Genel
İzâfiyet Teorisi
Tesla, Einstein'a
çeşitli alanlarda karşı çıkmıştır. Bunlardan biri de yerçekimi teorisi
konusundaydı. Bu konuda fikri sorulduğunda Tesla şöyle dedi: “Einstein'ın
görelilik teorisi insanları büyüleyen, göz kamaştıran ve altta yatan hatâlara
karşı kör eden muhteşem bir matematiksel kıyâfettir. Teori, câhillerin kral
sandığı mor elbiseli bir dilenci gibidir, savunucuları parlak adamlardır ama
onlar bilim-adamı değil, meta-fizikçidir”
“Einstein’ın
izâfiyet teorisi ile zamânın izâfi olduğu ortaya konduktan sonra 15 milyar yıl
ile bir-kaç sâniye arasındaki farkın önemi de kalmamıştır” diyorlar. Fakat
insanların zaman algısında problem yok. Herkes meselâ “bir gün”ün ne kadar bir
süre olduğunu apriori olarak biliyor.
Zamânın mutlak bir varlığı
yoktur. Çünkü gerçek bir varlığı yoktur. Madde ile kâimdir. Evrendeki
maddeyi/hareketi birden durdursak, yada maddeyi kozmik bir süpürgeyle süpürsek
ve ortada hareket yada madde kalmasa zaman da olmaz. Süpürülme işleminden sonra
görülen/kalan şeyin (mekân) ne olduğunu her-hâlde Allah’tan başka kimse
bilemez. Mekâna (hâşâ, post-vahdet-i vücutçuluk yapıp) Allah demeyeceksek,
mekân da yok olucudur. Belki de bu yok oluş süpürülmeyle birlikte gerçekleşir.
Geriye ne kalacağını ancak O bilir. Bir de “saf-zaman” denen bir zaman da var
mıdır? O da ayrı bir düşüncenin konusu. Gerçi bu saf-zaman ben var olduğum
müddetçe, hareket var olduğu müddetçe görülemeyecek/bilinemeyecek/idrâk
edilemeyecektir. Bu yüzden bizi çok ilgilendirmiyor. İdrâk edemeyiz çünkü.
Her ne kadar; “genel
izâfiyet teorisiyle zamânın mutlak olmadığı anlaşıldı” dense de, Genel İzâfiyet
Teorisi zamânın bükülmesinden bahsederek zamânı maddîleştirir. Zamânın evren
materyâllerinden etkilendiğini ve büküldüğünü söylemek, zamânın maddi olduğunu
ve zamânın parçacıklarının olduğunu söylemektir. Hâlbuki zaman,
maddenin/parçacığın olduğu her yerdedir. Hiç-bir şey onu çekemez/bükemez. Çekimlerden
etkilenen parçacıklar büküldüğünde/çekildiğinde, zaman zâten hep maddenin “soyut
olarak” yanında olduğundan, zamânın da büküldüğü zannediliyor. Hâlbuki
zaman, maddenin içinde mündemiçtir. Suyun rengi kabının rengidir. Zamânın yeri
maddenin yeridir. Zamânın şekli maddenin şeklidir. Zaman maddenin bir
iz-düşümüdür. Zaman bir sonuçtur. Işığın yokluğu hâli olan karanlık gibidir.
Işığın yokluğunda aydınlık kalmadığı gibi, maddenin yokluğunda da zaman kalmaz.
Bağımsız bir zaman yoktur. Aksi, “dehr”cilik ve zamânı ilâhlaştırmak olur.
Ali Şeriati:
“Zaman, mekândan îbârettir” der.
Evrenin çeşitli yerlerindeki materyâllerin genel durumları (kütle, dönüş-hızı vs.) oradaki zamânın özelliğini ve
durumunu belirler. Orada zaman daha yavaş ya da daha hızlı olabilir.
Hâki Demir:
“Mikro-kozmostaki ilerlemelerin vardığı nokta
kuantum fiziğidir ve kuantum fiziği ise maddenin parçacıklardan değil,
alanlardan (kuantum alanlarından) meydana geldiği ve bu alanların ise mütemâdi
bir deveran (veya hareketlilik) içinde olduğunu gösterir.
Varlık görüntüsü aslında hareketten
kaynaklanmaktadır. Hareket o kadar hızlıdır ki, ortaya kompoze bir varlık
görüntüsü çıkmaktadır. Hareket durduğu takdirde (matematik kavrayış olarak buna
ulaşmak kâbildir) ortada görünecek bir varlık kalmamaktadır. Varlığın
sırlarından biri de harekette mahfuzdur” der.
Evet; her şey anlamını
“hareket” ile bulur. Meselâ târih, insanın/toplumun hareket etmesidir. Zaman da
maddenin hareket etmesidir.
Ölüm hâlinde mutlak bir
hareketsizlik durumu olduğundan, artık ölen kişi için bir zamandan
bahsedilemez. Kişinin hareketi bittiği için zamânı da bitmiştir. Zaman-dışı
olmuştur artık. Zâten diğer âleme de “bu zamandan” çıkabildiği için gitmiştir.
Diğer âleme gidebilmenin yolu bu âlemdeki zamandan (ve mekândan) sıyrılmakla
mümkündür. Ölen kişi artık zamanla kayıtlı değildir.
Bilindiği gibi Isaac
Newton, maddenin merkezinde doğal bir çekimin (gravitasyon) bulunduğunu söyler.
Bu çekimin büyük kütleli maddelerde daha fazla bulunduğunu söyleyerek, çekim
denen şeyi; “büyük kütleli maddelerin güçlü çekimleri, küçük kütleli maddelerin
zayıf çekimlerine baskın çıkarak onları çekerler” diyerek açıklamıştır. Fakat;
Newton’dan yaklaşık 150 yıl sonra doğan Albert Einstein, 1916 yılında Newton
kuramını büyük ölçüde yıkıp(!) kendi fikrini-teorisini öne sürmüştür. Buna
göre; kütle-çekimin, maddenin merkezinde doğal olarak bulunduğu sanılan çekim
gücünden değil; maddelerin uzay-zamanı bükmelerinin sonucunda oluştuğunu
söylemiştir. Genel Görelilik Kuramı denilen bu teoriye göre, büyük kütleli
maddeler uzay-zamanı daha fazla büktükleri ve orada bir çukur açtıkları için,
daha az kütleli maddeler bu eğime-çukura düşerler. Bu iki teori de mutlak
olarak gözlemlenemeyeceğinden dolayı ispatlanamaz.
Biz ise kütle-çekimin (gravitasyon)
şu şekilde oluştuğunu söylüyoruz:
Tüm evren-materyâli bir
döngü hâlindedir. Yâni her-şey kendi etrafında döner. Bu döngü bilindiği gibi
çeşitli hızlarda olan bir dönmedir. İşte bu döngüden dolayı yıldızların-gezegenlerin
vs. etrâfında çekimsel bir alan meydana gelir. Bu alan (her-şey döndüğü için)
tüm kâinat materyâlinde oluşur. Büyük kütleli, yoğun kütleli yada hızlı dönen
materyâllerde ise bu çekim-alanı daha kuvvetli olur. İşte; hangi materyâlin
daha güçlü döngüsü ve dolayısıyla çekim-alanı varsa, o materyâl kendisinden
daha zayıf bir alan oluşturan diğer bir materyâli kendisine doğru çeker. Yâni
kütle-çekim denilen şey, maddelerin hareketleri sonucu oluşur. Kütle-çekim,
maddelerin hareketlerinin sonucunda oluşan “çekim-alanı”dır. Hareketi-döngüsü
yavaş olan, dolayısıyla çekim-alanı zayıf olan bir yıldız-gezegen ne kadar
büyük olursa-olsun, kendisinden küçük de olsa daha hareketli bir materyâl
tarafından çekilecektir.
Einsteinin kütle-çekim
teorisi, kütle-çekimin aslında bir “kuvvet” olmadığını gösterir. Fizikçi
Michio Kaku: Kütle-çekim
“bir ‘kuvvet’
değil, uzay-zamandaki çarpılmanın bir yan ürünüdür. Bir
bakıma, kütle-çekimi
diye bir şey yoktur; gezegenleri ve yıldızları hareket
ettiren şey, uzayın ve zamânın, distorsiyona (yamulma) uğramasıdır” der.
Kütle-çekim denilen şey
budur ve bir parçacığın kütle-çekime neden olduğunu sanmak yanılsamadır ve
yanlıştır. Evet; kütle-çekim bir sonuçtur; maddenin hareketinden/döngüsünden
kaynaklanan bir sonuç. Bu nedenle bunu açıkladığını zanneden Newton’un
kütle-çekim teorisi ve Einstein’in Genel İzâfiyet Teorisi yanlıştır.
Özel
İzâfiyet Teorisi
Enerji hiç-bir zaman maddeye
dönüşmemiştir/dönüşemez. Maddenin içindeki enerji ise çeşitli etkilerle
maddeden ayrılabilir ama madde %100, yâni tamâmen enerjiye dönüşemez. Bu
nedenle de dönüşme değildir bu, ayrışmadır. Maddeyi çeşitli şekillerde hızlandırarak-ısıtarak
vs. parçaladığınızda, sonuçta madde enerjiye dönüşmez, sâdece maddenin içindeki
enerji, maddenin özüne kadar, “öz-madde”ye kadar ayrışır.
Tersi bir durumda, yâni
enerjinin hızını yavaşlattığınızda, meselâ soğuttuğunuzda ise enerji maddeye dönüşmez,
yâni madde olmaz. Zâten enerji hiç-bir zaman maddeye dönüşemez. Çünkü daha
enerjinin ne olduğu da bilinen bir-şey değildir. Ondaki güç nedir ve nereden
gelir?. Bu henüz bilinmiyor. Bilim maddeyi madde-ötesine,
enerjiye kısmen dönüştürebildi. Buna karşın henüz (ve hiç-bir zaman) madde-ötesine,
yâni enerjiye dönüştürdüğü maddeyi tekrar ilk hâli olan madde hâline
dönüştürmeyi başaramadı.
Enerjinin
maddeye dönüşmesi için “imkânsızdır” dense yeridir. Bir yazıda bu konuda şunlar söylenir:
“Enerjinin maddeye dönüşmesi olgusuna
gelindiğinde, gene E=mc2 denklemine başvurup, bunda m’in değerini bulduğumuzda; m =
E /c2 eşitliğini elde ederiz.
Bundan anlaşılan, enerjiyi ışık-hızının karesi kadar ufaltırsak,
başka bir deyişle enerjiyi ışık-hızının karesi kadar yuğunlaştırırsak (teksif
edersek) maddeye çevirebileceğimizdir. (Tabi
bu ancak matematik bir sonuçtur ki, matematik sonuçların çoğu
somutlaştırılamaz. H.G.)
Bu-günkü günde çevremizde bu tür bir eyleme rastlamıyoruz. Bunun
nedeni belki böyle bir sürecin yollarının henüz bulunamamış olmasıdır!… Ancak
burada akla hemen “Uzay Yolu” filminde
gösterilen “ışınlanma” tekniği
akla geliyor. Çünkü, bir fiction olarak, bu teknikle maddenin bir yolla
enerjiye dönüştürülüp, sonra uzak bir mekânda bu enerjinin tekrar madde hâline
getirildiği anlatılmaktadır. (Yâni ancak
filmlerde olur. H.G.).
Filmde fiction olarak verilen bu olay
üzerinde çalışan günümüz bilim-adamları vardır. Bunlardan biri de Malezya,
Penang doğumlu Dr. Ping Koy Lam’ dır.
17 Haziran 2002’de Avustralya Ulusal Üniversitesinden (Australian
National University-ANU) Dr. Ping Koy Lam başkanlığındaki bir fizikçi ekibi,
bir laser ışınını bir konumda ayrıştırarak, yaklaşık bir metre ötedeki başka
bir noktada tekrar oluşturmayı başardıkları açıklandı. Böylece günümüzde büyük
cisimlerin değil, hele biyolojik varlıkların hiç değil, ama atomların
ışınlanabileceği gösterilmiş oldu. (Atom
zâten bir enerjidir. Somut bir madde değildir ki. H.G.).
Ancak Dr. Ping Koy Lam, verdiği bir
konferansta, insanların ışınlanması konusunda daha ışık-yılı ölçüsüyle pek çok
geride olduğumuzu söyledi.
Çevremizde doğal bir olay olarak da enerjinin
maddeye dönüşebildiğini gözlemleme olanağımız yok. Çünkü böyle bir süreç yok!…
Ama doğada
bir tek kez enerji maddeye dönüşmüştür. O da herkesin “Big Bang=Büyük Patlama” diye
bildiği, evrenin oluşumu sırasında gerçekleşmiştir. (Big-Bang denen bir olay hiç-bir
zaman gerçekleşmemiştir. Olmamış olan bir olay ile, olmayacak olan şey
açıklanamaz. http://777has444.blogspot.com.tr/2015/02/10000-teorisi-ve-big-bangin-cokusu.html H.G.).
Gerçekleşecek olan şey
sâdece, maddeye yapılacak bir müdâhalede maddedeki enerji açığa çıkar. Yâni
enerji maddenin özünden ayrılır. Enerjiden maddeye sözde geçişin nasıl olacağı
yâni mekaniği bilinmiyor zâten. Hiç-bir zaman da bilinemeyecek. Çünkü bu mümkün
bir şey değildir. Böyle bir-şey olmaz/olamaz. Enerji hiç-bir zaman maddeye
dönüşemez. Farklı bir madde, aynı cevherden olan farklı bir maddeye dönüşebilir
sâdece. Buharın soğutulması netîcesinde buz olmaya kadar gideceği gibi. Fakat
buhar da, bahsettiğimiz anlamda bir enerji değildir. Yine maddedir.
Yanılsamalarla dolu olan
bilim-anlayışlarından biri olan E=mc2
de yanlış bir önermedir/yanılsamadır. Madde enerjiye, enerji de maddeye
dönüşmez/dönüşemez. Büyük bir yanılsama var burada. Madde ve enerji zâten
ayrı-ayrı olarak bir-anda birlikte yaratılmışlardır ve Allah’ın bildiği bir
zamanda da bir-anda yok olacaklardır. Suyu ısıtınca ortaya çıkan buhar, suyun
enerjiye dönmesi değil, suyun içinde mündemiç hâlde bulunan enerjinin, ısı
verilerek ayrılmasıyla açığa çıkmasıdır. “Yanma”
olayı için, “yanma bir ayrıştırmadır” denir. Diğer
şeylerin ısıtılmasıyla olan da aynısıdır. Enerji maddenin içinde
yaratılmıştır ama ayrı bir varlık olarak. Atomun içindeki proton-nötron
gibi. İkisi bir-birinin dönüşümü değildir. Proton-nötron ikilisi orijinâl atom
parçacıklarıdır. Madde ile enerji de böyledir. İlk başta o şekilde yaratılmışlardır.
Hiç-bir şey başka bir şeye dönüşemez. Madde enerjiye dönmez/dönüşmez, içinde
enerjiyi taşır sâdece. Bir etki sonucunda da madde ve enerji ayrılır ve açığa
çıkar. Vel hâsıl kelâm; “simyâ” ilmi boş bir ilimdir. Umut ve hayâlin
sentezinden oluşmuş boş bir özlemdir ve bu konudaki fiyaskoyla netîcelenen
sonuçsuz çalışmalar, bir-şeyin başka bir şeye dönüşemeyeceğinin delîlidir.
İnsanlar
da besinlerin enerjilerini alırlar, posalarını bırakırlar. O posanın tamâmı
hiç-bir zaman ve hiç-bir şekilde enerjiye dönemez. Yâni insanlar için besinleri
tümden enerjiye çevirip de tuvaletin iptâl olması söz-konusu değildir.
Demir
hiç-bir zaman altına çevrilemez. Çünkü bu onun orijinâl özelliğidir. Allah tarafından
oluşturulan bu özelliği hiç kimse değiştiremez. Hiç-bir şey başka bir şeye
dönüşemez.
Maddenin
“öz”ü, orijinâldir ve değişmez-dönüşmez. Bir maddenin sâdece varyasyonları
olabilir. Meselâ elma hiç-bir zaman armuda dönüşemez ama, elmanın yeşil elma,
yaz elması, ekşi elma gibi çeşitleri vardır. Fakat aslında bunlar bile
orijinâldir.
Maddenin
enerjiye döndüğünün bir delîli belki de sâdece, ölen varlıkların bedenlerinin
toprak olmasıdır. Fakat bu da gerçek bir dönüşüm değil. Zîrâ biz zâten
topraktan gelip toprağa dönmüş oluruz.
Su, (H2O), 2 hidrojen ve 1 oksijen atomundan meydana gelir. Fakat 2 hidrojen ve 1 oksijen laboratuvarda birleştiğinde su
oluşmuyor. Çünkü su da orijinâl olarak yaratılmış bir varlıktır ve onu çözüp
başka şeye dönüştürmek yada parçalarından onu yeniden oluşturmak mümkün
değildir. O sâdece kendi özel şartlarında ortaya çıkar. (H2O) ise, sâdece suyun yapısını teorik olarak anlatmaktan
ibârettir. Fakat suyun rûhu ve büyüsünü ortaya koyan bir anlatım-şekli değildir
bu.
Evet;
her varlık Allah tarafından tasarımlanmış ve -küçük esnemeler dışında-
bozulamayacak ve başka şeylere dönüşemeyecek yapılara sâhiptir.
Ernst Mach, Maddenin
atomik yapılardan oluştuğuna ve izâfiyet teorisinin tamâmen yanlış ve dogma
olduğunu söyler. Aynı şekilde Ernest
Rutherford, O da nükleer enerjinin ulaşılmaz olduğunu düşünüyordu ve izâfiyet
teorisine de asla inanmıyordu. Nükleer enerji, maddedeki enerjiyi sonuna kadar
açığa çıkarma işidir.
İbn-i Sîna; Astroloji ve
simyâya îtibâr etmemiş, Dönüşüm Kuramı’nın doğru olup-olmadığını yapmış olduğu
deneylerle araştırmış ve doğru olmadığı sonucuna ulaşmıştır. İbn-i Sînâ'ya
göre, her element sâdece kendisine özgü niteliklere sâhiptir ve dolayısıyla
daha değersiz metallerden altın ve gümüş gibi daha değerli metallerin elde
edilmesi mümkün değildir.
E=mc2, modern bir düşünce
değildir ve bir yunan düşüncesi olan, yeni-eflâtunculuktan ilham alır. Bu
formül yeni-eflâtunculukta şu şekilde açıklanır: “Özdek tin’in ürünüdür ve
fenomenler özsel olarak tinseldirler”. Yâni; “madde rûhun ürünüdür ve
görünenler (madde) öz olarak rûhturlar (enerji). Tabi yeni-eflâtunculukta
enerji yerine tin=rûh deniliyor.
Netîcede Einstein’in E=mc2 diye formüle ettiği Özel
İzâfiyet Teorisi de yanlıştır.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ocak 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder