Big-Bang Teorisi’ne
delil olarak sunulan “kâinâtın genişleme teorisi” aslında bir yanılsamadır.
1929 yılında California
Mount Wilson Gözlem Evi’nde, Amerikalı astronom Edwin Hubble, kullandığı dev teleskopla
gökyüzünü incelerken; yıldızların, uzaklıklarına bağlı olarak kızıl renge doğru
yaklaşan bir ışık yaydıklarını saptadı. Bu buluş bilim-dünyâsında büyük yankı uyandırdı. Çünkü bilinen fizik-kurallarına göre, gözlemin yapıldığı
noktaya doğru hareket eden ışıkların tayfı mor yöne doğru, gözlemin yapıldığı
noktadan uzaklaşan ışıkların tayfı da kızıl yöne doğru kayar. Hubble’ın
gözlemleri sırasında ise yıldızların ışıklarında kızıla doğru bir kayma fark
edilmişti. Yâni yıldızlar bizden sürekli olarak uzaklaşmaktaydılar.
Hubble, çok geçmeden çok önemli bir şeyi daha
keşfetti: Yıldızlar ve galaksiler sâdece bizden değil, bir-birlerinden de uzaklaşıyorlardı.
(Bunu nasıl anlamış ki?. Bunu gözlemesi pek mümkün değil. Hele ki o
târihlerde). Her-şeyin bir-birinden uzaklaştığı bir evren karşısında
varılabilecek tek sonuç, evrenin her-an “genişlemekte” olduğuydu.
Evrenin Genişlediği Teorisi aslında bir yanılsamadır.
Atom-altı parçacıklar, Dünyâ, Güneş-sistemi, galaksiler, süper kümeler ve en
sonunda kâinâtın kendisi de bir döngü hâlindedir. Varlık, varlığını sürdürmek
için hareket etmek ve hareketini de dönerek yapmak zorundadır çünkü. Evrende
meydana gelen tüm değişikliklerin nedeni “kozmik-döngü”dür. “Dönüp duran göğe andolsun” (Târık 11).
İşte bu galaksilerin döngüsü genelde
eliptik bir döngüdür. Bu döngü sırasında Meselâ X galaksisi elipsin en ucuna
doğru giderken, Samanyolu Galaksisi ise ters uca doğru yol alır ve biz X
galaksisini gözlemlerken onun Samanyolu Galaksisi’nden uzaklaştığını görürüz.
Gözlemlerimizin bâzılarında yıldızların ve galaksilerin uzaklaştığını
gördüğümüz için (çünkü biz tam tersi bir konumda bulunabiliriz) kâinâtın
genişlediğini düşünürüz. Hâlbuki belli bir zaman beklesek, bizden uzaklaştığını
zannettiğimiz galaksilerin bir-süre sonra bize yaklaştıklarını gözlemlemeye
başlayacaktık. Evrende belli bir noktadan sonra kırmızıya kaymaların
gözlenmemesi, oradaki döngülerin yönünün değişmesi sebebiyledir. Çünkü artık
periyod değişmiş ve “uzaklaşma süreci” biterek “yakınlaşma süreci” başlamıştır.
Artık kırmızılıklar mâvileşmeye başlayacaktır. Gerçi yörünge elips değil de tam
bir dâire biçiminde de olsa, galaksilerin dönüş hızlarındaki farklardan dolayı
sonuç değişmez. Bu, bütün kâinât materyâlleri için geçerlidir. Meselâ Halley
kuyruklu yıldızı Güneş’in etrâfında bir elips çizer. Büyük bir elips (parabôl).
76 yılda bir dönüşünü tamamlar. Bu döngü küçük-çaplı bir döngüdür.
Tabi bizden uzaklaşan galaksiler olduğu
gibi, bize yaklaşan galaksiler de vardır (Andromeda Galaksisi gibi) bu döngü
yüzünden. Hattâ Andromeda ile Samanyolu Galaksisi’nin 4 milyar yıl içinde
çarpışacakları ön-görülür. (Evren uniform olarak genişlediği için, kızıla
kaymanın da uniform dağılımlı olarak gözlenmesi gerekmektedir). Zâten sâdece “E-tipi”
galaksi denen eliptik galaksilerin genişlemeye uydukları, “S tipi” denen spiral
galaksilerin ise “genişleme teorisine” aykırı hareket ettikleri de söylenir.
Andromeda Galaksisi işte bu “S tipi” galaksilerdendir. Bakın!; “uzaklaşmakta
olan yıldızlar kırmızıya kayar” diyorlar. Tamam bu doğru ama, “yaklaşmakta olan
yıldızların da mâviye kaydığını” söylüyorlar. Dikkat edin! “yaklaşmakta olan
yıldızlar”dan bahsediliyor. İşte bu durum evrenin genişleme teorisine
aykırıdır. Eğer evren balon gibi genişliyorsa, bize yaklaşan hiç-bir şey
olamaz. Uniform (tümü aynı şekilde) olarak genişleyen evrende hiç-bir zaman
mâviye kayma olmaz ve bir-birine yaklaşan bir galaksi olamaz. Dolayısıyla
evrenin balon gibi şişip genişlediğini söyleyen Genişleme Teorisi’ne göre
evrende hiç-bir materyâlin, yıldızın ve galaksinin birbiriyle çarpışması ve hattâ
yakınlaşması söz-konusu bile olamaz.
Ayrıca nede-olsa biz yıldızların ve
galaksilerin belli bir zaman önceki hâlini gözlemleyebiliyoruz. Gözlemlediğimiz
konuma göre de ölçüm yapıyoruz. Hâlbuki gözlemlediğimiz nesne orada değil.
Nerede olduğu ise tam olarak bilinemez, dolayısıyla doğru ölçüm yapılamaz.
Binaenaleyh, Big-Bang Teorisi’ne delil gibi gösterilen kâinâtın genişleme
teorisi aslında bir yanılsamadır.
Michael Rivero:
“Evren uniform olarak genişlediği için, kızıla
kaymanın da uniform dağılımlı olarak gözlenmesi gerekmektedir. Fakat öyle değildirler.
Evrende gözlenen kızıla kayma, belli aralıklara ayrılmış olarak kuantize
biçimdedir. Bu durum, kızıla kaymayı rölatif hıza dayalı olarak açıklayan teori
ile uyumlu değildir. Bu kızıla kaymadan, başka bir etki sorumlu olmalıdır.
Bunun anlamı, kızıla kaymaya dayalı olarak evrenin genişlediği fikrinin
geçersizliğidir. Başka bir etki bu sonuçları doğuruyor olmalıdır ki bu etki
her neyse hızdan bağımsız olarak kuantize bir şekilde kızıla kayma
oluşturmaktadır. Ayrıca evrende mevcut
teorinin gerektirdiği miktarda madde bulunmuyor ve kızıla kayma hızının
artmasına sebep olan bir karanlık enerji var” der.
Şekil A
Şekil A’da görüldüğü gibi; A galaksisi ile B galaksisi arasında kırmızı eksende 3 ışık-yılı uzaklık var ve galaksiler ok istikâmetinde yol alıyorlar. Aynı galaksiler mâvi eksene yöneldiklerinde (ikisini de aynı hızda yol alan galaksiler olarak düşündüğümüzde) kademeli olarak 5 ışık-yılı uzaklığa kadar uzaklaşacaklardır. Burada aslında gerçek bir uzaklaşma yok. Döngüden kaynaklanan ve “belli bir süreliğine olan geçici bir uzaklaşma” var. Döngü tekrar ilk başa yöneldiğinde yine uzaklık kademeli olarak 3 ışık-yılına inecektir, yâni “belli bir süreliğine olan geçici bir yakınlaşma” başlayacaktır. Bu durum bâzı yıldızlarda da gözlenebilir. Meselâ bizden 4.2 ışık-yılı uzaklıkta bulunan Proxima Centauri yıldızı bize 21.7 km/s hızla yaklaşmaktadır, fakat 3.11 ışık-yılı yaklaştıktan sonra tekrar uzaklaşmaya başlayacaktır.
Genişleme
Teorisi’ne göre aslında galaksilerin ışıkları birbirlerine ulaşamaz. Belki çok
yakın galaksilerin ışıkları ulaşabilir. Ulaşan ışıkları şu-andaki ışıkları
değildir zâten ve bu nedenle de galaksilerin yeri ve uzaklığı hiç-bir zaman
doğru olarak bilinemez ve hesaplanamaz. Çünkü ulaşan galaksi ve yıldızların
ışıklarının hiç-biri gerçek değildir, canlı değildir. Galaksilerin-yıldızların
şu-anda bulundukları konum bilinemez. Genişleme Teorisi aslında hesapları
alt-üst eder ve içinden çıkılamaz bir duruma sokar. Bir yazıda şöyle söylenmiştir:
“Galaksilerin uzaklık değerleri
verilirken birden çok tanımlama söz-konusu. Örneğin bilim insanları “12 milyar
yaşında galaksi keşfettik” dediklerinde, o gökadanın aslında 2.5 milyar ışık-yılı
uzaktaykenki görüntüsünü görürler. Fakat evren genişlediği için, bizden henüz
2.5 milyar ışık-yılı ötedeyken yaydığı ışık bize ancak 12 milyar yılda
ulaşabilmiştir. Yâni, ışık bize ulaşabilmek için, (içinde hareket ettiği evren
genişlediğinden dolayı) tam 12 milyar yıl boyunca yol almak zorunda kalmıştır.
Gökbilimciler, çok uzaklarda yer
alan bir gökada keşfettiklerinde çoğunlukla onun “şu-andaki” uzaklığını değil,
ışığının bize ne kadar sürede ulaştığını söylerler. Böyle olunca da çoğu insan
bu rakamın gökadanın bize olan uzaklığı olduğu zannına kapılır. O zaman, 12
milyar ışık-yılı mesâfede olduğu dillendirilen (yada daha düzgün ifâdeyle,
ışığının bize ulaşması 12 milyar yıl süren) bir gökada gerçekte bizden ne kadar
uzaktadır?. Şimdi örnek gökada ile ilgili bilgilerimizi gözden geçirelim önce;
Işık gökadadan bize
ne kadar uzaktayken yola çıkmıştı: 2.5 milyar ışık-yılı.
Genişleyen evrende
bize ulaşması ne kadar zaman aldı: 12 milyar yıl.
Işığın ulaşması 12
milyar yıl sürmüş olsa da, şu-anda ne zamanki hâlini görüyoruz: 12 milyar yıl
önceki.
Peki ışık yola
çıktığında bizden 2.5 milyar ışık yılı uzaktaki galaksi, şu-anda “gerçekte” ne
kadar uzaktadır bizden: Yaklaşık 30 milyar ışık-yılı.
Yâni, ışığı bize 12 milyar yılda
ulaşan gökada, “şu anda” bizden 30 milyar ışık-yılı uzakta yer almakta. Ancak
biz onun bize 2.5 milyar ışık yılı uzaktayken gönderdiği, 12 milyar yıl önceki
“genç” görüntüsünü görebiliyoruz.
Yalnız, hiç-bir madde ışıktan
hızlı hareket edemiyorsa, bir zamanlar 2.5 milyar ışık-yılı yakınımızda bulunan
12 milyar yaşındaki bir gökada bizden nasıl 30 milyar ışık-yılı uzaklaşabiliyor.
Işık-hızında bile uzaklaşsa, şu-anda en fazla 14 milyar ışık-yılı uzakta olması
gerekmez miydi?. Evren genişliyor, genişleyen evrende gökada kümeleri bir-birinden
uzaklaşıyor. Bu da, evrende (büyük ölçeklerde) bir cismin alması gereken yol
sürekli uzuyor demektir.
Bu yol uzaması, yâni evrenin
genişlemesi o kadar büyük hızlardadır ki, kat etmeniz gereken mesâfeyi normâl
süresinden çok daha uzun sürede bitirebilirsiniz. Buradaki örnekte, bizden 2.5
milyar ışık-yılı uzaktayken ışığı yola çıkan bir galaksi verilmiş. Fakat, ışık
yoldayken evren genişlemesini sürdürdüğü için, ışığının bize ulaşabilmesi 12
milyar yıl sürmüş. Bu sırada aynı galaksi ile aramızdaki mesâfe 30 milyar ışık-yılı
olmuş. Neden?. Çünkü biz o ışıktan çok büyük bir hızla uzaklaşmışız.
12 milyar yıl önce evren şu-an
olduğundan çok daha küçüktü. 12 milyar yıl sonra da bu-gün olduğundan çok daha
büyük olacak. Unutmayın, bir cisim ne kadar uzaksa, genişlemeye bağlı olarak
bizden uzaklaşma hızı da o kadar artar. Öyle ki, yeterince uzaktaki galaksi
kümelerinin uzaklaşma hızı ışık-hızından bile fazladır. Bu, o galaksilerin
ışıkları bize aslâ ulaşamayacak anlamına gelir”.
Peki
bizim gördüğümüz ışıkları nasıl açıklayacağız?. Çünkü evren sürekli
genişlediğine göre bir-çok galaksinin ışığı bize ulaşamaması gerekir. Peki
neden ulaşıyor?. Bunun nedeni bir “genişleme”nin olmamasıdır. Çünkü dediğimiz
gibi; Genişleme olduğunu varsaydığımızda bir-çok galaksi-yıldızın ışığı bize
ulaşamazdı ve evren de daha karanlık olurdu. Böyle olmadığına göre Genişleme
Teorisi yanlıştır ve evrenin aydınlık olması ve kâinâtın muazzam bir resim
vermesi, genişlemeden değil, “döngü”dendir. Evrendeki tüm yıldızlar-galaksiler
döngü hâlindedirler ve bir yere uzaklaştıkları falan yoktur. Sâdece döngülerin
belli periyotlarda açılarına göre uzaklaşıp-yakınlaşıyor gibi görünmeleri söz-konusudur.
Döngüde bize göre belli açılara geldiklerinde, gözlemlerimizde biz onları
bizden uzaklaşıyor gibi algılıyoruz. Belli bir zaman sonra döngüsel açıları
değiştiğinde onları yakınlaşıyor gibi gözlemleyeceğiz, aynen Andromeda
Galaksisi gibi. Yâni döngülerin açılarından dolayı bir yanılsamaya kapılıyoruz.
Oysa onlar sürekli dönüyorlar ve uzaklaşıp yakınlaşıyorlar. Bu başlangıçtan bêri
böyle olduğu için ışıkları bize ulaşabiliyor. Çünkü gerçek bir uzaklaşama
olmuyor.
Zafer Emecan:
“Bütün galaksiler mâdem bir-birinden
uzaklaşıyorlar, peki nasıl oluyor da bâzı galaksiler bir-birine çok yaklaşıp
çarpışıyorlar?. Nasıl oluyor da, bizden 2.2 milyon ışık yılı uzaktaki Andromeda
Gökadası bize yaklaşıyor ve milyarlarca yıl sonra çarpışacağı söyleniyor?.
Gerçek şu ki,
galaksiler bir-birinden uzaklaşmazlar. Bir-birlerinden uzaklaşanlar “galaksi
kümeleri“dir.
CL 0024+17 galaksi kümesi. Bu
küme, etkileşim hâlinde olan binlerce gökadanın bir-araya gelmesiyle
oluşmuştur. Bu-arada öyle iç-içe göründüklerine bakmayın, her birinin arasında
milyonlarca ışık-yılı mesâfe var.
Evet, galaksilerin hemen-hemen
tamâmı evrende kümeler hâlinde bulunurlar. Îzah edelim; irili-ufaklı 15-20
galaksi bir-araya gelerek küçük gruplar oluşturur. Bu küçük grupların da bir-kaç
tânesi bir-araya gelerek daha büyük galaksi-kümeleri meydana getirir. Onlarca,
yüzlerce galaksi-kümesi de bir-araya gelerek süper-kümeleri oluşturur.
Andromeda, Samanyolu, Üçgen
Gökadası ve onlarca cüce-galaksinin meydana getirdiği bizim “yerel gökada
grubumuz”daki galaksiler kütle-çekim etkileriyle bir-birine bağlıdır ve
bir-birlerinden uzaklaşmazlar. Bu durum, evrendeki tüm galaksi-grupları
için geçerlidir. Grup içindeki galaksiler bir-birlerinin kütleçekimsel
etkileri nedeniyle zamanla uzaklaşabilir, yakınlaşabilir, çarpışabilir veya
bir-birlerinin yörüngelerine girebilirler. Ama kolay-kolay ayrılmazlar. Yerel
grubumuzun iki üyesi olan Andromeda ve Samanyolu, bir-kaç milyar yıl sonra
birleşecekler.
Gökbilimciler “evren genişliyor,
galaksiler bir-birinden uzaklaşıyor” derken, galaksilerin değil, “galaksi
kümelerinin” bir-birlerinden uzaklaştıklarını söylemeye çalışırlar. Ancak, bu
bilgiyi belgesellerde, röportajlarda, sunumlarda veyâ basın açıklamalarında
verirken; karşısındaki muhâtabına yerel grupları, kümeleri, süper-kümeleri îzah
etmek zorunda kalmamak için o kısımları atlayarak özet geçerler. İşte bu özet
bilgi, insanların aklında galaksilerin bir-birinden uzaklaştığı gibi yarı-yanlış
bir fikrin oluşmasına neden oluyor.
Peki niye galaksi-gruplarını
oluşturan gökadalar bir-birinden ayrılmazken, kümeler uzaklaşıyor?. Çünkü
galaksi-gruplarının üyeleri bir-birine görece yakındır ve kütle-çekim bunları
bir-arada tutar. Ancak, galaksi-kümeleri bir-birinden uzaktırlar ve aralarındaki
kütle-çekim etkisi, lafını edemeyeceğimiz kadar azdır.
Yâni, onlarca milyar yıl sonra
bile, yakın çevremizde bulunan galaksiler bizden uzaklaşmayacaklar. Ama, uzağımızdaki
galaksi-kümeleri ile aramızdaki mesâfe evrenin genişlemesi nedeniyle gittikçe büyüyecek.
Yüz milyarlarca, trilyonlarca yıl sonra bizler evrende sâdece içinde
bulunduğumuz galaksi-kümesindeki gökadaları görebileceğimiz bir yalnızlığa
bürüneceğiz” der.
Kozan Demircan, “mercek
etkisi”nden kaynaklanan bir yanılsamanın olabileceğini şu şekilde anlatır:
“Peki ya evren hızlanarak
genişlemiyorsa?. Ya bize öyle geliyorsa?. Bu durumda Karanlık Enerji ve evrene
ilişkin teorileri de gözden geçirmemiz gerekecek. Kozmolojideki son teoriye
göre, evren kabarcıklı bir yapıya sâhip olabilir; yâni dışarıdan bakıldığında
küçük görünen uzay bölgeleri aslında sanılandan çok daha büyük olabilir. Bu da
evrenin genişlediği yanılgısına yol açıyor.
Bilim
adamları evrenin binlerce galaksiyi içeren 100 milyonlarca ışık-yılı çapındaki
dev bölgelerinde bir-tür “kabarcıklar” olduğunu düşünüyor. Gökbilimciler
bunlara uzaktan teleskopla bakınca kabarcıklar dışarıdan göze küçük görünüyor.
Örneğin Hubble Uzay Teleskopu’nun çektiği derin uzay fotoğraflarında
kabarcıkları seçemiyor ve deyim yerindeyse “kâsenin içini” göremiyoruz.
Bir
başka deyişle aradaki büyük mesâfe nedeniyle çok uzaktaki galaksilerle
aramızdaki mesâfeyi doğru hesaplayamıyor ve uzayın derinliğini ölçemiyoruz. Bu da kabarcıklı evrenin
olduğundan küçük ve düz görünmesine, dolayısıyla evrenin tekrar hızlanarak
genişlemeye başladığı yanılgısına yol açıyor.
Evren-bilimciler
yaklaşık yüz yıldır evrenin genişlediğini biliyor. Bununla birlikte evrenin
Büyük Patlama’dan sonra ışıktan hızlı bir şekilde şişmesine rağmen (Şişme Modeli)
şişmenin âniden sona erdiğini ve evrenin ışık-altı hızlarda genişlemesinin de
gittikçe yavaşladığını düşünüyorlardı.
Oysa
on yıldan biraz uzun bir süre önce alışılmadık bir keşif yaptılar ve evrenin en
uzak bölgelerindeki galaksilerin bizden yakındaki galaksilerden çok daha hızlı
uzaklaştığını buldular. Ne kadar uzağa bakarlarsa galaksiler de o kadar hızlı
uzaklaşıyordu.
Bu
bir muammaydı. O zamana kadar evrenle ilgili olarak geliştirilen en basit ve
popüler modeller, evrenin genişlemesinin kütle-çekim kuvveti nedeniyle zamanla
yavaşlayacağını ve bir-gün genişlemenin tersine dönmesiyle birlikte kendi
üzerine çökerek yok olacağını gösteriyordu.
Kozmologlar yeni bir fikir ortaya
attılar. Evrenin genişlemesi aslında hızlanmıyor, uzaydaki içi dışından
büyük dev kabarcıklar nedeniyle bize öyle geliyor. Buna göre evrenin şimdiki
genişlemesi basit bir optik illüzyon.
Finlandiyalı
astronomlar kendi matematik modellerini çıkardılar. Önce evrenin genişlediğini
gösteren standart modeli aldılar, sonra uzayın bâzı bölgelerine kubbe
biçimli kabarcıklar yerleştirdiler.
Böylece evrenin bâzı bölgeleri bize görünenden, yâni yüzey alanından daha büyük
bir hacme sâhip oldu: “Uzay-zamânın bâzı kısımlarını çıkardık ve [evrenin]
kenarında açılan deliğe tam sığan başka bir bölge yerleştirdik. Bu bölgenin
çıkardığımız kısımdan daha büyük bir uzaysal hacmi vardı” diyor Lavinto.
Dünyâ 415-417 km. yüksekten düz görünüyor, o kadar uzaktan
bakınca Dünyâ’nın en yüksek dağı olan Himalayalar’ın 8.000 metreyi aşan
zirvesini bile seçemiyoruz.
Lavinto,
Uzaydaki boşluklarının evrendeki kabarcıklardan oluştuğuna inanıyor.
Elbette kabarcıklar uzay-zamanın dokusunda eğimli bir yüzey meydana getiriyor
(kürenin yüzeyi gibi yuvarlak bir alan). Bu da ışığın uzayda aldığı yolun
uzamasına yol açıyor.
Örneğin
uçaklar Dünyâ yuvarlak olduğu için aslında düz uçuş yapmıyor. Bunun yerine
Dünyâ’nın eğimli yüzeyini izliyor. Bu yüzden Dünyâ haritasını gösteren
kürelerin üzerine kırmızı gazlı kalemle üçgen çizerseniz, üçgenin iç-açılarının
toplamının 360 dereceden fazla olacağını görürsünüz. İşte ışığının yolunun
uzayda bu şekilde uzaması bilim-adamlarının evrenin hızlanarak genişlediğini
düşünmesi yanılgısına sebep olabilir.
Her yıl kış-mevsiminin başlangıcında Güneş’e uzaklığımız 147 milyon
kilometre iken, yaz başlarken 152 milyon kilometre uzakta yer alırız. Aradaki
fark tam 5 milyon kilometredir.
Eliptik yörüngemiz nedeniyle Dünyâ, Güneş’e periyodik bir yakınlaşma-uzaklaşma
hâlindedir.
Bilim-dünyâsının
içinde bulunduğu krizi görebiliyoruz. Fizik formülleri artık deney ve
gözlemlerle bu-gün fark edemeyeceğimiz kadar ince detaylar içeriyor. Bu-gün
matematik yapıyoruz, bilgisayar simülasyonu yapıyoruz ama gittikçe daha az
bilim yapabiliyoruz”.
Açıklama
büyük oranda doğru, fakat eksiktir. Bu eksiklik nedeniyle yanılsama devâm ediyor.
Süper-kümelerin içindeki galaksi-yıldızların hareketlerinden dolayı bir-birlerine
yaklaşıp-uzaklaşmaları söz-konusu olduğu gibi, kâinatta ufak bir göktaşından
galaksi-kümesine kadar “döngü”de olmayan bir varlık olmadığından, süper-kümeler
de döngü hâlindedirler ve süper kümelerin yaptığı dâiresel yada eliptik döngü,
onların, bizim de içinde bulunduğumuz süper-kümeye olan açılarına göre ve bizim
gözlemlerimize göre uzaklaşıp-yakınlaşıyor gibi gözükmesi nedeniyle bir
genişleme varmış gibi algılanıyor. Belki bir zaman sonra “bize yaklaşmakta olan”
bir süper-kümeyi gözlemleyeceğiz döngünün açısal durumdan dolayı. İşte bu
süper-kümelerin yaptığı döngü yüzünden, süper-kümelerin içindeki galaksi ve
yıldızlar da döngü dâhilinde oluyorlar. Tüm süper-kümeler, yaptıkları döngüler
yüzünden diğer süper-kümelere belli periyotlarda ve zamanlarda
yakınlaşıp-uzaklaşabilirler. Bir kümeye göre yakınlaşıyor gibi görünürken,
diğer bir kümeye göre uzaklaşıyor gibi görünebilirler döngünün mecbûri açısal
noktalarından dolayı. Dolayısı ile süper-kümeler de döngü hâlindedir ve aslında
kâinâtın kendisi bile döngü hâlindedir. Zîrâ kâinat dönmüyor olsaydı, bir-süre
sonra dengesi ve düzeni bozulup içine çökerdi. Bu döngüdür bize hayat veren ve
evren konusunda bizi yanılsamaya düşüren ve yanlış algılatan.
Hubble Sâbiti’nin sonucuna baktığımızda “evrende
belirli bölgelerin bir-birinden uzaklaşmaları ışık-hızını dâhi aşmıştır” denir.
Balon gibi genişleyen evren düşünüldüğünde; bizden çok uzaktaki ışık-hızında
uzaklaşan galaksiler/kuasarların ışığı bize hiç-bir zaman ulaşamaz. Fakat
ışık-hızında uzaklaşan galaksilerden bahsediliyor. Işıkları bize ulaştığına
göre, bu durum evrenin genişlemediğinin kanıtıdır. Çünkü ışık-hızında olan bir genişleme
teorisine göre ışıkları bize hiç-bir zaman ulaşmamalı.
Evrendeki dinamizm, evrenin
genişlemesinden değil, evrendeki bu “kozmik döngü” sebebiyledir. Döngü,
osilasyonik bir şekilde ileri-geri olur. Geriye dönmesi aslında aynı yönde
ilerlemesinin bir sonucudur. Aynen insanın yaşlandığında bir-nevi çocukluğa
dönmesine benzer.
Evrenin çekim-gücüne rağmen neden
çökmediği genişleme teorisinin bir sonucu değil; kozmik döngüdür.
Kâinât, maddesel bir “kapalı-evren modeli”ne
daha uygun gibi görünse de, “açık-kapalı evren” modelleri “insana göre” olan
senaryolardan başka bir-şey değildir. Hayat ileriye yada geriye doğru değil,
döngüseldir. Döngülerden kaynaklanan değişiklikler kâinâtın kendi orijinâl
yapısı içinde gerçekleşir. Tabi Termodinamiğin 2. yasası olan Entropi Kânunu’na
göre her-şey zamanla daha az kullanışlı olacağından, mecbûren “sıfır kullanış”
durumuna gelecek ve ölüm kaçınılmaz olacaktır. İleriye (Açık Evren Modeli), yada
geriye (Kapalı Evren Modeli) doğru değil, döngüye göre hareket eden bir kâinat
vardır. Kıyâmet için bir zaman belirlemek mümkün değildir. Sâdece Allah’ın
bileceği bir zaman sonra bir-anda kopacaktır: “Saatin (kıyâmetin) ne zaman demir
atacağını (gerçekleşeceğini) sorarlar. De ki: ‘Onun ilmi yalnızca Rabbimin
katındadır. Onun süresini O’ndan başkası açıklayamaz. O, göklerde ve yerde
ağırlaştı. O, size apansız bir gelişten başkası değildir’. Sanki ondan
tümüyle haberdarmışsın gibi sana sorarlar. De ki: Onun ilmi yalnızca Allah’ın
katındadır. Ancak insanların çoğu bilmezler” (A’raf 187).
Yine genişleme teorisine göre evrenin en
sonunda mutlak bir soğukluğa ulaşacak olması düşünülür. Fakat mutlak soğukluk
olan -273,15 dereceye yıldızlar vâr olduğu sürece ulaşılamayacaktır. (Bir-gün
gelip yıldızları oluşturan gaz-stokları azalıp biterse o zaman başka).
Zâten bu genişleme teorisi, daha ilk
başta sorulacak olan soruya cevap vermekten âcizdir; “neyin içinde genişliyor”?
(Çünkü sâdece uzaydaki materyâllerin mesâfeleri açılmıyor, uzayın kendisi
genişliyor teoriye göre). Bu soruya net bir cevap verilemez. Çünkü insanda bu
soruya cevap verecek kapasite yok. (Genişleme dışarıdan gözlemlenemediği için).
Seyyid Kutub’un dediği gibi; “İnsanın, varlık hakkında mutlak bir düşünce
oluşturmak ve hayat için değişmez temeller belirlemek gibi bir yetkisi ve
yeteneği söz-konusu değildir. Hiç-bir insanın, hayâtı derinliğine kavraması
mümkün olmadığı gibi, oluşumunu da kavraması mümkün değildir. Burası, Allah
tarafından kendisine verilen inancın alanına girmektedir.
“Evrenin Genişlediği Teorisi”nin yerine,
“evrenin bir merkez tarafından çekildiği ve o merkeze
çöktüğü”
düşüncesi gündeme gelmeye başladı. Bu
çekilmede, galaksilerin uzaklıkları farklılaşmaktadır. “Çekim-merkezine
daha
yakın olan galaksiler daha hızlı bir
şekilde o merkeze doğru çekilirken, daha
uzak olan galaksiler o merkeze daha yavaş çekildiğinden, galaksiler zamanla
birbirinden uzaklaşmış oluyorlar” diyen bir teori de vardır.
Işık sürekli düz mü gidiyor, yoksa bir
döngü hâlinde mi?. Sürekli düz gittiğini varsaydıkları için, kâinâtı genişliyor
zannediyorlar. Hâlbuki kâinâtta düz hareket olmaz. Bir makâlede: “Düz bir hareket kâbil olmadığı gibi anlamlı da
değildir. Düz hareketin olgunlaşma ve kendini tamamlama imkânı yoktur” denir.
Bu-arada maddenin genişlediği yer (mekân)
nedir, o da ayrı bir sır. Patlama veya açılma bir mekânda olduğuna göre, o
mekânı da hesâba katmak gerekir. Ama o zaman belki tüm hesaplar alt-üst
olabilir.
Bilim-adamları daha
kâinâtın nerede olduğuna bile bir cevap vermekten âcizdirler. Allah’ı hesâba
katmadan bu soruya, mantıklısını bırakın, mantıksız bir cevap bile verilemez.
Belki de “büyük patlama teorisi” de; “ilk başta ne vardı?” sorusunun
sorulmaması ve bu konuya merak salınmaması için uyduruldu. “İlk başta ne vardı?”
sorusu bütün büyüyü bozuyor çünkü. “Peki patlayan şeyden önce ne vardı?” olası
sorusu… “Son soru”yu sormuyorlar ve sordurmuyorlar. İşe tersten başlıyorlar.
Bakın Mehmed Alagaş bu konuyla ilgili ne diyor:
“Yaratılmış ve yaratılacak her-şey, sığabileceği bir yere,
içinde vâr-olabileceği bir mekâna muhtaçtır. Mekân da bir varlıktır ve her
mekân, içinde yer alabileceği kendinden daha büyük bir mekâna muhtaçtır. Ancak
biliyoruz ki yaratılmış hiç-bir varlıkta sonsuzluk olmadığı gibi, mekânda da
sonsuzluk yoktur. Bu gerçeği anladığımız zaman, akıl sâhibi insanlar olarak “bütün
mekânları içine alan en-üst mekân neyin içindedir?” sorusuna cevap aramaya
başlıyoruz.
Günümüzdeki bilimsel anlayış bu sorunun cevâbını vermek
bir-yana, bu soruyu sorma seviyesine dâhi çıkabilmiş değildir. Uzayın
genişlediğinden söz-ederler, fakat bu genişlemenin neyin içinde
gerçekleştiğini, bütün mekânlârı içine alan en-üst mekânın ötesinde ne
olduğunu, ne olabileceğini hiç düşünmezler, düşünmek istemezler!, çünkü onların
korktukları bir menzil, onların korktukları bir sorudur bu!.
Neden korkuyorlar?.
Çünkü bu soruya, Allah’ı dikkate almadan verebilecekleri
hiç-bir beşerî cevap yoktur. Allah’ı dikkate almadan verecekleri her cevap,
mekâna muhtaç bir cevap olacağı için yeni bir soruya kapı açacaktır.
Dünyâ uzayın içinde dediğimiz zaman, “uzay neyin içinde”
sorusuyla karşılaşıyoruz. Oysa bu konudaki son soruya verilecek son cevap,
yeni bir soruya kapı açmayacak bir cevap olmalıdır.
O hâlde bilimin kaçtığı, sormaktan korktuğu son
soru; “bütün mekânları içine alan en-üst, en son mekân neyin içinde?”
sorusudur.
Kur’ân; Dünyâ’nın ve tüm yıldızların birinci kat göğün
içinde olduğunu, birinci kat göğün yedi kat gökler içinde olduğunu beyân
ettikten sonra bütün bunların üzerinde büyük arşın bulunduğunu belirtiyor.
Peki büyük arş neyin içinde?.
İşte son soru bu!.
Ve Rabbimiz bu son soruya verdiği son cevapta “Ben büyük arşın Rabbiyim. Bu arşı istivâ
ettim, kuşattım. Ve Ben, mekândan münezzehim, mekâna muhtaç değilim”
buyuruyor. İşte mekânla ilgili son sorunun son cevabı bu. Çünkü bu açık
cevaptan sonra “Peki Allah neyin içinde?” gibi saçma bir yaklaşımla yeni bir
soru sormuyor, soramıyoruz. Zâten düşünen her akıl sâhibi insan, tüm mekânları
içine alan en-üst mekânın, mekândan münezzeh bir kudretle kuşatılmış olmasının
bir şart, bir zorunluluk olduğu sonucuna varacaktır. Ve yaratılmış hiç-bir
maddede “Ben mekâna muhtaç değilim” iddiası yok iken, Allah (c.c.) “mekândan münezzeh olan Ben’im, her-şeyi Ben
yarattım ve Ben kuşattım” buyuruyor. İşte bizler de bu ilâhi
buyruğa hem aklımızla, hem de kâlbimizle îman ediyoruz”.
Modern meâlciler, Zâriyat süresi 47. âyeti
yorumlarken, âyette geçen “mûsiun” kelimesini, “genişlettik” anlamında kullanma
gayreti içindedirler. Oysa bu kelime “güç ve kudret sâhibi” mânâsına da gelir. Bilim!
karşısında komplekse kapılmanın gereği yok.
Bakınız Mevdudi, ilgili âyet hakkında kelimenin
iki anlama da gelebileceğini nasıl açıklıyor...
“Mûsiun” Mûsi; “güç ve kudret sâhibi” demek olduğu gibi, “genişleten”
demek de olur. İlkine göre bu ilâhi buyruğun mânâsı şöyle olur: Bu gök-yüzünü,
birinin yardımı ile değil, kendi gücümüzle yarattık. Onun yaratılması bizim
gücümüzün üstünde bir-şey değildir. Buna rağmen siz nasıl olur da bizim sizi
tekrar yaratamayacağımızı düşünebilirsiniz?
İkincisine
göre de mânâ şu demektir: Bu büyük kâinâtı biz sâdece bir kere yaratıp
bırakmadık, aksine o kâinâtta sürekli genişletme yapıyoruz. Ve her-an o kâinât
içinde yaratmamızın yepyeni, dehşete düşüren gelişmeleri olmaktadır. Böyle
güçlü ve muazzam yaratıcının şahsını, yeniden yaratma konusunda siz nasıl âciz
sanabilirsiniz?”.
Fahruddin Er- Razi “mûsiun”
kelimesini şöyle tefsir etmiştir...
“Mûsiun”
kelimesinin âyet-i kerîmedeki ifâdesi hakkında şu îzahlar yapılabilir:
a) Bu ifâde, “genişlik”
maddesindendir. Yâni, “Biz o semâyı, yer ve yeri kuşatan su ve havayı, semâya
ve onun genişliğine nisbetle, tıpkı çöldeki bir halka misâli olacak bir biçimde
genişlettik” demektir. Böylesine geniş bir alanı kaplayan bir binâ ise
şaşırtıcıdır. Çünkü, böylesine geniş bir kubbeyi hiç-bir usta yapamaz. Zîrâ
onlar, sâyesinde, bu yuvarlaklığın sağlanabileceği ve bir-birlerine bitişinceye
değin cüzlerinin bir-biriyle temâsa geçebileceği bir âleti bulundurmaya
muhtaçtırlar.
b) Bu ifâde, “Kâdir
olucularız..” anlamındadır ki, Cenâb-ı Hakk’ın, “Allah hiç-bir nefse gücünün
yettiğinden başkasını yüklemez” (Bakara, 286) âyetindeki kelimesi de bu mânâda
olup, yâni, “ancak o nefsin gücünün yetebileceği şeyi...” demektir. Bu hususta
bu iki ifâde arasındaki münâsebet gâyet açıktır. Şöyle de denebilir: Bu durumda
bu, şu gâyeye, yâni (son esâsa) bir işâret olup, son îtikâdî esas da, haşirdir.
Buna göre Cenâb-ı Hak âdeta, “Biz, semâyı yaptık ve bizler, semâ gibilerini
yaratmaya da kâdiriz.. (Yâni, insanları öldükten sonra yeniden diriltmeye
de kâdiriz..) demiştir ki, bu tıpkı “Gökleri ve yeri yaratan, onlar gibisini
yaratmaya kâdir değil midir?” (Yâsin, 81) âyeti gibi olmuş olur.
c) Bu
ifâde, “Biz, mahlûkatın rızkını genişleticileriz” mânâsındadır.
“Mûsiun”
kelimesine, İbn Abbas ve Hasan el-Basrî gibi önemli kişiler “güç yetiren ve
kâdir”, bir başka görüşlerinde de “bol rızık veren” anlamını vermişlerdir. Kur’ân’ın
garip kelimeleri üzerine eser yazan İbn Kuteybe (276 h/889 m) ve ondan sonra
Zemahşerî (467-537 h/1074-1143 m ) de bunu “Allah’ın güç-sâhibi olması”
şeklinde açıklamışlardır. Doğrusu da “güç yetiren” anlamıdır. Zâten bağlam da
bunu destekler.
Elmalı’lı Hamdi Yazır, Zâriyat 47. âyeti:
“Biz göğü kudretimizle binâ ettik. Hiç şüphesiz biz, çok genişlik ve kudret
sâhibiyiz” şeklinde çevirmiş ve sonra da şu tefsiri yapmıştır:
“Bir de
semâya bakın, biz onu kuvvetle binâ ettik” “İzmar alâ şaritati’t-tefsir”dir.
Yâni semânın âmili olan “fiil” gizlenmiş de zamîrine taâllûk ettirilerek diye
tefsir edilmiştir. Eserden, bunu yapan müessirin çıkarılmasını ifâde eden bir
üslûbda, lafız mânânın muhtevâsına terkibi ile de uyum sağlamıştır.
EYD, “yed”
kelimesinin çoğulu olabilirse de burada “Davud’u, o kuvvet sâhibi zâtı hatırla”
(Sâd, 38/17) âyetinde olduğu gibi têyidin aslı olan “kuvvet” mânâsına olması
daha ağır basar. Bu beyan “Allah’a kaçın!” ifâdesi ile “Ben cinleri ve
insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım” (Zâriyat, 51/56) âyetinin
muhtevâsına ve mânâsına önceden yapılmış bir hazırlıktır. Nitekim “Şüphesiz
rızık veren güç ve kuvvet sâhibi olan ancak Allah’tır” (Zâriyât, 51/58) âyeti
ile têyid olunacaktır. Ve hiç şüphesiz biz çok genişliğe mâlikiz. Bunun iki
mânâsı vardır: Birisi, kudret genişliğini ifâde eder. Kudret ve
kuvvetimiz öyle geniştir ki semâyı binâ ile tükenmedikten başka, onu daha çok
genişletebilir. Bu mânâ hem, “Artık orada bize ne bir yorgunluk dokunacak, ne
de orada bize bir usanç gelecektir” (Fâtır, 35/35), hem de “O’nun kürsüsü
gökleri ve yeri içine alır” (Bakara 255) âyetlerinin mânâlarını andırır. Birisi
de “zenginliği, nimet ve nimet vermede genişliği ifâde eder, biz darlıkları
genişletiriz. Yalvaran darda kalmışlara icâbet eden, sıkıntıları açan,
ihtiyaçları gideren, fakirleri zenginleştiren, nîmet vereniz” demek olur”.
Görüldüğü gibi bu âyete,
“evrenin genişleme teorisi”ne paralel bir tefsir yapmak şart değil. Elmalı’lı
örneğinde de görüldüğü gibi farklı bir yorum da yapılabiliyor ve zâten âyetin
kastettiği mânâ da Elmalı’lının dediği gibidir. Elmalı’lı Hamdi Yazır bu âyeti
tefsir ederken, “genişleme teorisi” tüm Dünyâ’da biliniyordu.
Müslüman bilim-adamları
ve tefsircileri, Kur’ân’ı modern kavramların/batılı kavramların etkisiyle
tefsir ettikleri için bu sonuca (evreni genişlettik) varıyorlar. Metni bu
şekilde çevirme gayretlerinin arkasında modern-bilimin ve kavramların etkileri
vardır. Bu nedenle bu tarz çeviriler-meâller “bir döneme âit meâller” olarak
kalmaya mahkûmdur.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ocak 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder