demek de olur. İlkine göre bu ilâhi buyruğun mânâsı şöyle olur: Bu gök-yüzünü, birinin yardımı ile değil, kendi gücümüzle yarattık. Onun yaratılması bizim gücümüzün üstünde bir-şey değildir. Buna rağmen siz nasıl olur da bizim sizi tekrar yaratamayacağımızı düşünebilirsiniz?

İkincisine göre de mânâ şu demektir: Bu büyük kâinâtı biz sâdece bir kere yaratıp bırakmadık, aksine o kâinâtta sürekli genişletme yapıyoruz. Ve her-an o kâinât içinde yaratmamızın yepyeni, dehşete düşüren gelişmeleri olmaktadır. Böyle güçlü ve muazzam yaratıcının şahsını, yeniden yaratma konusunda siz nasıl âciz sanabilirsiniz?”.

Fahruddin Er- Razi “mûsiun” kelimesini şöyle tefsir etmiştir...

“Mûsiun” kelimesinin âyet-i kerîmedeki ifâdesi hakkında şu îzahlar yapılabilir:

a) Bu ifâde, “genişlik” maddesindendir. Yâni, “Biz o semâyı, yer ve yeri kuşatan su ve havayı, semâya ve onun genişliğine nisbetle, tıpkı çöldeki bir halka misâli olacak bir biçimde genişlettik” demektir. Böylesine geniş bir alanı kaplayan bir binâ ise şaşırtıcıdır. Çünkü, böylesine geniş bir kubbeyi hiç-bir usta yapamaz. Zîrâ onlar, sâyesinde, bu yuvarlaklığın sağlanabileceği ve bir-birlerine bitişinceye değin cüzlerinin bir-biriyle temâsa geçebileceği bir âleti bulundurmaya muhtaçtırlar.

b) Bu ifâde, “Kâdir olucularız..” anlamındadır ki, Cenâb-ı Hakk’ın, “Allah hiç-bir nefse gücünün yettiğinden başkasını yüklemez” (Bakara, 286) âyetindeki kelimesi de bu mânâda olup, yâni, “ancak o nefsin gücünün yetebileceği şeyi...” demektir. Bu hususta bu iki ifâde arasındaki münâsebet gâyet açıktır. Şöyle de denebilir: Bu durumda bu, şu gâyeye, yâni (son esâsa) bir işâret olup, son îtikâdî esas da, haşirdir. Buna göre Cenâb-ı Hak âdeta, “Biz, semâyı yaptık ve bizler, semâ gibilerini yaratmaya da kâdiriz.. (Yâni, insanları öldükten sonra yeniden diriltmeye de kâdiriz..) demiştir ki, bu tıpkı “Gökleri ve yeri yaratan, onlar gibisini yaratmaya kâdir değil midir?” (Yâsin, 81) âyeti gibi olmuş olur.

c) Bu ifâde, “Biz, mahlûkatın rızkını genişleticileriz” mânâsındadır.

“Mûsiun” keli­mesine, İbn Abbas ve Hasan el-Basrî gibi önemli kişiler “güç yetiren ve kâdir”, bir başka görüşlerinde de “bol rızık veren” anlamını vermişlerdir. Kur’ân’ın garip kelimeleri üzerine eser yazan İbn Kuteybe (276 h/889 m) ve ondan sonra Zemahşerî (467-537 h/1074-1143 m) de bunu “Allah’ın güç-sâhibi olması” şeklinde açıklamışlardır. Doğrusu da “güç yetiren” anlamıdır. Zâten bağlam da bunu destekler.

Elmalı’lı Hamdi Yazır, Zâriyat 47. âyeti: “Biz göğü kudretimizle binâ ettik. Hiç şüphesiz biz, çok genişlik ve kudret sâhibiyiz” şeklinde çevirmiş ve sonra da şu tefsiri yapmıştır: 

“Bir de semâya bakın, biz onu kuvvetle binâ ettik” “İzmar alâ şaritati’t-tefsir”dir. Yâni semânın âmili olan “fiil” gizlenmiş de zamîrine taâllûk ettirilerek diye tefsir edilmiştir. Eserden, bunu yapan müessirin çıkarılmasını ifâde eden bir üslûbda, lafız mânânın muhtevâsına terkibi ile de uyum sağlamıştır.

EYD, “yed” kelimesinin çoğulu olabilirse de burada “Davud’u, o kuvvet sâhibi zâtı hatırla” (Sâd, 38/17) âyetinde olduğu gibi têyidin aslı olan “kuvvet” mânâsına olması daha ağır basar. Bu beyan “Allah’a kaçın!” ifâdesi ile “Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım” (Zâriyat, 51/56) âyetinin muhtevâsına ve mânâsına önceden yapılmış bir hazırlıktır. Nitekim “Şüphesiz rızık veren güç ve kuvvet sâhibi olan ancak Allah’tır” (Zâriyât, 51/58) âyeti ile têyid olunacaktır. Ve hiç şüphesiz biz çok genişliğe mâlikiz. Bunun iki mânâsı vardır: Birisi, kudret genişliğini ifâde eder. Kudret ve kuvvetimiz öyle geniştir ki semâyı binâ ile tükenmedikten başka, onu daha çok genişletebilir. Bu mânâ hem, “Artık orada bize ne bir yorgunluk dokunacak, ne de orada bize bir usanç gelecektir” (Fâtır, 35/35), hem de “O’nun kürsüsü gökleri ve yeri içine alır” (Bakara 255) âyetlerinin mânâlarını andırır. Birisi de “zenginliği, nimet ve nimet vermede genişliği ifâde eder, biz darlıkları genişletiriz. Yalvaran darda kalmışlara icâbet eden, sıkıntıları açan, ihtiyaçları gideren, fakirleri zenginleştiren, nîmet vereniz” demek olur”.

Görüldüğü gibi bu âyete, “evrenin genişleme teorisi”ne paralel bir tefsir yapmak şart değil. Elmalı’lı örneğinde de görüldüğü gibi farklı bir yorum da yapılabiliyor ve zâten âyetin kastettiği mânâ da Elmalı’lının dediği gibidir. Elmalı’lı Hamdi Yazır bu âyeti tefsir ederken, “genişleme teorisi” tüm Dünyâ’da biliniyordu.

Müslüman bilim-adamları ve tefsircileri, Kur’ân’ı modern kavramların/batılı kavramların etkisiyle tefsir ettikleri için bu sonuca (evreni genişlettik) varıyorlar. Metni bu şekilde çevirme gayretlerinin arkasında modern-bilimin ve kavramların etkileri vardır. Bu nedenle bu tarz çeviriler-meâller “bir döneme âit meâller” olarak kalmaya mahkûmdur.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Ocak 2016

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder