11 Ocak 2016 Pazartesi

Evrim Teorisi’nin Çöküşü


“Yoksa onlar, hiç-bir şey olmaksızın mı yaratıldılar?. Yoksa yaratıcılar kendileri mi?” (Tûr 35).

 

Evrim, “rast-gele mutasyona-değişime uğrayan bireyler arasında, ortama en iyi uyum sağlayanların hayatta kalması” olarak açıklanır. Evrim Teorisi: “Güçlü olan kazanır” felsefesidir. Bir yazıda Teori’nin kısa tanımı şu şekilde yapılır: “Doğada canlılar arasında sürekli bir mücâdele durumu vardır. Hepsi de yemek, barınma gibi ihtiyaçlarını karşılamak için doğayla ve birbirlerine karşı savaş hâlindedir. Bu savaşta “iyi” olan kazanır ve bu üstün özellikler kendi soylarına aktarılır. İşte bu farklılıklar o türün değişim geçirmesine yâni evrimleşmesine sebep olur”. Yâni Evrim Teorisi; “altta kalanın canı çıksın ve geberip yok olsun gitsin” düşüncesinin ve bencilliğinin, “ortaya konulduğu târihteki ideolojinin” etkisiyle ortaya çıkmış olan bir zırvalıktır.

 

Hiç-bir bilimsel gelişme ve felsefî tartışma, târihsel arka-planından yalıtılarak anlaşılamaz. Darwin’in, Malthus’un “Nüfusun Prensipleri Üzerine” adlı kitabından etkilenerek Evrim Teorisi’ni ortaya attığı söylenir. Yâni sosyâl bir olgudan hareketle üretilmiştir bu Teori. Zâten tüm teoriler, sosyâl-ekonomik-felsefî olgulardan etkilenerek oluşturulmuştur. Öne sürülen teorilerin çoğu “orijinâl düşünce”ye sâhip teoriler değildir. Zâten vâr olan ön-bilginin ve ön-kabûlün yorumlanmasının sonucudurlar. Young gibi bâzı bilim-insanları Darwinizm’i Malthusçuluk ile eşitlemişlerdir. Târihçi John Greene, “doğal seleksiyon” fikrini ilk-olarak bir-birlerinden bağımsız şekilde dile getiren bilim-insanlarının (Spencer, Darwin ve Wallace), hep İngiltere’den ve aynı dönemde çıkmış olmasına dikkat çekmekte ve kendi sosyolojik ortamları ile kültürlerini, bu bilim-insanlarının, canlılar dünyâsına yansıttığına bu olguyu delil göstermektedir. Dönemin etkili düşünürleri Malthus’a ve de hem onun üzerinden hem de doğrudan Darwin’e ve Wallace’a etki ettiler. Pozitivizme, kültürel evrime, iktisâda dâir fikirler; canlılar dünyâsında, Evrim Teorisi’nde yansımalarını buldu. Tüm bu fikirler Evrim Teorisi’nin oluşumu kadar, kabûlünde de etkili oldu.

 

Evrim Teorisi yeni bir görüş değildir. Eski Grekler de bu görüş üzerinde spekülasyonlar yapmışlardı. Zâten modernizm Greko-Romen uygarlığın güncellenmiş şeklidir. M.Ö. 6. yüzyıl gibi eski dönemlerde bile Miletos’lu Anaksimandros insanın ve diğer kara-hayvanlarının denizden çıktıklarını öne sürmüştü. 2.400 yıl sonra Hooke, Goethe ve Charles Darwin’in büyükbabası Erasmus Darwin bu fikir üzerinde durdular.

 

Dedesi Erasmus Darwin’in kitaplarını okuduğu bilinen Charles Darwin, gözlemlerine başlamadan önce de zihninin bir köşesinde bu teoriyi biliyordu. Yâni “tabula rasa” (boş bir zihin)le gözlemlerini yapıp da sonradan teorisini oluşturmuş değildir. Evrim Teorisi belli bir ön-yargıyla ortaya atılmış bir teoridir. Teori 1859 yılında değil de Meselâ 11. yada 12. yüzyıllarda ortaya atılsaydı hiç-bir etki göster(e)mezdi ve yayıl(a)amazdı. Zîrâ paradigma farklıydı. Aynı şekilde meselâ Big-Bang Teorisi de aynı yıllarda yâni 11-12. yüzyıllarda etki gösteremezdi. Bu teoriler en nihâyetinde “felsefî teoriler”dir. Bilim-târihi aslında “felsefî tartışmalar târihi”dir. O yüzden ancak “felsefî olarak” her çağda ortaya atılabilirdi ve sâdece bir “düşünce” olarak kalırdı. Bu teoriler, ortaya atıldıkları çağdaki bilim-adamlarına “lâzım” olan teorilerdir. Çıkmazlarını ve farklı inançlarını bu şekilde bastırabildiler. Bu teorileri, çıkmazlarına tampon olarak kullandılar. Yapılan şey; “eldeki malzemeye göre ev yapmak”tır. William Dembski, Darwinci Evrim Teorisi’nin, 19. yüzyılda yükselen değer olan pozitivizmle uyuştuğunu belirterek:

 

“Eğer Darwin olmasaydı pozitivistler onu îcat etmeliydi” der.

 

Evet; Dünyâ’nın ideolojisi değiştiğinde hayâta bakışı da değişir. Dolayısıyla görüşler değişir. En uygun ve isâbetli bakış ise Allah’ın sisteminde olur. Çünkü bu sistemde bir nevi “O’nun gözüyle bakma” vardır.

 

Evrim Teorisi aslında Lamarck Teorisi’nin genişletilmiş bir şeklidir. İlhâmını Lamarck’tan almıştır. Bir yazıda bu durum şu şekilde anlatılır:

 

“Biyolojide, türlerin değişebileceği görüşünü ilk ortaya atanlar Fransız Buffon (Bufon: 1707-1788) ve Lamarck (Lamark: 1744-1829)’tır. Bu iki bilim-adamı, çevre etkisiyle canlılarda meydana gelen değişmelerin daha sonraki nesillere geçebileceğine inanmışlardı. Lamarck ve Buffon’a göre, bitki ve hayvan türleri, çevre şartlarının etkisiyle değişebilmektedirler. Lamarck, “Zoolojinin Felsefesi” adlı eserinde, çevrede meydana gelen değişikliğin türleri etkilediğini ve her türün bu etkiye içten gelen bir değişiklikle cevap verdiğini belirtmektedir.

 

Lamarck’ın görüşleri iki noktada toplanmaktadır: Birincisi, canlıların çevre şartları ile sonradan kazandıkları özellikleri yeni nesillere geçirebileceği; ikincisi ise, “kullanma ve kullanmama” prensibi idi. Lamarck’a göre, eğer bir vücut parçası çok kullanılırsa gelişir ve kuvvetlenir. Kullanılmayan kısımlar ise zamanla zayıflar, küçülür ve hattâ kaybolabilir. Lamarck’ın evrim teorisi, bu iki fikre dayanıyordu. Yeni çevre etkisiyle meydana gelen değişmeler, bir-çok döller boyunca yeni özelliklerin kazanılmasına sebep oluyor ve sonunda yeni türler ortaya çıkıyordu. Her-şeyden önce Lamarck, bir türün çevre etkisiyle değişebileceğini belirtmiştir. Meselâ Lamarck, zürâfaların boyunlarının uzun olmasını şu şekilde açıklar: “Oldukça kurak ve otsuz bölgelerde yaşayan bu hayvanlar, devamlı güç sarf ederek ağaçların uç dallarına boyunlarını uzatmak zorunda kalmışlardır. Bu mecbûriyet, zürâfa soyunun daha sonraki nesillerinde de sürdürülmüştür. Böylece uzun yıllar devâm eden bu olayın sonunda, zürâfaların hem ön bacakları, hem de boyunları uzamıştır”.

 

Evrim Teorisi insanın ilkellikten mükemmelliğe doğru gittiğini savunur. Oysa insan Âdem-Havva’dan bêri “ilkel insan” değildir. İnsan hiç-bir zaman ilkel olmamıştır. (belki modern zamanlarda bir ilkellikten bahsedilebilir) Doğrusu, biz insanı en güzel bir biçimde yarattık” (Tîn 4). Batı-anlayışı, her-şeyin ilkellikten mükemmelliğe doğru gittiğini düşündüğünden, insanın da ilkelden mükemmele doğru bir seyir izlediğine ihtimâl vermiş ve Evrim Teorisi’ne inanmıştır. Gerçi Evrim Teorisi’nin yanlışları, çelişkileri ve çıkmazları o kadar çoğaldı ki, evrimciler Teori’ye (aslında hipotez demek daha uygundur) sürekli yeni anlamlar ve farklı düşünceler yüklediler. Sürekli eklemeler ve sürekli yeni tâdilatlar yaptılar. Zamanla Evrim Teorisi o kadar değiştirildi ve farklılaştı ki, artık Teori, Darwin’in bile tanıyamayacağı ve görse şiddetle îtirâz edeceği bir duruma geldi.

 

Evrim Teorisi, vâr olan hiç-bir canlının orijinâl olmadığını savunur. Çünkü Evrim Teorisi’ne göre, tüm canlılar birbirlerinden evrimleşerek mevcut durumlarına gelmişler ve şekillerine ulaşmışlardır. Şu-andaki mükemmel hâlleriyle yaratılmamışlar yada ortaya çıkmamışlardır. Hâlbuki her-şey orijinâl hâlinde yaratılmıştır. Kâinatta canlı-cansız, orijinâl olmayan hiç-bir varlık yoktur. Öyle ki bu orijinâl varlıkların hiç-biri birbirine tam olarak benzemediği için birbiri ile karıştırılmaz. Karışmaması onların orijinâl olarak yaratıldığını gösterir. Bu, onların ilk yaratıldıklarında da şimdikinin aynısı olduğu anlamına gelir. Zâten bu orijinâllik hâlen de devâm ediyor. Öyle ki; “cansız” varlıklar arasında meselâ, artı-eksi kutuplar hâlen bir-birlerini çeker ve aynı kutuplar iter; bir at ile bir geyik çiftleşse yeni bir tür ortaya çıkmaz, çıksa bile neslini devâm ettiremez. Evet; aynen ilk yaratıldığında olduğu gibi.

 

Varlıklar en uygun durumlarından bir önceki hâllerinde çirkindirler. Bu hâlleri de “Allah’ın bir yaratması” sayılacağından, bu, “Allah’ın çirkin bir şey yarattığını” söylemek anlamına gelir. Allah, saçma-sapan ve çirkin işler yapmaz. Mükemmel hâlden bir-önceki aşamadaki varlığın yada canlının durumu “işe yaramaz” bir durumdur. Hiç-bir varlık en uygun durumundan bir önceki hâlinde hiç-bir işe yaramaz. Görevini yapamaz zâten. Meselâ protein tam olarak oluşmadan önce işe yaramaz ve herhangi bir avantaj sağlamaz.

 

Evrimciler madde-ötesini kabûl etmediği için bilinci de maddî olarak düşünürler. Bilincin aşama-aşama oluştuğunu düşünebiliyor musunuz?. “Az bilinç”, “biraz bilinç”, “çok bilinç” ve “on numara bilinç”.

 

Evrim Teorisi’ni yıkan en büyük etken, Darwin’in de endişe ettiği ara-türlerin yâni ucûbe varlıkların yokluğudur. Evrim Teorisi kabûl edildiğinde denizden karaya çıkış sürecinde bir-sürü ara-formun olması gerekir. Fakat bir tâne bile bulunamamıştır. İzleri bile görülmez. O ucûbeler hiç-bir zaman gözlemlenemez. Neden?; Çünkü canlılar orijinâl olarak, şu-anda oldukları gibi bir-anda yaratılmıştır.

 

Her-şey gibi canlılar da aşama-aşama değil, bir-anda yaratılmıştır. Bu bir-anda yaratılışın nasıl olduğu bilinemez, anlaşılamaz, idrâk edilemez. Bir-anda olan şeyler insanın aklını başından alır. O yüzden anlam verilemez. “Bir şey yok iken nasıl bir-anda olur, bunun örneği var mı” diye sorulursa, felsefî olarak; “Göz kapatıldığında yokluk, açıldığında da varlık olur” deriz. Her-an bir-anda yaratılmanın örneğidir bu.

 

Evrim Teorisi’ne göre, insan ile şempanze ortak bir atadan ayrılarak, şempanzeler şempanze olmuşlar, insanlar da insan. Fakat genel evrim anlayışına göre bu ortak ata da bir-anda beliriveren bir varlık değildir. O da daha önce başka bir varlıktan evrimleşmiştir. Bu, geriye doğru ilk canlıya yada o “ilk titreşen şey” her ne ise ona kadar gider. Öyleyse “o ilk titreşen ilkel şey”e göre şu-andaki insan, daha kompleks ve ileri bir durumdadır. Buna îtiraz edecek bir durum yoktur. Yâni o ilk titreşen şey evrimleşe-evrimleşe daha düzgün hâle gelmiş ve en sonunda da mükemmel bir görünüm kazanmıştır.ni, kötüden iyiye, kullanışsızdan kullanışlıya, ilkelden mükemmele doğru bir süreç izlemiştir. Fakat işte bu noktada bir sorun ortaya çıkıyor: İki bilimsel olgunun birbiriyle yüzde-yüz çelişmesiyle karşı-karşıya kalıyoruz: Termodinamiğin 2. yasası olan Entropi Kânunu’na göre her-şey zamanla bozulmaya, kötüleşmeye, daha kullanışsız olmaya, âdileşmeye başlarken; Evrim Teorisine göre, tam-aksine; canlılar zamanla iyileşmeye, düzelmeye, daha kullanışlı-işlevsel ve daha değerli-kaliteli olmaya doğru gitmiştir. Bu durum, iki bilimsel olgunun çelişmesi demektir ki, Termodinamiğin 2. Yasası olan Entropi, çıplak gözle bile gözlenebilen kesin bir yasa olması nedeniyle, diğer “sözde bilimsel” olgu olan Evrim Teorisi’nin yanlışlığı açığa çıkar. Çünkü kâinatta, zamanla daha iyiye, kullanışlı olmaya doğru giden hiç-bir varlık yoktur. O hâlde kâinatta ve doğada tekâmül-evrim yoktur.    

 

Evet; “Evrim Teorisi’nin matematik ve fizik kurallarınca sağlaması yapılamaz” diyenlere şunu söyleyelim: En baba doğa kânunu (aslında Allah’ın kânunudur) olan Termodinamiğin İkinci Yasası olan Entropi Kânunu’na göre, başta canlılar olmak üzere her-şey zamanla bozulmaya, kullanışsız olmaya doğru gider. Fakat Evrim Teorisi’ne göre düzelmeye ve kullanışlı olmaya doğru gitmiştir.

 

Bir canlı-türü mevcut iyi durumdan bir önceki durumunda (ara-tür) eksik bir yapıdadır. Yâni en ideâl hâlinde değildir. Zâten en ideâl hâlinde olsa evrimine devâm etmez. En ideâl olan hâline göre daha kötü, eksik, çirkin vs. hâlinde olan bir yapı, zamanla nasıl oluyor da iyi, güzel ve ideâl hâle gelebiliyor?. Entropiye göre zamanla bozulmaya doğru gitmesi gerekiyor ya!. Fakat her nasılsa Teori’ye göre zamanla düzelmeye doğru gitmiş. İşte bu, iki bilimsel olgunun çelişmesidir. Allah zâten başlangıçta en güzel şekilde yaratmıştır insanı: “Doğrusu, biz insanı en güzel bir biçimde yarattık” (Tin 4). İşte bu yaratma, aşama-aşama değil, bir-anda olan bir yaratmadır.

 

Allah, koyduğu-yarattığı hiç-bir yasa ile kayıtlanamaz. Tabî ki Allah, yaratmayı yasalarından bağımsız yapmaz-yapmıyor. Aşama-aşama yaratılışta kötüden iyiye doğru bir gidişat Entropi Yasası’na göre mümkün değildir. Tam tersine; bu yasaya göre iyiden kötüye doğru bir gidişat olur. Bu nedenle de ara-türler zamanla asıl türlere yâni en ideâl hâle dönüş(e)mezler. İdeâl olmayan bir yapı, -hele ki milyonlarca yıldan sonra- düzelip ideâl hâle gelemez. Entropi Yasası’na aykırıdır bu durum ve Entropi Yasası’na aykırı olan bir teori çökmeye mahkûmdur. Çünkü hiç-bir teori Entropi Yasası’yla çelişemez. Entropi Kânunu’na göre her-şey doğal hâlinde bırakıldığında zamanla bozulmaya doğru gider, oysa Evrim Teorisi’ne göre her-şey zamanla düzelmeye doğru gitmiştir. Evet; bu, iki bilimsel(!) olgunun açıkça çelişmesi demektir.

 

Arthur Eddington:

 

“Evren/Dünyâ hakkındaki bir teori, Maxwell’in formülleriyle, hattâ daha önceden yapılmış bâzı deneylerle uyumsuz olsa bile doğru olma şansı bulunabilir; ama Entropi Yasası ile çelişiyorsa hiç-bir şansı yoktur” der.  

 

Caner Taslaman:

 

“Bir teori belki diğer tüm teorilerle hattâ yasalarla bile çelişebilir ama Termodinamiğin İkinci Yasasıyla (entropi) aslâ çelişemez. Entropi ile çelişen hiç-bir teori kabûl edilemez” der.

 

Entropi Yasası evrende (insanlar tarafından) mutlak-doğru bir târif yapılamayacağını da söyler. Çünkü târif yapılırken bile entropi tarafından tahrif devâm eder. Entropi Yasası, “en baba yasa” olduğu için, oluşumun “tasarım” ve “plân”la ve “kontrôl altında” bir süreçle oluştuğu da söylenemez. Yasaların çelişmesi tasarıma aykırıdır zîrâ. Allah çelişik işler yapmaktan münezzehtir. Bu nedenle ilk-prototipin, bir mûcize olarak bir-anda yaratılması söz-konusudur. Bir mûzice olarak (idrâk edemeyeceğimiz şekilde) bir-anda yaratılan canlılar ve tüm varlık, “ilk yaratılış”tan sonra, artık bildiğimiz oluşumunu sürdürmeye devâm etmiştir/ediyor.

 

Şu söz de moda oldu ve yayılmak isteniyor müslümanlar arasında: “Allah’ın yaratıcılığı kabûl edildikten sonra, ilk insanın topraktan doğrudan veyâ bir canlıdan evrilerek dolaylı olarak yaratılmış olmasını kabûlde bizim için bir sakınca yoktur”. Süleyman Ateş; “Yaratan’ın Allah olduğunu kabûl ettikten sonra evrimi kabûl etmek insanı dinden çıkarmaz” der ve İbrâhim Hakı’nın Mârifetnâme’sinden şu örneği verir:

 

“Erzurumlu İbrâhim Hakkı, Mârifetnâmesi’nde evrim hakkındaki görüşlerini şöyle özetlemiştir: “Varın yok olması, yoğun var olması mümkün değildir. Var dâima var, yok da dâima yoktur. Fakat var, bir mertebeden diğer mertebeye, bir hâlden diğer hâle geçebilir. Allah’ın emriyle felekler ve yıldızlar hareket edip dört unsur (eleman), istihâle (evrim) ile bir-birine karışmış, unsurların izdivâcından (karışımından) önce mâdenler, ondan bitkiler, ondan hayvanlar vücûda gelmiş ve hayvan kemâlini bulunca insan meydana gelmiştir. Madenlerle bitkiler arasında ara-varlık mercandır; bitkilerle hayvanlar arasında ara-varlık “hurma”dır; hayvanlarla insanlar arasında ara-varlık maymundur. Zîrâ cümle âzâsı, kıl ve kuyruktan başka içi-dışı insana benzer”.

 

Mârifetnâme gibi zırvalıklarla dolu olan bir kitabı kaynak göstermek doğru bir seçim ve tercih değildir. Öyle ki bu kitapta anlatılan şeyler her-şeyden destek bulsa bile bir-tek Kur’ân’dan destek bulamaz. Çünkü saçmalıkların kemâl bulduğu bir kitaptır sözü edilen bu kitap. Herhâlde Süleyman Ateş Hoca, Kur’ân’dan istediği desteği bulamayınca bu zırvalık ve saçmalık kitabına baş-vurmuş.

 

Dindarlara göre; “Tanrı kontrôlünde bir süreç (tasarım)” olunca Evrim Teorisi doğruluk kazanıyor. Allah’ın kontrôlünde ya!.. Evrim sürecinin Allah’ın kontrôlünde olmasıyla o teorilerin meşrû hâle geldiğini düşünüyorlar. Her türlü saçmalık; “Allah’ın kontrôlünde” sözüyle savunulsa meşrû hâle mi gelecek?. “Allah’ın kontrôlünde” sihirli sözcüğü ile her türlü pislik ve hattâ kâfirlerin küfrü bile “Allah’ın kontrôlünde” dedikten sonra normâlleşebilir. Tasavvufta bu, “lâ fâile illallah” ifâdesiyle yapılır meselâ.

 

Yâni sorun; “tamam, yaratılış bilimin ve evrimcilerin dediği gibi oldu ve bunda bir sorun yok, fakat bu süreç Allah’ın kontrôlünde mi oldu, yoksa kendi-kendine mi oldu tartışması” mıdır?. Bilim açısından ne fark eder ki!. Oluşumun bizzat kendisi için ne fark eder?. Oluşum için iki kesim de aynı şeyi söylüyor ve kabûl ediyor. Bilimsel olarak tıpa-tıp onlar gibi konuştuktan ve inandıktan sonra; “Fakat tüm bunlar Allah’ın plânlamasıdır” demenin ne anlamı olacak?. O zaman onlar da; ”hayır, kendi-kendine olmuştur” derler. Tartışmanın bu boyutu inanç ile alâkalıdır. Biri tesâdüf diyor, diğeri yaratılış. Netîcede iki kesime göre de aynı süreç işlemiş. Asıl ilginç olan şey; nasıl oluyor da inançsızların gözlemleri ile inançlıların gözlemlerinde aynı süreç gözlemleniyor?. İnançlı olanların inançtan kaynaklanan gözlemsel ve değerlendirme anlamında bir farkları olmaz mı?. Ve bu nedenle de inançsızlardan daha farklı ve doğru bir sonuca ulaşmaları gerekmez mi?. Eğer cevap “hayır” ise, bu; “onların bilimini alalım ama inançsızlığını almayalım” demek anlamına gelmiyor mu?. Yaratılışın açıklaması iki kesim için de aynı ise, o yaratılışın tesâdüfen yada tasarımla oluştuğunu söylemek arasında niye bir fark olsun ki?. Yada bilim açısından bunun ne önemi var?, bu fark araftaki (nötr) bir kişi için artık bir-şey ifâde etmez.

 

Evrimsel-aşamalı bir yaratılışta, o evrimi-aşamalı süreci Allah’ın kontrôl edip-etmemesinin bir farkı ve önemi yoktur?. Evrimle olunca artık fark etmiyor. Netîcede evrim.. Evrim ile, aşama-aşama ile olunca, yaratılışı Allah ile bağdaştırmak zorunlu olmaktan çıkar. Bir-anda olan bir yaratılış ise mecbûren Allah-Yaratıcı ile olmak zorunda. “Bir-anda yaratılma”da başka alternatif yoktur ve zâten kâinat bunu haykırıp durur: “Allah tarafından bir-anda yaratıldım”. Evrende bir tasarım vardır fakat bu tasarım “aşamayla olgunlaşan bir tasarım” değil, sonuçları bir-anda görülen bir tasarımdır. Allah için tasarımı yapmakla varlığı yaratmak aynı şeydir. İkisi de bir-anda olur. Allah yaratıcıdır, müteahhit değil. Bu nedenle de müteahhitler gibi bir şeyi yapmaya temelden başlamaz. Bir-anda yaratıverir.

 

Evrim Teorisi’nde sıkça komedilere rastlarız. Meselâ; yaptıkları kazılarda kime âit olduğunu bilmedikleri bir “diş” bulurlar. Bu dişi incelerken çeşitli hayâller kurarlar. En yakın dostları olan Şeytan da onları vesveseleriyle destekler ve böylece masal başlar… İlk önce bu dişin ... yıl önce yaşamış olan ... atamıza âit olduğunu düşünürler, sonra bu diş üzerinden sözde sâhibinin bir resmini çizerler, hem de yumuşak dokularıyla berâber. (yumuşak dokuların şekli-hatları belirlenemez, her-hangi bir şekilde olabilir). Diş’in sâhibi atamız! belirlendikten sonra sıra gelir atamızın karısına, sonra oğluna, tabi bir de kızına. Artık âile tablosu ortaya çıkmıştır. Evet-evet; sâdece bir “diş”ten yola çıkarak mutlu bir âile tablosu çizilmiştir. Bunu, tablonun reklâmını yapıp cicili-bicili sözlerle câhillere anlatmakla tamamlarlar. Evrim Teorisi bunun gibi masallarla ve zırvalıklarla doludur.

 

Yaptıkları bir-çok sahtekârlıklar da vardır. Evrim Teorisi adına yapılan çok önemli sahtekârlıklardan biri “Piltdown adamı” (Eoanthropus Dawsoni) ile ilgilidir. 1912 yılında Londra Tabiat Târihi Müzesi müdürü Arthur Smith Woodward ile Charles Dawson, bir çene ile kafatası fosili ve kabaca yontulmuş taş âletler bulduklarını açıkladılar. İngiltere’de Piltdown yakınında bulunan bu fosilin çene kemiğinin maymununkine, dişlerinin ve kafatasının ise insanınkine çok benzediği söylendi. Bu fosilin, insan evriminde büyük bir boşluğu doldurduğu ve 500.000 yıl önceki bir canlıya âit olduğu savunuldu. Fosil kemiklerin yaşını tespit etmek için 1950 yılında bulunan bir metot ile çene kemiğinin toprakta ancak bir-kaç yıl kaldığı, kafatasının ise bir-kaç bin yıllık olduğu öğrenildi. Bu bilgiler elde edildikten sonra yapılan detaylı araştırmalarda, kemiklerin, “eski” görüntüsü verilebilmesi için boyayıcı maddeler ile işleme tâbi tutuldukları saptandı. Ayrıca dişler çene kemiğine yerleştirilmek için zımparalanmıştı. Maymun çenesi ile insan kafatası bir-araya getirilerek sahtekârlık yapıldığı detaylı araştırmalar ile doğrulandı. Bu örnek 40 yıl boyunca, bir sahtekârlık ürününün insanları ne kadar kolay yanılttığının bir delîlidir. Sahtekârlık yapılmasından daha önemli olan şey, mevcut paradigmaya uyum sağladığı, hattâ destek verdiği için, sahte bir delilin, 40 yıl boyunca bir-çok bilim-insanını ciddî şekilde yanıltıyor olabilmesidir. Paradigmaya uygun olan delil, “mevcut seküler ideoloji bağlılığı” uğruna herhangi bir analize tâbi tutulmamış, elde ciddi bir veri olmadan Piltdown adamının yaşı 500.000 yıl olarak belirlenmiştir. Oysa Evrim Teorisi’nin görüşlerine çok aykırı sahte bir fosil îmâl edilseydi, “hâkim paradigma” olan görüşe aykırı bu fosildeki sahtekârlığın hemen tespit edileceğini tahmin etmek mümkündür. Piltdown Adamı 40 yıl boyunca Evrim Teorisi’nin en önemli delillerinden biri sayılmasına karşın, bu sahtekârlık ortaya çıkınca, sonradan yazılan ders kitaplarından çıkartılmıştır.

 

Evrim Teorisi çeşitli uydurmalarla ve yalanlarla zırvalar durur. Oysa gözlem sonuçları farklı şeyler söyler. Yapılan bir araştırmada gözlemlenen bir olay şu şekilde anlatılır ki bizce bu olay Evrim Teorisi’ni çarçabuk en yakındaki kanalizasyona atmak için “tek-başına” yeterlidir:

 

7,7 kilometre derinliğinde uzaktan kumandalı cihazlarla yapılan taramada “Pseudoliparis amblystomopsis” adı verilen balıklar tespit edildi. Okyanusun karanlık derinliklerinde yaşamlarını sürdüren bu balıkların boyları ortalama 30 santimetredir. Balıkların okyanusun bu kadar derinliğinde ve karanlıkta enerjilerini korumak için hareketsiz olması beklenirken, bunların son derece hareketli olduğunu gözlemleyen bilim-adamları, bunun şaşırtıcı bir durum olduğunu söyler. Faâl bir şekilde yüzen ve beslenen balıkların 17 tâne olmasını ise bilim-adamları, balıkların bir “âile” olabileceği şeklinde değerlendirmiştir

 

Balıkların titreşimler sâyesinde karanlıkta yolunu ve yiyeceğini bulabildiğini belirten bilim-adamları, bu tür balıkların yüzeye çıkartıldıklarında yaşama şanslarının azaldığına dikkat çekti. Aberdeen Üniversitesinden bilim-adamı Monty Priede, keşfettikleri bu derin su balıklarının “umulmayacak kadar şirin olduğunu” da söyler. (Yâni mükemmel görünümdedirler H.G.) En derinde yaşayan balık rekoru, 1970’te Porto Riko açıklarında 8 kilometreden fazla derinlikte bulunan “Abyssobrotula galatheae” türünün olmuştu. Ancak balık, su yüzeyine ulaştırıldığında yaşamıyordu”.

 

  Denizin belli derinliğinde yaşayan ve adına genel olarak “derinlik balıkları” denen canlılar var ve bunlar denizin belli bir üst-seviyesinde (az derinlikte) yaşayamıyorlar. Yâni bulundukları yerden biraz üste çıkarıldıklarında yaşayamıyorlar. O hâlde o canlılar oraya bir zaman-sürecinde gitmiş olamazlar. Bulundukları yerde “yaratılmış” olmaları gerekir. Orada evrimle-mutasyonla da oluşamazlar. Çünkü suyun altına belli bir derinlikten sonra hiç Güneş-ışığı girmez, yâni mutasyonun ana-kaynağı-nedeni ortadan kalkar. Demek ki bir evrim süreci ve aşamanın söz-konusu edilemeyeceği bu balıklar, bulundukları yerde bir-anda yaratılmışlardır. Çünkü orijinâldirler. Kâinattaki tüm varlıklar orijinâldir. Bu orijinâllik aslında, tüm canlıların ve kâinâttaki her-şeyin de bulundukları yerde ve bir-anda yaratıldıklarının ispâtıdır.

 

Modern bilim, “Evrim Teorisi merkezli bilim”dir. Hani nerdeyse “Evrim Teorisi’ni çıkarsanız geriye bir şey kalmayacak ve modern bilimin tüm önerileri çökecek ve modern bilim için her-şey alt-üst olacak” desek yeri var. Acaba bu nedenle mi Teori’ye aşırı derece sâhip çıkıyorlar?. Bu bir ölüm-kalım meselesi mi?. Bu nedenle mi Evrim Teorisi birileri için “vazgeçilmez olan”dır ve dinleşip inancın konusu hâline gelmiştir. Thomas Henry Huxley, Türlerin Kökeni adlı eserin, bir-gün yanlışlığı ispat edilse bile çok değerli bir eser olduğunu, biyoloji alanında benzerinin bulunmadığını ve biyoloji ile berâber bütün bilimleri etkileyeceğini söylemişti. Spencer da; “Evrim”in, Güneş Sistemi’nden Dünyâ’mıza, Dünyâ’mızdan tüm canlıların bedenlerine, canlıların bedenlerinden sosyolojik yapılarına kadar gerçekleşen bir yasa olduğunu ileri sürer.

 

Evrim Teorisi için olmazsa-olmaz olan şey “zaman”dır. İhtiyâcı olan zamânı ne yapar-eder bulur. Bu uğurda gerekirse yeni teoriler de uydurabilir ki Big-Bang Teorisi bunun en meşhûr örneğidir. Evrim Teorisi ortaya konduğunda Protestan İngiltere’deki dînî-çevrelerin çoğu James Usher’in Dünyâ târihlendirmesini kabûl ediyorlardı (6.000 yıl). Fakat Evrim Teorisi’ni ortaya koyanlar, bütün canlıların tek-bir atadan ve birbirlerinden değişerek oluştuğu iddiâsını, ancak “canlıların yer-yüzünde çok uzun bir süre önce ortaya çıkmaya başlamasıyla ve Dünya’nın çok uzun süre önce vâr olmasıyla” savunabilecekleri kanaatinde ve bilincindeydiler.

 

İşte; mutlakâ gerekli olan “uzun zaman ihtiyâcı”nı Big-Bang Teorisi sundu. Big-Bang Teorisi, Evrim Teorisi’nin bir uzantısıdır. Big-Bang Teorisi “Kozmolojik bir Evrim”den söz-eder aslında. Gerek Evrim Teorisi’nde gerekse Big-Bang Teorisi’nde sürekli bir “aşama”dan/evrimden bahsedilir. Biri mikro-seviyede bir evrimden bahsederken, diğeri makro-seviyede bir evrimden bahseder. Evrim Teorisi canlıların tek-bir hücreden geliştiğini söylerken; Big-Bang Teorisi ise evrenin tek bir “nokta”dan, hidrojenden geliştiğini söyler. Big-Bang Teorisi, Evrim Teorisi’nin evren çapında büyütülmüş şeklidir. Herbert Spencer, Evrim’i; Güneş Sistemi’nden, canlıların bedenlerinden, toplumsal yapıya kadar her alanda geçerli bir yasa olarak görmüştür. Evrim Teorisi’nin gerçek olması için, Big-Bang Teorisi gibi 13-15 milyar yıllık zaman-dilimini kapsayan bir teoriye ihtiyaç duyulmuştur. Bakın bir kaynakta bu nasıl doğrulanıyor:

 

“Biyolojinin özünde yer alan evrim düşüncesi ilkin astronomide kendini gösterir. Astronomi bize bilimsel yasaların ilk örneklerini vermekle kalmamış, Dünyâmızın zaman içinde gelişerek oluştuğu görüşünü de getirmiştir”. Yine aynı kaynakta: “Evrim, yavaş yürüyen uzun süreli bir süreçtir. Bâzı araştırmacılar, yeni bir türün ortaya çıkması için ortalama yüz-bin kuşağı kapsayan bir süreye ihtiyaç olduğu görüşündedirler”.

 

Gerçi artık 15 milyar yıl da yetmiyor, “sonsuz evrenler” tezi ortaya atılıyor. Bu “zaman ihtiyâcı” zihniyet değişmedikçe hiç-bir zaman çözülemez.

 

Zamanla ve yavaş-yavaş olmayacağını anlayanlar, süreç içinde bir “zıplamayla” yada “olağan-üstü bir etken”in, evrimi bir-anda netîceye ulaştırdığını iddiâ etmek zorunda kalırlar. Meselâ Pisagor, Dünyâ insanını yaratan varlıkların, “semâvi insanlık” adını verdiği çok üstzeydeki ruhlar olduğuna inanıyordu. Pisagor; “hayvanların evriminin sâdece doğal ayıklanma yasasına bağlı olmadığını, bu temel yasanın yanı-ra ‘şok yasası adını verdiği bir ikinci yasanın da yürürlülükte olduğunu” iddiâ ederdi. Pisagor’a göre, “yeryüzünden farklı yerlerde yaşayan üstün varlıklar, zamâ geldiğinde, evrensel yasalar uyarınca bâ hayvan türlerinin yapı-taşlarını değiştirirler ve yeni bir türün ortaya çıkmasını sağlarlardı. İşte insan da, bu üstün varlıkların maymun türü üzerindeki böyle bir uygulamaları netîcesinde ortaya çıkmış.

 

Evrim Teorisi, aslında cansız bir varlıktan canlı bir varlığın meydana gelebileceğini ve geldiğini söyler. O hâlde aynı şey lâboratuvar ortamında da gerçekleşebilir-gerçekleşmelidir. Çünkü sosyoloji kuralına göre, bir kere olan bir kere daha olabilir. Fakat bu daha çok sosyolojik olaylar için geçerlidir. Başta Miller-Urey Deneyi’nde olduğu gibi, lâboratuvar ortamında yapılan bir-çok deneme hüsranla sonuçlanmıştır.  

 

Cansızdan canlının meydana çıktığı en küçük bir örnek ve bir tanım yoktur. Zâten Allah da Kur’ân’da şöyle der:

 

“Ey insanlar, (size) bir örnek verildi; şimdi onu dinleyin. Sizin, Allah’ın dışında tapmakta olduklarınız -hepsi bunun için bir-araya gelseler dâhi- gerçekten bir sinek bile yaratamazlar. Eğer sinek onlardan bir şey kapacak olsa, bunu da ondan geri alamazlar. İsteyen de güçsüz, istenen de” (Hac 73).

 

Evrimciler, evrimin ilk kaynağı olan o “ilk şey”e bir isim koyamazlar ve “şudur” diyemezler ama Big-Bang’de o ilk şey “tekillik” olarak isimlendirilir. Gerçi o “tekillik” denen şeyin ne olduğu da belli değildir. İnsanın “ilk olan”ı bilmesi ve idrâk etmesi mümkün değildir. Aklın sınırı oraya kadardır. Ondan sonra devreye “iman” girmelidir.

 

“Evrim ile oluşum”un karşısında, “yaratılışçılık” vardır ki doğru olan da budur. Yaratılışçılık, “tüm canlıların ve hattâ her-şeyin bir-anda Allah tarafından yaratılması” görüşü ve gerçeğidir. Doğru açıklamayı “yaratılışçılık” yapabilir ancak. Zîrâ canlıların ve tüm varlığın yaratılışının açıklamasını “en başından îtibâren” yapar. Yaratışçılığın “bilimsel” olmadığını söyleyip duran evrimci bilim-adamları, canlıları ve tüm varlığı en başından îtibâren açıklayamıyor ki!. Açıklayamazlar da. Çünkü maddenin bir sınırı vardır. Maddenin sınırı olduğu için, madde-merkezli çalışmak zorunda olan bilimin de bir sınırı olmak zorundadır. Bu nedenle bilimin konu ettiği bir-çok çalışma da aslında bilimsel değil, “felsefî”dir. Evrimciler ve bilim-adamları, “İlk baştan” değil de, o “ilk kımıldanış”, “ilk titreyiş”, “ilk canlı”, “ilk DNA”, “aminoasit” vs. neyse ondan başlatırlar canlılık-canlanma sürecini. Fakat bu bir açıklama değildir. Çünkü o şeyin “ilk başta” niye ve nasıl kımıldadığı, titreştiği ve niçin bir-araya geldiğini açıklayamıyorlar ve sonsuza kadar da açıklayamayacaklar. Çünkü gelip dayanacakları bir “son nokta” var ama orası “ilk yer” değildir. İlk yer, canlılığın oluşumun gözlenebileceği bir yer değil zâten. Daha doğrusu, canlılığın canlanma ânının gözlenmesi mümkün değildir. Zîrâ böyle bir süreç yoktur. Süreç ile evrim ile alâkası yoktur bu işin. Bilim-adamları, gelebilecekleri “ilk baştaki yere” yâni maddenin sınırına gelseler de orada da canlılık oluşumunu göremezler. Çünkü bu iş evrimle-aşamayla ilgili değildir. Bu nedenle vardıkları yerde yapamadıkları açıklama yerine “raslantı”yı devreye sokuyorlar. “E işte o anda bir şekilde oluvermiş” diyorlar. Fakat bu bir açıklama değil. İşte bu nedenle “canlılığın ilk başta nasıl başladığı” “bilimsel” bir konu değildir. Bilimsel olan, canlılık sürecinin nasıl işlediğidir.

 

Hem Evrim Teorisi kör bir inattır hem de evrimciler kör bir inatçıdırlar. Apaçık hakîkati görseler ve duysalar bile yine de kabûl etmezler de absürdce laflar söylerler ve bu söylediklerine inanırlar. Meselâ Darwin bir mektubunda şöyle absürd bir laf etmişti: “Bir kapı-menteşesinin insan tarafından yapıldığını iddiâ ettiğimiz gibi, bir midye-kabuğundaki mafsalın hârikulâde akıl-sâhibi bir varlık tarafından yapılmış olduğunu iddiâ edemeyiz”.

 

Evet; tıkandıkları yerde; “şans”, “bir şekilde”, “bir-takım tepkimeler” vs. gibi mantıksız yada absürd sözler söylüyorlar ve söylemek zorundalar. Çünkü o noktada söyleyecek başka bir şey yok ve olamaz da. O noktada doğru olarak söylenecek tek şey şudur: “Canlılığı (ve hattâ tüm varlığı), âlemlerin rabbi olan Allah, bizim idrâk edemeyeceğimiz bir şekilde bir-anda yaratmıştır”. Evet; burada kaçınılmaz olan ve sağ duyunun da kabul ettiği gerçek şudur: Canlılık bir-anda Allah tarafından yaratıldı. Kur’ân’ın “ilk yaratılış” dediği şeydir bu: “Allah yaratmayı (ilkin) başlatır, sonra onu iâde eder” (Rum 11). “Peki, yaratılışı ilk-defa başlatan (yebdeul halka) ve sonra da onu aralıksız devâm ettirip yenileyen kimdir?” (Neml 64). İşte bilimin çalışabileceği alan, o “ilk yaratılış ânı” değil (çünkü dediğimiz gibi öyle bir an yok), “ilk yaratılıştan sonrası”dır. Varlığın-canlılığın hayâtiyetini nasıl devâm ettirdiğini, gözlemlerle ve deneylerle araştırabilir ve açıklayabilir. “İzin” işte bu noktadadır. Yâni tüm canlılar için, “ilk varlık”, “ilk prototip”ten sonraki aşamalar içindir. Zâten aksi-hâlde sonsuza kadar da araştırma yapılsa bir arpa-boyu yol bile alınamaz. Çünkü araştırma arttıkça araştırılan şey anlamını kaybeder ve artık araştırılan şey “o” olmaktan çıkar.

 

“Onların bilgilerinin erişebileceği sınır budur” (Necm 30). Seyyid Kutub bu âyeti yorumlarken şunları söyler:

 

“Erişebildikleri bu bilgi sınırı aslında basittir, istediği kadar büyük ve önemli görünsün; yetersizdir, istediği kadar geniş kapsamlı görünsün; yanıltıcı ve sapıktır, istediği kadar doğru ve erdirici görünsün. Kâlbi ile, duyguları ile, aklı ile şu yer-yüzünün sınırlarına takılıp kalan insan hiç-bir önemli gerçeği öğrenemez. Oysa üstün-körü bir gözlem bile bu Dünyâ’nın dışında görkemli bir varlık âlemi olduğunu ortaya koyar.

 

Bir bilginin gerçek bilgi olabilmesi için, şu varlık bütünü ile yaratıcısı arasındaki bağıntının özünü ve insan davranışı ile bu davranışa verilecek karşılık arasındaki bağıntının mâhiyetinin kavranması gerekir. Bu bağıntıları kavramayan bilgi kabukta kalır, insan hayâtını yapıcı yönde etkileyemez, onu geliştirip yüceltemez. Her bilginin değeri, insan psikolojisi ve insanlar-arası ilişkilerin düzeyi üzerinde meydana getirdiği yapıcı etki ile ölçülür. Bu alanlarda yapıcı etkisi görülmeyen bilgi, teknolojik araçlar açısından gelişme, fakat insanlar açısından gerileme anlamına gelir. Teknolojik araçlarda insanın zararına gelişme sağlayan bilgiden daha kötü, daha zararlı bir şey olabilir mi?”.

 

Demek ki insana bilim yetmiyor. Çünkü insan “ilk başta”yı anlamak istiyor. Bilim ise “en başı” açıklayamıyor-açıklayamaz da. “İlk başta” için söyledikleri şeyler bir “açıklama” değildir. Zâten aksi-hâlde açıklama bitmiş olurdu. Buna rağmen bilim-adamları yine de bilimin aşılmasını ve meta-fiziğe varılmasını istemiyorlar. Kendi bağlı oldukları ideolojiden kaynaklanan metodolojilerini tâkip etmemizi istiyorlar. Mevcut seküler paradigma da Evrim’den ve evrimcilerden yana olduğu için evrimciler maça 1-0 önde başlıyor yada başlatılıyor. Evrim aşırı öne çıkarılıyor ve sanki Evrim kesin bir gerçekmiş gibi lanse ediliyor. Bu nedenle küçük bir eleştirisinin bile yapılmasına zinhar izin verilmiyor ve katlanılamıyor. Çünkü seküler paradigma evrimi dayatmaktadır. Böylece Evrim “ideoloji” hâline getiriliyor ve ideoloji olarak dayatılıyor. Bu dayatılma eğitim alanında çok net bir şekilde görülebiliyor. Evrimin zıddı olan “yaratılış” düşüncesinin ortaya konulması engellendiği gibi, onu savunanlar da “zavallı”, “ezik”, “gerici”, “yobaz”, “câhil” vs. görülüyor-gösteriliyor. Yakında evrim karşıtları “terörist” olarak bile görülebilir-gösterilebilir. Peki zamânın mevcut paradigması İslâmî yada İslâm-merkezli olsa aynı tavrı gösterebilecekler midir?. Şu bir gerçek ki, hâkim paradigmaya göre bir bilim telâkkisi oluyor. Hangi ideoloji yürürlükte ise o ideolojinin paradigmasına göre bilim belirleniyor. Bilimin en tutarlı şekilde çalışabileceği ve en doğru bilimsel sonuca ulaştıracak paradigma ise, İslâm’ın hâkimiyetinde olur.   

 

Evrim Teorisi, sanki bilim-adamlarını tümü tarafından kabûl edilmiş bir Teori gibi gösterilmeye çalışılıyor ve “insanlar neden kabûl etmiyor ki” gibi biraz da tiyatrâl bir şaşkınlık gösterisiyle Teori’nin kabûl edilmemesi anlamsız gösterilmek isteniyor. Oysa Evrim Teorisi’ni kabûl etmeyen bir-çok bilim-adamı da vardır. Sanki iki kere ikinin dört ettiği kadar kesin bir şeymiş gibi bahsediyorlar Evrim’den. Hâlbuki ortada delil olabilecek “sıfır” şey vardır. Yâni hiç-bir şey yoktur. Kuru laftan başka somut olarak gösterebilecekleri hiç-bir şey yoktur.

 

Yahudi ve Hristiyan merkezli olan Evrim Teorisi’ne aynı onlar gibi inanmadıkça, onlar gibi evrimci olmadıkça onların iknâ olacağı yoktur. Yâni bu işe yıllarınızı harcayarak Evrim’e râm olursanız iknâ olurlar ancak. Zâten Allah da Kur’ân’da: “Sen onların dinlerine (düşüncelerine, kabûllerine, ideolojilerine) uymadıkça, yahudi ve hristiyanlar senden kesinlikle hoşnut olmazlar. De ki: ‘Şüphesiz doğru yol, Allah’ın (gösterdiği) yoludur’. Eğer sana gelen bunca ilimden sonra onların hevâ (istek ve arzu)larına uyacak olursan, senin için Allah’tan ne bir dost vardır, ne de bir yardımcı” (Bakara 120) der.

 

Modern paradigma, Evrim Teorisi’ni herkesin koşulsuz “kabûl etmesini” istiyor. Çünkü bu Teori aslında “bilimsel” bile değildir ve bilimsel net bir delil sunulamadığı için, “batı paradigması”na uygun olarak koşulsuz “kabûl” edilmesi bekleniyor. Richard Dawkins, “Kör Saatçi” adlı kitabında şöyle der:

 

“Okuru sâdece Darwinci dünyâ-görüşünün doğru olduğuna değil, aynı-zamanda onun varlığımızın sırrını prensipte çözebilecek, bilinen tek teorem olduğuna da iknâ etmek istiyorum”.

 

Âdem Tatlı, “Evrim Teorisin Dinleştirmek” adlı yazısında özetle şunları söyler:

 

“Bu bir teori midir?. Felsefî bir düşünce tarzı mı, yoksa bir inanç şekli midir?. Bilimsel değeri nedir?. Yâni bu Teori’nin ileriye sürdüğü değerlendirmelerin doğru veyâ yanlışlığının, bir-takım bilimsel metotlarla test edilip-edilmediği mi dikkate alınacak, yoksa bu Teori’nin iddia ettiği her mesele kânun şeklinde kabûl mü edilecek?. Teori olarak ileriye sürülen bilgiler test edilerek doğrulanması hâlinde o, teori olmaktan çıkar, kânun şeklini alır. Evrim Teorisi bir-takım ön-kabûllere ve inanca dayanmaktadır. Hunter’a göre, Evrim Teorisi’nde esaslı, ama gizli bir dinsel etki vardır. Ona göre, hem Darwin ve hem de günümüzün modern evrimcileri metafizik önermelere baş-vurmaktadırlar. Evrim Teorisi ön-kabûllere dayanır. Evrimin eldeki en iyi açıklama olduğu sıkça ileri sürülür. Böyle bir iddia ise, bilimsel olmayan bir hükümdür. Evrimin doğruluğunu başta kabûl edip, onu destekleyecek deliller aramak, bilimsel olmayan maksatlı bir davranıştır.

 

Bilim târihçisi Neal; “Darwin'in görüşü temelde deneysel bir çıkarımdan ziyâde felsefî bir doktrin olduğu için, onun başarısı, delilden ziyâde düşünceler savaşını kazanmaya bağlıdır” der. Kanadalı evrimci ve biyoloji felsefecisi Michael Ruse, evrimin bir “din” hâline getirilmesinden yakınmakta ve şöyle demektedir: “Eğer insanlar evrimi bir din yapmak istiyorlarsa, bu onların işidir. Fakat onlar, gerçek bilimin ötesine geçip ahlâkî ve sosyâl düşüncelerin alanına girmekte ve teoremlerini ‘her-şeyi kuşatan bir dünyâ-şeması’ olarak görmekte ve böylece bilimden kayış sergilemektedirler”. Phillip Johnson, Darwinizm’i “sahte bilim” olarak nitelemekte, Darwinizm’in Amerika’daki gücünü, bilimden değil, otoriter kültürden aldığını, bunu kaybettikleri an yıkılacağını ileri sürmekte ve şöyle demektedir: “Darwinistlerin otoriteleri kültürel güce dayanmaktadır. Taraftarları bu güç desteğini bir kez kaybettiklerinde, Darwinizm de Leninizm gibi birden ıskartaya çıkacaktır”.

 

Nature Dergisi baş-yazarı Henry Gee; “Ata ve soy-çizgileri şeklindeki hâli-hazırdaki insan evrimi şeması, sonra yapılmış, tamâmen bir insan îcâdıdır ve insanın ön-yargılarına göre şekillendirilmiştir. Bir fosil dizisini alıp onun bir nesli temsil ettiğini savunmak, test edilebilir bir bilimsel hipotez değil, çocukları uyutmak için anlatılan masallarla aynı geçerliliğe sâhip bir değerlendirmedir. Eğlendirici, hattâ öğretici olabilir, ama bilimsel değildir” der.  Bernard Russell; “Evrimcilik, şu yada bu biçim altında çağımızın ağır basan bir inanç-şeklidir. Evrimcilik, gerek metoduyla gerekse ele aldığı problemlerle, gerçek bir bilim değildir” der. Cornelius; “Evrime yönelik eleştirinin daha iyi bir bilimsel açıklama sunmasına gerek yoktur. Çünkü evrim daha başta bilimsel değildir. Evrim, bilim-dışı ön-görülere yaslanan düzenleyici bir fikirdir. Evrim, çeşitli bilim disiplinlerine baş-vurmaktadır ama, kendisi bilimsel değildir. Bu bakımdan daha iyi bir bilimsel açıklama sunması beklenmemelidir” der.

 

Caner Taslaman:

 

“Bir teorinin geçerli olması için, yeni olguların eleştirisine sunularak doğrulanmasına ve uygun bilimsel değişiklikler geçirmesine gerek duyulur. Bu yüzden hiç-bir teoriye kesin gözüyle bakılmaz” der.

 

Evrim’e ılımlı yaklaşan bâzı hocalarımız da, “bir-anda olma”ya karşı, “kun fe yekûn” ifâdesindeki “yekûn”un “muzâri fiil” olduğunu, muzâri fiilin ise “gelecek zamânı” ifâde ettiğini söylüyorlar. Fakat muzâri fiil gelecekten ziyâde “geniş zamânı” ifâde eder. Zâten “yekûn” da, “tamâmı” anlamındadır. Yâni “ol der ve her-şey (olması gerekenlerin tamâmı) oluverir” anlamındadır. Mustafa Öztürk:

 

“Klasik dönemlerde Câbir Hayyân, Nazzâm, Câhiz, Birûnî, İbn Miskeveyh, İhvân-ı Safâ, İbn Tufeyl, İbn Hâldun, Mevlâna Celâleddîn Rûmî, Kınalızâde Ali Efendi, Erzurumlu İbrâhim Hakkı gibi bir-çok İslâm âlimi ve mütefekkirinin evrim veya tekâmül nazariyesine sıcak baktıkları ve yaratılışı bu eksende açıklamaya çalıştıkları mâlûmdur. Ancak bütün bu âlimler konuyu doğrudan-doğruya Kur’ân ekseninde değil, fikrî ve felsefî zeminde ele almışlardır.

 

Açıkça söylemek gerekir ki yaptıkları yorumların hiç-birinde doğruluk payı mevcut değildir. Çünkü Kur’ân insanoğlunun ne şekilde yaratıldığı hakkında herhangi bir felsefî veya modern bilimsel teoriye temel teşkil edecek nitelikte bilgi vermemekte, dolayısıyla yaratılış bağlamında evrimi de konu edinmemektedir. (Çünkü “ilk yaratılış” bilimsel değil, “mûcizevî”dir H.G.) Bilâkis yaratılışla ilgili âyetler, daha önce bir-kaç kez açıkça belirtildiği gibi, yaratmanın keyfiyetiyle ilgili bilgileri nüzûl dönemindeki arap-toplumunun bilgi ve kültür kodlarına uygun bir şekilde vermektedir.

 

Kur’ân yaratılış konusunda ilk muhâtapların bilmediği hemen hiç-bir şeyden de söz etmemiştir. Nitekim Mevdûdi de, ölümden sonraki dirilişten derin şüphe duyanlara; “Biz sizi topraktan, sonra nutfeden yarattık” meâlindeki hitaplarda bulunan Hac 22/5. âyeti îzah ederken; “Burada çocuğun anne karnında geçirdiği evrelere işâret edilmektedir. Bu tasvir bilimsel araştırmaya değil, gözleme dayanmaktadır ve buradaki zikrediliş amacı için böyle bir bilimsel temele de gerek yoktur. Çünkü o zaman bir bedevi bile bu safhaların keyfiyetini biliyordu. Dolayısıyla bu âyetleri bilimsel ifâdelerin içinde, ayrıntıyla anlamak için çaba sarf etmek anlamsızdır” demek sûretiyle aynı noktaya vurgu yapmaktadır.

 

Bu konuda yapılabilecek en büyük yanlış, modern bilimsel teorileri Kur’ân’la irtibatlandırmak ve Kur’ân’dan modern bilimsel sonuçlar çıkarmaya çalışmaktır. Kur’ân Allah’ın şeriksiz olduğunu, biz insanların da O’na şükran borcumuz bulunduğunu anlatmak gibi çok kısa, açık ve özlü bir mesaj vermekte, ama insanlar Kur’ân’ın Allah kelâmı olmasından dolayı, onun söylediği bu kısa ve özlü mesajı gereksiz bilgiler ve têvillerle asıl mecrâsından saptırıp sözü kalabalıklaştırmaktalar. Ancak sonuçta kaş yapalım derken gözü çıkarmakta, bilgi verelim derken berrak ilâhi mesajı bulanıklaştırmaktalar” der.

 

Hayvanlar doğaya mükemmel uyumlu olmasına rağmen, niçin evrim geçirip de “çıplak hâliyle doğada yaşayamayacak olan” insana dönüşmüş olsun?. Çünkü bu olumlu bir özellik olmaz. Yine; insan C Vitamini’ni ve bâzı amino-asitleri vücûdunda sentezleyemez ve dışarıdan almak zorundadır, hâlbuki inekler sâdece ot yiyerek her ikisini de vücutlarında sentezleyebilirler. Hayvanlar yedikleriyle en iyi şekilde beslenebilirlerken, insanın uygun şekilde beslenebilmesi için bir-çok şeye ihtiyâcı vardır. O hâlde hayvanların insana dönüşmesi zararlı ve kötü olmuştur. Fakat bu Evrim Teorisi’ne aykırıdır. Çünkü Evrim Teorisi’ne göre evrimleşme mükemmelleşmeye doğru gider.

 

Peki Evrim Teorisi yâni “zayıf, güçsüz, hasta ve çürük olanların yok olması ve güçlülerin hayâta devâm etmesi ve de bir sonraki nesle genini aktarması” olayı, sâdece hayvanlar için mi geçerli olmuştur?. Bitkiler için de geçerli değil midir bu?. Çünkü onlar da canlıdır ve onların da Evrim ile birlikte “mükemmel bitkiler” olmaları gerekir. Meselâ patates, biber, domates, patlıcan vs. gibi sebzelerin, Evrim’den dolayı mükemmel olmaları yâni iri, sağlam ve sağlıklı olmaları gerekir. Yabâni bitkilerin de böyle olmaları gerekir. Fakat bakıldığında bitkilerin yâni meyve ve sebzelerin neredeyse yarısının çürük, zayıf ve ezik olduklarını görürüz. Üstelik irili-ufaklıdırlar ve tatları da aynı değildir. Peki neden böyledir?. Evrim’e göre milyonlarca yıldır en ideâl hâllerine ulaşmış olmaları gerekmez miydi?. Yaban armutları en ideâl şekilde olmaları gerekmez miydi?.  

 

“İnsan düşünen hayvandır” diyorlar. İnsan da bir tür hayvansa, o zaman bırakın da güçlüler zayıfları (aynen günümüzdeki gibi) yesin dursun. Sadece güçlü insanlar yaşasın ve zayıflar ölüp gitsin. Doğaya ve evrime niçin müdâhale ediyorsunuz ki?. Buna niçin karşı çıkalım. Çünkü bu, doğal ve dolayısı ile doğrudur(!).

 

Evrim Teorisi, pozitif modern-bilime de aykırıdır. Modern pozitif bilim, “deneyimlenemeyecek olan”ı kabûl etmez. Comte, ‘bilimsel teorilerin ancak olgular ile uyumlu oldukları takdirde bilimsel açıdan değerli olacaklarını ve teorilerde yer alan hipotezleri gözlemlerimizle sınamamız gerektiğini’ belirtir; buna bağlı olarak da Olasılık Teorisi veyâ Evrim Teorisi gibi uygulamalı çalışma yapılamayacak olan alanları ‘bilimin metafizik yanı’ olarak görür ve reddeder”.

 

Evrim Teorisi’ne nereden bakarsanız bakın tutarsızdır. Yâni “nerden baksanız tutarsızlık, nerden baksanız ahmakça” bir hipotez görürsünüz. Jeremy Rifkin, Evrim Teorisi’nin bilimsel metodoloji açısından sorunlu olduğunu şu şekilde ifâde etmektedir:

 

“Asgariden söylemek gerekirse, önümüzde utanılacak, şaşılacak bir durum vardır. Bir düşünce ki, bilimsel olduğunu söylüyor ama bilimsel ölçüme elverişli olamıyor. Gözlemlenemiyor, yeniden türetilemiyor, ölçülemiyor. Ama savunucuları, hayâtın başlangıcı ve gelişimi konusunda onun yüce ve çürütülemez bir gerçek olarak görülmesini istiyorlar. O hâlde, bilimsel gözleme dayanmayan bu evrim-görüşü kişisel bir inanç meselesi olmalıdır”.

 

Bir de Sosyâl Darwinizm’in de ne zulümlere ve çirkinliklere yol açtığından bahsetmek gerekir fakat, bunun tespiti bu yazının çapını kat-kat aşar.

 

Sonuç olarak, aslında bu Teori, bu hâliyle kendi bilimsel platformundan çıkarılarak ateist düşünce ve pozitivist felsefeye âlet edilmektedir. İşin en garibi, pozitivist felsefeye dayanan bu ateist düşünce, bilimsel bilgi olarak takdim edilmekte, alternatif delil ileri sürmek ise, meta-fizik düşünceye sâhip bağnazlık ve bilim-dışılıkla itham edilmektedir. Kısaca ifâde etmek gerekirse, bu Teori bilim kıstaslarına uymamaktadır. Aslında bu sıradan bir teori de değildir. Bir dünyâ-görüşü, hayat-tarzı ve inanç-şeklidir. Bilimsel bilgi değil, felsefî bir düşünce tarzıdır. Bir başka ifâde ile, biyolojinin seküler dîni ve felsefesidir. Fakat felsefî düşüncenin doğruluk ve yanlışlığından söz edilmez”. Wittgenstein şöyle demektedir:

 

“Örnek olarak Darwin Teorisi hakkında yapılan yaygarayı ele alalım. Teoriyi destekleyen ve “tabî ki” diyen çevreler vardır, bir de “tabî ki hayır” diyen çevreler vardır. Hangi mantıkla “tabî ki” denilebilir? Tek-hücreli organizmaların zamanla daha karmaşık organizmalara dönüştükleri ve memeli-hayvanlardan insanlara kadar geliştikleri düşüncesi savunuluyor. Peki, bu süreci gözlemleyen biri var mı?. Hayır. Peki, bu süreci şu-anda kimse gözlemliyor mu?. Hayır. Yapılan gözlemler bir-damla suyun kızgın bir taşa damlatılması gibi. Buna rağmen binlerce kitapta bu Teori’nin “akla en yatkın çözüm olduğu” yazmaktadır. İnsanlar çok zayıf kanıtlara rağmen bu Teori’nin doğruluğundan emin. “Bilmiyorum, bu ilginç bir hipotez ama daha fazla güçlendirilmesi gerekir” gibi bir tutum savunulamaz mıydı?. Bu, nasıl her-hangi bir şeye iknâ olunabileceğini gösteriyor. Sonunda cevapsız kalan sorular unutuluyor ve kişiler bunun mutlakâ böyle olduğuna kanaât getiriyorlar”.

 

“O hâlde yüzünü bir hanif olarak dîne tut, Allah’ın insanları kendisi üzerine yarattığı fıtratına. Allah’ın yaratışında değişme yoktur, dosdoğru sâbit din odur. Fakat insanların çoğu bilmezler” (Rûm 30)

 

Âyetin de söylediği gibi; Allah’ın yaratışında bir değişme/başkalaşma/farklılaşma/evrim/tekâmül yoktur. Allah’ın “ol” demesiyle ilk-başta ortaya çıkan şey zâten “ahsen-i takvim” yâni “en güzel sûret ve şekilde olan bir yaratma” olduğu için, bu yaratışın zamanla daha iyiye doğru gideceğini düşünmek -hâşâ- Allah’ın yaratışının ilk-hâlinin eksik ve hatâlı olduğunu söylemek olur ki bu, “Allah’ı hakkıyla takdir edememek” demektir. Gerek insanın, gerekse kâinâtın “ol” dendiğinde ortaya çıkıverdiği o ilk-yaratılıştaki hâli, şu-andaki hâlinin %99.99.99 aynısıdır. “Değişmeler”le ve başkalaşmalarla yâni evrimle düzelen bir insan ve kâinat yoktur. Bu nedenle; bir “değişim süreci” olan Evrim Teorisi yanlıştır.

 

İnsan ile hayvan arasındaki farkı kaldıran Evrim Teorisi’ni ciddiye alıp da tartışmaya bile gerek yoktur. Her-şey o kadar mükemmel ve bâriz ki; her-şey bir Evrim’in olmadığını haykırıyor. Öyle ki; bu haykırışın sesi kâinâtın her noktasında yankılanıyor.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ocak 2016

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder