9 Aralık 2024 Pazartesi

Modern Dünyâ: Cennet Mi?, Cehennem Mi?

 

“Rabbinizden olan mağfiret ve eni göklerle yer kadar olan cennete (kavuşmak için) yarışın; o, muttakîler için hazırlanmıştır” (Âl-i İmran 133).

 

“De ki, davranış (ameller) bakımından en çok hüsrâna uğrayacak olanları size haber vereyim mi?. Onların, Dünyâ hayâtındaki bütün çabaları boşa gitmişken, kendilerini gerçekte güzel iş yapmakta sanıyorlar” (Kehf 103-104).

 

Modernizm, cehenneme döndürdüğü Dünyâ’yı “cennet” diye kakalayan sistemin adıdır. İnsanların çoğu, rûh ve kâlbe yönelik olandan ziyâde, şeytanın, nefsin ve tâğutların etkisinde olan hazza, zevke, keyfe, eğlenceye, konfora ve rahata (Dünyâ’ya göbeklerinden bağlı oldukları için) daha meyilli oldukları için, bu dürtüleri kışkırtan ve arttıran etkenleri daha fazla severler ve bunu sağlayan sistemi yada kişiyi çok desteklerler. İnsanlığın -sözde- “ulaştığı en ileri uygarlık seviyesi” olan modernizmin bu kadar kolay ve çabuk kabûl edilip tüm Dünyâ’da yaygınlaşmasının nedeni budur.

 

İnsanlar tüm zamanlarda Dünyâ’yı cennete çevirmek istemişler ve bu uğurda düşünmüşler, konuşmuşlar, yazmışlar ve bunu sağlamak için çalışmışlardır. Lâkin sonuçta Dünyâ cennete değil, tam-aksine cehenneme dönmüştür. Çünkü Dünyâ’da cenneti kurmak mümkün değildir. Zîrâ Dünyâ’nın hattâ kâinâtın formatı hem bunun için uygun değildir hem de Dünyâ’nın “herkes için cennet” olması için imkânı-çapı yetersizdir. Zâten Allah’ı, âhireti, gaybı, vahyi, peygamberleri, dîni, îmânı ve mâneviyatı inkâr eden ve hattâ onlara düşman olan köşe-başlarını tutmuş olan tâğutlar ve onların uşaklığını ve yalakalığını yapanlar, Dünyâ’yı “sâdece kendileri için” cennete çevirmeye kakmaktadırlar. Tabi bunun mecbûri sonucu olarak, insanların çok büyük çoğunluğu için de Dünyâ’yı cehenneme çevirmeleri gerekmektedir ki modern dünyâda meydana gelen yıkımların, ölümlerin, zulümlerin, açlığın, susuzluğun, evsizliğin, çıplaklığın ve perişanlığın nedeni budur. Kaçınılmaz sonuçtur: Dünyâ’yı cennete çevirme düşünce ve uygulaması tüm zamanlarda ve tüm mekânlarda her çoğu-insan için, Dünyâ’nın cehenneme dönmesine neden olmuştur. Bu yüzdendir ki, -insanlar fark etsin yada etmesin- Dünyâ çoğunluk için maddî yada mânevî anlamda cehenneme dönerken, küçük bir azınlık için maddî anlamda cennet olmuştur yada öyle kabûl edilmiştir. 

 

Rönesans yâni “yeniden doğuş”, âhiretin yâni gerçek “yeniden doğuş”un inkârıdır. Bu nedenle modernler cenneti bu dünyâda kurmak isterler. Tabi sâdece kendileri için. “Diğerleri” için ise Dünyâ’da cehennemi kurmaktadırlar. Bu bir kader ve zorunlu bir sonuç değildir. İşin raconu nedeniyle ve sünnetullah-imtihan gereğince mü’minler hep azınlıkta ve karşı tarafa göre maddî yönden daha güçsüz olurlar. Zîrâ Allah, mü’minlerin maddî güç eksikliğini mânevî güçleri ile desteklemelerini ve tamamlarını ister. Zâten Dünyâ eğer cennet-vâri bir yer olacaksa bu sâdece maddî güç ile değil, (çünkü Dünyâ’nın maddî imkânı buna hiç-bir zaman yetmeyecektir), mânevî güç ile birleşince olacaktır. Böylece Dünyâ, “çıtası düşük bir cennet”, daha doğrusu “cennetin küçük bir şûbesi” olacaktır.    

 

Cennet, nefsin değil, yada nefisten ziyâde “rûhun tatmin olduğu yer” olacaktır. Rûhun tatmin olmadığı her yer ise cehennemdir. Rûh tatmin olmadığında beden ve nefs madde ile ne kadar desteklenirse-desteklensin ve beslenirse-beslensin, yine de gerçek bir doyum, tatmin ve huzûr olmayacaktır. Çünkü insan tek-kutuplu ve tek-boyutlu bir varlık değildir. Bedeni ve rûhu aynı-anda tatmin edilmediğinde hakîki bir doyuma ulaşamayacak olacağı için huzûr bulamayacaktır. Modern insanın bir türlü huzûra kavuşamamasının nedeni budur. Zîrâ modern dünyâ ruhtan ve kâlpten uzak ve kopuk olan bir “madde uygarlığıdır” ve her alanda mutlak anlamda maddeyi-eşyâyı merkeze alır. Bundan dolayı modern dünyâ, hem mü’minler için anlamsız ve dolayısı ile cehennem olurken, hem de modern insanı için ruhsuz ve kâlpsiz, dolayısıyla anlamsız olduğu için cehenneme döner. Modern dünyâ maddî yada mânevî anlamda herkes için bir cehennemdir.   

 

Modern-seküler sistem; Allah-âhiret-cehennem korkusunu ve “cenneti hak etmek” inancını blôke ettiğinden dolayı, insanların, çirkefliğin her türlüsüne sürekli mâruz kalması kaçınılmaz oluyor. Bu da, “Dünyâ’da cennetteymiş gibi yaşadığı zannedilenler de dâhil”, herkes için Dünyâ’yı cehenneme çeviriyor. Açıkçası ve kısacası modern dünyâ tam bir “yalancı cennet” hâline getirilmiştir. Fakat cennet gerçek değil de “yalan-cı” olduğunda orası cennet değil cehennemdir. Zîrâ cennette yalan-dolan olmaz.  

 

Tâğutlar, Dünyâ’yı “sâdece kendileri için” cennete çevirmeye ve ölümsüz olmaya kalkınca, (Dünyâ’nın formatı ve imkânları “herkes için cennet” sağlayamayacağından dolayı) insanların çok büyük kesimi için cehenneme çevirmektedirler. Fakat bu, insanlar için “Dünyâ’nın maddî anlamda cehenneme dönmesi” iken, o küçük azınlık için “Dünyâ’nın mânevî anlamda cehenneme dönmesi” olmaktadır. Dolayısıyla Dünyâ’yı cehenneme çevirerek yaşanmaz ve çekilmez bir yer hâline getirenler de cenneti yaşayamamakta ve bir türlü huzûr bulamaktadırlar. Çünkü bu yolla Dünyâ’nın “cennet” olması da, insanların huzûr bulması da imkânsızdır. Ey tâğutlar!; iyi bilin ki, içiniz cehennem ateşiyle kuşatılmışken, dışınızı (Dünyâ’yı) cennete çeviremezsiniz.

 

Ne tuhaftır ki modern insan tüm bunlara rağmen yine de Dünyâ’yı cennete çevirme ve cennetteymiş gibi yaşama düşünce ve isteğinden vazgeçemiyor. Bu ne büyük bir sapkınlıktır!. Anlaşılan bu sapkınlar, acı azâbı görünceye yâni cehenneme girene kadar bundan vazgeç(e)meyeceklerdir. Çünkü sapık bir yolda giden kişi, cehenneme girene kadar, gittiği yolun doğru ve iyi olduğunu zanneder. Bu nedenle cehenneme doğru keyifle yol alanlara hiç-bir îkaz tabelası fayda etmez.

 

Modern insan cenneti hak ettiğini düşündüğü için kendini o kadar çok cennetlik sayıyor ki, cehennemden hiç korkmuyor hattâ aklına cehennemi hiç getirmiyor. Zâten bu yüzden bir-anca önce Dünyâ’da cennetin kurulmasını ve cennet gibi bir yaşamı özlemektedir.

 

Kanımca modern insanın her türlü tüketime, târihte hiç olmadığı oranda yönelmesinin ve çok arttırmasının nedeni de budur. Cennet sınırsız nîmetlerin olduğu yer olduğu için, modern insan Dünyâ’da da sınırsız bir tüketim istemektedir. Bu yüzden modern insan için “tüketime ara vermek” cehennemdir.

 

Dünyâ’yı cennete çevirme arzusu yüzünden Dünyâ’nın altını üstüne getirerek Dünyâ’yı yaşanmaz bir yer hâline getirenler, âhirete ve cennete yöneleceklerine, cenneti başka dünyâlarda kurma hayâliyle uzayda gidip-yerleşebilecekleri yerler aramakla meşgûl oluyorlar. Bu-bağlamda; Mars’ta su var mı?, uzayda başka yaşanacak yer var mı? Gibi boş işlerle uğraşmaktadırlar. Dünyâ’yı ifsâd edenler, başka dünyâlar arıyorlar. Fakat bulsalar kısa sürede orayı da ifsâd edeceklerdir. Dünyâ’ya zarârı dokunmayanlar ise, “Dünyâ’yı nasıl yeniden “cennetin bir şûbesine çeviririm” derdinde olanlardır.

 

İnsanın hakîki cennet için vazgeçemediği her fâni şey, onun yalancı cenneti daha doğru cehennemi olur-olmaktadır.

 

Modern insan için “Dünyâ’nın cennet olması” demek, “bütün güzellikleri, zevkleri ve iyilikleri Dünyâ’da yaşamak düşünce, arzu ve isteğidir. Lâkin bunu Dünyâ’da gerçekleştirmek Dünyâ’nın formatı ve imkân yetersizliği nedeniyle mümkün olmadığı gibi, insanı âhirette hakîki cennetten de mahrûm bırakır:

 

“İnkâr edenler ateşe sunulacakları gün, (onlara şöyle denir:) Siz Dünyâ-hayâtınızda bütün güzelliklerinizi ve zevklerinizi tüketip-yok ettiniz, onlarla yaşayıp-zevk sürdünüz. İşte yeryüzünde haksız yere büyüklenmeniz (istikbârınız) ve fâsıklıkta bulunmanızdan dolayı, bugün alçaltıcı bir azap ile cezâlandırılacaksınız” (Ahkâf 20).

 

“Mutlu azınlık” denen birileri için Dünyâ cennet olsa yada cennet gibi görülse de, farkında olsalar yada olmasalar da insanların çoğu için maddî yada mânevî anlamda Dünyâ cehennemdir. Mü’minler için ise mevcut modern Dünyâ tam bir cehennemdir ki zâten mü’minlerin görevi; adâletsizlik-eşitsizlik, haksızlık-ahlâksızlık, takvâsızlık-kötülük, şirk-küfür ve zulüm yüzünden cehenneme dönmüş olan Dünyâ’yı fıtrî, doğal ve normâl hâline döndürüp “cennetin bir şûbesi” yaparak Dünyâ’dan âhiretteki asıl cennete bir köprü kurmaktır. Bunu yapabilmenin tek-yolu ise, modernitenin ortaya çıkardığı ve tüm Dünyâ’ya yaydığı; şeytan, nefs, tâğut, beşer, insan, akıl, madde, eşyâ, haz, zevk, konfor, keyif, eğlence merkezli yapıyı ve paradigmayı ortadan kaldırarak; yerine, Allah, âhiret, gayb, melek, vahiy-Kur’ân, Peygamber-Sünnet, İslâm-din-îman, dolayısı ile adâlet-eşitlik, hak-hakîkat, takvâ-ahlâk, teslîmiyet ve tevhidi hâkim kılmaktır.

 

Mevcut modern hâliyle cennet hem mü’minler için hem de insanların büyük çoğunluğu için cehennemdir. Fakat bu “kaçınılmaz bir sonuç” ve “yazılmış bir kader” değildir. Hem mü’minler hem de tüm insanlar için Dünyâ sâdece İslâm-merkezli yolla cennetin bir şûbesi (kendisi değil) olur ve ancak İslâm’ın hâkimiyeti ile insan gerçek anlamda tatmin bulup huzûra kavuşabilir. Zîrâ huzur ancak İslâm’dadır.

 

Bilinsin ki hiç kimse, cennetten daha iyi bir teklif sunamaz. O-hâlde ey insanlar!:

 

“Rabbinizden olan bir mağfirete ve cennete (kavuşmak için) çaba gösterip-yarışın, ki (o cennet) genişliği gök ile yerin genişliği gibi olup Allah’a ve Resûlü’ne îman edenler için hazırlanmıştır. İşte bu, Allah’ın fazlıdır ki, onu dilediğine verir. Allah büyük fazl sâhibidir” (Hadîd 21).

 

Dünyâ hiç kimse için hiç-bir zaman “cennet” olmaz-olamaz, ama Dünyâ’dan cennete köprü kurarak cennetin bir şûbesi gibi olabilir. Bu ise ancak İslâm-merkezli bir düşünce, söylem ve eylem ile mümkündür.

 

Mü’minler, cehenneme dönmüş olan modern Dünyâ’da cenneteymiş gibi yaşayamazlar. Çünkü mü’minler bilirler ki, âhiretteki cenneti anlamsızlaştıracak şekilde yaşamak şirktir.

 

Hakîki cenneti Dünyâ’da kurma isteği ise cinnetten başkası değildir.  

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Aralık 2024

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

Dünyâ’yı Iskalamamak Uğruna Hayâtı Iskalamak

 

“Allah’ın sana verdiğiyle âhiret yurdunu ara, Dünyâ’dan da kendi payını (nasibini) unutma. Allah’ın sana ihsân ettiği gibi, sen de ihsanda bulun ve yeryüzünde bozgunculuk arama. Çünkü Allah bozgunculuk yapanları sevmez” (Kasas 77).

 

Ölüm, hastalanma, açlık, işsizlik ve eleştirilme olarak beş temel korkudan başka, iki farklı korku daha vardır ki bu iki korku, iki farklı insan-tipini ortaya çıkarır. Bu iki insan-tipi; 1-Dünyâ’yı ıskalamaktan korkanlar, 2-İslâm-merkezli hayâtı ve âhireti ıskalamaktan korkanlar. Bu insan-tipleri, hayâtı hangi merkezde yaşadıklarına göre ayrılır: 1-Dünyâ-merkezli yaşamayı seçenler. 2-Âhiret-merkezli yaşamayı seçenler. Âhiret-merkezli yaşamayı seçenler Dünyâ’dan daha doğrusu hayattan nasiplenebilirler, fakat dünyâ-merkezli yaşamı seçenler âhiretten olumlu şekilde faydalanamazlar.

 

Târih-boyunca insanın yaşadığı en büyük ve yoğun korku, en genel anlamda “Dünyâ’yı ıskalama korkusu”dur. Öyle ki Dünyâ’yı ıskalamamak için Dünyâ’yı bile yakacak olan insanlar vardır. Fakat unuttukları ve fark-etmedikleri şey şudur ki, “aman Dünyâ’yı ıskalamayayım” diye, Dünyâ ve âhiret-hayâtını ıskalamaktadırlar.

 

Sünnetullah öyle kesin bir gerçek ve değişmez kânundur ki, Allah çoğunu affetse de, ısrarla yapılan her hatânın cezâsını vermeyi zinhar ıskalamaz. Bu nedenle insan her zaman, ıskaladığı şeyin tokadını yemiştir. Modern insan, Dünyâ’yı ıskalamayım diye ıskaladığı hayâtın tokadını yemektedir lâkin bir türlü uslanmamaktadır. Zîrâ insan, acı azâbı görmedikçe aklı başına gelmez:

 

“Biz onu, suçlu-günahkârların kâlbine işte böyle işlettik. O pek acı azâbı görünceye kadar ona inanmazlar. Artık o (azap), kendileri şuurunda olmadan onlara apansız gelecektir” (Şuârâ 200-202).

 

Çoğu kişi için hayat, ya Dünyâ’yı ıskalama korkusundan, ya “hayâtın zorlukları”ndan yada “cehâletten” dolayı “ıskalanmış hayatlar”dır. Iskalanmış hayatlar insanı hem Dünyâ’ya daha çok bağlar hem de sonuç olarak âhiretten uzaklaştırıp-kopartır. Çünkü fıtrata, doğala ve normâla uygun olan hayat ancak İslâm-merkezli yaşamakla olur. Dünyâ’yı ıskalamamak uğruna hayâtı ıskalamak, şeytanın, nefsin ve tâğutların yoluna ve yönlendirmesine girerek haz, zevk, keyif, eğlence, konfor ve rahatlık merkezinde yaşamayı kutsamaya neden olur.   

 

Îman zaafiyetinin en önemli göstergesi, “Dünyâ’yı ıskalama korkusu”dur. Dünyâ’yı ıskalamaktan korkanlar hayâtı ıskaladıkları için, hayâtın varlığının amacını ıskalamakta, sonuçta da İslâm-merkezli hayâtı, dolayısı ile îmânı ve âhireti ıskalamaktadırlar. Zîrâ dediğimiz gibi, hayâtı ıskalamak “insânî ve İslâmî hayâtı ıskalamak” demektir.  

 

Modern insan, Dünyâ’yı ıskalamamak için hayâtı, dolayısı ile dîni, îmânı ve âhireti ıskalayan kişidir. Modern insanın hâl-i pür melâlinin, perişanlığının ve rezilliğinin nedeni budur.

 

İnsan târih-boyunca hayâtı; cehâlet, bâtıl din ve düşünceler, felsefe, modern-bilim ve teknoloji, beşerî ideolojiler, mal-mülk tutkusu, hattâ eğitim-okul, iş-başarı vs. gibi nedenlerle ıskalamıştır ve ıskalamaktadır. Modern insan, hayâtı ıskalamakla tecrübeyi, farkındalığı, Allah’ı, âhireti, gaybı, vahyi-Kur’ân’ı, Peygamber’i-Sünnet’i, dolayısıyla adâleti-eşitliği, hakkı-hakîkati, takvâyı-ahlâkı, iyiliği-tevhidi ve Allah’ın rızâsını ve cenneti ıskalamaktadır.

 

Dünyâ’ya mı yoksa âhirete mi daha bağlı olduğunuz, hangisini riske atmaktan ve ıskalamaktan daha çok korktuğunuzun oranına göre belli olur.

 

Hayâtı ıskalamak demek, Dünyâ-hayâtı ile birlikte âhiret-hayâtını da ıskalamak demektir:

 

“…İnsanlardan öylesi vardır ki: ‘Rabbimiz, bize Dünyâ’da ver’ der; (böylelerinin) âhirette nasibi yoktur” (Bakara 200).

 

“Kim âhiret ekinini isterse, Biz ona kendi ekininde arttırmalar yaparız. Kim dünyâ ekinini isterse, ona da ondan veririz; ancak onun âhirette bir nasibi yoktur” (Şûrâ 20). 

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Aralık 2024

Devamını Oku »

7 Aralık 2024 Cumartesi

Îman Nedir?, Ne Değildir?

 

“Asra andolsun!. Gerçekten insan, ziyandadır. Ancak ‘îman edip sâlih amellerde bulunanlar’, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka” (Asr Sûresi).

 

Îman: “Güvenmek ve samîmiyetle inanmak” anlamlarına gelir. Kur’ân’da “sâdece bir olan Allah’a ve O’nun indirdiği vahiylere ve gönderdiği peygamberlere inanıp-güvenmek” anlamına gelmektedir. Genel anlamda “bir dîne yada yaşam-tarzına gönülden bağlanmak” anlamı taşır. Dînin ortaya koyduğu kâidelere tereddütsüz inanma, din inancı, kutsal inanç, inanç, îtikat. İçten ve yürekten bağlanmak ve inanmak. Fazla dikkat ve ihtimam. Bir şeyde çok ileri gitmek.

 

Arapça “emn” kökünden gelen îman, “dîne inanma, inançlı olma” sözcüğünden alıntıdır. Bu sözcük Arapça “amana”, “inandı” fiilinin if’al vezninde IV. masdarıdır. Bu fiil Arâmice/Süryânice ve İbrânice “amen”, “emin ve sâdık olma, âmin deme” sözcüğü ile eş-kökenlidir. İbrânice amonah, “emniyet, güvenilirlik, sağlamlık” demektir.

 

Îmânın şartı herkesin “ezbere” bildiği gibi “altı” değil, “beş”tir: (Bakara 177, Nîsâ 136). “Hayrın ve şerrin Allah’tan geldiğine inanma” maddesi, “şer Allah’tan gelmediği-olmadığı ve insanın kendi yaptıklarının bir sonucu olduğu için” (Nîsâ 79, Şûrâ 30). Kur’ân’da yoktur. Buna göre îman en kısa tanımla; Allah’a, âhiret gününe, meleklere, peygamberlere-peygamberliğe ve kitaplara-vahye inanmaktır. Fakat en genelde îman; “Allah’ın indirdiklerine, gönderdiklerine ve bildirdiklerine sorgusuz-suâlsiz, koşulsuz-şartsız ve tam bir teslîmiyetle inanmak” demektir.

 

Îman, “gayba îman”dır. Gözle görülen, kulakla işitilen, burun ile koklanan, el ile dokunulan ve dil ile tadılan şeye îman olmaz. Gözüyle gördüğüne inanmayan kişi zâten psikolojik bir vâkâdır. Îman, görünmeyene ve neliği ve nasıllığı bilinmeyene olur. Fakat îman edilen şeyler hem vahiy-merkezli inşâ olmuş akıl ile hem de his ile belli ölçüde idrâk edilebilir. Meselâ benim Allah’a, dolayısı ile O’nun indirdiklerine, gönderdiklerine ve bildirdiklerine olan îmânımın nedeni, “varlığı başka bir şeye dayandırarak açıklayamamak ve Allah dışındaki bir açıklamayla iknâ ve tatmin olmamam”dır.

 

Îman, söz ile başlayan ama söz ile bitmeyen şeydir. Kur’ân, söz ile başlayan îmânı yeterli görmez ve: İnsanlar, (sâdece) ‘îman ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2) diyerek îmânın ispâtını da ister ki bu ispat ancak amel-eylem ile yapılabilir. Zâten yazının baştaki âyetlerde de bildirildiği gibi, “ancak îman eden ve sâlih amel işleyenler”in zarar ve ziyandan kurtulacağı söylenir. 

 

Îman; kâlp ile tasdik, dil ile ikrar ve amel-eylem ile icrâ”dır. Fakat kâlp ile tasdiğin ve dil ile ikrârın bile ispâtı gerekir ki bu yine ancak sâlih amel-eylemler ile olabilir.  

 

Îman; baskı ve zorlama altında, bir zorluk ânında ve ölmeden önce son-dakîkada yapılan şey değildir. Çünkü îman hem “gönülden” olacağı için baskı ve zorlama altında yapıldığında makbûl değildir, hem zor bir durumda kalınca ve sığınılacak başka bir şey olmadığında ve kalmadığında “bâri îman edeyim” diyerek yapıldığında makbûl değildir, hem de ölmeden önce son-anda yapıldığında makbûl değildir. Îman, zorluk ânında yada son dakîkada yapılan kabûl ve ikrar edilen şey değildir. Bu-bağlamda Firavun’un îmânı geçerli değildir. Zîrâ dediğimiz gibi; îman “îman ettim” demekle bitmez, “îman ettim” demekle başlar ve sâlih amel-eylemlerle ispatlanarak tamlanır. Îman boş bir laf değildir ki “îman ettim” demekle başlasın ve bitsin.   

 

Îman, Dünyâ’da yada âhirette azap karşısında yapılan şey değildir: “Ama Bizim dayanılmaz-azâbımızı gördükleri zaman, îmanları kendilerine hiç-bir yarar sağlamadı. (Bu,) Allah’ın kulları arasında sürüp-giden sünnetidir. İşte kâfirler burada hüsrâna uğramışlardır” (Mü’min 85).

 

Îman, tevbeye yönelten şeydir. İnsanı günahtan, haramdan, ayıptan ve suçtan uzak tutan şeydir. Çünkü îman ile günah, haram, ayıp ve suç bir-arada olamaz.

 

İrâdenin devre-dışı kaldığı anda yapılan tasdik îman değildir. Zîrâ îman, sağlam bir irâde ister. Çünkü îman sözde kalacak bir şey değildir ve ancak sağlam bir irâde ve kabûl ile yapıldığında kişiyi ibâdete, amele-eyleme sevk edebilir. 

 

Îman, bir risk karşısında ertelenecek yada tümden vazgeçilecek şey değildir, olamaz.

 

Îman sâdece söz değil, fiildir de. Söz-fiil bütünlüğüdür fakat daha ziyâde fiil ile tezâhür eder. Zîrâ îman eden kişi konuşamayan biri de olabilir.

 

Îmânın tamamlanabilmesi için hem Allah’a hem de peygambere îman etmek gerekir ki kanımca bu, bilgi-bilince ve amel-eyleme birlikte îman etmek anlamına gelir. O-hâlde mü’minler için îman, Kur’ân’a ve Sünnet’e birlikte îman etmek demektir.  

 

Îman, sorumluluk yükleyen ve sorumluluk almayı sevdiren şeydir. Zîrâ îman, takvâ yâni sorumluluk-bilinci ve Allah korkusu ile başlayan ve devâm eden şeydir.

 

Îman, mutlakâ amele-eyleme yönlendiren şeydir. Îman, dört-duvar arası ve masa-başı işi değildir.

 

Îman, “fazlası dert olmayacak olan tek şey”dir.  

 

Îman, “bâzı şeyleri idrâk edebilmek için” olmazsa-olmaz şeydir.

 

Îman “gayba îman”dır. Gaybı ise sâdece Allah bilir. Gayb bu nedenle sorgulanamaz. O-hâlde îman, “sorgusuz-suâlsiz ve koşulsuz-şartsız olan bir teslîmiyet”tir; “sâdece Allah’a” olan bir teslîmiyet. 

 

Îman etmek, “âhiret kaygısı duymak” demektir.

 

Îman etmek, “îmâna göre yaşamak” demektir. Neye/kime/nasıl îman ediyorsanız, ona ve o şeye göre yaşarsınız.

 

Îman etmek, “îmânın gereğini yapmak” fakat “îman etmekten dolayı uzak durulması gereken şeylerden uzak durmak” demektir.

 

Îman etmek, yapılması gereken şeyleri mutlakâ yapmak, yapılamaması gerekenleri ise zinhar yapmamak demektir.

 

Îman, “imtihanı kabûl etmek” demektir.

 

Îman, “uğruna çaba harcana ve yaşanan şey”dir.

 

Îman, bedel ödemeye ve yük almaya zorlayan şeydir. Seni bedel ödemeye ve harekete geçmeye zorlamıyorsa, îmânında bir sorun var demektir.

 

Îman, bilişsel bir mesele değil, eylemsel bir dinamiktir.

 

Îman, gerekçelenmeye ihtiyaç duymayan şeydir. Çünkü o, koşulsuz-şartsız ve sorgusuz-suâlsiz olan bir tasdik ve  kabûldür. Fakat îman, pasif bir kabûlden ibâret bir şey değildir, aktiftir ve kişiyi aktif olmaya zorlar.

 

Îman, riske girmektir. Zîrâ îman, tüm hayâtın Allah’a adanmasıdır. Îman tüm hayâtın îman uğruna adanmasıdır: “De ki: Şüphesiz benim namazım, ibâdetlerim, dirimim ve ölümüm âlemlerin Rabbi olan Allah’ındır. O’nun hiç-bir ortağı yoktur. Ben böyle emrolundum ve ben müslüman olanların ilkiyim” (En-âm 162-163).

 

Îman; “Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere ve âhiret gününe kayıtsız-şartsız teslim olmak ve hayatta da bu teslîmiyet bilincine göre amelde-eylemde bulunmak” demektir. 

 

Îmânın ne olup ne olmadığını anlatmaya sayfalar ve kitaplar yetmez. Çünkü o ancak yaşanarak idrâk edilen ve tadılan şeydir.

 

Îman kısaca; her-şeyiniz elinizden alındığında geriye kalan şeydir vesselam..   

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Aralık 2024

 

Devamını Oku »

Zamâna Tapmak

 

“Dediler ki: ‘(Bütün olup biten,) bu dünyâ-hayâtımızdan başkası değildir, ölürüz ve diriliriz; bizi ‘kesintisi olmayan zaman’ (dehrin akışın)dan başkası yıkıma (helâke) uğratmıyor’. Oysa onların bununla ilgili hiç-bir bilgileri yoktur; yalnızca zannediyorlar” (Câsiye 24).

 

Kâfirler ve müşrikler bu nedenle tüm zamanlarda; “biz ancak zamâna uyarız” demişlerdir ve derler. Kendilerine Allah, âhiret, gayb, vahiy, peygamber, din, İslâm hatırlatıldığında; “bu zamanda mı?” derler. Her zaman zamânı öne çıkarırlar ve -sözde- delil olarak zamânı gösterirler. Zîrâ zamâna tapmaktadırlar.

 

Peki zaman nedir ve “zaman” denilen şey gerçek bir şey midir?.

 

Aslında zamânın aslî bir varlığı yoktur. Zaman, maddenin hareketinin bir sonucudur. Bir maddeyi bir yerden alıp başka bir yere koyduğunuzda yâni hareket ettirdiğinizde zaman başlar ve sürer gider. Zamânın izâfî olması, daha doğrusu izâfî sanılmasının nedeni budur. Maddenin çeşitli hareketleri ise, zamânı algılayış olarak farklı kılar. Tabi bu bir yanılsamadır. Yâni bir kişiye belli bir zaman süreci çok kısa yada uzun gelmiş olabilir ama geçen süre aynıdır. Saat bildiğimiz saattir yâni gerçek anlamda kişiye göre değişmez, izâfî değildir. Değişen şey kişinin algısıdır. Kişinin o-günkü yada o-anki algısına göre zaman yavaş yada hızlı gibi akar gibi olur.

 

Zamânın mutlak ve bağımsız bir varlığı yoktur. Çünkü “hakîki” bir varlığı yoktur. Madde ile kâimdir zaman. Evrendeki maddeyi/hareketi bir-anda durdursak, yada maddeyi kozmik bir süpürgeyle süpürsek ve ortada hareket yada madde kalmasa zaman da kalmaz/olmaz. Süpürülme işleminden sonra görülen/kalan şeyin (mekân) ne olduğunu her-hâlde Allah’tan başka kimse bilemez. Mekâna (hâşâ, “post vahdet-i vücûd”çuluk yapıp) “Allah” demeyeceksek, mekân da yok olucudur. Belki de bu yok-oluş süpürülmeyle birlikte gerçekleşir. Geriye ne kalacağını ancak O bilir. Bir de “saf-zaman” denen bir zaman da var mıdır?.. o da ayrı bir düşüncenin konusudur. Gerçi bu saf-zaman ben vâr-olduğum müddetçe; hareket vâr-olduğu müddetçe görülemeyecek/bilinemeyecek/idrâk edilemeyecektir. Bu yüzden bizi çok da ilgilendirmiyor. İdrâk edemeyiz çünkü.

 

Ali Şeriati: “Zaman, mekândan îbârettir” der. Augustinus ise: “Zaman, pek bir boyutu olmayan ‘şimdi’ ile, artık vâr-olmayan ‘geçmiş’ ve daha vâr-olmamış olan ‘gelecek’ arasında bulunan, dolayısıyla da ancak hatırlama (geçmiş) ve bekleme (geleceği) biçiminde vâr-olabilen bir şeydir” der.

 

O-hâlde “zaman” demek aslında “mevcut mekân” demektir. Çünkü zaman her zaman, mevcut mekanda ve oradaki hareketin seyrine göre ortaya çıkar ve ölçülür. Buna göre “zamâna uymak” yada “zamâna tapmak” aslında “mekâna uymak” ve “mekâna tapmak” demektir.

 

Peki mekânı belirleyen nedir?. İşte asıl önemli olan şey budur. Çünkü mekân maddedir ve normâlde mekânı meydana getiren şey, Allah’ın yarattığı madde ve eşyâdır. O-hâlde sorun nedir?. Sorun, mekânı meydana getiren maddenin ve eşyânın doğru kullanılıp-kullanılmamasıdır.

 

Bir mekân, dolayısıyla zaman, ya Allah’ın emri ve yasaklarına yâni vahiy-merkezli olarak inşâ olmuş bir rûh ve zihniyet ile, yada şeytan, nefs ve tâğut-merkezli şekillenmiş bir zihniyet ile inşâ olur. Ortaya çıkan mekân ve dolayısıyla zaman, ya Allah’ın râzı olduğu yada râzı olmadığı tarzda şekillenir. Allah’a göre şekillenen mekânda adâlet-eşitlik, hak-hakîkat, ahlâk ve düzen-nizâm ve hayır-sevap olurken, tâğuta göre şekillenen mekânda ise tam-tersine; adâletsizlik-eşitsizlik, haksızlık-ahlâksızlık, küfür-şirk, günah-haram, ayıp-suç ve zulüm ortaya çıkar ve yaygınlaşır. Üstelik küfür ve şirk yaygınlaştıkça çoğunluk tarafından kabûl edilip desteklenirken, hak ve hakîkat ise ötelenir ve hayattan uzaklaştırılır. Çünkü tâğûta göre şekillenen mekân, dolayısıyla zaman, küfür ve şirk-merkezli olduğu için haz, zevk, konfor, rahatlık, eğlence ve keyif vericidir, Allah-merkezli olan mekân, dolayısıyla zaman ise bunları sınırlayıp-kısıtlar ve insan çeşitli sorumluluklar yükler. İşte târih-boyunca insanları Allah’tan ve din’den uzaklaştırıp kopartan ve mevcut mekâna yâni zamâna yaklaştıran ve taptıran şey budur.

 

Târih boyunca insanlar her zaman, içinde bulundukları ve yaşadıkları mekâna yâni zamâna göre düşünmüşler, konuşmuşlar, yaşamışlar ve konum almışlardır. Allah ise, hem içinde bulunulan mekânın ve zamânın, tüm göklerde olduğu gibi İslâm’a göre düzenlenmesini, hem de “ilerideki zamânın ve mekânın” yâni âhiretin de hesâba katılmasını ister ve emreder. Zîrâ böyle olmadığında mevcut mekâna yâni zamâna tapmak kaçınılmaz olur. Târih-boyunca insanlar, âhiret hakkında yeterli îmâna ve güvene sâhip olmadıkları için Dünyâ’yı yâni mevcut zamânı riske atmak istedikleri için genelde mevcut zamâna göre hareket etmişler yâni zamâna tapmışlardır.

 

İnsan neye göre düşünüyor, neye göre konuşuyor, neye göre yazıyor ve neye göre hareket ediyorsa, onu kutsuyor ve ona tapıyor demektir. Târih-boyunca imtihanı kaybeden insanlar her konuda ve alanda genelde zamâna uymuşlar, dolayısıyla zamâna tapmışlardır ki bu durum günümüz modern zamanları için de geçerlidir hattâ modern zamanlarda çok daha geçerlidir. Zîrâ insanların büyük çoğunluğu, cehâletin ve sapmanın bir sonucu olarak, modern zamânı, “insanların ulaştığı en ileri seviye” olarak görmekte ve kabûl etmekte olduğundan dolayı modern zamâna derin bir huşû ile tapmaktadır. Oysa modern zaman, insanın rûhunun değil, nefsinin en ileri derecede doyuma ulaştığı zamandır. Çünkü insan, tüm zamanlarda, nefsini kısıtlayan değil, kışkırtan zamânı kutsamıştır ve kışkırtan zamâna tapmıştır. Modern zaman ve mekân ise, târih-boyunca nefsin kışkırtıcılığının en yoğun yaşandığı zamanlar olduğu için modern insan da modern zamânı kutsamakta ve ona tam bir teslîmiyetle tapmaktadır. O-hâlde zamâna tapmak, “nefse tapmak” demektir. Nefsini ilah edinen insan, tüm zamanlarda nefsini alabildiğine serbest bırakan zamâna ve dolayısıyla mekâna tapmıştır.

 

Nefsi serbest bırakıp alabildiğine kışkırtan modern zamanlar, insanın târih-boyunca ilahlaştırıp-taptığı en büyük puttur.   

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Aralık 2024

 

Devamını Oku »

Aşırı Zenginlik ve Dalâlet

 

“Kendisini tek olarak (ve yapayalnız) yarattığım (şu adam)ı Bana bırak; Ki Ben ona, alabildiğine çok mal (servet) verdim. Göz-önünde hazır çocuklar (verdim). Ve sayısız imkân ve fırsatları önüne serdim. Sonra, daha arttırmam için tamah eder (doyumsuz istekte bulunur). Hayır; çünkü o, Bizim âyetlerimize karşı kesin bir inatçıdır” (Müddesir 11-16).

 

Cennet neden kusursuz ve sorunsuz, ebedî nîmet yurdudur?. Çünkü orada hem tüm şartlar buna uygundur hem de cennette dalâlet yoktur. Zîrâ cennette zengin-fakir, makâm-mevki, güzel-çirkin, güçlü-zayıf, iyi-kötü, doğru-yanlış gibi şeyler yoktur. Bu ise bir adâletsizliğin, eşitsizliğin, haksızlığın ahlâksızlığın, şirkin, küfrün ve zulmün olmaması, dolayısıyla sorunların ve cedelleşmenin yaşanmaması demektir.

 

Dünyâ ise bir imtihan yurdu olduğu için formatı cennet gibi değildir ve mutlak anlamda sorunsuz bir dünyâ olmaz. Fakat Dünyâ’daki sorunlar da en minimuma indirilebilir ve bu nedenle Dünyâ’nın “cennetin bir şûbesi”ne döndürülebilmesi mümkündür. Nitekim tüm göklerde sorunsuz bir düzen, nizâm ve döngü vardır. O-hâlde Dünyâ’daki her-şey Allah’ın belirlediğine ve emirlerine göre olursa, Dünyâ’da da sorunlar en asgarîye inecek ve Dünyâ bir nevî cennetin şûbesi gibi olacaktır.

 

Peki Dünyâ neden cennetin bir şûbesi olamıyor ve Dünyâ neden bir düzene ve nizâma kavuşamıyor da insanların büyük  çoğunluğu neden sürekli olarak maddî yada mânevî bir yoksunluk ve perişânlık içinde yaşıyor?. Çünkü Dünyâ’da sürekli olarak dalâlet hüküm sürüyor. Dalâletin hâkimiyetinin nedeni ise; hem insanların şeytanın fısıldamaları ve nefsin kışkırtmalarına kapılmalarından hem de, özellikle, kendilerinde Allah gibi güç olduğunu zanneden ve bundan dolayı tüm kendilerinde Dünyâ’yı ve insanları yönetip-yönlendirme hakkını gören, köşe-başlarını tutmuş oldukları için aşırı zenginleşmiş olan “tâğutlar” yüzündendir. Dünyâ’nın ve insanların hâl-i pür melâlinin nedeni, “aşırı zenginleştikleri için dalâlete düşmüş olan tâğutlar” yüzündendir. Zîrâ aşırı zenginlik mutlakâ saptırır ve dalâlete düşürür. Çünkü aşırı zenginleşenler her türlü imkânı elde ettikleri için kendilerini Allah gibi güçlü görmeye başlarlar. Bu da onlara istediklerini yapabilecekleri zannettirir.

 

Aşırı güç, tüm mülkün sâhibi olan Allah’tan başka kimde olursa-olsun onu saptırır. Aşırı güç saptırıcıdır. İnsan aşırı gücü doğru yönetemez. Çünkü böyle bir yeteneği ve gücü yoktur. Bu nedenle insan târih-boyunca, 2S ve 2Ş olarak kısaca formülleştirilen servet-siyâset ve şehvet-şöhret ve de bunlar aracılığı ile ulaştıkları aşırı zenginlik ve güç yüzünden dalâlete düşmüş ve sapmıştır.         

 

Tüm zamanlar ve mekânlar için şaşmaz kuraldır: İnsan vahiy-merkezli İslâm’a uymuyorsa, ya cehâlette yada dalâlettedir. Cehâlet ile dalâlet birbirlerinin neden-sonucudur ve birbirlerini beslerler. Cehâlet arttıkça dalâlet, dalâlet arttıkça da cehâlet artar ve fazlalaşır. Cehâleti ve dalâleti arttıran birinci neden ise, “aşırı zenginlik”tir.

 

Bir sınırı olduğunda ve tüm Dünyâ’ya ve tüm insanlara adâletli olarak yayıldığında zenginlik kötü değildir elbette. Fakat zenginlik azınlığın tekeline geçtiğinde ve böylece aşırı arttığında mutlakâ dalâlet başlar. Bu nedenle Allah Kur’ân’ da şöyle der:

 

“…Servet) sizden zengin olanlar arasında dönüp-dolaşan bir devlet (güç) olmasın…” (Haşr 7).

 

İnsanlık-târihi, zenginlerin, “çıkarlarını koruma” târihidir. Kânunlar İslâm kânunları olmadığında, yasalar, “zenginleri koruma kânunları” olup çıkar. Bu-bağlamda demokrasi ve oy vermek, mevcut ideolojinin ve zengin-fakir arasındaki uçurumun sürmesini isteyerek; “zengin daha da zengin olsun, gariban da gariban kalmaya devâm etsin” demektir. Bundan dolayı târih-boyunca olan şey şudur: Zengin yatarak para kazanır; fakir ise çalışarak onu besler. İşte dalâleti başlatan ve sürdüren şey budur.

 

Ebu Zer Gıfâri, Muâviye’ye bu nedenle: “Ey Muâviye!; sen zengini daha zengin, yoksulu da daha yoksul yaptın” demişti. Hz. Ali de: “Bir yoksul aç ise, bunun nedeni zenginin zevk ve sefâ içinde yaşamasıdır” demiştir. Allahsız-seküler sistemlerde zenginler daha zengin, fakirler daha fakir, aptallar da daha aptal olurlar. Buna neden olan şey dalâlettir. İnsanlar sefâlet içindeyken zenginlerin refah içinde yaşamaları dalâletin en bâriz göstergesidir.

 

Bozulma ve dalâlet (ifsâd) ilk önce saraylarda, daha sonra zenginlerin kâşânelerinde başlar. Oradan da genele yayılır. Hırsızlar, çaldıklarıyla zenginleşince, malını çaldıkları kişilerin fakirlikleriyle alay ederler. Fakirler ve garibanlar de dalâlete düşmüşlerse, buna karşı îtirâz ve isyân edeceklerine, onlar gibi olmayı hayâl etmeye ve onlar gibi olmak için çabalamaya başlarlar. Çünkü dalâlet bulaşıcıdır ve sünnetullah ve imtihan nedeniyle çabuk yayılır. 

 

İnsanlar arasındaki eşitliği yada “benzer”liği ancak fakirlik-yoksulluk sağlarken, zenginlik ise alabildiğine bozar. Bu nedenle İslâm’da aşırı zenginliğin önü tıkalıdır. Çünkü kapitâlizm “fakirden alıp zengine vermeyi” esas alırken, İslâm ise, “zenginden alıp fakire vermeyi (zekât)” esas alır. Bu da İslâm toplumunda aşırı zenginlerin fakirlerin olmasını engeller. Zîrâ bir ülkede insanların aşırı zenginleşmesi ve tekelleşmesi her zaman, eşitsiz-adâletsiz-ahlâksız bir ekonominin ve ekonomik uçurumların ortaya çıkmasına neden olur. Bu uçurum günahın, haramın, ayıbın ve suçun armasındaki en büyük etkendir. Dünyâ’nın en zengin ülkeleri ve insanları, en günahkâr ve en dalâlette olanlarıdır.

 

Servet ve aşırı zenginlik saptırıcıdır. Çünkü servet yâni aşırı zenginlik, sâhiplerinde şiddetli bir “yönetme ve yönlendirme isteği/arzusu” oluşturur. Parayı bulanlar, yönetimi de kendileri yapmak isterler. Dalâletten dolayı kendilerinde böyle bir hak görmeye başlarlar. Zîrâ zenginlik kişide, “sözün gücü”nü değil, “gücün sözü”nü üstün gösterir. Servetin oranı, yönetilecek alanın büyüklüğünü belirler. Tüm insanların sâhip olduklarından daha çok servete sâhip olanlar, tüm Dünyâ’yı ve tüm insanları yönetmek ister. İşte şirk budur. Bu yüzden sınırı aşmış olan zenginlik, mutlakâ şirki, küfrü, sapmayı, dalâleti ve zulmü de yanında getirir.

 

Aşırı zenginlik insana mutlakâ şu iki şeyi söyletir: 1-“Bu bana Allah’ın bir hediyesidir”; 2-“Bu, aklımı çalıştırmamın karşılığıdır”. Kârûn ikincisini söylemişti de malıyla birlikte yerin dibine geçmişti. Peygamberler ise mülkün gerçek sâhibinin Allah olduğunu çok iyi bildikleri ve kabûl ettikleri için, serveti en doğru şekilde yönetebilirler. Bu-bağlamda; Hz. Süleyman’ın serveti kişisel bir servet değil, devletin zenginliği idi. Devletin zenginliği hükümdâra isnât edilir. Hz. Süleyman’da “mal yada at sevgisi” değil, “hayır sevgisi” vardır. “Hayr sevgisi”nden dolayı zenginlik istiyordu. “Zenginliği tüm insanlara paylaştırmak sevgisi” yer etmişti onda. O, bunu, Allah’ı zikretmenin bir şekli olarak görüyordu:

 

“Fe kâle innî ahbebtu hubbel hayri an zikri rabbî, hattâ tevârat bil hıcâb”. “Gerçekten ben, ‘hayır sevgisi’ni (hubbel hayr) Rabbimi zikretmekten dolayı tercih ettim” (Sâd 32).

 

Hz. Süleyman’ın hâkimiyetini, kendisine gösterişli malın sevdirildiğini ve sarayının gösterişli olduğunu söyleyip duranlara şunu söylüyoruz; Hz. Süleyman’a sevdirilen şey, lüks ve gösterişli mal değildi. Ona sevdirilen şey, “mal sevgisi” değil, “hayır sevgisi”dir: “Ahbebtu hubbel hayr”=“Hayrı, hayra ulaşmayı sevdim” diyor Hz. Süleyman. Hayrın herkese eşit bir şekilde ulaşmasını sevmiş. Bunu zikredip durmuş. Bu zenginlik, devletin herkes için zenginliğidir. Zâten ancak bu zenginlik saptırmaz ve dalâlete düşürmez.

 

Allah nasıl ki vahyi bir insan (peygamber) üzerinden yayıyorsa, nîmetlerinin de insan (zengin) üzerinden yayılmasını ister. Bu nedenle İslâm’da zekat, infak, sadaka, hayır vs. vardır ve zenginlik olabildiğince paylaştırılır. Zîrâ paylaşılmayan zenginlik mutlakâ dalâleti getirir ve saptırır:  

 

“Mûsâ dedi ki: Rabbimiz, şüphesiz Sen, Firavun’a ve önde gelen çevresine dünyâ-hayâtında bir çekicilik (güç, ihtişam) ve mallar verdin. Rabbimiz, Senin yolundan saptırmaları için (mi?.) Rabbimiz, mallarını yerin dibine geçir ve onların kâlplerinin üzerini şiddetle bağla; onlar acı azâbı görecekleri zamana kadar îman etmeyecekler” (Yûnus 88).

 

Zenginlik, Allah’ın emir ve yasaklarına karşı insanı gevşekleştirir ve dalâlete düşürür. Bu en bâriz olarak savaş sırasında açığa çıkar:

 

Yol, ancak o kimseler aleyhinedir ki, zengin oldukları hâlde (savaşa çıkmamak için) senden izin isterler ve bunlar geride kalanlarla birlikte olmayı seçerler. Allah, onların kâlplerini mühürlemiştir. Bundan dolayı onlar, bilmezler” (Tevbe 93).

 

Dünyâ’nın en zengin ve en güçlü(!) ülkesi, “en çok tüketen”lerin ülkesidir. En çok tüketenler, en çok dalalete düşmüş olanlardır. Eğer siz de onlar kadar zengin olmak istiyorsanız; delâlete düşmeyi da göze alıp kabûl etmeniz gerekir. Çünkü o gıpta ettiğiniz zengin ülkeler ve insanların zenginliği, öldürme, hırsızlık, sömürü ve köle ticâreti ile başlamış ve yine farklı sömürü ve cinâyetlerle devâm etmektedir.

 

Peki bu servet yâni aşırı zenginlik hiç mi faydalı olamaz?. Netîcede Dünyâ’da yaşıyoruz ve Dünyâ’nın bir değeri/serveti var. Allah bu konuda ne diyor?. Allah tabî ki de mülkün kullanılmasına izin verir, çünkü kullanılması için yaratmıştır. Aksi-takdirde yaratmazdı. Ama bu mülkün adâletlice ve eşitçe paylaşılmasını istediği için (Fussilet 10) servetin emin-ellerde olmasını diler ve ister. Bu da zenginliğin İslâm’ın kontrôlünde olmasını gerektirir. Servetin kimlere ve neden verileceği Kur’ân’da şöyle belirtir:

 

“Peygamberleri onlara, Allah size Tâlût’u hükümdar olarak gönderdi dedi. Onlar, ‘o bizim üzerimize nasıl hükümdar olabilir?. Biz hükümdarlığa ondan daha lâyığız. Ona zenginlik de verilmemiştir’ dediler. Peygamberleri şöyle dedi: Şüphesiz Allah onu sizin üzerinize (hükümdar) seçti, onun bilgisini ve gücünü artırdı. Allah mülkünü dilediğine (uygun gördüğüne) verir. Allah lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir” (Bakara 247).

 

“(Yûsuf) dedi ki: Beni (bu) yerin (ülkenin) hazîneleri üzerinde (bir yönetici) kıl. Çünkü ben, (bunları iyi) bir koruyucuyum, (yönetim işlerini de) bilenim” (Yûsuf 55).

 

“Biz Dâvud’un mülkünü güçlendirdik, ona hikmet ve hak ile bâtılı ayıran söz (hüküm verme) yeteneği verdik” (Sâd 20).

 

Evet; zenginlik paylaşılmadığında ve normâlleşmediğinde mutlakâ saptırır ve dalâlete düşürür. Zenginliklerini Allah’ın emri doğrultusunda paylaşmayanların ise dalâlete düşerek Allah’a ve O’nun indirdiklerine karşı gelirler ki böyle olanların Dünyâ’da huzûr bulması, âhirette ise cennet yüzü görmeleri mümkün değildir:

 

“Şüphesiz âyetlerimizi yalanlayanlar ve onlara karşı büyüklenenler, onlar için göğün kapıları açılmaz ve halat (yada deve) iğnenin deliğinden geçinceye kadar cennete girmezler. Biz suçlu-günahkârları işte böyle cezâlandırırız” (A’raf 40).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Aralık 2024

Devamını Oku »