11 Ocak 2016 Pazartesi

Einstein’in İzâfiyet Yanılgıları


Genel İzâfiyet Teorisi

 

Tesla, Einstein'a çeşitli alanlarda karşı çıkmıştır. Bunlardan biri de yerçekimi teorisi konusundaydı. Bu konuda fikri sorulduğunda Tesla şöyle dedi: “Einstein'ın görelilik teorisi insanları büyüleyen, göz kamaştıran ve altta yatan hatâlara karşı kör eden muhteşem bir matematiksel kıyâfettir. Teori, câhillerin kral sandığı mor elbiseli bir dilenci gibidir, savunucuları parlak adamlardır ama onlar bilim-adamı değil, meta-fizikçidir”

 

“Einstein’ın izâfiyet teorisi ile zamânın izâfi olduğu ortaya konduktan sonra 15 milyar yıl ile bir-kaç sâniye arasındaki farkın önemi de kalmamıştır” diyorlar. Fakat insanların zaman algısında problem yok. Herkes meselâ “bir gün”ün ne kadar bir süre olduğunu apriori olarak biliyor.

 

Zamânın mutlak bir varlığı yoktur. Çünkü gerçek bir varlığı yoktur. Madde ile kâimdir. Evrendeki maddeyi/hareketi birden durdursak, yada maddeyi kozmik bir süpürgeyle süpürsek ve ortada hareket yada madde kalmasa zaman da olmaz. Süpürülme işleminden sonra görülen/kalan şeyin (mekân) ne olduğunu her-hâlde Allah’tan başka kimse bilemez. Mekâna (hâşâ, post-vahdet-i vücutçuluk yapıp) Allah demeyeceksek, mekân da yok olucudur. Belki de bu yok oluş süpürülmeyle birlikte gerçekleşir. Geriye ne kalacağını ancak O bilir. Bir de “saf-zaman” denen bir zaman da var mıdır? O da ayrı bir düşüncenin konusu. Gerçi bu saf-zaman ben var olduğum müddetçe, hareket var olduğu müddetçe görülemeyecek/bilinemeyecek/idrâk edilemeyecektir. Bu yüzden bizi çok ilgilendirmiyor. İdrâk edemeyiz çünkü.

 

Her ne kadar; “genel izâfiyet teorisiyle zamânın mutlak olmadığı anlaşıldı” dense de, Genel İzâfiyet Teorisi zamânın bükülmesinden bahsederek zamânı maddîleştirir. Zamânın evren materyâllerinden etkilendiğini ve büküldüğünü söylemek, zamânın maddi olduğunu ve zamânın parçacıklarının olduğunu söylemektir. Hâlbuki zaman, maddenin/parçacığın olduğu her yerdedir. Hiç-bir şey onu çekemez/bükemez. Çekimlerden etkilenen parçacıklar büküldüğünde/çekildiğinde, zaman zâten hep maddenin “soyut olarak” yanında olduğundan, zamânın da büküldüğü zannediliyor. Hâlbuki zaman, maddenin içinde mündemiçtir. Suyun rengi kabının rengidir. Zamânın yeri maddenin yeridir. Zamânın şekli maddenin şeklidir. Zaman maddenin bir iz-düşümüdür. Zaman bir sonuçtur. Işığın yokluğu hâli olan karanlık gibidir. Işığın yokluğunda aydınlık kalmadığı gibi, maddenin yokluğunda da zaman kalmaz. Bağımsız bir zaman yoktur. Aksi, “dehr”cilik ve zamânı ilâhlaştırmak olur.

 

Ali Şeriati:

 

“Zaman, mekândan îbârettir” der.

 

Evrenin çeşitli yerlerindeki materyâllerin genel durumları (kütle, dönüş-hızı vs.) oradaki zamânın özelliğini ve durumunu belirler. Orada zaman daha yavaş ya da daha hızlı olabilir.

 

Hâki Demir:

 

“Mikro-kozmostaki ilerlemelerin vardığı nokta kuantum fiziğidir ve kuantum fiziği ise maddenin parçacıklardan değil, alanlardan (kuantum alanlarından) meydana geldiği ve bu alanların ise mütemâdi bir deveran (veya hareketlilik) içinde olduğunu gösterir.

 

Varlık görüntüsü aslında hareketten kaynaklanmaktadır. Hareket o kadar hızlıdır ki, ortaya kompoze bir varlık görüntüsü çıkmaktadır. Hareket durduğu takdirde (matematik kavrayış olarak buna ulaşmak kâbildir) ortada görünecek bir varlık kalmamaktadır. Varlığın sırlarından biri de harekette mahfuzdur” der.

 

Evet; her şey anlamını “hareket” ile bulur. Meselâ târih, insanın/toplumun hareket etmesidir. Zaman da maddenin hareket etmesidir.

 

Ölüm hâlinde mutlak bir hareketsizlik durumu olduğundan, artık ölen kişi için bir zamandan bahsedilemez. Kişinin hareketi bittiği için zamânı da bitmiştir. Zaman-dışı olmuştur artık. Zâten diğer âleme de “bu zamandan” çıkabildiği için gitmiştir. Diğer âleme gidebilmenin yolu bu âlemdeki zamandan (ve mekândan) sıyrılmakla mümkündür. Ölen kişi artık zamanla kayıtlı değildir.

 

Bilindiği gibi Isaac Newton, maddenin merkezinde doğal bir çekimin (gravitasyon) bulunduğunu söyler. Bu çekimin büyük kütleli maddelerde daha fazla bulunduğunu söyleyerek, çekim denen şeyi; “büyük kütleli maddelerin güçlü çekimleri, küçük kütleli maddelerin zayıf çekimlerine baskın çıkarak onları çekerler” diyerek açıklamıştır. Fakat; Newton’dan yaklaşık 150 yıl sonra doğan Albert Einstein, 1916 yılında Newton kuramını büyük ölçüde yıkıp(!) kendi fikrini-teorisini öne sürmüştür. Buna göre; kütle-çekimin, maddenin merkezinde doğal olarak bulunduğu sanılan çekim gücünden değil; maddelerin uzay-zamanı bükmelerinin sonucunda oluştuğunu söylemiştir. Genel Görelilik Kuramı denilen bu teoriye göre, büyük kütleli maddeler uzay-zamanı daha fazla büktükleri ve orada bir çukur açtıkları için, daha az kütleli maddeler bu eğime-çukura düşerler. Bu iki teori de mutlak olarak gözlemlenemeyeceğinden dolayı ispatlanamaz.

 

Biz ise kütle-çekimin (gravitasyon) şu şekilde oluştuğunu söylüyoruz:

 

Tüm evren-materyâli bir döngü hâlindedir. Yâni her-şey kendi etrafında döner. Bu döngü bilindiği gibi çeşitli hızlarda olan bir dönmedir. İşte bu döngüden dolayı yıldızların-gezegenlerin vs. etrâfında çekimsel bir alan meydana gelir. Bu alan (her-şey döndüğü için) tüm kâinat materyâlinde oluşur. Büyük kütleli, yoğun kütleli yada hızlı dönen materyâllerde ise bu çekim-alanı daha kuvvetli olur. İşte; hangi materyâlin daha güçlü döngüsü ve dolayısıyla çekim-alanı varsa, o materyâl kendisinden daha zayıf bir alan oluşturan diğer bir materyâli kendisine doğru çeker. Yâni kütle-çekim denilen şey, maddelerin hareketleri sonucu oluşur. Kütle-çekim, maddelerin hareketlerinin sonucunda oluşan “çekim-alanı”dır. Hareketi-döngüsü yavaş olan, dolayısıyla çekim-alanı zayıf olan bir yıldız-gezegen ne kadar büyük olursa-olsun, kendisinden küçük de olsa daha hareketli bir materyâl tarafından çekilecektir.

 

Einsteinin kütle-çekim teorisi, kütle-çekimin aslında bir “kuvvet” olmadığını gösterir. Fizikçi Michio Kaku: Kütle-çekim “bir ‘kuvvet’ değil, uzay-zamandaki çarpılmanın bir yan ürünüdür. Bir bakıma, kütle-çekimi diye bir şey yoktur; gezegenleri ve yıldızları hareket ettiren şey, uzayın ve zamânın, distorsiyona (yamulma) uğramasıdır” der.

 

Kütle-çekim denilen şey budur ve bir parçacığın kütle-çekime neden olduğunu sanmak yanılsamadır ve yanlıştır. Evet; kütle-çekim bir sonuçtur; maddenin hareketinden/döngüsünden kaynaklanan bir sonuç. Bu nedenle bunu açıkladığını zanneden Newton’un kütle-çekim teorisi ve Einstein’in Genel İzâfiyet Teorisi yanlıştır.  

 

Özel İzâfiyet Teorisi

 

Enerji hiç-bir zaman maddeye dönüşmemiştir/dönüşemez. Maddenin içindeki enerji ise çeşitli etkilerle maddeden ayrılabilir ama madde %100, yâni tamâmen enerjiye dönüşemez. Bu nedenle de dönüşme değildir bu, ayrışmadır. Maddeyi çeşitli şekillerde hızlandırarak-ısıtarak vs. parçaladığınızda, sonuçta madde enerjiye dönüşmez, sâdece maddenin içindeki enerji, maddenin özüne kadar, “öz-madde”ye kadar ayrışır.

 

Tersi bir durumda, yâni enerjinin hızını yavaşlattığınızda, meselâ soğuttuğunuzda ise enerji maddeye dönüşmez, yâni madde olmaz. Zâten enerji hiç-bir zaman maddeye dönüşemez. Çünkü daha enerjinin ne olduğu da bilinen bir-şey değildir. Ondaki güç nedir ve nereden gelir?. Bu henüz bilinmiyor. Bilim maddeyi madde-ötesine, enerjiye kısmen dönüştürebildi. Buna karşın henüz (ve hiç-bir zaman) madde-ötesine, yâni enerjiye dönüştürdüğü maddeyi tekrar ilk hâli olan madde hâline dönüştürmeyi başaramadı.

 

Enerjinin maddeye dönüşmesi için “imkânsızdır” dense yeridir. Bir yazıda  bu konuda şunlar söylenir:

 

“Enerjinin maddeye dönüşmesi olgusuna gelindiğinde, gene E=mc2 denklemine başvurup, bunda m’in değerini bulduğumuzda; m = E /c2 eşitliğini elde ederiz.

 

Bundan anlaşılan, enerjiyi ışık-hızının karesi kadar ufaltırsak, başka bir deyişle enerjiyi ışık-hızının karesi kadar yuğunlaştırırsak (teksif edersek) maddeye çevirebileceğimizdir. (Tabi bu ancak matematik bir sonuçtur ki, matematik sonuçların çoğu somutlaştırılamaz. H.G.)

 

Bu-günkü günde çevremizde bu tür bir eyleme rastlamıyoruz. Bunun nedeni belki böyle bir sürecin yollarının henüz bulunamamış olmasıdır!… Ancak burada akla hemen “Uzay Yolu” filminde gösterilen “ışınlanma” tekniği akla geliyor. Çünkü, bir fiction olarak, bu teknikle maddenin bir yolla enerjiye dönüştürülüp, sonra uzak bir mekânda bu enerjinin tekrar madde hâline getirildiği anlatılmaktadır. (Yâni ancak filmlerde olur. H.G.).

 

Filmde fiction olarak verilen bu olay üzerinde çalışan günümüz bilim-adamları vardır. Bunlardan biri de Malezya, Penang doğumlu Dr. Ping Koy Lam’ dır.

 

17 Haziran 2002’de Avustralya Ulusal Üniversitesinden (Australian National University-ANU) Dr. Ping Koy Lam başkanlığındaki bir fizikçi ekibi, bir laser ışınını bir konumda ayrıştırarak, yaklaşık bir metre ötedeki başka bir noktada tekrar oluşturmayı başardıkları açıklandı. Böylece günümüzde büyük cisimlerin değil, hele biyolojik varlıkların hiç değil, ama atomların ışınlanabileceği gösterilmiş oldu. (Atom zâten bir enerjidir. Somut bir madde değildir ki. H.G.).

 

Ancak Dr. Ping Koy Lam, verdiği bir konferansta, insanların ışınlanması konusunda daha ışık-yılı ölçüsüyle pek çok geride olduğumuzu söyledi.

 

Çevremizde doğal bir olay olarak da enerjinin maddeye dönüşebildiğini gözlemleme olanağımız yok. Çünkü böyle bir süreç yok!…

 

Ama doğada bir tek kez enerji maddeye dönüşmüştür. O da herkesin “Big Bang=Büyük Patlama” diye bildiği, evrenin oluşumu sırasında gerçekleşmiştir. (Big-Bang denen bir olay  hiç-bir zaman gerçekleşmemiştir. Olmamış olan bir olay ile, olmayacak olan şey açıklanamaz.  http://777has444.blogspot.com.tr/2015/02/10000-teorisi-ve-big-bangin-cokusu.html H.G.).

 

Gerçekleşecek olan şey sâdece, maddeye yapılacak bir müdâhalede maddedeki enerji açığa çıkar. Yâni enerji maddenin özünden ayrılır. Enerjiden maddeye sözde geçişin nasıl olacağı yâni mekaniği bilinmiyor zâten. Hiç-bir zaman da bilinemeyecek. Çünkü bu mümkün bir şey değildir. Böyle bir-şey olmaz/olamaz. Enerji hiç-bir zaman maddeye dönüşemez. Farklı bir madde, aynı cevherden olan farklı bir maddeye dönüşebilir sâdece. Buharın soğutulması netîcesinde buz olmaya kadar gideceği gibi. Fakat buhar da, bahsettiğimiz anlamda bir enerji değildir. Yine maddedir.

 

Yanılsamalarla dolu olan bilim-anlayışlarından biri olan E=mc2 de yanlış bir önermedir/yanılsamadır. Madde enerjiye, enerji de maddeye dönüşmez/dönüşemez. Büyük bir yanılsama var burada. Madde ve enerji zâten ayrı-ayrı olarak bir-anda birlikte yaratılmışlardır ve Allah’ın bildiği bir zamanda da bir-anda yok olacaklardır. Suyu ısıtınca ortaya çıkan buhar, suyun enerjiye dönmesi değil, suyun içinde mündemiç hâlde bulunan enerjinin, ısı verilerek ayrılmasıyla açığa çıkmasıdır. “Yanma” olayı için, “yanma bir ayrıştırmadır” denir. Diğer şeylerin ısıtılmasıyla olan da aynısıdır. Enerji maddenin içinde yaratılmıştır ama ayrı bir varlık olarak. Atomun içindeki proton-nötron gibi. İkisi bir-birinin dönüşümü değildir. Proton-nötron ikilisi orijinâl atom parçacıklarıdır. Madde ile enerji de böyledir. İlk başta o şekilde yaratılmışlardır. Hiç-bir şey başka bir şeye dönüşemez. Madde enerjiye dönmez/dönüşmez, içinde enerjiyi taşır sâdece. Bir etki sonucunda da madde ve enerji ayrılır ve açığa çıkar. Vel hâsıl kelâm; “simyâ” ilmi boş bir ilimdir. Umut ve hayâlin sentezinden oluşmuş boş bir özlemdir ve bu konudaki fiyaskoyla netîcelenen sonuçsuz çalışmalar, bir-şeyin başka bir şeye dönüşemeyeceğinin delîlidir.

 

İnsanlar da besinlerin enerjilerini alırlar, posalarını bırakırlar. O posanın tamâmı hiç-bir zaman ve hiç-bir şekilde enerjiye dönemez. Yâni insanlar için besinleri tümden enerjiye çevirip de tuvaletin iptâl olması söz-konusu değildir.

 

Demir hiç-bir zaman altına çevrilemez. Çünkü bu onun orijinâl özelliğidir. Allah tarafından oluşturulan bu özelliği hiç kimse değiştiremez. Hiç-bir şey başka bir şeye dönüşemez.

 

Maddenin “öz”ü, orijinâldir ve değişmez-dönüşmez. Bir maddenin sâdece varyasyonları olabilir. Meselâ elma hiç-bir zaman armuda dönüşemez ama, elmanın yeşil elma, yaz elması, ekşi elma gibi çeşitleri vardır. Fakat aslında bunlar bile orijinâldir.

 

Maddenin enerjiye döndüğünün bir delîli belki de sâdece, ölen varlıkların bedenlerinin toprak olmasıdır. Fakat bu da gerçek bir dönüşüm değil. Zîrâ biz zâten topraktan gelip toprağa dönmüş oluruz. 

 

Su, (H2O), 2 hidrojen ve 1 oksijen atomundan meydana gelir. Fakat 2 hidrojen ve 1 oksijen laboratuvarda birleştiğinde su oluşmuyor. Çünkü su da orijinâl olarak yaratılmış bir varlıktır ve onu çözüp başka şeye dönüştürmek yada parçalarından onu yeniden oluşturmak mümkün değildir. O sâdece kendi özel şartlarında ortaya çıkar. (H2O) ise, sâdece suyun yapısını teorik olarak anlatmaktan ibârettir. Fakat suyun rûhu ve büyüsünü ortaya koyan bir anlatım-şekli değildir bu.

 

Evet; her varlık Allah tarafından tasarımlanmış ve -küçük esnemeler dışında- bozulamayacak ve başka şeylere dönüşemeyecek yapılara sâhiptir.

 

Ernst Mach, Maddenin atomik yapılardan oluştuğuna ve izâfiyet teorisinin tamâmen yanlış ve dogma olduğunu söyler. Aynı şekilde Ernest Rutherford, O da nükleer enerjinin ulaşılmaz olduğunu düşünüyordu ve izâfiyet teorisine de asla inanmıyordu. Nükleer enerji, maddedeki enerjiyi sonuna kadar açığa çıkarma işidir.

 

İbn-i Sîna; Astroloji ve simyâya îtibâr etmemiş, Dönüşüm Kuramı’nın doğru olup-olmadığını yapmış olduğu deneylerle araştırmış ve doğru olmadığı sonucuna ulaşmıştır. İbn-i Sînâ'ya göre, her element sâdece kendisine özgü niteliklere sâhiptir ve dolayısıyla daha değersiz metallerden altın ve gümüş gibi daha değerli metallerin elde edilmesi mümkün değildir.

 

E=mc2, modern bir düşünce değildir ve bir yunan düşüncesi olan, yeni-eflâtunculuktan ilham alır. Bu formül yeni-eflâtunculukta şu şekilde açıklanır: “Özdek tin’in ürünüdür ve fenomenler özsel olarak tinseldirler”. Yâni; “madde rûhun ürünüdür ve görünenler (madde) öz olarak rûhturlar (enerji). Tabi yeni-eflâtunculukta enerji yerine tin=rûh deniliyor.   

 

Netîcede Einstein’in E=mc2 diye formüle ettiği Özel İzâfiyet Teorisi de yanlıştır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ocak 2016

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder