13 Ocak 2020 Pazartesi

Akıl ve Nakil




“… O, akıl erdiremeyenlerin üzerine iğrenç bir pislik kılar” (Yûnus 100).

“…Bugün size dîninizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nîmetimi tamamladım ve size din olarak İslâm’ı seçip-beğendim..” (Mâide 3).

Bir yazıda şöyle denir: “İslâmî bilgi kaynakları dörttür. Bunlar: 1- Kitap, 2- Sünnet, 3- İcmâ-i ümmet, 4- Kıyas-ı fukahâdır. Bu delillerden ikisi naklin, diğer ikisi de aklın sahasına girerler. Kitap ve Sünnet nakildir. Yâni Kur’ân-ı Kerîm ile Peygamber Efendimizin (asm) Sünnet’i tabîdir ki, bize nakil yoluyla ulaşmıştır. İcmâ-i ümmet ile kıyâs-ı fukahâ da zâten iki nakil kaynağının akıl ile yorumlanmasından ibâret iki alandır. Nakil denilince, âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerifler anlaşılır”. Biz de bu yazıda “nakil” derken “vahyi” ve de vahyin “güzel örneklik” şeklindeki pratikliği olan “Sünnet”i kastediyoruz.

Kur’ân’da akılla direkt ilişkili olan -benim saydığıma göre- 72 tâne âyet vardır (75 diyen de var) ve bu âyetlerin en ünlüsü de Yûnus Sûresi’nin  100. âyetidir. Yâni İslâm Dîni ve Kur’ân, birilerinin zannettiği gibi akla önem vermeyen bir din değildir. Hattâ tam-aksine, Kur’ân, aklını kullanmayanları ağır bir şekilde eleştiriyor ve aklını kullanmayanların pisliğe batacağını söylüyor. Allah akla çok önen verir ve Kur’ân’da bir-çok âyet akla önemin vurgusunu yapar. Aslında Kur’ân’da: “Allah’ın izni olmaksızın, hiç kimse için îman etme (imkânı) yoktur. O, akıl erdiremeyenlerin üzerine iğrenç bir pislik kılar” (Yûnus 100) denildikten sonra aklın önemini gösteren başka bir âyete gerek bile yoktur. Kur’ân, insanlar akıllarını vahiy-merkezli kullansınlar diye indirilmiştir. Zâten vahiy ancak, îman edenlere, sâlih amel işleyenlere ve akıllarını vahyin ışığında kullananlara yol gösterecektir.   

Lâkin; İslâm’da merkeze alınması gereken şey, modern kafalıların zannettiği gibi akıl değil, nâkildir, yâni Kur’ân ve Sünnet’tir. Dinde nakil esastır ve dînin hâkim olması gereken hayatta ise akıl “nakil-merkezli” olmalıdır. Aksi-halde akıl “nefis-merkezli” olur ve hayâta din değil şeytan hâkim olur ki, günümüzde olan şey aynen budur.

İslâm, insana aklını kullanması ve tabiatı incelemesi için çağrıda bulunan yegâne dindir. Fakat bu akıl, batı’nın yaptığı gibi nefis-merkezli değil, nakil-merkezli yâni Kur’ân ve Sünnet-merkezli olmalıdır. Bu bağlamda akıl ve nakil el-ele vererek İslâm’ın ilkelerini bugüne yeniden taşımalı ve mevcut Dünyâ’ya bu minvâlde hitâp etmelidir.

Akıl “nakil-merkezli” olmalıdır. Zîrâ aklın üstünde ve ötesinde nakil vardır. Nakil, aklın üstünde ve ötesindedir. Çünkü akıl gayb konusunda âciz kalır. Aslında akıl, akledilebilecek olan maddî şeylerde bile bir miktar yol alabilse de belli bir sınırdan sonra âciz kalır. Meselâ daha, basit bir romatizma bile akıl kullanılarak şifâ anlamında tam anlamıyla tedâvi edilememektedir. Modern-tıp, akıl merkezinde ne kadar gelişirse-gelişsin, kronik hastalıkların kesin tedâvisinde âciz kalmaktadır. Bu bir-çok alanda da böyledir.

Akılla her-şeyin bilinip çözülebileceği inancı bâtıldır. İnsanlık târihinde insanın başına gelen zulümler ve kötülüklerin yarısı, aklı kullanmamaktan dolayı ise, yarısı da aklı nefis-merkezli kullanmaktan dolayıdır. Akıl, nakilsiz yâni vahiysiz kullanıldığında fitneye döner ve ifsâd eder ki modern zamanlarda nakli inkâr ve iptâl edenlerin “akıllarını kullanarak yaptıkları zulümler”, tüm insanlık târihinde meydana gelen kötülüklerden ve zulümlerden kat be kat fazladır.

Modern insanlar ve müslümanlar, naklin yerine aklı koymak uğraşındadırlar. Bu bağlamda moderne uymayan nakli akılla aşırı yoruma tâbi tutarak hakîki anlamından saptırmaktadırlar. Akıl, hattâ en saf akıl, eğer vahyin ortaya koyduğu sözleri ve metodu ortaya koyabilecek olsaydı, insanlık târihinin dâhileri, aynı-zamanda peygamber de olurdu. Oysa akıl, daha kendi yaptıkları yüzünden ortaya çıkan fitneleri ve ifsâdı bile düzeltebilecek bir çâre ortaya koyamıyor ki bu, aklın ilahlaştırıldığı ve modernitenin hâkim olduğu günümüzde bile böyledir. Nakil olmadığında akıl ne kadar kullanılırsa-kullanılsın sorunlar bitmeyecek ve tam-aksine katlanarak artacaktır.

Akıl, insanı ancak gaybın kapısına kadar getirir ve orada bırakır. Zîrâ akıl delille çalışır ve gaybın bir delîli olmadığı için akıl o noktada işlevsiz ve âciz kalır. Akıl delîlin götürebildiği yere kadar gider. Oradan sonra ise îman devreye girer. Naklin bir sonucu olan îman bu nedenle aklı tamamlar ve ona yol gösterir, çünkü ondan üstün ve ötedir. Akıl gayb konusunda çâresizdir. Allah, âhiret, melek, cennet-cehennem, vahiy, cin, rûh, bilinç ve hattâ aklın kendisinin bile ne olduğu hakkında Allah’ın bildirdiği azıcık bilgiden başka bir bilgi ortaya koyamaz. Çünkü çapı yetmez, yaratılıştan kendine verilen aklî kapasite yetersiz kalır.

Modernite modern insanı sürekli olarak “akılla her-şey bilinir” sözüyle kandırmaktadır. Böylece modern insan da nakli yâni vahyi bir tarafa atarak aklıyla her-şeyi bilebileceği ve düzeltebileceğini sanarak ömrünü boşuna harcar. Üstelik bunu, “süper akıllıların” ortaya çıkardığı sonsuz fitnelerle uğraşırken söylemektedir.

Aklı olmayanların elbette dîni de olmaz fakat din yâni nakil olmadan da akıl küresel anlamda iyilikler ortaya koyamaz. Zîrâ din olmadığında akıl, ne olduğunu bile bilmediği  ve bilemeyeceği nefsinin güdümüne girer. Nefs onu istediği yöne sürükler. O hâlde akıl “yönlendirilmesi ve kullanılması gereken” bir şeydir. Böylece ya nefsin yönlendirmesine girecek ve nefis-merkezli kullanılarak fitne üretip ifsâd edecek, yada naklin yönlendirmesiyle kullanılarak hakkı ve hakîkati ortaya koyacak ideâl bir Dünyâ kuracaktır.

İnsan ne kadar akıllı olursa-olsun yanlış sonuçlara ulaşacaktır:

“Çünkü o bir düşündü, ölçtü biçti. Kahrolası, nasıl ölçüp biçti. Sonra (yine) kahrolası nasıl ölçüp biçti. Sonra bir baktı. Sonra kaşlarını çattı ve yüzünü ekşitti. Sonra da sırt çevirdi ve büyüklük tasladı (istikbar). Böylece: ‘Bu, yalnızca aktarılarak öğrenilen bir büyüdür’ dedi. ‘Bu, bir beşer sözünden başkası değildir’ dedi” (Müddesir 18-25).

Üstün zekâya sâhip bir Arap dâhisi olan Velid bin Muğire, burada aklını nakil-merkezli olarak kullanmayıp da nefis-merkezli kullanınca, vahyin âyetleri belki de kâlbini etkilemiş olsa bile, çıkarına endekslenmiş olan beynini yâni zekâ ve mantığını etkilemediğinden dolayı, apaçık bir nûr olan âyetler için, “eskilerin masalları” deyivermişti.

Gerçekten zekî olanlar yâni “temiz” insanlar, akıllarıyla, bilgileriyle ve beyinleriyle kibirlenmeyen ve aslında bildiklerinin ve zekâlarının ne kadar da yetersiz olduğunu fark edenlerdir. Sokrates “zeki olduğumu biliyorum, çünkü hiç-bir şey bilmediğimi biliyorum’’ demişti. Zîrâ hakîkate zekâ ile değil, îman ve îmânın yönlendirdiği nakil-merkezli akleden kâlp ve bu kâlp ile yapılan sâlih amellerle erilebilir.

Nefis-merkezli akıl yüzünden ortaya çıkan sorunları yine salt nefis-merkezli akılla çözmeye çalışmak ahmaklıktır. Demokrasinin ortaya çıkardığı sorunların “daha fazla demokrasi” ile çözüleceğini sananların yaptığı gibi. Oysa nefsin güdümündeki yada yeterli şekilde kullanılmayan aklın ortaya çıkardığı sorunları ancak, naklin kılavuzluğundaki akıl çözüp bitirebilir. O hâlde nakil-akıl birliği zorunludur ve keyfî değildir. Nakilsiz akıl, “nefsin kuşattığı akıl”dır ki ondan pek de faydalı ve doğru bir şey ortaya koyması beklenemez. Nefsin güdümündeki akıl ancak, nefsin hoşuna giden şeyler ortaya koyar ki, nefsin egemenliğindeki modern çağ ve modern insan, nefsini kışkırtan bu aklı ilahlaştırmıştır.

Aklı nefsin kontrôlüne birmiş olan kişi bâzen, hiç-bir yarar görmediği şeyi “iyi” olarak kabûl ederken, içinde yarar bulabileceği şeyi de “kötü” olarak kabûl eder. Yâni nefsin kontrôlündeki akıl her zaman iyiyi-kötüyü doğru bir şekilde ayıramaz. Böyle olunca da yapması gereken şey, nakle teslim olmaktan başkası değildir:

“Savaş hoşunuza gitmediği hâlde üzerinize yazıldı (farz kılındı). Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey, sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz” (Bakara 216).

Öyleyse ‘iyi’ ve ‘kötü”nun insanın tasvir ettiğinden farklı bir anlamının bulunduğu açıktır. İnsanın aklına yatan şey her zaman iyi olmayabiliyor. O hâlde mutlak iyiliğin ve doğrunun kaynağı Allah ve O’nun gönderdiği vahyin yâni naklin kılavuzluğuna ihtiyaç vardır.

Gazali: “Mükellefiyetler (yükümlülükler) akıldan değil, şeriattan (nakil) kaynaklanır” der. Çünkü nakilsiz akıl yâni nefsin güdümündeki akıl kişiye sorumluluk yüklemez. Hattâ nakilsiz akıl, insandan tüm sorumlulukları uzaklaştırmakla uğraşır durur.

Akıllarını ilahlaştıranlar, ilahlaştırdıkları aklın ne olduğunu bile bilmedikleri için, onu “beynin işleyişinin bir sonucu” olarak görürler. “Bilinç, akıl, şuur, rûh vs. beynin yâni insanın bir sonucudur” derler. “Eşyânın işleyişi mânevî olanı belirler” derler. İnsan sâdece bedenen değil, komple eşyâdır onlara göre. Zâten onlara göre rûhî-mânevî yön, eşyânın işleyişinin bir sonucudur. Dolayısı ile rûh, vahiy, peygamber, kitap ve gaybın her alanının kaynağı insandır. Buradan çıkan zorunlu iki sonuç şudur: 1- Eşyâdan başkası yoktur ve Allah düşüncesi de Allah da -hâşâ- eşyânın bir sonucudur. 2- İnsan öldüğünde Allah, gayb ve mânevî olan yönü de ölür ve yok olur gider. O hâlde bu mantık yürütme, “insandan başka varlık ve ilah yoktur” diye bir sapıklık ile sonuçlanır.

Aklın belirlediği her zaman doğru değildir. Hattâ Dünyâ’daki tüm akıllar bir şeye “doğru” dese bile, o şey eğer nakle aykırı ise yine de “yanlış” olur. Bakın meselâ nefis-merkezli (yada nakil-merkezli olmayan) modern akıl ile yapılan yasamada, naklin “haram” diyerek yasakladıkları içki-zinâ-kumar-fâiz gibi ana unsurlar serbest bırakılmakta ve hattâ bunları nakil esas alınarak eleştirmek bile yasaklanmaktadır. Hâlbuki bunlar apaçık bir şekilde toplum yapısını bozan başlıca unsurlardır.

Akıl ve nakil aynı değerde yan-yana olamaz. İkisinden biri diğerinin tahakkümünde olmalıdır. Eğer akıl naklin yönlendirmesinde olmazsa, nakil aklın tahakkümüne girer ki bunun sonucu nakli iptâl etmeye kadar varır. Zîrâ akıl naklin üstüne çıkarıldığında, -akıl mutlak olmadığı için- mutlakâ başka bir şeyin güdümünde olacağı için kendisine en çok rüşvet veren nefsin güdümüne girer. Oysa akıl naklin güdümünde olduğunda işler değişir ve her-şey yoluna girer. İslâm târihinde çoğu zaman akıl iptâl edilip yok sayılmış olsa da, İslâm’a göre akıl mutlakâ nakil-merkezli kullanılması gereken bir şey olduğundan dolayı yok sayılamaz. Nakil aklın yönlendiricisi olduğunda akla sorumluluk yükler ve onu kullanır. Akıl naklin yönlendiricisi olduğunda ise ya ifsâd eder yada yok eder. Modern zamanlarda bunun örneğini çok net olarak görebiliyoruz. Modernite ile birlikte akıl ilahlaştırılırken nakil ise yok sayılmıştır. Nakilden mahrûm kalan akıl, vicdansız ve merhâmetsizlik batağına batar ve mutlakâ zulmeder.

Akıl ilahlaştırıldığında insan için -güyâ-mümkün olmayan hiç-bir şey kalmaz. Hâlbuki insan için kâinatta çok az şey mümkündür.

Aklı aşırı öne çıkaranlar, nakli aklın nesnesi yapmışlardır. İslam filozoflarından bâzıları, nakli aklın bir sonucu olarak görmüşlerdir. Hattâ bu nedenle de apaçık îman umdelerini bile “nefis-merkezli akıl yürütme” demek olan “akılcılık” merkezinde yorumlamışlardır. Bu kişiler aklını çok beğendikleri Aristo’yu peygamber îlan etmişlerdir. Bunları hicvedenler olmuştur ve bu hicivlerden biri şu şekildedir: “Siz Yunan filozoflarını sanki peygamberlerinizmiş gibi düşünerek, kâfirlerin ilimlerini kendinize şeriat olarak aldınız”.

Ernest Renan; “İslam amansız bir akıl düşmanıdır” demişti. Oysa Kur’ân 72 tâne, akıl ile ilgili âyet içermektedir ki bu âyetlerin efendisi de Yûnus 100. âyettir. İslâm akla düşman değildir, İslâm “nefsin güdümündeki akla” düşmandır, “naklin yönlendirmesindeki akla” değil. Çünkü nefsin yönlendirmesindeki akıl sürekli olarak fitne üretip ifsâd etmekte ve bir-çoklarını mahrûm ve mazlum bırakmaktadır. Süper(!) silahlar nefsin yönlendirmesindeki akıl ile îcat edilmiştir ve yeryüzünü kana ve zulme boyamaktadır.

Merkeze alınması ve standartlaştırılması gereken şey akıl değil nakildir. Yada “nakil-merkezli akıl”dır. Nakil Allah’ın sözü olduğu için şaşmaz, fakat akıl nefs tarafından etkilenebildiği için şaşması çok olasıdır. Zâten aklın ilahlaştırıldığı ve merkeze alındığı modernizmde aklın çapsızlığından dolayı idrâk edilemeyen şeyler inkâr edilmeye başlanmıştır. Nefsin kontrôlündeki akıl pozitivizmi îcat etmiştir ve mânevî olanı yok saymaktadır. Yine, nakilsiz akıl gaybı inkâr eder, zîrâ idrâk edemez. İdrâk edemediklerini yok sayar bu yüzden. Mûcizeyi, vahyi vs inkâr eder. Zîrâ anlamlandıramaz. Anlamlandıramadığı şeyi yok sayar. Zâten kendisinden daha üstün bir şey görmez. Akıl îmânın yerine konduğunda fitne üretir ve ifsâd eder.

Nakli yerip aklı ön-plâna çıkaranlar, akıl kemâle erdiği için artık dîne de gerek olmadığını söylerler. Bakın Fazlurrahman ne diyor:

“Kur’ân’ın ‘son vahiy’ ve Hz. Muhammed’in ‘son Peygamber’ olduğu gerçeği, insanlığın gelişmesi açısından oldukça anlamlıdır. Bu demektir ki; insan, öyle bir olgunluk seviyesine çıkmıştır ki, artık onun hazır vahyin yardımına ihtiyâcı yoktur, insan, kendi ahlâkî ve fikrî kurtuluş kaderini kendisi çizebilir. Ayrıca İslâm, insanı, sâhip bulunduğu aklî ve ilmî güçler konusunda şuurlandırarak insanlığın gelişmesinde önemli bir rôl oynadı. Kur’ân vahyinden ayrı olarak, aynı sürecin gerçek târihte de yer aldığı görülmektedir. Şöyle ki, İslâm medeniyeti, hem düşünce hem de ilim alanında eski devirlerin sır tellâllığını yapan atmosferini silip süpürerek, onun yerine modernliğin ilmî ve uyanık rûhunu getirdi ve böylece söz-konusu modern tutumun doğmasını sağladı”.

Akla, Allah’ı -hâşâ- apaçık bir şekilde gösterseniz bile akıl yine de O’nun Allah olduğunu kabûl etmez. Zîrâ O’nun Allah olduğunu kabûl edecek bir argümanı yoktur.

Akıl bâzen de îmâna ve kurtuluşa engel olur. Hz. Nûh’un oğluna seslenmesi ve oğlunun güyâ aklını kullanmasıyla kurtulacağını zannetmesi buna örnektir:

“(Gemi) onlarla dağlar gibi dalga(lar) içinde yüzüyorken Nûh, bir kenara çekilmiş olan oğluna seslendi: ‘Ey oğlum, bizimle birlikte bin ve kâfirlerle birlikte olma’. (Oğlu) Dedi ki: ‘Ben bir dağa sığınacağım, o beni sudan korur’. Dedi ki: ‘Bugün Allah’ın emrinden, esirgeyen olan (Allah)dan başka bir koruyucu yoktur’. Ve ikisinin arasına dalga girdi, böylece o da boğulanlardan oldu. Denildi ki: ‘Ey yer, suyunu yut ve ey gök, sen de tut’. Su çekildi, iş bitiriliverdi, (gemi de) Cudi üstünde durdu ve zâlimler topluluğuna da: ‘Uzak olsunlar’ denildi” (Hûd 42-44).

Dînimiz akla değil, îmâna dayanır; onu akla dayandırmak, “altından kalkamayacağı bir yükün altına sokmak” demektir.

Saf akla kalsa nakli inkâr eder. Zîrâ onu temellendiremez. Neyle temellendirecek ki?. Çünkü akıl ancak maddî olanla temellendirme yapabilir. Gaybı, nakli, vahyi ve Allah’ı madde ile temellendirmede akıl çâresiz kalacağı için, madde ile somut bir inanç temellendirmesi yapılamaz. Fakat akıl, maddeye bakarak onun bir yaratıcısı olduğunu ve naklin de işte bundan bahsettiğini görerek nakli kabûl eder ve naklin yönlendirmesine göre hareket eder. David Hume:

“İnsan aklı, mâhiyeti gereği hiç-bir zaman tanrı inancını temellendiremez, dolayısıyla Dünyâ’ya dayanarak ileri sürülen bütün ispat, delil ve görüşlerin bir anlamı olmaz; kısacası, bu alanda aklın herhangi bir görevinden ve başarısından söz edilemez. Dînî inanç sistemleri rasyonel değerlendirmeye tâbi tutulamaz” der.

İnanma, delil ve ispât standartlarına uygun bir iş değildir. Eğer öyle olsaydı, yâni Tanrı başta olmak üzere, inanılması gereken diğer konular objektif ölçülerle kavranmaya müsâit şeyler olsalardı, o zaman zâten inanmaya, dolayısıyla riske girmeye gerek kalmazdı.

Akıl kişiyi îmânın kapısına kadar götürür. İşte orada kişi sağlam bir irâdeye sâhipse inanır, değilse inanmamaya devâm eder. Îmânı kabûl eden irâdenin mekânı kâlptir. Yoksa îman, “bir delîlin sonucuna dayanan bir fikrî tasdik” değildir. Zâten “Hak din”, tümüyle rasyonel ve mâkûl olmak zorunda değildir, zîrâ gaybdan bahsetmektedir.

Merkeze nakil yâni vahiy değil de akıl alındığında, İslâm rûhânîliğini kaybeder ve aklîliğe indirgenir. Ruhsuz akıl ise kişiyi maddeye meftûn eder. Maddeye meftûn olan insan maddeyi ilahlaştırmış demektir.

Akılcılık lâikliğin teorisidir. Akıl nakilden ayrıldığında, “akılcılık” ortaya çıkar.

Nefis-merkezli akılda rûhânîlik ve mânevî duygular yoktur. Bu, nakil-merkezli akılda olur. Nakilde hem rûhânîlik hem de akıl vardır. İnsanın yapısı ise hem aklî hem de rûhânî yapıdadır. O hâlde merkeze alınması gereken şey akıl değil nakildir ve bu nedenle akıl naklin yönlendirmesinde olmalıdır.

Müslüman olarak akla uygun olmayan dînî hükümlere uyuyoruz. Meselâ çok sıcak yaz günlerinde yaklaşık 17 saat boyunca oruç tutmanın aklî bir yanı yoktur. Ama bunu yine de yapıyoruz. Aklımızı dinlemiyoruz ve îmânımıza göre hareket ediyoruz. Çünkü îmân akıldan üstündür.

Akıl standart değildir ama nakil standarttır. İnsan sayısınca farklı akletme-şekli vardır. Bu nedenle aklı merkeze aldığımızda nakli iptâl edeceğimiz gibi, sayısız inanışlar ortaya çıkar. Nakilsiz akıl, aklî olgunluğunu tamamlamış değildir ve hiç-bir zaman da tamamlayamaz. Oysa nakil tamamlanmıştır:

“…Bugün size dîninizi kemâle erdirdim, üzerinizdeki nîmetimi tamamladım ve size din olarak İslâm’ı seçip-beğendim..” (Mâide 3).

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Eylül 2019



Devamını Oku »

7 Ocak 2020 Salı

İslâm’ı Eğitime İndirgemek



“Yaratan Rabbinin adıyla oku. (Alâk 1).

“Ancak îman edip sâlih amellerde bulunanlar, bir-birlerine hakkı tavsiye edenler ve bir-birlerine sabrı tavsiye edenler başka” (Asr 3).

Hemen baştan söyleyeyim ki, ben İslâmî ilim ve eğitimin olmasını ve yaygınlaşmasını istiyorum, bunun için çalışıyorum ve yaygınlaşmasından memnunum. Bu yazıda ilmin ve eğitimin olmasını değil, “İslâm’ın salt ilme ve eğitime indirgenmesini” tartışacağım.

Kur’ân: “Andolsun biz Kur’ân’ı düşünüp öğüt alınsın diye kolaylaştırdık. Öğüt alan yok mu?” (Kamer 17, 22, 32, 40) der. Bundan anlaşılan bâriz şey, Kur’ân’ın, okunduğunda kolayca anlaşılabilecek bir Kitap olmasıdır. O hâlde “Kur’ân samîmi, ciddî ve gayretli okumalar yapıldığında genel mesajı tüm insanlar tarafından kolayca anlaşılabilecek bir Kitap’tır” diyebiliriz. Peki Kur’ân bu kadar okunmasına rağmen müslümanların durumu niçin “içler acısı” denebilecek bir seviyededir?. Biz diyoruz ki, bu durumun nedeni, Kur’ân’ın anlaşılması değil, okunmaması ve okunup idrâk edildiğinde de uygulanmamasıdır. Okunmuyor ki uygulansın; uygulanmıyor ki durum düzelmeye başlasın ve düzelsin.

Kur’ân’ın sâdece okunması yetmez, onun uygulanması da gerekir ki asıl önemli olan budur. Çünkü bir bozukluğu düzeltmek eğitim ile başlar fakat eğitimden ziyâde amel-eylem ile düzelir. Müslümanların sorunları, eğitimden sonraki yada eğitim ile birlikte olan ciddî amel ve eylemler ile giderilebilir ancak. Fakat özellikle moderniteyi benimsemiş olan müslümanlar, işi eğitimle sınırlandırmakta, İslâm’ı eğitime indirgemektedirler. Bu bağlamda Kur’ân’ı okumakta ve hattâ onun altını üstüne getirmektedirler. Fakat bu yapılanlar mâsum ve mazlûmların yaralarına bir merhem olmamaktadır. Zîrâ yaptıkları çalışmalar amel-eylemden yoksundur.    

Kur’ân sâdece Türkçe yada Arapça okumak ve öğrenmek için değil, hayâtın tam ortasında yaşanmak ve hattâ onu hayâtın tam ortasında hâkim kılmak için de gönderilmiştir. Peygamberimiz Kur’ân’ı kapalı kapılar ardında okumakla yetinmedi ki!. Zâten Kur’ân bundan râzı değildir:

“Ey örtünüp bürünen!.  Birazı hâriç, geceleri kalk namaz kıl. Yâhut bunu biraz azalt, yada çoğalt ve Kur’ân’ı tâne-tâne oku. Doğrusu biz sana (taşıması) ağır bir söz vahyedeceğiz” (Müzzemmil 1-5).

Görüldüğü gibi, Kur’ân vahyi ağır bir sözdür ve onu taşımak da vardır ki bu daha da ağırdır. Vahyin taşınması, onunla amel edilmesidir. Yoksa İslâm “salt eğitim yolunda olmak, Kur’ân’ı öğrenmek ve sonraki nesle tevârüs ettirmekle sınırlı olan bir din” hâline gelmiş olur ki bu, “İslâm’ı eğitimle sınırlandırmak” anlamına gelir.

Târihî süreçte; meşrepçilik, mezhepçilik, meslekçilik ve nihâyet mektepçilik ortaya çıktı, İslâm mektebin dört duvarı arasına kapatıldı ve hayattan koparıldı. Hayattan kopuk bir İslâmî eğitim metodu, yenilmişliğin bir tezâhürüdür. Siyâsî, askerî, ekonomik ve sosyâl yenilgiler, mağlûp olanları ilim ve eğitim ile sınırlandırır. Bu tümden yanlış değildir elbette. Fakat eleştirdiğimiz şey, “İslâm’ı eğitime indirgemek ve salt eğitimden ibâret görmek”tir.

Mesela Hindistan’da 1857’de İngiliz sömürge idâresine karşı gerçekleştirilen büyük ayaklanmanın başarısızlığa uğramasının ardından içe kapanan müslümanlar, ilerleyen yıllarda daha fazla dînî eğitime yöneldiler. Bunu sonucunda Barelvilik ve Diyobendilik adlı iki farklı yapı ortaya çıktı. Fakat onlar da düşüncede farklılaştılar ve birbirlerini tekfir ettiler. Çünkü Kur’ân ve Sünnet-merkezli bir düşüncede ve de amel-eylemde buluşmadılar ve amel-eylem hâlinde olmadılar. Sonuçta da Sünnîlik ve tasavvuf yollarına girdiler. 

Hindistan'da bir Tebliğ Cemaati var. 2 milyon üyesi bulunuyor. Konferanslarına 25.000 kişinin katıldığı görülüyor. Fakat 100 senedir yaptıkları şey, tebliğ, İslâm’ı öğretmek ve namaz. Çünkü müntesiplerinin siyâseti konuşması bile yasak.

İslâm dîni salt bir “tebliğ dîni” değildir. İslâm tebliğ ve dâvet ile başlar ama bu şekilde devâm etmez ve her-şeye karışır ve hayât hâkim olmak ister. Oysa an-îtibârıyla siyâseti, ekonomiyi, sosyal hayâtı vs. şeytanlar, nefs ve tâğutlar belirliyor. Zâten bu nedenle Dünyâ bu halde. Ağır bir seküler kuşatma var. İslâm’a ise uygulama alanı açılmıyor-bırakılmıyor ve müslümanlara sâdece “iyi ve ahlâklı insan olmalıyız” demek kalıyor.

Bâzıları İslâm’ı salt “ilim dîni” olarak göstermek istiyorlar ama İslâmiyet “ilim ve amel dîni”dir. Birinden biri olmadığında İslâm özelliğini yitirir ve hattâ “din” olmaktan bile çıkarak bâtıl bir felsefe hâline gelir. Tek hak din olan İslâm, bir “ilim-amel birlikteliği ve bütünlüğü”dür.

İslâm’ı eğitime indirgemek için bâzı uydurma hadislerden bahsedilir. Bu hadislerden ikisi şu şekildedir:

“Âlimin uykusu, câhilin ibâdetinden evlâdır”.

“Âlimlerin mürekkebiyle şehitlerin kanı tartıldı ve birincisi ikincisinden ağır geldi”.

İslâm’ın temeli olan “Lâilâheillallah” sözü dört duvar arasına hapsedilemez. Allah’tan başka ilah olmadığı mutlak hakîkati kâlplerde yer ettikten sonra, hayatta da bir karşılık bulmalıdır ve hattâ hayâta hâkim olmalıdır.

İslâm’ı eğitime indirgemek; şirk, küfür, adâletsizlik ve zulüm karşısında eleştiri ve îtirâzda bulunmaları hattâ isyân etmesi gerekenlerin, yeterli gücü ve cesâreti kendilerinde bulamadıkları için eğitim yoluna girmeleri ve böylece “zamanla güçlenerek bir ses yükseltebilmek düşüncesiyle” başlamıştır. Lâkin bu yolla bir ses yükseltildiğinin somut bir örneği yoktur. Zîrâ salt eğitim, kişiyi yumuşatacağı için zamanla cesâretsizleştirir de. Sonuçta da insanı otoriteye bağlı hâle getirir ki buna ulemâ da dâhildir.

Başta lânetli şeytan olmak üzere; onun dostları olan tâğutlar, tâğutların yerli taşeronları, küresel sermâyedarlar, bürokratlar-politikacılar “izm”ler ve ideolojilerin ağır kuşatması altında kalanlar, çâreyi mecbûren “eğitim yoluyla bir şeyler yapmayı denemek”te görüyorlar. Fakat son 30-40 yılda eğitim çok fazla artmasına rağmen gidişatta bir ilerleme değil gerileme olmuştur. Çünkü hem siyâsetin belirlemesi eğitimi boğuyor ve etkisizleştiriyor, hem de eğitim amel ve eylemden kopuk olduğu için “harekete geçirici” olmuyor.   

İslâm târihinin başlangıcında Hâricilerin çok miktarda kan dökmelerinden korkuya kapılan ve bu nedenle de eğitime dönen genel halk kitlesi, mevcut düzene her-gün biraz daha bağlanmıştı. Ulemâ sınıfının doğuşu da bu durumu büsbütün hızlandırdı. Zîrâ ulemâ sınıfı her ne kadar Kur’ân ve Sünnet’ten haberdâr olsa da Ebu Hanife gibi bir-kaçı istisnâ olmak üzere siyâsete bağlanmışlardır. 9. yüzyıldan îtibâren “Ehl-i Sünnet ve’l-Cema’at’ın, yâni Sünnîliğin oluşmasını sağlayan söz-konusu bu orta yol ve muhâfazakâr anlayış, zamanla nazarî ve doktriner bir ilke hâline geldi. Bu ilkeye göre, her ne kadar günahı içeren bir emre itaat etmek zorunluluğu yoksa da, “yöneticiye, zâlim de olsa itaat etmek gerekir; zîrâ zâlim bir yönetici, kânunsuzluk ve anarşiden (fitne) daha iyidir” hadisi uyduruldu. O hâlde ulemâyı mevcut düzene bağlı olmakla suçlamanın haklı bir yanı vardır. Ayrıca “zâlim de olsa yöneticiye itaat gerekir” ilkesi, çok-kere aşırı noktalara götürülmüştür. Ulemâ, “iyiliği emr, kötülüğü nehy” ilkesini hukuk alanında değil, ahlâk alanında uygulamanın gereği üzerinde duruyor, bunun da iç-savaşla değil, eğitimle mümkün olacağını belirtiyorlardı. Yâni İslâm’ı eğitime indirgiyorlardı.

“Ilımlı İslâm”a karşı “ilimli İslâm”dan bahsediliyor. İslâm elbette ilimlidir ve ilim kökenlidir. Fakat İslâm salt “ilim dîni” değildir. İlimden sonra da “amel-eylem” dînidir. Bilgilenme ve eğitim işin köküdür ama İslâm eğitime indirgendiğine dal-budak salamamakta ve etkili olamamaktadır.

İslâm’ı eğitime indirgeyenlerin bâriz özelliği savaşı sevmemeleridir. Çünkü savaş, kafa ve beden konforunu bozup darmadağın eder. Fakat “sâdece savaşın çözebileceği” şeyler de vardır ve Kur’ân bu nedenle de şöyle der:

“Savaş, hoşunuza gitmediği hâlde üzerinize yazıldı (farz kılındı). Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz” (Bakara 216).

İlmin ve eğitimin sonu gelmez. Çünkü Allah’ın ilmi bitmez. Allah’ın ilmi bitmez fakat insanın ilmî alanda çalışmasının bir sınırı vardır. Zîrâ aklının bir sınırı vardır. O nedenle Allah bize şu âyeti hatırlatmıştır ve zımnen; “ilmin sonunu getiremezsiniz, o yüzden belli bir seviyedeki ilimden sonra amel-eylemi bayraklaştırın” demektedir:

“De ki: Rabbimin sözleri(ni yazmak) için deniz mürekkep olsa ve yardım için bir benzerini (bir o kadarını) dahi getirsek, Rabbimin sözleri tükenmeden önce, elbette deniz tükeniverirdi…” (Kehf 109).

Şâtıbi; “fiille doğrudan ilişkisi olmayan her türlü bilgiyle uğraşmak haramdır” der.

“Allah’ın ilmi sonsuzdur” diye biz de sonu gelmeyen ilimle uğraşıp duracağız diye bir şey yoktur. Bir arabanın ibresi 240 km’yi gösteriyor diye 240 km. hıza ulaşmamız ve sürekli olarak o hızda gitmemiz gerekmez. Belli ve normâl bir hızda yol alırız. Zâten ilmî çalışmada belli bir seviyeden sonra “dikey seyir” neredeyse son bulur ve “yatay seyir”e geçilir. Yâni tekrarlar baş-gösterir. Okunan kitaplar, yazılar ve makâleler zamanla daha az öğretici olur ve bir-zaman sonra bu yazılar çoğu okuyucuya pek de bir şey öğretmez. İşte o nokta amel-eylem zamânının geldiğinin bir işâretidir. Çünkü insanın bilip idrâk edebileceği bir bilgi seviyesi vardır. Bunun daha ilerisine hem çok da gidemez hem de gitse de bir anlamı olmaz. Hattâ tam tersine belli bir seviyenin ilerisine gitmek, bilgiyi bozucu hâle gelir. Aşırı araştırma ve inceleme, bir şeyi “o” olmaktan çıkarır ve artık o şeyi başka bir şeye dönüştürür. Bu yüzden eğitim yoluyla ortaya çıkan fitneler daha çoktur.

Bakıp gördüğümüzde sürekli olarak ilimle uğraşanların ve ilimle uğraşmak gerektiğini ileri sürenlerin, belli bir zaman sonra kendilerini tekrarladıklarını görürüz ve hattâ saçmalamaya da başlarlar. Çünkü Kur’ân da ne de olsa belli sayfada bir Kitap’tır ve okuyan onun ne dediğini belli bir zaman sonra kavrar. Artık orada yapması gereken şey ilmin yanında amel-eylemin de olmasıdır. Belli bir seviyeden sonra Kur’ân’ı okumaya devâm edecek ve onun mânevî enerjisinden ve yönlendirmesinden faydalanacağız tabî ki ama, İslâm sanki salt ilimden ibâretmiş gibi ömrün sonuna kadar ilimle uğraşmak ve şirke, küfre, adâletsizliğe, zulme, çâresizliğe ve acıya bir eleştiri, îtirâz ve isyân edilmemişse İslâm’a ne kadar hizmet edilmiştir ki?.

Âlim, “sâdece eğitim ile ilgilenen kişi” değildir. Âlim dediğin tabî ki eğitim başta olmak üzere, siyâset, ekonomi, sosyâl sorunlar ve zulme-emperyalizme-sekülerleşmeye karşı da direnen kişidir.

Televizyonda bâzı âlimler tanıtılır ve meselâ 85-90 yıllık ömrünü ilimle geçirdiği söylenir. Salt ilimle geçmiş bir ömürden bahsedilir. Peki bu kişi aynı-zamanda bir zulme ve zâlime karşı çıkarak bir kez olsun “lâ” demiş midir?. 10 yaşında ilme başlayıp da 90 yaşına kadar 75-80 yıl ilimle uğraştıktan sonra ölmek, “İslâm’ı eğitime ve bilgilenmeye indirgemek”ten başka bir şey değildir. Allah âhirette bize ne kadar bildiğimizi mi soracak, yoksa amel-eylem noktasında ne yaptığımızı mı soracak?. Elbette ne yaptığımıza bakacaktır. Çünkü ilim zâten, doğru-düzgün amel ve eylemde bulunmak içindir.  

Meselâ 10 yaşında ilme başlamış birini düşünelim ve bu kişi 50 yaşına kadar 40 yıl boyunca çok yoğun bir şekilde ilim ve eğitim ile uğraşmış olsun. En seçkin kitapları-yazıları okumuş, en çarpıcı yazıları ve kitapları yazmış, en çarpıcı konuşmaları yapmış olsun. Peki bu kişi 50 yaşını doldurduğu gün ne yapacaktır. Yâni 40 yıl yoğun bir şekilde ilim ve eğitim ile uğraştıktan sonra ne yapacaktır?. Hemen eline daha önce okumadığı bir kitabı alıp okumaya mı başlayacak ve ömrünü bu şekilde mi tamamlayacaktır?. İslâm bu kişiden bunu mu istemektedir?. Eğer böyle yaparsa o kişi İslâm’ı eğitime indirgemiş ve ömrünü yarı-yarıya boşa geçirmiş olur. Bunu yapmak ancak, ağır engelli bir kişi için uygun ve doğru olur.

Peki onlarca yıl biriktirilen o kadar bilgi nerede kullanılacak?. Ömrünü ilimle geçirmiş olanlar biriktirdikleri bilgileri amel-eylem şeklinde pratik olarak nerede kullanmışlardır yada kullanacaklardır?. Pratik anlamda kullanma düşünceleri var mıdır?. İlim yolunda olanlar o birikimleri pratik anlamda ne zaman kullanacaklardır?. Yoksa İslâm salt “ilim biriktirme dîni” midir?. İslâm “dört duvar arası” ve “masa-başı dîni” midir?. Ömrünün sonuna kadar sâdece ilimle uğraşmış olanlar “çok şey öğrenmiş ama hiç-bir şey yapmamışlar” demektir. Biriktirdikleri bilgilerle kitaplar, yazılar ve konuşmalar yapmışlardır ve onları sonraki nesiller okuyup dinliyorlar ve faydalanıyorlar tabi ki. Fakat bu kişi bir şey yapmamıştır ki!. Sonraki nesle amel-eylem anlamında bir şey bırakmamıştır. Şirke, küfre ve zulme bir kerecik olsun esastan bir “dur” dememiştir ve bir örneklik ortaya koymamıştır ki!. Günümüzde ilim ve bilgi her yerden akıyor ve her yerden ulaşılabiliyor bilgiye. O kadar yoğun bir bilgi birikmiş ki, çoğu gereksiz atık ve çöp olmuş durumda. 1980 târihine kadar biriktirilen bilginin 1.000 katı son otuz yılda birikmiş. Peki ne olacak bu bilgiler?. Oysa insan, ufacık bir “sd kart”a sığacak kadar bilgiyi bile okuyup biriktiremez. O hâlde amaç bilgi biriktirmek değildir.

Bilgi amel ve eylemden kopuk olunca çok da işe yaramaz ve yaramıyor da. Çünkü baktığımızda son 30 yıldır müslümanlar dâhil insanlar bilginin peşinde koşturmuşlar ve bilgiyi çoğaltmışlardır ama Dünyâ gün geçtikçe daha kötüye gitmiş ve yaşanamaz bir hâle gelmiştir. Zîrâ bilgi amel-eyleme dönüşememekte ve kullanılmamaktadır. Müslümanlar bilgilerini hayâta aktar(a)mamışlar ve ortaya yeni bir model koyamamışlardır. Çünkü İslâm eğitime indirgenmiştir.

İslâm’da halkın tümü allâme olacak diye bir şey yoktur. İslâm bilgiden ziyâde bilince ve bu bilinç ile yapılan amel-eyleme önem verir. O yüzden Kur’ân’da “îman edenler ve bilenler” diye bir âyet yoktur ama “îman edenler ve sâlih amel işleyenler” şeklinde bir-çok âyet vardır. İşlenecek sâlih ameller de elbette vahyin idrâkinin bir sonucunda olacaktır. “Bilenler ile bilmeyenler bir olmaz” der Kur’ân. Fakat bu bilme “veri ve data” şeklinde bir bilme olması gerekmez. Onu kavrayıp idrâk etmek ve bu idrâke göre amel-eylemde bulunmak önemlidir. Zîrâ insanı harekete, amel ve eyleme yönelten şey odur. Kişiyi amel ve eyleme ne yönlendiriyorsa, değerli olan bilgi odur.

İslâm’ı ilme ve eğitime indirgeyenlerin en çok söz ettikleri şey “anlama sorunu”dur. Bu nedenle de anlama yoluna girerler ve ömürlerini anlamakla daha doğrusu anlayamamakla geçirirler. Aslında anlam konusunu da yanlış anlamışlardır. Yasin Aktay bu bağlamda şunları söyler:

“Kur’ân’ı anlamak Kur’ânî bir sorun mudur?. Kur’ân bizden kendisini bu anlamda kuşatmamızı, tüketmemizi, bütün anlam muhtevâsına nüfuz etmemizi, tâbiri câizse vahyedenin niyetlerini çözücü bir çaba mı beklemektedir?. Kur’ân’dan edindiğim izlenim bu anlamıyla Kur’ân’ı anlamak gibi bir yükümlülüğe sâhip olmamak bir-yana, öyle bir anlamaya da hiç-bir zaman ulaşamayacağımız yönündedir. Basit bir veri şudur: ‘Kur’ân’da insanların, Kur’ân’ı bu anlamıyla anlamaları gerektiğine dâir en ufak bir vurgu yoktur’ desem emînim çoğu kişi epey şaşıracaktır, belki de îtiraz edecektir. Türkçesi: ‘Kur’ân’ı Arapça olarak indirdik ki daha iyi anlayasınız’ diye yaygınlaşan âyetin veyâ genel olarak siyâkında ‘anlayasınız’ olduğu zannedilen âyet meâllerinin arapça aslında ‘anlama’ değil de ‘düşünme’, ‘ibret alma’yla karşılanabilecek sözcüklerle geçmektedir. Bu ise, ayrıca Kur’ân’ın anlaşılmasına yönelik objektivist irâdenin zihnimizin derinliklerine kadar nasıl işlediğini örneklemesi açısından oldukça mânidârdır. Evet, Kur’ân’da Türkçe’nin bu tür çağrışımlarıyla birlikte sâhip olduğu ‘anlama’ sözcüğüne tekâbül eden hiç-bir sözcük yok. Örneğin bir ‘f h m’ kökünden gelen sözcük Kur’ân’da sâdece bir yerde geçmekte, (Enbiyâ 79 H.G.) o da  Kur’ân’ın anlaşılmasıyla ilgili bir mevzuda değil de, Hz. Süleyman’a anlaşılır kılınan bir meseleyle ilgilidir. Netîcede şunu söyleyebilmek için sanırım yeterince gerekçemiz var. Bizim Kur’ân’la ilişkimiz bu tür objektivist çağrışımlarıyla birlikte bir ‘anlama-anlaşılma’ ilişkisi değildir, belki bir öğüt alma, kulak verme, itaât etme, üzerinde düşünme ilişkisidir v.s. Burada da sorunumuz bizim bir şeyi anlamaya kalkışırken kendi üzerimizde neler olup-bittiği konusundaki bilgiye insan olarak yeterince vâkıf olamayışımızdan kaynaklanıyor”.

Kur’ân’ı ilim-merkezli anlama çalışması gereklidir ve fayda verir, lâkin Kur’ân’ı amel-eylem merkezli idrâk etmek asıl hedefe ulaştırır. Çünkü Kur’ân salt bir “çalışma kitabı” değildir. Ahzâb Sûresi 21. âyette ifâde edilen “güzel örneklik” denilen Sünnet, vahyi idrâk etmenin sonucunda o idrâke göre amelde-eylemde bulunmak demektir ki, bu amel-eylem şekli Allah kontrôlünde olduğu ve bir yanlışlık ve hatâ olduğunda Peygamberimiz uyarılar aldığı için en ideâl bir amel-eylem şekli olmuştur. Peygamber’in Sünnet’i, ilim ve eğitimden ziyâde, amel-eylem yönündedir. Esâsen Kur’ân’ın en iyi tefsiri ve te’vili amel-eylem hâlindeyken yapılabilir. Aksi-hâlde hem çelişkiler hem de ihtilaflar gırla gidecektir ki günümüzde durum bu hâle gelmiştir.

İslâm elbette ilimle ve eğitimle başlar ve sonuna kadar da ilim ve eğitim devâm eder. Ancak İslâm salt bir ilim-eğitim dîni değildir. İslâm ilim ve eğitimden sonra amel-eylem dînidir ki İslâm’ın amacı ve hedefi ilim-eğitimden ziyâde amel-eylem ile açığa çıkar ve hedefe amel-eylem ile ulaşılır. Zîrâ İslâm, sâdece zihinlerin aydınlatılmasıyla değil, iç-âlemlerin aydınlatılmasından sonra dış-âlemin de İslâm ile aydınlatılıp İslâm ile îmâr edilmesini ister ki bu, idrâkten sonra gelen ve azîmle yapılan bir amel-eylem ortaya koyarak yapılacak uzun ve kararlı bir mücâdeleden sonra İslâm’ı hayâta hâkim kılarak gerçekleşecektir. Fakat modernite ile birlikte müslümanlar ilim ve eğitim ile başlıyorlar ve ilim ve eğitimden ötesine gidemiyorlar. Sürekli bir eğitim hâlindeler ve bu eğitim onları amel-eyleme dönmekten uzak tutuyor. Hattâ bâzı topluluklar amel-eylemi tümden terk etmişler ve bunu “aşırılık ve terörizm” olarak görmektedirler. Amel ve eylemin en yüce kavramları olan hicret, cihad, şehâdet, devlet ve medeniyet kelimelerini kullanmak müslümanlar dâhil modern insanın ürpermesine neden oluyor. O yüzden artık sâdece moderniteye tam uygun olarak amel-eyleme zorlamayan ilme ve eğitime yönelmişlerdir. Tabi daha İslâm’ın ne olduğunu ve ne istediğini bilip idrâk etmeden aceleyle harekete geçenler de vardır ki, yaptıkları sırıtmakta ve İslâm’a zarar vermektedir. Ancak şu da var ki, modern müslümanlar ilim ve eğitim ile zihinlerini ve nefislerini orgazm ederken, birileri zulüm altında inlemekte ve kendilerine destek olacak ve kurtaracak amel-eylem erlerini beklemektedirler:

“Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: ‘Rabbimiz, bizi halkı zâlim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir velî (koruyucu sâhib) gönder, bize katından bir yardım eden yolla’ diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz?” (Nîsâ 75).

Bu âyet nice zamandır havada kalmaktadır. Zîrâ âyette bahsedilen savaş, “ilim ve eğitim ile yapılan savaş” değil, “amel- ve eylem olarak bilfiil yapılan bir savaş”tır.

İslâm’ı eğitime indirgeyenlerin, özellikle modern iktidarların politikaları sonucu ortaya çıkan mevcut adâletsizliklerden, zulümlerden, yanlış işlerden ve a-normâl davranışlardan hiç bahsetmedikleri ve o alana girmedikleri çok net görülür. Zîrâ onların İslâm’ı eğitime indirgemesine izin veren sistemi politikacılar ellerinde tutmaktadır. Sisteme entegre ve adapte olmuş olanlar ise, konforlarının bozulmaması uğruna hiç-bir ses çıkarmamaktadırlar.

Halkın geneli şuurlanmayı, “yürürlükte olan” üzerinden yapar. “Halkın geneli” târih boyunca -buna Peygamberimiz zamânı da dâhildir- hiç-bir zaman ilim ve eğitim-merkezli bir düşüncede ve yaşayışta olmamıştır, olmaz da. Onlar yürürlükte olan pratiklik üzerinden bilgilenip fikir-sâhibi olurlar ve değerlendirmelerini-işleyişlerini ona göre yaparlar. O hâlde İslâm’ı sadece kâlplerin ve zihinlerin dîni olmaktan çıkarıp “hayâtın pratik dîni” de yapmak gerekir. Halkın genel kesimi hakîki İslâm’ı ancak bu şekilde öğrenecektir ki zâten İslâm târihi boyunca halkın geneli İslâm’ı Kur’ân’dan ziyâde Sünnet’ten yâni “güzel örneklik” denilen pratiklikten öğrenmiştir. Fakat şu çok önemlidir ki, Sünnet’in kaynağı Kur’ân’dan başkası değildir. Sünnet’i zırvalıkların içinde değil, başta Kur’ân’da ve kayıtlı olduğu seçkin siyer, megâzi ve İslâm târihi kitaplarında aramak gerekir. Sonradan Sünnet’e eklenen zırvalıklar ve uydurmalar Sünnet’ten değildir. Sünnet, Peygamberimiz’in 23 yıl boyunca, vahyi idrâkinin sonucunda yaptığı pratik amel ve eylemlerdir. Allah arada yanlışlıklardan dolayı uyarılarda bulunduktan sonra bu amel-eylem şeklini onaylamış ve Ahzâb 21. âyette bu amel-eylem şeklini “güzel örneklik” olarak ortaya koymuştur. Bu âyet kıyâmete kadar orada duracağına göre artık vahyi, moderniteye ve İslâm-dışı şeylere göre değil, Sünnet’e yâni “Peygamber’in idrâk ettiği gibi idrâk edip o’nun yaptığı gibi yada benzer bir şekilde amele-eyleme dökmek ve hayatta görünür kılmak” için uğraşmak gerekir.

Özellikle post-modern müslüman kadın, “İslâm’ı eğitime indirgeme” furyasına öyle bir kapıldı ki.. düşman başına. Bu kadınlardan birisi şöyle demişti: “Çocukları eğitmek için, haftalarca ev işlerini yapmadım, ortalığı toplamadım, evi leş götürdü ama ben yine de çocukların eğitimi ile ilgilendim”. İyi de bu-arada çocuklara dağınıklığı, pisliği ve pasaklılığı da öğretmiş oldun. Onları dengesiz besledin. Bu çocuk artık, pis-dağınık olmanın çok da kötü bir şey olmadığını öğrenmiş oldu ve tüm yaşamında da buna göre yaşamaya başlayacak. Kötü örnek oldun çocuklarına. Bu kişi iş-hayâtında da bu şekilde davranacağı için bir-çok kişiyi tertipli-düzenli bir iş yapmamasından dolayı mağdur edecek. Bunu da öğrettin çocuklara?. Hem ne öğrettin ki bu kadar?. Kur’ân’daki peygamber isimleri; Kur’ânda geçen meyve isimleri; en kısa-uzun âyet vs. mi?. Bu-arada hayâtı ıskaladıklarını kaçırdın ama. Aşırı pohpohlanıp dikte edilen “eğitme” işi modern kadına iyi bir annelik yapmaktan daha câzip hâle geldi-geliyor. Akşam işten gelecek kocasına, okuldan gelecek çocuğuna yemek yapmayan kadın; evini pislikten .ok götüren kadın, iş %90 zırvalıktan bahsedilen sohbetlerin yapıldığı evlere-derneklere gitmeye gelince âdeta uçarak gidiyor. Bunu Allah mı emretti?. Bu mu Allah’ı murâdı?. Toplum böyle mi kurtarılacak?. Yoksa bu da, kadını evden nefret ettirip sokağa çıkarmanın başka bir yolu ve taktiği mi?. Yâni Allah’ın değil de tâğutların (şeytan uşakları) emri mi bu?.

İnsan gün gelir bildiklerini bilmez durumuna gelebilir, fakat hiç-bir zaman yaptıklarını yapmamış durumuna gelemez. O hâlde yapmak, bilmekten çok daha değerli ve önemlidir. Biz bildiklerimizden değil, yaptıklarımızdan sorulacağız. Yaptıklarımız da Kur’ân-merkezli olarak yapıp-yapmadıklarımızla ilgili olacaktır.

İlim ve eğitim insana bir-çok sorumluluklar yükler ki bu sorumluluklar pratik karşılığı olması gereken sorumluluklardır. Amel-eylem içeren sorumluluklar. Bu sorumluluk kişide, bireysel anlamda mücâhede ve ibâdetlerle başlar ve sabır geliştirir. Böyle kişilerin çoğalmasıyla bir toplum ortaya çıkar. Bu toplum yoğun bir şekilde tebliğ ve dâvet görevlerinde bulunur. Eğer kendini bu işe tam adarsa ve ciddî ve gayretli çalışırsa Allah da ona yolu açar ve bu kişi artık hicret, cihad, şehâdet, devlet ve medeniyet kurma yoluna-hedefine girer. Amel-eylem yolu budur. Hayatta İslâm’ı ikâme etmek ve hâkim kılmak bu süreçle olabilir ancak. Eğer İslâm’ı bu şekilde amel ve eyleme dökmek niyeti ve girişimi yoksa, geriye moderniteye entegre olmak ve hattâ İslâm’ı da moderniteye uydurarak onu salt eğitime indirgemekle vakit geçirmek kalır. Artık bırakın amel-eylemi, adâletsizliğe ve zulme karşı bir ses bile çıkarılamaz duruma gelinir. “Susup duran dilsizler” gibi olunur.

Müslümanlar, pratik meselelerin çözümünde İslâm’dan yararlanmamaktadırlar ve modernitenin direktiflerine göre hareket etmektedirler. İslâmî pratik, ibâdetlerle (namaz, oruç, hac, kurban vs.) indirgenmiştir. O hâlde İslâm’ı eğitime indirgemek, “İslâm’ı ibâdetlere indirgemek” anlamına da gelir. Aslında bir şeyin ibâdet olabilmesi için hayatta bir karşılık bulması gerekir. Bir yaraya merhem olması gerekir. Yoksa ibâdet dört duvar arasına hapsedilemez. Dört duvar arasında yapılana “nüsûk” yada “ritüel” denir. İslâm’ın ibâdete dönmesi için hayâtın her alanında ve tam ortasında amel-eylem şeklinde gözükmesi gerekir.

Tasavvuf ferdî bir gelişimi ister ve destekler. Çünkü topluma dönük değildir ve böyle olunca toplumsal boyutta yâni hayatta dînin görülmesi ve hâkim olması umurlarında bile değildir. Hattâ kendi içlerinde tasavvufun ve bâtınîliğin âleminde gezerlerken, o ortamdan çıktıkları anda mevcut bâtıl dünyânın ideolojisine ve sistemine uyarlar. İlim ile amel etmek yoktur tasavvufta. O hep iç-âlemin konusudur. Dış-âlem şeytan tarafından düzenlenmiş, tâğutlar tarafından düzenlenmiş, hiç önemli değildir. O hâlde İslâm’ı eğitime indirgemek, modern bir tasavvuf ameliyesidir. Tabi bu yargı “felsefî tasavvuf” diyebileceğimiz tasavvuf için geçerlidir. Âhilik ve yakın zamanda Senûsilik gibi amelî teşkilatlar kuran “amelî tasavvufçular” da vardır ki onların bâzı düşünceleri eleştirilmeyi sonuna kadar hak etse de, hayatta yaptıkları iyi işler önemlidir. Tabi işe şirk karıştığında tüm iyiliklerin boşa gideceğini de unutmamak gerekir.

İslâm’ı eğitime indirgemek düşüncesinde olanlarda bireysel bir dindarlık yaşama düşüncesi ve isteği vardır ve bu durum günden-güne artmaktadır. Tabi böyle bir İslâm düşüncesinin mazlumlara ve mâsumlara bir yararının olması söz-konusu bile değildir. Bunlar hiç-bir yaraya merhem olamayacaktır ki günümüzde artarak devâm eden mazlûmiyetler, adâletsizlikler ve zulümler bu nedenledir.

Tasavvufta, “Allah’ta yok olmak” diye bir zırvalık vardır ki “böyle kişiler artık şeriatla yâni dışarıdaki fiîli işlerle sorumlu olmazlar” derler. Bu düşünceyi, oturdukları yerlerden -güyâ- aldıkları tecellilerle kabûl ederler. Oturmak ve sürekli olarak dört duvar arasında yada masa-başında din ile uğraşıldığında, bu durum pratik amelî yönü baltalar ve blôke eder.

Peygamber ve ilk ümmetin amel-eylem şeklinde ortaya koydukları örneklik, “olaylara müsbet bir şekilde katılmak, onların içine doğrudan-doğruya girmek ve hayâtı İslâm-merkezli olarak değiştirmek” şeklindedir.

O kadar tasavvufî akım, târikat, cemaat, sivil toplum kuruluşları vs. var ama zulme, adâletsizliğe ve yanlışlara karşı net bir ses çıkmıyor. İşte bunun nedeni, İslâm’ın ilme ve eğitime indirgenmiş olması ve İslâm’ın insana her alanda yüklediği sorumlulukların unutularak amel ve eylemden kopuk bir İslâmî düşünüş ve yaşayış içinde olunmasıdır.

Bir şeyin bilgisi o şeyin kendisi değildir. O şey ancak, “bilgi ve amel ile” hakkıyla bilinen ve yaşanan bir şeye dönebilir. Ahlâk da öyledir. Kişi oturduğu yerden ahlâklı olamaz. Hattâ belki de ahlâksız olur. Ahlâkın bilgisi ahlâk değildir çünkü. Ahlâk, amel-eylem hâlindeyken ortaya konulabilir. Îmânın bilgisi de îman değildir ve îmânın sâdece bilgisidir. Îman amel-eylem hâlindeyken ancak net olarak görülebilir ve ispatlanabilir.

Kur’ân’ın bir dünyâ görüşü olduğu gibi, bir dünyâ nizâmı kurma düşüncesi ve hedefi de vardır. İşte bu düşünceyi ve nizâmı sağlayacak olanlar, dört duvar arasına sıkışmış olanlar değil, amel-eylem hâlinde olan ahlâk ve îman sâhipleridir. Olayı ilme ve eğitime indirgeyen oryantâlistler de İslâm’ın ne olduğunu biliyorlar ve hattâ çoğu müslümandan daha iyi biliyorlar. Fakat içlerinden çoğu İslâm düşmanıdır. Zîrâ onların bilgisi amel-eyleme dönük değildir.

Dört duvar arasında, “İslâm nedir” ve “Kur’ân ne der”den ziyâde, “İslâm ne değildir ve Kur’ân ne demez” konusu konuşulur ve ezberlenir. Çünkü İslâm’ın ne olduğu ve Kur’ân’ın ne dediği pratik olarak tezâhür etmedikçe tam anlamıyla idrâk edilemez. Bu nedenle İslâm’ı eğitime indirgemek târihe müdâhale etmeyi blôke eder ve engeller.

İslâm, ferdin iç-âleminin, zihninin ve kâlbinin inşâsı ile başlar ama sonra da toplumsal bir şuur kazanarak toplumsal bir amel-eylem hâline dönülmesini ister. Zîrâ İslâm’ın hayatta yapmak istedikleri vardır ve bunlar sâdece eğitim ile ve bireysel-kişisel çalışmalarla olacak işler değildir. Vahiy ve Sünnet ile inşâ olmuş toplumların yapması gereken şeyler, İslâm’ın eğitime ve bireyselliğe indirgenmesiyle baltalanmakta ve blôke edilmektedir.

İslâm’ı eğitime indirgemek, onu amel ve eylemden koparmak demektir. Bu, “İslâm’ı işlevsiz kılmak” anlamına gelir. Zâten modern müslümanlar İslâm’ı sâdece bilgilenmenin ve eğitimin bir konusu sanmaya başlamıştır. Eleştiriden, îtirazdan, isyandan, direnişten, hicretten devletten, cihaddan, şehâdetten ve İslâm medeniyetinden bahsedildiğinde modern insanların aklına IŞİD, El Kâide ve benzeri topluluklar gelmekte ve bu kavramları konuşunca terörist olunacağını zannedilmektedir. Bu nedenle de işi sâdece ve mutlak anlamda modernite (modern-bilim, teknoloji, ideolojiler ve ideolojik kişiler) merkezinde anlamak istemekte ama aslâ İslâm-merkezli anlamak ve yaşamak istememektedirler. Zîrâ İslâm’ı modernite merkezinde anlamak kişiyi farklı bir amel-eleme sokmaz. Çünkü zâten modern hayâtı her şeyiyle yaşamakta ve sindirmektedir. Yâni yapılan şey aslında, yaşanan modern hayâta Kur’ânî bir referans bulmaktan başka bir şey değildir.

İslâm sâdece üzerinde düşünülen ve konuşulan bir konu değil, bir vâroluş meselesidir. İslâm insandan sâdece zihinsel gelişmeyi değil, dik bir duruşa sâhip olmasını da ister. Peygamberimiz’den başka Ebu Hanife bu noktada bize güzel bir örnektir. Ebu Hanife onca ilimden sonra ilimde kalmamış ve zamânın iktidârının bâtıl olan bir isteğine şiddetle karşı durmuş ve ciddîyetini ve samîmiyetini de canını vererek göstermiştir. Ebu Hanife gerçek bir âlimdir. Şimdikiler ise alimcik. Aslında bunlara “entelektüel” kelimesinden başkası yaraşmaz.

“Yapacak bir şey yok” demek, “bir şey yapacak dirâyetimiz, dermânımız, îmânımız ve yüreğimiz yok” demektir. Kur’ân varsa, Peygamber örnekliği varsa, yapılacak olan şey tüm zamanlarda ve mekânlarda tükenmez.

İslâm bir düşünce ortaya koyar tabî ki, fakat İslâm aslında düşünceyi de içine alan bir hayat-tarzıdır. Bir hayat-pratiğidir. İmtihan, ilim ve eğitimde olup-olmamaktan ziyâde, yapılması ve yapılmaması gerekenlerin yapılıp-yapılmamasıyla alâkalıdır. Âhiretteki değerlendirme Dünyâ’daki gibi değildir. Dünyâ’da insanlar “ne kadar çok şey biliyor” diye değerlendirilirken, âhirette ise “ne kadar çok şey yapmış” diye değerlendirilecektir.

Çok ciddî bir fikrî çaba olmadan amelî hayâtın düzene girebileceğine inanmak çok tutarlı bir davranış değildir tabi. Lâkin İslâm’ı ilme ve eğitime indirgeyenler, amelî hayattan kopmuşlardır ve “fikir alkôlikleri” hâline gelmişlerdir. Bilmekle yapmanın arasını ayıran kişilerin “yapmak”la işleri yoktur. Onlar yapmayı bilmeye boğdurmuşlardır. Böylece İslâm’ı, salt olarak, uzak-doğu dinleri gibi ilmin, eğitimin ve düşüncenin konusu hâline getirmişlerdir. Oysa İslâm’ın bir Mekke’si varsa bir de Medîne’si vardır.

Takvâ azaldıkça dünyevî korkular artar ve ağır basmaya başlar. Bunun müslümanlardaki görünümü, bir kötülüğe, zulme ve adâletsizliye eliyle ve diliyle karşı koymak ve yapılan haksızlıklara eleştiri, îtirâz ve isyân göstermek yerine, en fazla “kâlben buğz etmek” ve sonunda sisteme entegre olmaya devâm etmekle sonuçlanır ki İslâm dünyâsı hem târihin belli zamanlarında hem de modern çağda bundan dolayı muzdarip olmuştur-oluyor. Müslümanların hâl-i pür melâlinin nedeni budur. Böyle olunca artık müslümanlar sivri yerleri törpülenmiş ılımlı bir müslüman olup çıkarlar ve İslâm’ı ilmin ve eğitimin konusu hâline getirerek onu pratikten soyutlayarak teoriye indirgerler. Tasavvufta bu “ariflik” (gnostisizm) olarak görünür ve böylece her-şeyin bilinebileceği (ama yapılmayacağı) bir düşünce ortaya çıkar. Hiç-bir şeyin kesin olarak bilinemeyeceği teorisinin (agnostisizm) zıddı böylece açığa çıkar.

Eğitimde aşırı bir bölümleşme-uzmanlaşma oldu. Bu, bir bilgi çöplüğü ortaya çıkarmakta ve bilgiyi pasif duruma sokmaktadır. Hâlbuki belli sayıda ders programı ve uzmanlaşma yeterlidir. İbn-i Haldun’a göre, “birden fazla konuyu öğretmek zihni karıştırır”.

İslâm’ı eğitime indirgeyenler tarafından eğitim “metin çalışmasına” indirgendi. Sahaya inmeyi düşünen kimse yok. Kur’ân’ı hayâta aktarmak yerine, onun meâl-tefsirini yapmak daha câzip kabûl ediliyor ve hattâ bu iş çok popüler hale geldi. Öyle ki Türkiye’deki meal ve meal-tefsirlerin sayısının 300’ün üzerinde olduğu söyleniyor. Zâten İslâm’ın ilimde dünyâ hâkimiyetinin duraklaması ve çöküşe geçmesinin nedeni, eski ünlü kitaplara şerh yazmaktan ibâret bir duruma geldiği ve özgün çalışmalar yapılmadığı içindir. Öyle ki Osmanlı Devleti çok güzel câmi, köprü, kervansaray, yol, tünel yaptırmış ama ilmî alanda çok zayıf kalmıştır. Kevâkibi, bu konuda Osmanlı’ları eleştirirken şu soruyu sorar: “Güzel câmiler yaptı, iyi devlet-adamları ve iyi komutanlar yetiştirdi, iyi şiirler yazdılar, iyi şâirler yetiştirdiler. Fakat ilmî noktada Osmanlı ne yapmıştır ki?”. Sorun, ilim ile ameli birleştir(e)memektedir.

Amel ve eylemin azaldığı zamanlarda şöyle bir şey söylenir: “Şerhler yazma ustalığı öyle bir noktaya ulaşmıştı ki, bâzıları dil-bilime âit hünerlerini göstermek için yalnızca Arap alfabesinin bir-kaç harfini (meselâ 28 harften sâdece 14’ünü) kullanıyorlardı”.

Goethe, kişiyi eyleme götürmeyen bilgiyi hor görür. Balık tutmasının istediğiniz kadar bilin. Eğer hiç balık tut(a)madıysanız bir işe yaramaz.

Francis Bacon; okumanın kendi başına bir amaç yada bilgelik olmayacağını, uygulanmayan bilginin, renksiz bir akademik gururdan öteye gitmeyeceğini söyler. “Okumak için fazla vakit harcamak tembelliktir; süs olsun diye bilgisini aşırı kullanmak da gösteriştir; yargımızı bütünüyle okuduğumuz şeylere dayanarak vermek, bir bilim-adamının mîzahçı yanıdır. Kurnaz adamlar okumayı anlamsız bulur, basit insanlar hayran kalır, bilge kişilerse okuduklarından yararlanır” der.

Bilgi bir güçtür, o gücü somut anlamda da kullanmak gerekir. Amele ve eyleme dönmeyen bilgi ve eğitim sapıtmaya başlar. Zihin sapmadan, ancak amel-eylem hâlindeyken kurtulur. Dinlerde hurâfeleri ortaya çıkaran şeyler, amele-eyleme dönmemiş olan yorumlardır. Oysa kutsal kitaplar okunsa ve apaçık söylenenler hemen yerine getirilse uydurmalar ve hurâfeler çıkmazdı ortaya. Aşırı derecede bilgi, insanı kuşkuculuğa götürür; ilk bakışta bir şeye tutkun olanlar, sonradan o şeye sırt çevirebilirler.

İslâm’ı salt rûhî-zihnî bir faaliyet olmaktan çıkarıp ete-kemiğe büründürmek için onu eğitime indirgemekten vazgeçmek gerekir. Onu soyut bir din olmaktan çıkarıp somutlaştırmak da gerekiyor. Onu salt mânevî olmaktan çıkarıp maddîleştirmek de gerekiyor ki bu, hayâtın tam da ortasında olmak zorundadır. Zîrâ varlığın formatı bunu gerektirir.

İslâm’ı eğitime indirgeyenler onu “tahlil edilmesi gereken ölü bir bünye” olarak görmektedirler. Bunu oryantâlistlerden öğrenmişlerdir. Oryantâlistler İslâm’a bu şekilde yaklaşmışlardır. Zâten İslâm’dan etkilenen oryantâlistlerin azlığı bundan dolayıdır.

Modern çağda da müslümanlar modern eğitime aşırı yöneldiler ve modern eğitim-şeklini “çocuklara yapılan en büyük yatırım” olarak gördüler-görüyorlar. Hâlbuki modern eğitim dinsiz ve Allah’sızdır. Dînin yerini böylelikle seküler-lâik eğitim almış ve İslâm modern eğitime indirgenmiştir.

Din ve devlet birliği bozulduğunda, düşünce ve amel-eylem birliği de bozuluyor. İslâm, iç-âlemin her zerresini nurlandırıp da her noktasında nasıl ki hâkim olmak istiyorsa, tüm zamanlarda ve mekânlarda ve dış-âlemin her alanında da, (sâdece göklerde değil) hâkim olmak ister. Bu da, İslâm’ın sâdece teori ve nazarî bir düşünce değil, pratikliği olan bir amel-eylem şekli olduğunu gösterir ki “güzel örneklik” denilen Sünnet işte budur ve Kur’ânî pratikliğin örnekliğini temsil eder. O hâlde İslâm’ı ilme ve eğitime indirgemek, “onu Sünnet!ten ayırmak” anlamına gelir. Sünnet’i olmayan dinler, mecbûren salt ilmî-ahlâkî sistemlere dönüşür. Lâkin salt ilmî ve ahlâkî sistemler, düşüncelerinin sağlamasını hayâtın tam ortasında yapmadıkları için bir-çok hatâlara düşerler ve en sonunda bu hatâlar da dinden sayılmaya başlar. Çünkü pratiklikten yoksundurlar. Pratiklik yâni Sünnet, hatâları açığa çıkarır ve yok eder. Kur’ân ve Sünnet bütünlüğünün bâtılı yok etmesi ve hakîkati ortaya koyması bu şekilde olur. Zâten “güzel örnekliğimiz” Peygamberimiz de, vahyi hayâta yâni amel-eyleme dönüştürme sürecinde bâzen vahiyden uzaklaşarak hatâ yaptığı-yapacağı sırada Allah’tan uyarı almıştır ve doğru yola sokulmuştur. Bu, hayatta amel-eylem hâlindeyken olmuştur.

Bir kişinin bir konuda en üst bilgi seviyesine ulaşmış olması, o kişinin o konudaki bir şeyi “pratik tecrübe olarak da en iyi ve güzel bir şekilde yapabileceği” anlamına gelmez. “Bilmek” ile “yapmak” farklı şeylerdir. Pratik tecrübe bambaşka bir şeydir. Süreç ister.

Dîni yâni İslâm’ı eğitime indirgemek ve onu amel-eylemden uzaklaştırmak bir “yahudileşme-hristiyanlaşma temâyülü”dür. Dört duvar arasında oturup da cilt-cilt kitap yazmakla iş bitmez ve İslâm tümüyle yerine getirilmiş olmaz. Zâten bu çok da doğru değildir. Zîrâ bu tarz bir çalışma çok yorucudur ve o yüzden amele-eyleme zaman ve derman kalmaz. Fazla mütalâa, fazla yorgunluk verir. Üstelik bu kişilerin kafası çok karışıktır. Çünkü “çok hikmette çok keder vardır; bilgisini arttıranın kederi de artar”.

İslâm eğitime indirgenmekle, zâten örgün eğitim ile yâni kreşlerden başlayan ve ana-okulla devâm edip üniversite ile sonlanan eğitimle enerjisi sömürülen gençlerin, İslâmî alanda da salt eğitime yönlendirilmesi, onların enerjisini tüketiyor ve onları etkisizleştiriliyor.

İslâm’ı eğitime indirgemek, müslümanların amel-eylemden kopmak için mâzeretleri hâline geldi. Oysa insan âhirete, “bildiklerini” değil “yaptıklarını” götürecek ve bildiklerinden değil, yaptıklarından sorulacak.

İslâm’ı eğitime indirgeyenlere şu âyetle seslenmek uygun olur: “Ey îman edenler!, yapmayacağınız şeyleri niye konuşuyorsunuz?” (Saff 2).

Din/İslâm, neyin söylendiği ile değil, neyin göze alındığı ile ilgilenir. Seyyid Kutup: “Şurası bir gerçektir ki, bu dînin hakîkatini, amelî metodundan ayırmak imkân hâricidir. Allah’a yemin olsun ki, binlerce konferans, milyonlarca vaaz, milyonlarca dergi, gazete, broşür aslâ ‘İslâm’ın yaşandığı ve hâkim olduğu ufak bir mahalle’ kadar etkili olmaz” der.

İslâm’ı eğitime indirgemek, “emr-i bi’l mâruf ve nehy-i ani’l münker”den vazgeçmek yada bunu sınırlandırmak demektir. Zîrâ “iyiyi emretmek ve kötülüğü uzaklaştırmak” ancak hayâtın tam ortasında tâvizsiz bir şekilde amel-eylem hâlindeyken yapılabilir.

İslâm’ı hayâta hâkim olmaktan alıkoyan şey, İslâm’ı cüzlerine indirgemektir. Yâni onu sâdece ilme ve eğitime indirgemek ve pratiklikten ve işlevsellikten koparmak..

Din, kitlelerin felsefesi değildir. İslâm, 1.000 yıl boyunca Dünyâ’ya hâkim olmuştur. Bunu salt ilimle ve eğitimle değil, bireysel ve toplumsal anlamda mücâhede ve mücâdeleyle gerçekleştirmiştir. İslâm dört duvar arasına ve masa-başına hapsedilemez. Bu İslâm’a yapılmış en büyük zulüm olur.

Biz İslâm’ı “dâvâ” edinmedik ve takvâ-merkezli bir yol izlemedik. Bu nedenle onu sâdece ilme indirgedik. O yüzden mücâdele gücümüzü ve inancımızı kaybettik. Abdurrahman Arslan:

“Söz’ün anlam kaybına uğradığı bir çağda, kabûl edelim ki, artık üstünlüğün ‘takvâ’da değil ‘eğitim’de arandığı ve müslümanlar-arası ilişkilerin de buna göre düzenlendiği bir ‘müslüman ilişkiler dünyâsı’ var” der.

Allah, bu vicdansız, merhâmetsiz, adâletsiz ve zâlim modern dünyâdan râzı olmadığı gibi, vicdansızlığa, merhâmetsizliğe, adâletsizliğe ve zulme ses çıkarmayarak zulme rızâ gösteren ve İslâm’ı ilme ve eğitime indirgeyen modern müslümanlardan da râzı değildir, olmaz.

Modern müslümanların bir amacı ve hedefi yoktur ve tek yaptıkları eğitimdir ki bu eğitim “eğitim için eğitim”dir. Eğitimi bir hedef ve gâye için değil, yine salt eğitim için yapmaktadırlar ki bu, “şeytanın sağdan yaklaşması”ndan başka bir şey değildir.

Evet; İslâm âleminin ana sorunu, pratikliği ve amel-eylemi iptâl edip İslâm’ı teoriye indirgemeleri ve dîni sâdece zihnin konusu hâline getirmeleridir. Oysa İslâm salt düşüncenin, ilmin ve eğitimin konusu değildir. Onun hayatta uygulanması gereken bir pratikliği de vardır ki peygamberler işte bu pratikliği uygulamak ve örnek olmak için gönderilirler. Peygamberimiz’in “güzel örnekliği” olan Sünnet’i de işte bu pratikliğin en ideâl ve başarılı örneğidir.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Eylül 2019





















Devamını Oku »