14 Şubat 2018 Çarşamba

Kötülüklerin Anası: İçki


“Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: Onlarda hem büyük günah, hem insanlar için (bâzı) yararlar vardır. Ama günahları yararlarından daha büyüktür. Ve sana neyi infâk edeceklerini sorarlar. De ki: ‘İhtiyaçtan artakalanı’. Böylece Allah, size âyetlerini açıklar; umulur ki düşünürsünüz” (Bakara 219).

 

Seyyid Kutub bu âyetin tefsirini yaparken şöyle der:

 

“..Herhangi bir nesnenin yada davranışın helâl yada haram olmasının ekseni, kriteri, iyiliğin ve kötülüğün baskın olup-olmamasıdır. Buna göre içkinin ve kumarın günahı ve zararı, yararından daha ağır bastığına göre bu durum bir yasaklama, bir haram sayma gerekçesi oluşturur”.

 

İnsanların târih boyunca çeşitli şekillerini kullandıkları içki, tüm zamanlar boyunca günah sayılmış, din tarafından haram kılınmış ve hem din hem de devlet tarafından yasaklanmıştır. Fakat buna rağmen bu günah çok fazla işlenmektedir. Zîrâ içki, dertleri güyâ bir nebze unutmak (ki aslına üstünü örterek ertelemektir) için içtiği içki, kişinin şuurunu bir süreliğine blôke etmekle kişiyi görece mutlu ederek kendisinden ve dolayısı ile hakîkatten uzaklaştırır.

 

Alkôl, içki, “hamr” denen sarhoş ediciler İslâm’da yasaklanmıştır. Zîrâ Allah insanlara tüm varlıklardan farklı olarak akıl ve irâde vermiştir ve bu akıl ve irâdenin kullanılamayacak duruma gelmesine izin vermez. İçki, beyni uyuşturup işlevsiz bıraktığından dolayı, kişi, sarhoşken (“kafası hoş”ken) insanlıktan çıkar ve insanlık-dışı çirkin işler yapar. Bedenin de hiç-bir özelliğini doğal ve normâl olarak kullanamaz. Bu durum sarhoşluk süresince kişiyi iptâl eder.

 

“İçki kötülülerin anasıdır” der Peygamberimiz. Çünkü içki sarhoş ettiği ve aklı ve irâdeyi iptâl ettiği için ve de insan sarhoşken her tülü hatâyı, suçu, günahı işleyebilir ve bunun farkında bile olmaz. Sarhoş kişinin akıl ve irâdesi kapalı olduğundan dolayı yapamayacağı rezillik yoktur ve her türlü suçu, günahı ve çirkefliği işleyebilir. Bu durumdaki kişi, ne yaptığını bilmediğinden dolayı, şeytan, sarhoş olan kişiyi istediği gibi kullanır. İnsanlığın arasını içki ve sarhoşlukla çok rahat açabilir ve bozabilir. Zâten Kur’ân da bunu söyler ve ayrıca içkinin ve içkinin yol açtığı diğer haramların ve günahların, insanı Allah’tan uzaklaştıracağını söyler ki bundan daha büyük bir felâket yoktur:

 

“Ey îman edenler!, içki, kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak şeytanın işlerinden olan pisliklerdir. Öyleyse bun(lar)dan kaçının; umulur ki kurtuluşa erersiniz. Gerçekten şeytan, içki ve kumarla aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi, Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz değil mi?” (Mâide 90-91).

 

Allah, cehennemi hak edenlerin içeceği içkinin, “kaynar su karıştırılmış içecekler” olduğunu söylerken, bu içkiler için “ne serinletir ne de susuzluğu gidererek ferahlatır” der. Sanki Dünyâ’yı içki ile ve sarhoşlukla tüketenlere verilmiş bir cezâdır bu:

 

“Sonra kendileri için onun üzerinde kaynar su karıştırılmış bir içkileri de vardır” (Sâffât 67).

 

İçkinin cezâsı bizzat “içki içmek” ve içkinin kötü sonuçlarına katlanmak olarak daha Dünyâ’da başlar. İlk başta pahalı bir üründür ve ekonomiyi bozar. Sonra kişinin aklını iptal eder ve her türlü saçmalamayı yapar. Sonra ertesi gün baş ağrısı ve bir tatsızlıkla uyanır. Bir şeyin cezâsı Dünyâ’da “kendi türünden” olur.

 

İçki içmenin doğal bir şey olduğunu ve zâten doktorların da bir miktar içki içilmesinin faydalı bulduğunu söyleyenler, müslüman olmalarına rağmen Kur’ân’a değil de, belli ki dînin yasaklarına hiç aldırmayan doktorların önerilerini dinliyorlar. Böylece onları ilah edinmiş oluyorlar. Hattâ belki de bu nedenle olsa gerek, bâzıları, “içki sofrasında domuz eti yememeyi” dindarlık zannediyor. Hâlbuki içki içmek, domuz eti yemek gibi ve belki de daha kötü ve günah olan bir şeydir. 

 

Kişi İslâm dâiresinde olduğunu iddiâ etmesine rağmen alkôl kullanması ve alkôl satışını yapmakta her hangi bir sakınca görmemesi, İslâm’ın hükümlerini ciddiye alması yada kabûl etmesi dolayısıyladır. Aslında haram olan bir şeyin aracılığını yapmak da haramdır. Bu bağlamda; İçkiyi içmek, satmak, içkinin ulaştırılmasına aracılık etmek ve hattâ dükkanını içki satılan yere kirâya vermek dâhil, içkiyle bir şekilde alâkalı duruma gelmek doğru değildir ve yanlıştır. 

 

Çok küçük yaşlara kadar düşen alkôl kullanımı, gençlerimizi zehirliyor, ekonomileri bozuyor ve insanları alkolik yaparak akıl, zihin ve irâdeleri kısıtlayarak yada tümden engelleyerek insan ve yaşam kalitesini düşürüyor ve içenleri Dünyâ’da rezil ettiği gibi âhirette de azâba itiyor.

 

Verilere göre ülkemizde kişi-başı tüketilen “saf alkôl” oranı yıllık 1.5 litreye ulaşmış durumdadır ve her geçen gün artmaktadır. Müslüman bir ülkede, kendisini “müslüman” olarak tanımlayanların olduğu bir ülkede, üstelik köklü bir İslâmî geçmişi olan bir ülkede, insanlar nasıl olur da Kur’ân’da açıkça yasaklanmış ve haram kılınmış olan içkiyi bu kadar rahat ve çok tüketebilirler?. Hem bu kadar içki içilecek hem de müslüman olunduğu nasıl söylenebilecektir?. İçkiye harcanan paranın hesâbı nasıl verilecektir?.  

 

İçki borsasının tavan yaptığı ve diğer günahların ayyuka çıktığı “yılbaşı” günlerinde seküler sisteme göre içki içmek “farz-ı ayn”dır. İçilen içkinin miktârına bakınca “temiz bir Dünyâ” hayâli kuran mü’minlerin karamsarlığa düşmemesi mümkün değildir. Hele bir de müslümanların bunu çok eleştirmemesi, diyânetin ve devletin buna çeşitli dünyevî nedenlerden dolayını sesini çıkartmaması katlanılacak gibi değildir. Bir insan nasıl olur da aklının, idrâkinin çalışmasının engellenmesine râzı olabilir ve bunu kendi elleriyle yapabilir. Üstelik modern insan, aklına ve irâdesine güyâ çok değer veren ve hiç kimseye dokundurtmayan kişidir.Demek ki bir tek şeytan dokunabiliyor.

 

Bir insanın ve müslümanın, hem içki içip hem de kendisinin özgür, bağımsız, akıllı olduğunu söylemesi mümkün değildir. Zîrâ o; içkinin kölesi, müptelâsı olmuş ve onsuz yapamamaktadır. Hattâ içki, başta sigara olmak üzere her türlü uyuşturucuyu kullanmaya da kapıyı alabildiğine aralamaktadır. Bir de gençlerin içki içmekle kendilerinin bir şey olduğunu zannetmesi yok mu?.

 

Sünnet düğünü adı üstünde “sünnet” yâni Peygamber’le, dolayısı ile din ile ilgili olmasına rağmen, günümüzde yapılan sünnet düğünlerinde, Kur’ân’ın apaçık haram kıldığı içkiler kasalarla gelip kasalarla gidiyor. Su gibi alkôl tüketiliyor ve zihinler iğdiş oluyor.  

 

“Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: Onlarda hem büyük günah, hem insanlar için (bâzı) yararlar vardır. Ama günahları yararlarından daha büyüktür. Ve sana neyi infâk edeceklerini sorarlar. De ki: ‘İhtiyaçtan artakalanı’. Böylece Allah, size âyetlerini açıklar; umulur ki düşünürsünüz” (Bakara 219).

 

Bu âyette bahsedilen yarar, en çok da “sağlık alanında dezenfektan olarak ve ilaç yapımında kullanılmak” olarak düşünülüyor. Fakat bunlar için alkôlün kullanılması şart değildir ve alkôl yerine kullanılabilecek bitki özütlerinden yapılmış maddeler de vardır.

 

Dünyâ Sağlık Örgütü’nün, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 30 ülkede yaptığı araştırmaya göre:

 

Cinâyetlerin %85’i;

Irza tecâvüzlerin %50’si;

Şiddet olaylarının %50’si;

Trafik kazâlarının %60’ı;

Kadına şiddet olaylarının %70’inin sebebi alkôldür.

 

Peygamberimiz’in alkôl=içki hakkındaki sözleri şöyledir:

 

“Bir şeyin çok miktarda alınması insana sarhoşluk veriyorsa onun azı da haramdır” (Ebu Dâvud, Sünen, c.II, s.294; Tirmizi, Eşribe 3).

 

 Câbir anlatıyor: Mekke’nin fethedildiği sene Hz. Peygamber’i Mekke’de işittim, şöyle buyuruyordu: “Cenab-ı Allah içki, ölmüş hayvan, domuz ve putun alım-satımını yasakladı”. (Buhârî, Büyû 112, Meğâzî 50; Müslim, Müsâkât 71 (1581); Ebu Dâvud, Büyû 66 (3486); Tirmizî, Büyû 93, (7, 309-310); İbnu Mâce, Ticarât 11, (2167).

 

 Câbir anlatıyor: “Resûlullah buyurdular ki: “Kim Allah’a ve âhirete inanıyorsa, üzerinde içki bulunan sofraya oturmasın” (Tirmizi, Edeb 43, (2802); Nesai, Gusl 2, (1, 198).

 

Sevr İbnu Zeyd el-Dîlî anlatıyor: “Hz. Ömer, hamr=içki için uygulanması gereken haddin miktârı husûsunda (Ashabla) istişârede bulundu. Hz. Ali: “Seksen sopa vurulmasını uygun görüyorum” dedi. Çünkü kişi, içince sarhoş olur, sarhoş olunca hezeyâna düşer (saçmalar), hezeyâna düştü mü iftirâ atar. İftirânın cezâsı ise 80 sopadır. Böylece Hz. Ömer içki içenler için haddi 80 sopa takdir etti” (Muvatta, Eşribe 2, (2, 842).

 

Hz. Âişe anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselam) buyurdular ki: “Sarhoşluk veren her içki haramdır” (Buhârî, Eşribe 4, Vudü 71; Müslim, Eşribe 67-68, (2001); Muvatta, Eşribe 9, (2, 845); Ebu Dâvud, Eşribe 5, (3682, 3687); Tirmizî, Eşribe 2, 3, (1864,1867); Nesâî, Eşribe 23, 8, (298).

 

Huzeyfe anlatıyor: “Resûlullah buyurdular ki:? “Hamr (sarhoş edici içki), günahın her çeşidinin kaynağıdır”.

 

İslâm’da insanların tüm zamanlarda uygulayabileceği had cezâsı çeşidi 4’tür: Öldürme, hırsızlık, zinâ ve iftirâ. Âlimler bir de “içki içene de cezâ uygulanmalıdır” derler. İçki içene “iftirâ atma cezâsı” olan 80 değnek vurulur. Çünkü sarhoş adamın sarhoş kafayla iftirâ atması çok olasıdır. Fakat bu durum genelleştirilemez ve sarhoş olsa bile iftirâ attığı kesin olmalıdır.

 

Hristiyanlar, Paul’ün; “ağıza giren değil, ağızdan çıkan önemlidir” sözüne göre içki içmekten sakınmıyorlar. Oysa Hz. Îsâ içki, içmezdi. Bu, Matta 26’da şöyle dile getirilir:

 

“…Size şunu söyleyeyim, Babam’ın egemenliğinde sizinle birlikte yenisini içeceğim o güne dek, asmanın ürününden bir daha içmeyeceğim.

 

Hz. Îsâ içmiyor ama hristiyanlar içiyor. Peki niçin onu örnek almıyorlar da içki içmekten vazgeömiyorlar?. Çünkü oHz. Îsâ’yı ilahlaştırmışlar ve o’nu örnek alınamayacak hâle getirmişlerdir.  

 

Son zamanlarda, yapılan bir çirkefliğin ve şerefsizlin savunmasını “alkôllüydüm diye yapmaya başladılar. Çünkü devlet, alkô üretiyor yada vergi alarak desteklemiş oluyor. Böylece alkôl güyâ meşrâlaşıyor. Meşrûlaşınca da bir savunma aracı hâline geliyor. Alkôllüyken yapılan terbiyesizlikler ve şiddet, hoş ve normâl görülmeye başlıyor. Hâlbuki alkôllü olarak yapılan şeyin cezâsı ikiye katlanarak verilmelidir.

 

Aslında içki, şeytanın açık bir ayartmasıdır. Çünkü içki içen kimse aklını ve irâdesini kullanmayacağı için Allah’ın yoluna giremeyecek ve ondan mahrûm kalacaktır. Bu durum şeytanın tam da istediği şeydir. Alkôl, helâl olan bir nîmetin ifsâd olmuş hâlidir ki, helâl olan bir nîmetin kullanılmaması gereken yönüdür. Meselâ üzümü ele alırsak; Üzümün kendisi, suyu, hoşafı, yaşı-kurusu, pekmezi, sirkesi, üzümden yapılan kekler ve tatlılar, üzümden yapılan marmelatlar, ezmeler, üzümün özü ve posası, ağacı, dalı, yaprağı, çekirdeği vs. hepsi helâldir ve de sağlıklıdır. Bir tek, üzümden yapılan şarap haramdır. Üzümün o kadar çeşidini kullanmayıp da, Allah’ın açıkça zararlı olduğu için haram kıldığı ve yasakladığı sarhoş edici tarafını kullanmak, hem akılla bağdaşmaz hem îmanla.

 

İçki ile ilgili söylenmiş bâzı sözlerle yazımızı noktalayalım:

 

“Sarhoşluk, geçici intihardır” Bertrand Russell.

 

“İçki içeri girer-girmez, akıl da dışarı çıkar” G. Herbert.

 

“İçki, korkağı cesur; cesuru küstah eder” Refik Halit Karay.

 

“İçkiyi savunanlar olabilir, fakat içki onları asla savunmaz” Abraham Lincoln.

 

“Akıllı adamların tek içkisi sudur” Thoreau.

 

“İçki, bütün kötülüklerin anasıdır” Hz. Muhammed (s.a.v.).

 

Evet, içki içinde “kafa güzel” olmaz ve tam-aksine “çirkin” olur. Zîrâ “güzel kafa, aklın güzelce çalışması” demektir. Aklın çalışmaması güzel olmadığından, içki içerek kafanın “güzel” olması mümkün değildir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ocak 2018

 

Devamını Oku »

3 Şubat 2018 Cumartesi

Körelen Kılıç, Sivrilmeyen Kalem, Yozlaşan Adâlet

  

“Andolsun, Biz elçilerimizi apaçık belgelerle gönderdik ve insanlar adâleti ayakta tutsunlar diye, onlarla birlikte kitabı ve mizânı indirdik. Ve kendisinde çetin bir sertlik ve insanlar için (çeşitli) yararlar bulunan demiri de indirdik; öyle ki Allah, kendisine ve elçilerine gayb ile (görmedikleri hâlde) kimlerin yardım edeceğini bilsin (ortaya çıkarsın). Şüphesiz Allah, büyük kuvvet sâhibidir, üstün olandır” (Hadîd 25).

Haçlı Seferleri’yle yıpranıp, Moğol İşgâli’yle çatırdayan İslâm toplumu ve medeniyeti, Rönesans, Aydınlanma ve Sanâyileşme’yle birlikte etkinliği yitirdi. Bunda en büyük etken, içtihad kapısının kapanması, tasavvufun palazlanması ve Osmanlı’nın ilim alanındaki cılızlığıdır. Üstelik Osmanlı’nın “imparatorluk” hâline geldiği zamanlarda İslâm medeniyetinin gözbebeği olan Endülüs de yıkılmış ve o “ilim medeniyeti” mirâsını Osmanlı’ya aktaramamıştı. Osmanlı ilimden ziyâde kültürle yol almıştır. Başarılı devlet adamları, asker ve şâir yetiştirmiş fakat İslâm-merkezli ilim alanında zayıf kalmıştır. İslâm’dan gelen ve Selçuklular’la yükselen kültür, Osmanlılar’la zirve yapmıştır. Fakat bu durum aynı-zamanda bu kültürün harcandığı bir zaman da olmuştur. Zîrâ yeterli ilmî çalışma olmadığı için kültürün yükselmesi durmuştur. İslam-merkezli ilmî çalışmaların yokluğu, kültürü doğuramamış, üretememiş ve ilerletememiştir. “Kâlem kılıçtan üstündür” sözü yabana atılmış ve kalemler sivrilmeyince, kılıçlar da körelmiştir.  

“Turan Taktiği” işe yaramamaya başlayınca durum değişti. Alternatif deniz yolları bulununca iş değişti. Kalem ile kılıç birlikte hareket etmeyince dirâyet azaldı. Müslümanlar hâlâ suçu kılıçta bulurlarken, batı tarafındakiler nice kalemler tüketti.

Müslümanlar bu kötü gidişâtı fark etmiştir ve tedbir alma yoluna da girmiştir tabî ki. Fakat batı hızını almış, bu hızla “zirve”yi aşmış ve yokuş-aşağı inmeye başlamıştır. Üstelik yokuş aşağı inerken bir “yol” da oluşturmuştur ve arkadan gelenler artık bu hazır yolu -biraz da mecbûren- tâkip etmeye başlamıştır.

Müslümanlar artık savaşlarda yenilmeye başlayınca ve kalem erbapları da olmayınca, toplumu sürükleyecek bir etken kalmadı. Kalem erbâbı en son Çanakkale’de eriyince, (daha doğrusu bir plân dâhilinde eritilince) artık taklitçi bir zihniyet peydâh oldu ve hâlen de bu mukâllitizm devâm etmekte.

Müslümanlar batı’nın teknolojisini almakla ahlâkını da almış oldu ve artık düşmanın her-şeyleri alınmaya başladı ve bunda bir sakınca da görülmedi. Böylece düşman, “dost” olarak görülmeye başlandı. Düşmana yetişmek için onun “modern kalem”leri olan silahları alındı. Tabi aslında alınan şey ikinci el “silah artıkları”ydı. Batı, yeni ürettiğini vermiyor, yada verse bile günümüzde olduğu gibi silahın kontrôlünü kendi elinde tutuyor.

İlim-teknik yolu kim açılmışsa, geriden gelenler genelde o yolu tâkip ederler. O yolu tâkip edince de onların tarzı da tâkip edilmiş olur. Onların zihniyeti tâkip edilmiş olur. Olan da bu olmuştur. Onlar gibi olunmuştur. Oysa “düşmanı gibi olanların düşmanlarını yendiği ve onlardan üstün olduğu vâki değildir”. Düşmana karşı ancak iç-dinamiklerle hareket edildiğinde üstün olunabilir. Fakat taklitçi için kendi iç-dinamiklerini kullanmak çok zordur. Hazır olanın câzibesine, kolaylığına ve hazzına kapılmıştır çünkü.

Osmanlılar ve müslümanlar, batı’yı târih boyunca “gevur” ve “kâfir” olarak görmüştür. Bu nedenle onları “küçük” gördüğünden, araştırıp değerlendirmeyi düşünmemiştir 18-19. yüzyıla kadar. Oysa İslâm’da “düşmanı iyi tanımak” vardır. Yapılan şey yanlıştı ve bu yanlış fark edildi fakat, batı’yı araştırmaya başlayınca, kendi iç-dinamiği ile kendini düzelteceğine, hazır batı bilimini taklit etmek kolay geldi. İşin kötüsü, tâkipçiler ve taklitçiler tâkibi de taklidi de doğru-düzgün yapamamışlardır. Taklit ettiklerini bu nedenle kendilerine uygun olarak geliştirip üretememektedirler. Batı ilmi ve tekniği üzerinden kendi ilim ve tekniği geliştirememiş ve 20. yüzyıla kadar “yakın batı”yı tâkip ve taklit ederken; bu tâkip ve taklitçilik 20. yüzyıldan îtibâren daha batı’ya kayarak “uzak batı”ya yâni Amerika’ya ulaşmıştır. Bu durum hâlen de devâm etmektedir.  

Müslümanların sorunu teknik ürünlerden mahrum olmaları değildir. Zîrâ daha 1.700’lü yıllarda batı’daki her tekniğe onlar da sâhipti. Fakat tekniğin bilgisi yâni “kılıcın bilgisine” sâhip değildik. Kalemimiz yazmıyordu. Bunun için ödenmesi gereken bedeller ödenmemişti ve gayretler gösterilmemişti. Yenecek “kırk fırın ekmek” vardı ve bu kadar beklemeye tahammül yoktu ve konjonktür uygun değildi. Mesele ekonomik de değildi ve “lâle devri”, ekonomik olarak Osmanlı’nın zirve yaptığı zamanlardır. Osmanlı ve müslümanlar “ileriye dönük” düşüncesini yitirmiştir ve artık bekleyecek tahammülleri de olmadığı için dışarıdan ithâl edilmiştir bilgi ve dolayısı ile ahlâk ve davranış. Böylece dünyevîlik güçlenmiş ve ortalıkta mütevâzi insan kalmamış, “adanmış insan” kalmamıştır.

Zamanla batı’nın rüzgârına iyice kapılınmış ve onun okul tarzı, kitapları, dili ve en nihâyet kânunları, ideolojileri ve yaşam-tarzları baş-tâcı edilmiştir. Onlar gibi düşünüp, onlar gibi davranılmaya başlanmıştır. O ilmî tavır ise bir türlü alınmamıştır. “İlim Çin’de bile olsa gidiniz” sözü, “ilim evrenseldir, alın o ilmi ve müslümanlaştırın” demeye gelir. Bunu bir türlü başaramıyoruz ve böyle bir düşünce de çok zayıf. “Mağlûplar gâlipleri taklit ederler” sözü yerini bulmaktadır. Karşısında zayıfladığınız yapının zamanla her-şeylerini almaya başlarsınız. Askerî alanda başarı göstermiş ve onlara karşı iyi mücâdele etmiş olsanız yine de fark etmez. Meselâ Türkiye Cumhuriyeti “Kurtuluş Savaşı’nı kazandı ama kânunlarını, Almanya’dan, İtalya’dan, İsviçre’den, Fransa’dan vs. aldı. İdeolojilerini düşmanlarından aldı. Savaş meydanında yendiği düşmanlarından. Çünkü kendisi üretemiyordu ve yada eskisini yenileyip zamânına taşıyamıyordu.

Bunun nedeni öyle dendiği gibi matbaanın geç gelmiş olması falan değildir. Zâten bahsedildiğinden çok-çok daha önce gelmiştir matbaa. İslâm medeniyeti 1.000 yıl boyunca sürdürdüğü medeniyetini matbaa ile mi kurdu?. Hayır!. Kalem ve kılıçla kurdu. Hem müslümanlar matbaanın bastığı kitapları isteseler alabilirlerdi. Alınıyordu da zâten ama yeterli değildi. Batı’dan her-şeyi alıyorsunuz da matbaaların bastığı kitapları mı alamayacaksınız?. Matbaası olanlara parasını verince; “al şunu bas” dersin, o istediğiniz kadar basar getirir. Hattâ matbaanın kendisini bile alırdınız isteseydiniz. Meselâ o zamanlar bu işte gelişmiş olan Venedik’e el-yazısı ile yazılmış örnek bir kitap gönderirsiniz, binlerce basılıp geri gelir. Mesele o değil. Mesele, aynen şimdi olduğu gibi, “böyle bir talebin olmaması” idi. Mesele, matbaanın yokluğu değil, matbaanın bastığı kitapları okuyacak ve ilim elde edip kendi iç-dinamiğine göre o ilmi üretip yükseltecek adamların olmayışı idi. İlim böyle gelişir ve yayılır. Kitaba-ilme yönelecek adam saygısının azlığı idi sorun. Hem yıllarca uzak kalındığından, hem de hazırı vâr olduğundan böyle bir kadro oluşmadı. Oluşanlar da -dediğimiz gibi- en son Çanakkale’de toprağa düştü.

Sorunu matbaanın geç gelişinde görenlere sormak lâzım; şimdi her taraf kitap kaynıyor da ne oluyor?. Küçücük bir hafıza kartına, insanın ömrü boyunca okuyamayacağı sayıda kitap sığıyor. Elimizi attığımız her yerde kitap var. Peki ne değişiyor?. Matbaanın ürünlerinden çok, o ürünleri değerlendirecek kadro eksikliğidir sorun. Bu konuda İlber Ortaylı şöyle der:

“Matbaanın gelmesi için bir sebep yok, gelmemesi için de bir sebep yok. Camı alıyorsun Venedik’ten, Acemistan’dan kendi malını beğenmeyip halı getiriyorsun, kitabı da getirirsin ihtiyaç duyarsan. Venedikliler basar, getirir. Viyana’da var Mekitarist matbaası, Venedik’te var. Bunlar Anadolu Türkçesi, Arapça, Farsça bilen Ermeniler. Döküm hurûfat var orada. Arapça hurûfat bu memlekette ortaya çıkmış değil ki!. O zaman da var. Onu da abartıyorlar. 18. asırda onun evveliyatı var teknik olarak oralarda. Niye gelmiyor?. Okumuyoruz çünkü. Ben söyleyeyim, en çok okunan kitap Menâkıbnâme-i Mahmud Paşa-yı Veli meselâ. Elden-ele kopya edile-edile pek-çok nüshası var. Bunu okuyorlar meselâ. Demek ki millet Nâima Târihi’ni bile çok bilmiyor. Ortada 20 nüsha dolaşsa okuyup dinleyen 200 kişi oluyor, o da yetti!. Fazlasını da zâten aradığı yok. Burada matbaa olmaz. Matbaa gelmiş ve hakîkaten çok fazla bir şey yapamamış, durgunlaşmış ve öylece asrı tamamlamıştır. Ne zaman ki sistematik eğitim müesseseleri, yeni bürokrasi kuruluyor, o zaman iş değişiyor. O zaman Karamanlı Rum bile İncil istiyor artık. Çünkü Yunan harfleriyle Türkçesi basılıyor.

“Yobazlar istemedi de matbaa gelmedi” deniyor. Evet, belki bâzı yobazların bâzı lafları vardır ama mekanizmayı bu fazla îzah etmez. “Efendim hattatlar karşı geldi”. Hayır, hattatlar karşı geldiği için de durmaz. Çünkü iki bin kişi kitap okuyacak olsa İstanbul’da, iki bin tâne nüsha istenecekse bir eserden hattatlar o işe kolay-kolay yetişemezler zâten. Patlar arz-talep mekanizması. Meselâ Mushaf-i Şeriflerin matbû olması 19. asırda bile yasaktı. İrâdelerde görülüyor toplatılması. Dinlediler mi?. Her ev Kur’ân istedi de ondan. Vazgeçildi yasaktan”.

Kılıç köreldikçe kalem yazmamaya başladı ve kalem yazmadıkça da kılıçlar daha köreldi. Ne kalem yazıyor ne de kılıçlar kesiyor. Burada artık yapılacak şey, kendi iç-dinamiğine bağlı üstün gayretlerdir. Bu bağlamda bâzı kıpırdanışlar olduysa da güçlü kıpırdanışlar ve silkinişler değildi bunlar. Başlatılabilirdi ama başlatılamadı. Yenilgi, yenilmemeyi öğretemedi. İslâm ve Kur’ân-sünnet ilk günkü canlılığıyla dimdik ayaktaydı ama müslümanların dizinde derman kalmamıştı. Zîrâ gönlündeki derman tükenmişti. Nefsi ise coşmaya başlamıştı. Bu biraz da kader miydi, termodinamik yasa mıydı (entropi) bilinmez. Yada; “Eğer bir yara aldıysanız, o kavme de benzeri bir yara değmiştir. İşte o günleri biz onları insanlar arasında devrettirip dururuz. Bu, Allah’ın îman edenleri belirtip-ayırması ve sizden şâhidler (veyâ şehidler) edinmesi içindir. Allah, zulmedenleri sevmez” (Âl-i İmran 140) âyetinin vermek istediği mesajın gereği olan imtihan mıydı?. Artık orası tartışılmalıdır. Bu tartışma kalemin yeniden sivriltilmesi ve kılıcın yeniden bilenmesine kadar süreceğe benzer.

Sadece kılıç nasıl ki işe yaramıyor ve hemen körelmeye başlıyorsa, kalem de kılıçsız tükenir gider. Yazmaz. Nede olsa kalemi sivriltmek için de kesici bir şey lâzımdır; kılıç lâzımdır. Kalemi en iyi kılıç sivriltir ve kılıcı da en iyi kalem bileyler. Toplumları dik ve diri tutan şey, kalem ve kılıç birlikteliğidir. Kalemler yazarken kılıçlar şakırdayacak ve medeniyet güneşi sürekli aydınlatacaktır Dünyâ’yı. Bakın Zu’l-Karneyn’e; ilim ile tekniği, yâni kitap ve demiri nasıl birleştiriyor ve toplumu Ye’cüc ve Me’cüc’ün saldırısından kurtarıyor:

“Dediler ki: Ey Zu’l-Karneyn!, gerçekten Ye’cüc ve Me’cüc, yeryüzünde bozgunculuk çıkarıyorlar, bizimle onlar arasında bir sed inşâ etmen için sana vergi verelim mi?. Dedi ki: Rabbimin beni kendisinde sağlam bir iktidarla yerleşik kıldığı (güç, nâmet ve imkân), daha hayırlıdır. Mâdem öyle, bana (insânî) güçle yardım edin de, sizinle onlar arasında sapasağlam bir engel kılayım. Bana demir kütleleri getirin, iki dağın arası eşit düzeye gelince, ‘körükleyin’ dedi. Onu ateş hâline getirinceye kadar (bu işi yaptı, sonra:) dedi ki: ‘Bana getirin, üzerine eritilmiş bakır dökeyim’. Böylelikle, ne onu aşabildiler, ne onu delmeye güç yetirebildiler” (Kehf 94-97).

Fakat İslâm kalem ve kılıçtan başka bir şeyin daha altını çizer: Adâlet:

“Andolsun, Biz elçilerimizi apaçık belgelerle gönderdik ve insanlar adâleti ayakta tutsunlar diye, onlarla birlikte kitabı ve mizânı indirdik. Ve kendisinde çetin bir sertlik ve insanlar için (çeşitli) yararlar bulunan demiri de indirdik; öyle ki Allah, kendisine ve elçilerine gayb ile (görmedikleri hâlde) kimlerin yardım edeceğini bilsin (ortaya çıkarsın). Şüphesiz Allah, büyük kuvvet sâhibidir, üstün olandır” (Hadîd 25).

Kılıç, kitap yâni kalem ve adâletten sonra gelir. Adâlet olmadığında bâtıl batı’nın geldiği yere gelinir. Adâletsiz ve zâlim bir uygarlık çıkar ortaya. Kalem sivridir ve kılıç keskindir fakat kalem ve kılıç adâleti ortaya koyamazsa, -adâlet sağlanamayınca hayat bir boşluk kabûl etmeyeceği için- zulüm çıkar ortaya. Kalem ve kılıç birlikteliği adâlet-merkezli olmayınca zulüm üretir yâni. Açlık-susuzluk üretir, ahlâksızlık üretir, acı, feryat ve ölüm üretir. Bakın batı’ya, Dünyâ’yı nasıl da ifsâd etmiş ve zulmü ayyuka çıkarmış. Kalem ve kılıç var ama adâlet yok, ahlâk yok. Bu yüzden Dünyâ’nın her yerinden iniltiler geliyor. Kimi ölürken kimisi ölmekten beter oluyor. Kimisi bir kere ölürken kimisi her-gün ölüyor. Birileri zâhiren ölürken birileri de bâtınî olarak içten çürüyüp ölüyor. Neden?, çünkü ahlâk ve adâlet yok. Adâlet neden yok?. Çünkü adâletin neş’et ettiği din yok, İslâm yok. O hâlde İslâm demek, kitap (kalem), mîzan (adâlet) ve demir (kılıç) demektir.

Batı’nın ilmî mâcerâsı Haçlı Seferleri’yle başlıyor ama aslında “Amerika hırsızlığı”ndan sonra Afrika ve doğu sömürüsüyle zenginleşince ortaya çıkıyor. Zehirli bir ilimdir bu ve hâliyle tüm Dünyâ’yı zehirlemektedir. Bu nedenle temeli zulüm olan batı ilmi, sonuçta da zulüm üretiyor ve iki taşlı üst-üste koy(a)madığı gibi, taş üstünde taş bırakmamaktadır. Hırsızlıkla zenginleşen burjuvazi kapitâlizme dönüşüyor ve suyun başını tutmuş olanlar bu ilmi ve tekniği insanlığın yarârına değil de sömürüye ve çıkarlarına yönelik kullanıyor ve destekleyip ilerletiyor. Liberâl-kapitâlist ekonomi modeli ve lâik-seküler-profan ideolojiler bu ilmin ve anlayışın sonucudur. İlk başta ortaya çıkan düşünceler, İngilizlerin öncülüğünde sanâyi devrimiyle berâber maddîleştirilip dönüştürülüyor. İşte mevcut dünyâ hâlen bu doğrultuda sürüklenmeye devâm etmektedir.

Velhâsıl kelam; İslâm kültürü, medeniyeti ve târihi, dışarıdan (kılıç) çok içeriden (kalem) yıkılmıştır ve yine dirilmesi (adâlet) de “içeriden” olacaktır inşallah!.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Nîsan 2017


Devamını Oku »

24 Ocak 2018 Çarşamba

Kur’ân’ı Zihinlere Hapsetmek



“Îman edip sâlih amellerde bulunanlar; ne mutlu onlara. Varılacak yerin güzel olanı (onlarındır)” (Ra’d 29).

İslâm dîni, hem iç-âlemi, hem de dış-âlemi inşâ ve îmar etmek için vâr olan bir dindir. “Hayâtı inşâ etmek”tir onun amacı. İşte bu nedenle “Peygamber örnekliği” (usvetun hasenetun) üzerinden hem kişinin iç-âleminin hem de dış-âleminin nasıl inşâ edileceğinin örnekliği gösterilmiştir. Aksi-hâlde vahiy farklı bir biçimde de gönderilebilir ve insanlar tarafından bulunur, sonra da “zihinlerin bir egzersizi” olarak okunurdu ve onun okuyan kişiler de sâdece kendi iç-âlemlerini onunla inşâ etme yoluna giderlerdi. Fakat vahiy bir “insan örnekliği” (Peygamber) üzerinden gönderilmiş ve 23 yıllık bir süreçte hayâtın tam ortasında yaşana-yaşana, özümsene-özümsene ortaya konmuştur. Zîrâ Kur’ân bir “hayat kitabı”dır ve hayâtı inşâ etmek ister. Bu inşâ, “tüm Dünyâ’nın İslâm-merkezli inşâsı” şeklinde bir hedefi de içinde taşır. O hâlde Kur’ân, sâdece zihinleri geliştirmesi ve hayâta hiç karışmaması için gönderilmiş bir kitap değil, zihinleri ve kâlpleri inşâ ettikten ve ahlâklı bir nesil-toplum ortaya çıkardıktan sonra, onu hayâta da taşımak ve hayatta hâkim kılmak için de indirilmiş bir kitaptır.  

İslâm hiç kuşkusuz, kişinin zihnini ve kâlbini vahiy-merkezli inşâ eder. Böylece ahlâk-timsâli bir şahsiyet çıkar ortaya. İşte bu şahsiyet diğer şahsiyetli kişilerle bir-araya geldiğinde bir cemaat-toplum oluşur. Bu toplum, İslâm’ın-Kur’ân’ın canlı şâhitleri ve temsilcileridirler. Aynı-zamanda da canlı tefsirleridirler. Böyle bir toplumûn salt zihnî ilgilerle dolu olması ve bilince dönmüş vahyi bilgiyi hayâtın tam ortasında yaşamaması düşünülemez. Zâten Kur’ânî bilinç mutlakâ amele-eyleme zorlar. O hâlde vahiyle inşâ olanların mutlakâ onu kendi yaşamlarında gösterdikten sonra, hayatta da hâkim kılmak hedefleri olmalıdır. Tüm peygamberlerin ana-hedefi budur ve zâten Kur’ân da böyle bir hedef belirler ve insanları bu hedefe yönlendirir:

 “Allah, içinizden îman edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara vâdetmiştir: Hiç-şüphesiz onlardan öncekileri nasıl “güç ve iktidâr sâhibi” kıldıysa, onları da yeryüzünde “güç ve iktidâr sâhibi” kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler ve bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır” (Nûr 55).

“Andolsun, biz Zikir’den sonra Zebur’da da: Şüphesiz Arz’a sâlih kullarım vâris olacaktır diye yazdık” (Enbiyâ 105).

“Biz ise, yeryüzünde güçten düşürülenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve mîrasçılar kılmak istiyoruz” (Kasas 5).

“Şüphesiz, Allah’ın sana gösterdiği gibi insanlar arasında hükmetmen için biz sana Kitabı hak olarak indirdik. (Sakın) hâinlerin savunucusu olma!” (Nîsâ 105).

“İslâm Devleti’ni yüreklerde kurun” söylemini çok yersiz ve boş buluyoruz. Çünkü dediğimiz gibi; İslâm sâdece yüreklere hapsedilebilecek bir din değildir ve sâdece yüreklerde kurulacak olan bir devletin; zulme uğrayan, aç, sefil, mağdur, mazlum insanlara hiç-bir faydası olmaz. Yüreklerdedir çünkü. Yüreklerde kurulmuş (yada hapsedilmiş) olan devlet, bir mazlumun alnına doğru gelen bir kurşunu bile engelleyemez ve hattâ sektiremez. Hiç-bir yaraya merhem olmaz yâni. Böyle olunca da tâğutların ekmeğine yağ sürer. Bu nedenle devleti sâdece zihinlerde ve gönüllerde kurmak yetmez. Fakat deniyorsa ki, “ilk-önce zihinlerde-yüreklerde kurun”.. eyvallah, o zaman başka. İslâm Devleti ilk-önce zihinlerde-yüreklerde kurulmalı ve bir-süre sonra bilinç ile beslenmiş bir toplum tarafından kurulacak olan İslâm Devleti yeryüzünde hâkim duruma gelmelidir. Bilinç, samîmiyet ve gayret netîcesinde Allah’ın yardımı mutlakâ yetişecektir.  

Tabi vahyi hayâta hâkim kılma süreci güle-oynaya, gürültüsüz-patırtısız olmayacaktır. Zâten târihte, “hakkın ortaya konma süreci”nin sessiz-sedâsız ortaya konulduğunun bir örneği de yoktur. Bir eleştiri-îtirâz ve hattâ isyân süreci olabilecektir. Çünkü hayattaki küfrün, şirkin ve câhiliyenin temsilcilerine ve bunların sistemlerine ağır bir “lâ” denmesi gerekecektir. En azında şu sûre okunacaktır yüzlerine:

“De ki: ‘Ey kâfirler!, Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Benim taptığıma siz tapacak değilsiniz. Ben de sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz. Sizin dîniniz size, benim dînim bana” (Kâfirûn 1-6)

Zaten Peygamberimiz de inen vahiyleri ilk müslümanlara okurken ve müşriklerin sistemlerine henüz dokunmazken, yada aktif bir şekilde îtirâz etmezken, müşrikler Peygamberimizi dinliyorlar ve biraz tedirgin olsalar da, henüz bir “hareket” vukû bulmadığı için karşı çıkmıyorlardı. Fakat ne zaman ki kâfirlerin ilahlarına, putlarına, sistemlerine yâni dinlerine somut ve aktif bir şekilde karşı çıkılmaya başlandı, işte o zaman tüm zamanlarda kâfirlerin yaptıklarını yapmaya başladılar. Mü’minleri ilk önce önemsemezden geldiler, sonra alaya aldılar ve en sonunda da boykot ettiler ve nihâyet tarafların ayrılmasıyla da savaştılar. Bu süreç tâ Hz. Âdem’den bêri bu şekilde olmuştur ki, bunu Kur’ân kıssalarında çok net bir şekilde görebiliyoruz. O hâlde aynı şey, modern zamanlarda da olacaktır. İşte peygamberler ve mü’minler tüm zamanlarda bunun mücâdelesini vermişler ve bu mücâdeleyi göze almışlardır.

Günümüzde de tüm mesele; “peygamberler ve onlara inanan ve onların mücâdelesine destek olanların yaptıklarını modern zamanlarda da yapmayı göze alabilecek miyiz, yoksa alamayacak mıyız” meselesidir. Sahih îman, âhiret bilinci-inancı, vahye îman ve Allah’a güven, bahsettiğimiz bu mücâdeleye mutlakâ zorlar. Bu mücâdeleyi göze almayı içten-içe arzulatır. Aksi-hâlde Allah ve âhiret inancı, “kuru bir îman” konusu olacak ve Kur’ân da, anlamanın ve hattâ “aşırı anlama ve araştırma”nın, onu atomlarına ayırarak didiklemenin ve parçalamanın konusu olacaktır. Fakat onu salt zihin-merkezli olarak ne kadar incelersek, o oranda amelden kopulacaktır. Zîrâ bir şeyi aşırı incelemek, onu “parçalamak” anlamına da geleceği için, bütünselliğini ve de dolayısı ile rûhunu bozacak ve bütünsellikten ve ruhtan koparılmış olan vahiy de, net mesajını ortaya koyamayacaktır. Sonuçta metinde değil ama kavramda tahrif olacağından, Kur’ân okunduğunda, söylediği değil de, modernizme uygun olan yeni anlamı tasavvur edilip kabûl edilecektir. Böylece Kur’ân’ın amele-eyleme dökülmesi mümkün olmayacak ve Kur’ân iç-âlemi inşâ ettikten sonra hayâtı da inşâ edemeyecek ve hayâta hâkim olamayacaktır. Netîcede de Allah’ın rabliği göklerle sınırlandırılacak ve yeryüzüne karıştırılmayacaktır. Gökleri âlemlerin Rabbi olan Allah kusursuzca düzenleyip idâre ederken, yeryüzünü ise “sahte tanrılar” (insan) düzenlemeye çalışacak ama bunu bir türlü başaramayacak ve sürekli bir zulüm ve fitne durumu yâni kaos ortamı olacaktır. Zîrâ insanın bu düzenlemeyi ve idâreyi Allah’tan bağımsız bir zihin-akıl ile yapması ve gerçekleştirmesi imkânsızdır.

Modern zamanlarda müslümanlar, hayâtı Kur’ân ile inşâ etmenin bedellerini göze alamadıklarından, onu zihinlere hapsetmiş ve sâdece zihinsel çalışmanın konusu yapmışlardır. Böylece artık Kur’ân sâdece zihni çalışmaların konusu olarak, aşırı inceleme ve araştırmaya tâbi tutulmuş ve zamanla bu çalışma-şekli artarak devâm etmiştir-etmektedir. Bu çalışma-şeklinde bir-çok yeni anlamlar bulunmuştur ve bir-takım faydalı çalışmalar da yapılarak faydalı örnekler ortaya konmuştur. Fakat çok tehlikeli bir durum da ortaya çıkmıştır ki, bu çalışmalar, ameli-eylemi blôke etmektedir. Çünkü bu çalışmalar çok yoğun olduğundan, müslümanlar amele-eyleme hem bir türlü vakit bulamıyor ve zaman ayıramıyor, hem de Kur’ân’ın hayâta hâkim olduğu gerçeği ıskalanarak İslâm’ın hayâtı inşâ edip ona hâkim olma hedefini blôke oluyor. Böylece Kur’ân sâdece zihinlere kilitleniyor ve oradan bir türlü çıkamıyor. Hiç-bir zaman da çıkamayacaktır. Çünkü Allah’ın ilminin bir sonu yoktur ve Allah’ın bu ilimle yarattığı varlığın ve gönderdiği vahyin de ilmî yönden bir sonu olmayacaktır.

“Kur’ân’cı” olarak nitelenebilecek olan bir kesim, “sâdece Kur’ân” sözünü motto yapıyor ve çalışmalarını bu doğrultuda sürdürüyorlar. Fakat bu doğrultuda çalışınca yâni “sâdece Kur’ân” dedikleri için “usvetun hasenetun” yâni Peygamber’in “güzel örnekliği”ni dolayısıyla amel ve eylemi hesâba katmadıkları yada katmak istemedikleri için, Kur’ân’ı mecbûren aşırı yorumla zorluyorlar ve basit bir şeyi anlamak için bile Kur’ân’ı didik-didik ediyorlar ve de Kur’ân’ın söylemediği şeyleri bile söyleyebiliyorlar. Hattâ âyetlere bin takla attırarak yeni bir Kur’ân ortaya çıkarıyorlar. Ortaya çıkan bu Kur’ân’da tabî ki de amele-eyleme dönük bir şey olmuyor ve sâdece zihinlere hitâp eden ve zihinleri işgâl eden bir Kur’ân oluyor. Bu kişilere göre Kur’ân sâdece okunmak ve ona inanmak için gönderilmiştir. Bunu kanıtlamak için Kur’ân’ın altını-üstüne getiriyorlar, sonsuz etimolojik değerlendirmeler yapıyorlar ve onu didik-didik ederek düşüncelerine uydurmaya çalışıyorlar. Kitab’a uymadıkları için kitabına uydurmaya çalışıyorlar. Kur’ân’a uyulmayınca, Kur’ân mevcut hayâta tarzına uydurulmaya çalışılıyor. Hz Ömer, bu düşünceyi mahkûm ederken: “yaşadığınız gibi inanmazsanız, inandığınız gibi yaşamaya başlarsınız” demişti. Bu bağlamda Ali Eren: “El atmadık tarafı bırakılmayan ve değişik şekiller verilen bir din, ilâhi olmaktan çıkar ve beşerî bir sistem olur” der.

Kur’ân’ı sâdece zihnin bir konusu olarak görenler ve Kur’ân’ı zihne hapseden müslümanlar, Kur’ân’ın sosyâl ve siyâsal bir boyutu yokmuş gibi davranıyorlar ve bir türlü amel-eyleme geçmiyorlar. Kur’ân’ın sosyâl ve siyâsal boyutuna iknâ olmadıkları için, modern-lâik-seküler-demokratik-liberâl-kapitâlist sistemlerin sosyâl ve siyâsal boyutuna îman etmektedirler. Üstelik böyle yapmakla da “iyi yapıyorum” zannediyorlar. Oysa Kur’ân’ göre amele-eyleme dönmediğinde “iyilik” olmaz. Kur’ân’da iyiliğin târifi şu şekilde yapılır:

“Yüzlerinizi doğu’ya ve batı’ya çevirmeniz “iyilik” değildir. Ama iyilik; Allah’a, âhiret gününe, meleklere, Kitab’a ve peygamberlere îman eden; mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip-dilenene ve kölelere (özgürlükleri için) veren; namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefâ gösterenler ile; zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenler(in tutum ve davranışlarıdır). İşte bunlar, doğru olanlardır ve müttakî (takvâ sâhibi) olanlar da bunlardır” (Bakara 177).

Eğer Dünyâ’da İslâm hâkim değilse, Dünyâ, çeşitli senaryoların oynandığı bir tiyatro salonundan başka bir yer değildir. Böyle bir Dünyâ’da her zaman bir zulüm vardır ve sürekli artmaktadır bu zulüm. Çünkü yeryüzünü, gökleri Düzenleyen ve İdâre Eden Allah düzenlemiyor. Bu nedenle de sürekli olarak bir düzensizlik ve kargaşa-hâli hâkim oluyor Dünyâ’ya. O hâlde yapılması gereken şey, vahyin bilgi, bilinç ve ahlâkıyla donandıktan sonra mutlakâ Kur’ân’ı hayatta hâkim kılmak için zihinlere hapsedilmekten kurtarmak ve hayatta görünür yaparak, hayâta hâkim kılmak gerekiyor. Vahyin hükmü budur. Fakat vahyin bu hükümler “hayâta dönük” olduğu için mutlakâ amel-eylem ile alâkalıdır ve bu nedenle de bir bedeli vardır. Allah, âhiret bilinci ve inancı olanlar bu bedeli göze alabilmelidir. Allah’ın hükmü budur. Câhiliyenin hükmü ise tam-aksidir. Allah bu nedenle câhiliyenin hükmünü hoş görenleri ve bu hükümlerle muhâkeme olmayı isteyenleri uyarır:

“Câhiliyenin hükmünü mü istiyorlar. Yakînen bilen bir kavim için Allah’tan daha iyi hüküm veren kim vardır?” (Mâide 50)

“Sana indirilene ve senden önce indirilene gerçekten inandıklarını öne sürenleri görmedin mi?. Bunlar, tâğutun önünde muhâkeme olmayı istemektedirler; oysa onu reddetmekle emrolunmuşlardır. Şeytan onları uzak bir sapıklıkla sapıtmak ister” (Nîsâ 60).

Kur’ân’ı zihinlere hapsolmaktan kurtarıp hayâta aktarmanın bir bedeli vardır ve bu bedel “mallarla ve canlarla bedel” olarak bâzen ağır da olabilir. Fakat dünyâ-hayâtının geçici bir imtihan alanı olduğunu bilip idrâk eden ve âhiret hayâtını dünyâ-hayâtına tercih edenler için bu bedel, “göze alınabilir bir bedel”dir. Fakat vahyi pratikte uygulamak istemeyenler, bu bedeli göze almak yerine ve tam-aksine bu bedeli göze almamak için, âyetlere aşırı ve olmadık anlamlar yükleyerek mânâsını değiştirebiliyorlar. Zîrâ bu bedeli göze almak onlar için kolay ve hoş değildir. Fakat Kur’ân neyin hayırlı neyin de hayırsız olduğunu sâdece Allah’ın bilebileceğini söyler:

“…Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz” (Bakara 216)

“Ancak o, sarp yokuşa göğüs germedi. Sarp yokuşun ne olduğunu sana öğreten nedir?. Bir boynu çözmek (bir köleye özgürlük vermek)tir; yada açlık gününde doyurmaktır, yakın olan bir yetimi, veyâ sürünen bir yoksulu. Sonra îman edenlerden, sabrı bir-birlerine tavsiye edenlerden, merhâmeti bir-birlerine tavsiye edenlerden olmak. İşte bunlar, sağ yanın adamlarıdır (Ashab-ı Meymene) (Beled 11-18).

Kur’ân sürekli olarak amele-eyleme yâni hayâta yönlendirmesine rağmen, Kur’ân’ı zihinlere hapsedenler de sürekli olarak onu amel-eylemden yâni hayattan uzak tutan yorumlar yapıyorlar ve Kur’ân’ın apaçık hükümlerine rağmen aksi-yönde hükümler ortaya koyuyorlar ve doğrusunun da bu olduğunu söyleyip duruyorlar. Peki bunu neye göre yapıyorlar?. Tabî ki Kur’ân’ı hapsettikleri “zihinlerine” göre:

“Size ne oluyor?. Nasıl hüküm veriyorsunuz?. Yoksa (elinizde) ders okumakta olduğunuz bir kitap mı var?. İçinde, neyi seçip-beğenirseniz, mutlakâ sizin olacak diye. Yoksa sizin için üzerimizde kıyâmete kadar sürüp gidecek bir yemin mi var ki ‘siz ne hüküm verirseniz o, mutlakâ sizin kalacak’ diye” (Kalem 36-39).

Kur’ân’ı okuyorlar ve “Allah’tan başka hüküm koyucu yoktur” ve “tek kaynak Kur’ân’dır” diyorlar. Elbette Allah’tan başka hüküm koyucu yoktur ve Kur’ân bilgi ve bilincin tek kaynağıdır. Fakat Kur’ân bilgi ve bilincin tek kaynağı iken, Peygamber örnekliği yâni vahyi hayâta hâkim kılma düşüncesi (sünnet) de amel ve eylemin kaynağıdır. Bu kaynak meşrûiyetini Kur’ân’dan alır. Zîrâ Kur’ân, “vahyi hayâta hâkim kılma kılavuzu”dur. Böylece îman ettikten sonra îmânın delîli olan amel-eylem ortaya çıkar. Yoksa kuru-kuruya îman iddiâsı yeterli değildir:

“İnsanlar, (sâdece) ‘îman ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2).

Kur’ân’ı zihinlere hapsedenler ve amele-eyleme dönük olmadığını söyleyenler var. Bunlar bu sonuca, Kur’ân’ı, canını çıkarırcasına yorumlayarak, onu didik-didik ederek ve atomlarına ayırıp parçalayarak ve de bütünlüğünü bozup rûhunu uzaklaştırarak varıyorlar. Üstelik bu yaptıklarını çok matah bir şey zannediyorlar ve sanki Kur’ân’ın en ileri okuması ve idrâkinin de bu olduğunu sanarak büyük bir aldanışa sürükleniyorlar. Kur’ân bu konuda açık bir uyarı yapar ve onların teşhisini koyar:

“İnsanlardan öyleleri vardır ki, bilgisizce Allah’ın yolundan saptırmak ve onu bir eğlence konusu edinmek için sözün ‘boş ve amaçsız olanını’ satın alırlar. İşte onlar için aşağılatıcı bir azap vardır. Ona âyetlerimiz okunduğu zaman, sanki işitmiyormuş ve kulaklarında bir ağırlık varmış gibi, büyüklük taslayarak sırtını çevirir. Artık sen ona acı bir azap ile müjde ver” (Lokman 6-7).

İki çeşit akletme merkezi vardır. Zihin/beyin ve kâlp. Beyin göreceli ve hatâlı şeyleri de bilen merkezdir. Kâlp ise “gerçek bilgi”yi bilir. Kâlpte kolay-kolay yanılmalar olmaz. Zihnin, kâlbi hesâba katmadan salt beyin-zihin ile çalıştığından, hatâ yapması çok olasıdır. Hattâ beyin, doğruya yakın olan bilgiye bile yüzlerce hatâdan sonra varır. Fakat kâlbiyle bakan kişi o şeydeki doğruyu daha bakar-bakmaz görür ve idrâk eder. Hele bu bakış kâlp akıl/zihin-beyin ve göz ile yâni “akleden kâlp” ile yapıldığında, kesin bir sonuç açığa çıkar. Yeter ki kâlp hastalığa yakalanmamış olsun. Temiz bir kâlp ile bakan, bir-nevî Allah ile bakar:

“Ve Biz, ona şah-damarından daha yakınız” (Kâf 16).

Şah-damarı kâlbe açılır. Kâlb de mutlakâ hayâta açılır ve hayatta amel-eylem olarak kendini gösterir. Hayâtiyetin varlığı böylece belli olmuş olur.

Kur’ân hiç-bir yerde derinlemesine araştırma yapmayanları eleştirmez. Tam-aksine, derinlemesine araştırma yapanı eleştirdiği/kınadığı görülür:

“Çünkü o bir düşündü, ölçtü biçti. Kahrolası, nasıl ölçüp biçti. Sonra (yine) kahrolası nasıl ölçüp biçti. Sonra bir baktı. Sonra kaşlarını çattı ve yüzünü ekşitti. Sonra da sırt çevirdi ve büyüklük tasladı (istikbar). Böylece: “Bu, yalnızca “aktarılarak öğrenilen” bir büyüdür” dedi. “Bu, bir beşer sözünden başkası değildir dedi” (Müddesir 18-25).

Görüldüğü gibi Arapların dil-dâhisi Velid bin Muğire, yaptığı dil-analizinden sonra Kur’ân’ı aklı almıyor ve onun inkâr ediyor. Çünkü Kur’ân ilk önce zihinlere değil, kâlplere hitâp eder. Kâlben bir türlü tatmin olmayanlar, Kur’ân’ın sonsuz yorumlarına ve etimolojik değerlendirmelerinde boğulurlar. “Kâlpleri” olmayanların IQ’leri 200-250 olsa ne yazar ki?. Bir şeyi anlamak/kavramak/fıkh-etmek zihin ile değil, kâlp ile olur ki bahsettiğimiz kâlp, “akleden kâlp”tir:

“İçlerinden seni dinleyenler vardır; fakat biz onu fıkh-etmelerine engel olmak için kâlplerinin üstüne kılıflar, kulaklarının içine de ağırlık koyduk. (Onlar) her mûcizeyi görseler de yine ona inanmazlar. Hattâ sana geldiklerinde seninle tartışırlar; o kâfirler: ‘Bu, eskilerin masallarından başka bir şey değildir’ derler” (En-âm 25).

“Öyle olmasa, Kur’ân’ı bir düşünmezler mi?. Yoksa kâlpler üzerinde üst-üste kilitleri mi var?” (Muhammed 24).

Dünyâ’da müslümanların mevcut kötü durumlarının nedeni, Kur’ân’ı hayattan çekip zihinlere hapsetmektir. Târih boyunca Kur’ân ne zaman ki bilgi ve bilinç sürecinden sonra hayâta aktarılmış ve hâkim kılınmışsa yeryüzü cennetin bir şûbesi (kendisi değil) olmuş ve zulüm ortadan kalkarak, adâlet-eşitlik ve hak-hakîkat Dünyâ’yı kuşatmıştır. Fakat her ne zaman da vahiy sâdece zihinlere hapsedilmiş, işte o zaman da tahrifat ve tahribâta uğramış ve Dünyâ zulme gark olmuştur. Post-modern dönemler bu işin ayyuka çıktığı zamanlardır. Bu, sünnetullah gereği böyledir. Benzer davranışlar, benzer sonuçlar ortaya çıkarır çünkü. Einstein: “Aynı şeyleri yapıp farklı sonuçlar almayı bekleyenler ahmaktır” der. 

Kur’ân’ı zihinlere hapsedenlerin her söylediklerinin yanlış olduğunu söylemek istemiyoruz. Söyledikleri aslında yanlış da değil fakat eksik. Sorun bu. Eksiklikten kaynaklanan bir yanlışlık var. Lâkin eksik olan ile yanlış olan arasında pek bir fark yoktur. Zîrâ eksiklik, yanlışa düşmekten kurtulamaz. Kur’ân’ı zihinlere hapsedenlerin savundukları şey dînin yarısıdır. Diğer yarısı ise, Kur’ân’ı hayâta hâkim kılma düşüncesini kişini idrâk etmesi ve bu düşüncenin o kişide yer ederek amele-eyleme geçmesiyle olur.

Allah Kur’ân’ı, “sâdece okunup-okunup durulsun” diye değil, “samîmi ve ciddî bir şekilde okunduktan sonra hayatta onunla hükmedilsin” diye göndermiştir. Hayâta Kur’ân hâkim olsun diye göndermiştir. Bu uygulamanın nasıl olacağının bir örneğini (tıpa-tıp aynısını değil) göstermesi için peygamberlerini göndermiştir. Peygamberler bunun için gönderilir zâten. İşte Peygamber, bu örnekliği en iyi şekilde yapmıştır. Biz de bu örnekliğe bakarak, bu örnekliği kendi çağımızda nasıl olması gerekiyorsa ortaya koymamız gerekir. Kur’ân’ı hayâta hâkim kılmayı o örneklikten ilham alarak (ille de aynısını yaparak değil) kendi çağımızda uygulamalıyız. Peygamberin uygulamalarını tâkip ettiğimizde bu uygulamaların Kur’ân’a aslâ aykırı olmadığını ve tam-aksine Kur’ân’ın pratiği görürüz, Allah’ın emirlerinin nasıl yapılması-uygulanmasının gerektiğinin gerçek örnekliğine ulaşırız. Fakat sorun şu ki, birileri bunun yapılmasını istemeyecek ve karşı çıkacaktır. Çünkü o örnekliğe göre amel ve eyleme geçildiğinde, sonuç tam da Allah’ın râzı olacağı ama şerefsizlerin işlerine gelmeyeceği şekilde olacaktır.

Kur’ân’ı sâdece zihinlerin konusu yapmak yanlıştır, çünkü bu, işin yarısı yada bir parçasıdır. Tam bir okuma olması için hayatta da gözükmesi gerekir, uygulanması gerekir Kur’ân’ın.

Kur’ân; -hâşâ-“zihinsel-entelektüel bir orgazm” nesnesi değildir. Müslümanlar, Kur’ân’ın sosyâl ve siyâsal bir boyutu yokmuş gibi davranıyorlar ve Kur’ân’ı zihinlere hapsediyorlar. Kur’ân’ın zihne inmesi yetmez, yüreğe de inmeli ki “yürekli nesiller” ortaya çıksın. Peki ne yapalım, nasıl yapalım mı diyorsunuz?. Bunun cevâbını Allah veriyor:  

“Ey îman edenler!. Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticâreti size göstereyim mi?. Allah’a ve Resûlüne îman eder, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda savaşırsınız. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemîninden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur. Seveceğiniz başka bir şey daha var: Allah’tan yardım/zafer ve yakın bir fetih. Mü’minleri bununla müjdele!” (Saff 10-13).  

Görmemiz gereken şey zâten gözümüzün önünde duruyor. Onu kabûl edebilmektir önemli olan. Zîrâ amele-eyleme dönmeyen hiç-bir şeyin anlamı da yoktur, anlaşılmışlığı da. 

Kur’ân’ı zihinlere hapsedenler sürekli olarak bilgi biriktiriyor-çoğaltıyor. Ne yapacaklarsa.. Hayâtın orta yerinde kullanılmayacak olan bilgi boş ve yararsız bir bilgidir. Hz. Ali sürekli olarak: “Yararsız bilgiden Sana sığınırım” diye duâ etmiştir. Bu bağlamda meselâ hadisçiler de binlerce hadis biriktirmiştir. Hattâ mezhepler-hizipler hadis biriktirme yarışı yapmışlar ve bu uğurda nice hadisler uydurmuşlardır. Hâlbuki bunlar iyiliğe-takvâya dönmeyecek olan boş sözlerden başka bir şey değildir. Kur’ân ise “iyiliği çoğaltın” ve “takvâda yarışın” der. Kur’ân’ı zihinlere hapsedenler, en doğru yolda olduklarını zannediyorlar ve Kur’ân’ın zihinsel okumalarını yapmayı üstünlük olarak görüyorlar. Oysa Allah yarışın sâdece takvâda yapılmasını emreder. Takvâda üstün olmak ise, sorumluluk almakla ilgilidir, yâni takvâ, amel-eylem ile açığa çıkar:

“Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerîm) olanınız, (ırk, renk, soy ve servetçe değil) takvâca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, haber alandır. (Hucurât 13)

Yeryüzünde küfür ve zulüm hâkim durumdayken ve ayyuka çıkmışken, Kur’ân’ın inciğini-boncuğunu aşırı şekilde araştırmak doğru değildir. Böyle bir çalışma metodu belki de İslâm’ın hayâta hâkim olduğu zamanlara (gâlibiyet) has olabilir. Açlıktan-susuzluktan ölümlerin yaşandığı, çeşitli zulümlerin; tecâvüz, ölüm, feryât ve figânların gökleri titrettiği, adâletsizliğin ayyuka çıktığı, hak ve hakîkatin kalın perdelerle perdelendiği bir zamanda yapılması gereken şey, vahiy-merkezli bir idrâk sürecinden sonra sünnet-merkezli harekete geçmek ve bu çirkeflikleri ortadan kaldırmaya yönelmek olmalıdır. “Güzel örneklik” sürecinin izlenmesidir. Bu da, bir eleştiri, îtirâz ve hattâ isyân ile birlikte kendini gösterecektir. Zâten “güzel örnekliğimiz” Peygamberimizin en büyük sünneti; “kâfire, zâlime ve şerefsize boyun bükmemek ve hattâ başkaldırmak” idi. İşte biz bu sünnetten mahrumuz. Fakat müslümanlar; “ne yapsam da yapmasam”ın derdinde. Hiç-bir şey yapmamak için her-şeyi yapmayı göze alıyorlar. Aliya İzzetbegoviç:

“Müslümanlar, ‘Kur’ân hayâta nasıl uygulanacak’ sorusundan kaçmak için Kur’ân’ın nasıl okunması gerektiği hususunda geniş bir ilim ürettiler” der.

Modern müslümanın en büyük sorunu, “îman” ile “itaat”i ayırmasıdır. Îman ettiğini söylüyor ama itaat etmiyor. Îtikatta tek kaynak olarak Kur’ân’ı kabûl edenler, amelde de “tek kaynak” olarak meselâ demokrasiyi kabûl ediyorlar. Kur’ân’ı zihinlere hapsedenler, hayatta hangi hükümlerle hükmedildiğini çok da önemsemiyorlar ve îtikatta Kur’ân’a bağlı olduğunu söylerlerken, amelde seküler sistemlere göre hareket ediyorlar. Oysa İslâm’ı hayattan dışlayan tüm ideolojiler tâğuttur.

Çok ilginçtir ki, Kur’ân’ı okuyup da Kur’ân’daki şeriata düşman olanlar var. Kur’ân’daki şeriat, vahyi yâni “İslâm’ı hayâta hâkim kılma metodu”dur. Bunu kabûl etmeyenler, Kur’ân’ı zihinlere hapsedenlerdir. Zâten bu kişiler için Kur’ân’ın hayâtta hâkim olup-olmaması çok da sorun değildir yada önemli değildir. Onlar için önemli olan, Kur’ân’ın sâdece zihinlerde yada kâlplerde bulunmasıdır. Fakat bu, bir hapsetme şeklidir. Oysa İslâm hayattan kopuk olamaz. İslâm-Kur’ân ne istiyorsa müslümanlar da öyle olmalıdır. İslâm ile müslümanlar başka-başka olamaz. Şekip Aslan: “İslâm bir şey, müslümanlar ise başka bir şeydir” der. Çünkü İslâm sürekli hayâtın tam ortasında görünmek isterken, müslümanlar onu zihinlerine hapsediyorlar. Böyle olunca da müslümanlar hayatta “müslüman” gibi tezâhür edip görünemiyorlar. 

Tabi Kur’ân zihinlere hapsedilince kişi artık dîni bireysel olarak yaşamaya başlıyor. Çünkü “birey” olduğu için sâdece kendi zihninde yaşıyor. Zâten dînin hayatta toplumsal bir karşılığı pek de düşünülmediği için, bu sorun edilmiyor. Bir-araya gelmeler bile tek-tek bireyselliklerdir. Bir-araya gelmeleri, “toplumsal işleri birlikte yapmak için” değil, farklı düşünceleri-anlayışları da duymak ve konuşmak için yapıyorlar.

Kur’ân zihinlere hapsedildiğinde yada bireysel olarak yaşandığında, Kur’ân’ın tamâmı net olarak konuşulup da ortaya konulamıyor. Ya bâzı âyetler konuşulmayıp üstünde fazla durulmuyor, yada aşırı yoruma boğularak anlamı farklılaşıyor. Çünkü Kur’ân’ı zihinlere hapsedenlerin, İslâm’ı sosyâl ve siyâsal olarak hayatta hâkim kılma düşünceleri olmuyor. Böylece İslâm’ın ancak yarısı konuşuluyor ve gerçeğin tamâmı söylenmemiş oluyor. Atasoy Müftüoğlu:

“Gerçekliğin tamâmını söylememek, bu konuda kişiliklerimizin tamamlanmadığını, ahlâkî zaaflarla malûl bulunduğumuzu gösterir. Konjoktürel nedenlerle gerçeğin tamâmını söyleyememek, hayâtî sorumlulukları terk etmek/ertelemek anlamı taşır” der.

Kur’ân, okunduğunda kolayca anlaşılabilecek olan bir kitaptır. “Îman sâhibi” herkes için açıklanmış ve kolaylaştırılmış bir kitaptır Kur’ân. Kamer: 17, 22, 32 ,40; Duhan 58; Meryem 97. âyetleri bunu çok açık bir şekilde ortaya koyar. Artık geriye, kolayca anlaşılmış olan âyetlerle amel etmek ve bu âyetleri hayatta uygulamak ve hâkim kılmak kalıyor.

Kur’ân’ı zihinlere hapsedenler, ona sâdece îman etmeyi yeterli görürler ve Kur’ân ile bireysel ilişkilerin dışında, hayâtın tam ortasında amel-eylem hâlinde olmayı düşünmezler. Fakat böyle yapmakla “sâlih amel” işlemekten uzaklaşmış oluyorlar. Oysa Kur’ân, îman ettikten sonra sâlih ameller işleyenlerin dışındakilerin “ziyanda olanlar” olduğunu söyler:

“Asra andolsun!; Gerçekten insan, ziyandadır. Ancak “îman edip sâlih amellerde bulunanlar”, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka” (Asr Sûresi).

Evet; Kur’ân’ın hapsedilen zihinlerden çıkarılması şarttır. Çünkü Kur’ân’ın anlaşılması yetmez, uygulanması da gerekir. Hayâtın tam ortasında..

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş

Kasım 2017
Devamını Oku »

17 Aralık 2017 Pazar

Akıl ve Vahiy

 

“Kendisiyle Allah’ın konuşması, bir beşer için olacak (şey) değildir; ancak bir vahy ile yada perde arkasından veyâ bir elçi gönderip kendi izniyle dilediğine vahyetmesi (durumu) başka. Gerçekten O, yücedir, hüküm ve hikmet sâhibidir” (Şûrâ 51).

 

Kur’ân’a bakıldığında, Allah’ın bildiriminin peygamberlere gelişi; 1-Vahyetme, 2-Perde arkasından hitâp, 3-Elçi gönderip sözlerini iletme, şeklindedir. Âyette vahyin niteliğine ve geliş şekline bakınca, vahyin niteliğinin tam olarak anlaşılamayacağı ve hattâ onu peygamberlerin bile, hissetse de anlamlandıramayacağı anlaşılıyor. Çünkü arada bir “ontolojik fark” (varlık farkı) vardır ve farklı varlıkların birbirleriyle olan iletişimleri, benzer varlıkların iletişimleri gibi olmaz. Mutlak Varlık olan Allah’ın, sınırlı ve mukayyet bir varlık olan insan ile direkt olarak, “rûberû” yâni karşılıklı şekilde, yüz-yüze gelerek, insan-insana konuşma gibi bir konuşma yapması beklenemez. Bu nedenle Allah’ın vahiyleri, insana mutlakâ bahsedilen bu üç yolla gelmek zorundadır.    

 

Akıl, gayb alanında çâresiz kalır. O hâlde din yâni İslâm, “yarı-dogma” bir inanç şeklidir. Zâten akıl ile gaybın sırrı çözülebilseydi, o zaman îmâna gerek kalmazdı. Zîrâ insanın, aklı ile çözebildiğine ve idrâk edebildiğine îman etmesi gerekmez. Îman “gayb” ile ilgili olandır. Yâni îman, “gabya îman”dır. Peygamberimizin vefâtı ile birlikte Peygamber de aramızda olmadığı için, “elle tutulur, gözle görülür îman kaynağı” olarak elimizde bir tek Kur’ân vardır fakat îman edilmesi gereken şey, Kur’ân’ın kâğıdı, mürekkebi, mürekkebinden oluşan yazıları, cildi vs. değildir. Îmâna konu olan şey, Kur’ân’ın Allah tarafından, Cebrâil aracılığı ile, âlemlere rahmet Peygamberimize gönderilmiş olduğu ve gönderilen vahiylerin kıyâmete kadar bize rehberlik edebilecek yeterlilikte ve kalitede olduğudur. Bu da onun gaybî özelliğidir. Yâni biz Kur’ân’ın kâğıdına-yazısına değil, kaynağına, getirenine, geliş şekline ve mesajına îman ediyoruz. O mesajın Allah’tan geldiğine ve Allah’tan geldiği gibi korunduğuna inanıyoruz. Onu tâkip ettiğimizde bizi karanlıklardan aydınlığa çıkaracağını biliyoruz ve kabûl ediyoruz. Evet; gözle görülen şeye îman edilmez, çünkü onun varlığından emin (îmân) olmaya gerek yoktur. O hâlde biz, îman ettiğimiz şeyin gereğini yapmakla mükellefiz, onun ne olduğunu bilmekle değil. Zâten buna aklımız da yetmez.  

 

Vahiyden derece olarak daha düşük konumda bulunan akıl, vahiy ile uzlaşmadığında yada vahyi idrâk edemediğinde, mecbûren onu yorumlamaya (te’vil) başlar ve vahyi yorumlamayı akıl-merkezli yaptığından, bu yorumlama işini “akla uydurana kadar” devâm ettirir. Fakat ortaya çıkan yorum, “mutlak vahiy” olmaktan çıkar. Akıl, bu tarz bir yorumla, Dünyâ’yı “mutlak olmayan vahye göre” şekillendirmiş olur. Akıl ancak bu şekilde iş görür. Mutlak vahyin en doğru yorumu ise ancak “sünnet” ile olabilir. Zîrâ sünnet, Peygamberin vahyi amel-eylem şeklinde yorumlaması ama bunu Allah’ın kontrôlünde yapmasıdır. Eğer Allah onu yaptığından dolayı uyarmışsa ve düzeltmişse -ki uyardığı ve düzelttiği yerler de vardır- (Tahrîm 1, Ahzâb 37) o zaman sünnet, “Allah onaylı” ve mutlak vahye göre söz ve amel ile yapılmış en doğru yorum olmuş olur. Zâten bilgi ve bilincin kaynağı Kur’ân iken, amel ve eylemin kaynağı sünnettir ve bu nedenle de sünnet bağlayıcıdır. Bağlayıcılığı ve evrenselliği bu nedenledir.

 

Vahyin gelişi direkt olarak Allah’tan insana olmaz. Zîrâ arada ontolojik (vâroluş) fark vardır. Bu nedenle de bir kula ancak yine bir “kul” olan melek Cebrâil aracılığı ile vahiy iletilmiştir. Zâten Allah ile kul arasındaki aracılık sâdece vahiy-mesaj-emir indirilirken olur. Allah’tan vahiy ve emir insana direkt olarak gelmezken, insandan Allah’a duâ, yakarış, ibâdet ise direkt yapılmalıdır. Aksi-hâlde şirk olur ki şirk denen şey zâten budur. Put, insandan Allah’a giden yoldaki aracılardır. Fakat Allah’tan insana vahiy getiren Cebrâil’in aracılığı şirk değildir. O hâlde “insan ile Allah arasına” aracı giremez fakat “Allah ile insan arasına” aracı (melek-elçi) girebilir” diyebiliriz. Yâni Allah insana hitâp edeceğinde mutlakâ bir aracı oluyor ama insan Allah’a aracısız ibâdet ve duâ edebilir ve yalvarışta bulunabilir ki, zâten böyle yapılmayıp da aracı konulduğunda şirk başlar.

 

Kur’ân’ı-vahyi, ille de; modern aklın, modern bilimin ve modern çağın ışığında yorumlama ve bunlara uydurma düşüncesi, aslında vahyin, salt akılla mutlak anlamda idrâk edilemeyeceğinin göstergesidir. Çünkü vahiy, tüm bu modern etkenlere karşı bâriz bir üstünlüğe sâhiptir. Buna göre vahyin, sahih olarak bu etkenlerin ışığında yorumlanması ve anlaşılması imkânsızdır. Peki neden “vahyin ışığında bilim” değil de, “modern bilimin ışığında vahiy” diyoruz?. Niçin “vahyin ışığında bilim üretmek”ten değil de, “modern bilimin ışığında vahyi anlamak”tan söz ediyoruz?. Çünkü zamânımız, dînin yâni vahyin arka-plâna atıldığı ve aklın aşırı şekilde öne çıkarılıp kutsandığı bir zamandır. Vahyin akla boğdurulduğu bir zamandayız.

 

Akıl kullanılarak vahyin yorumu yapılabilir ve vahiy anlamlandırılabilir. Fakat vahiy, akıl-üstü bir öğretidir. Aksi-hâlde akıl, “vahiyden üstün” yada “vahiy ile aynı üstünlükte” olsaydı, akıl da bir vahiy meydana getirebilirdi. Yâni insanlar, akıllarını kullanarak gerçek bir peygamber olabilirdi, hak bir din kurabilirlerdi ve vahiy-merkezli bir kitaba sâhip olabilirlerdi. Fakat böyle bir şey imkânsızdır:

 

“De ki: Eğer bütün ins ve cin (toplulukları), bu Kur’ân’ın bir benzerini getirmek üzere toplansa, -onların bir-kısmı bir-kısmına destekçi olsa bile- bir benzerini getiremezler” (İsrâ 88).

 

Âyet, “akıl ile vahiy oluşturulamaz, bu nedenle böyle bir beklentiye girmeyin ve böyle bir düşünceye kapılmayın” diyor. Zâten böyle bir düşünce ve beklenti Peygamberimiz’de de yoktu. Peygamberimiz, aklının “cins” bir akıl olduğunu fark ederek kendisine vahyedilmesini beklemiyordu:

 

“Kitabın sana (kâlbine vahy ile) bırakılacağını umûd etmezdin; (bu,) Rabbinden ancak bir rahmettir. Öyleyse sakın kâfirlere arka olma!” (Kasas 86).

 

Vahiy ancak bir rahmettir. Vahiy, insanlar içinden en temiz, ahlâklı, dürüst, aklı başında ve duyarlı olanlara gelir. Yoksa ille de bilgi sâhibi, uzman ve “dâhi” olanlara gelmez:

 

“Böylece sana emrimizden bir rûh vahyettik. Sen, kitap nedir, îman nedir bilmiyordun. Ancak Biz onu bir nûr kıldık; onunla kullarımızdan dilediklerimizi hidâyete erdiririz. Şüphesiz sen, dosdoğru olan bir yola yöneltip-iletiyorsun” (Şûrâ 52).

 

Vahiy; ahlâk, akıl, bilgi-sâhibi bir insanın (peygamber) o özel mânâları kâlbinden alarak kelimelere dökmesi şeklinde ve “Peygamber’in, vahyi gökten-melekten-Allah’tan değil de, o kelimelerin kâlbinde belirip şekillenmesiyle kâlbinden alması” şeklindeki yaklaşım yanlıştır. Çünkü bu anlayışa göre gayb iptâl olur ve elçiye-meleğe gerek kalmaz. Hem peygamberler, vahyi kâlbinden alıyorsa, neden daha önce ve her-an almadılar ve meselâ Peygamberimiz neden “fetret-i vahy” denen dönemi yaşadı ve Hz. Âişe ile ilgili “ifk hâdisesi”nde o kadar sıkıntıya girdi?. Vahyi, istedikleri zaman kâlplerinden alıp ortaya koyabilirlerdi. Peygamberler vahiyleri kendi iç dinamikleriyle ve özel şartlarda kâlplerinde oluşturup da kelâma dök(e)mezler. Vahiyler o kâlbe, özel bir şekilde Allah tarafından bir elçi aracılığı ile gönderilir ve Peygamberler de o vahyi hem tebliğ ederler hem de bizzat kendileri de ona uyarlar ve vahyi hayâtta uygulayarak yaşarlar. Vahiy ile arasındaki ontolojik fark bunu gerektirir çünkü. Vahiy, peygamberlerin kâlbine “çok özel bir şekilde” Allah tarafından görevlendirilmiş bir elçi (melek) aracılığı ile gelir ve onlar da gelen emirleri-önerileri insanlara tebliğ şeklinde, aynen geldiği gibi aktarırlar.    

 

Aynı ontolojik durum Allah ile melek arasında da vardır. Bu nedenle vahyin ilk başta Levh-i Mahfûz’a indirildiği ve Cebrâil’in de oradan aldığı vahyi Peygambere ilettiği söylenmiştir. Abdulkadir Yılan:

 

“Kur’ân’ın bir bütün olarak vâr olduğu yere Levh-i Mahfûz denilmektedir. Burûc, 85/21,22; Vâkıa, 56/77-80; Zuhrûf, 43/4; Allah’ın melekler ve insanlarla olan ontolojik farklılığın bir sonucu olarak ilâhî hitâbın meleklere bildirimi, ancak onların ontolojik düzlemine uyarlanmasıyla mümkündür. Kur’ân’ın ilâhî bilgi yada kelâm boyutundan, daha sonradan insânî boyuta ulaştırılmak üzere, melek düzlemine indirgenmesi için oluşturulan alana Levh-i Mahfûz diyebiliriz” der.

 

Tabi bu düşüncelerin ne kadar doğru olduğu tartışılır. Zîrâ vahyin hem ne olduğu hem de geliş şekli kesin anlamda belli değildir. Hattâ peygamberler bile vahyin etkisine mâruz kalmış olmalarına onu iliklerine kadar hissetmelerine rağmen, vahyin mâhiyetini aklın anlamlandırabileceği bir şekilde açıkla(ya)mamışlardır. Zîrâ insan ile vahiy arasında ontolojik bir farklılık vardır ve gaybî olanı insânî olanın açıklaması da beklenmese gerektir. Peygamberler sâdece vahiy aldıkları andan bir-an önce ve sonrası hakkında kendilerinde olan hâli açıklamışlardır. Yusuf Şevki Yavuz: “Vahiy yoluyla bildirim, vâsıtasız gizli bir yolla ve süratlice Peygamberin kâlbine veyâ zihnine ilâhî kelâmın bırakılması yâni kavratılması şeklindedir” der.

 

“Kur’ân’ın levh-i mahfûzdan topluca bir defâda Kadir Gecesi’nde Beytû’l-İzze’ye (en yakın Dünyâ semâsı) indirildiği” düşüncesi de doğru olmasa gerektir. Zîrâ Allah, vahyin tamâmını bir seferde Beytû’l-İzze’ye indirmişse, o hâlde hayâtın akışı hesâba katılmamış olur ve vahyi hayatla bütünleştirme sorunu yaşanır. Yok, “Allah zâten ne olacağını biliyordu” denirse, o zaman da cebriyeci bir kadercilikten bahsedilmiş olur ki, bu “irâdesizlik” demektir. Yâni bu sefer de irâdeye ve akla çok gerek kalmazdı.

 

Bir de şu var ki, Kur’ân bir “îman kitabı”dır. Ona îman etmek gerekir. Eğer Kur’ân sâdece elimizde tuttuğumuz bir kitaptan ibâret ise, o hâlde onun neyine îman etmemiz istenmektedir?. Îman etmek, gayba olacağından, -çünkü elimizde tuttuğumuz ve gözümüzle gördüğümüze îman etmemize yâni ondan emin olmamıza gerek yoktur- Kur’ân’a îman onun maddî yönüne değil, mânevî yönüne olmalıdır. Onun Allah’tan geldiğine ve kesin gerçek ve hakîkat olduğuna îmân etmemiz isteniyor. Aynen Peygamberlerin de, etine-kemiğine değil, resûllüğüne-nebîliğine îman ettiğimiz gibi. Yoksa Peygamberimizi her gören îman etmiyordu. Demek ki îman, maddî olana değildir. O hâlde akıl da, îmâna yönlendirse ve tasdik etse de, asıl tasdik kâlp ve eylemle ile olur.

 

Aklın önermelerinin doğruluğu ancak vahiyle bağlantılı ve doğrulanmışsa kabûl edilebilir. Vahiyle onaylanmamış hiç-bir yorum bağlayıcı değildir. Bu yorumu yapan isterse Hz. Ömer olsun.  

 

Peygamberlerin diğer insanlardan tek farkı vahiy almasıdır. Kur’ân’da Peygamberimiz şöyle der:

 

“De ki: Ben ancak benzeriniz olan bir beşerim. Bana yalnızca, sizin ilahınızın bir tek ilah olduğu vahyolunur. Öyleyse O’na yönelin ve O’ndan mağfiret dileyin. Vay hâline o müşriklerin” (Fussilet 6).

 

Peygamberimiz diyor ki; “Ben de sizin gibi akıl-sâhibi bir insanım. Aramızda fark yok. Fakat benim tek farkım bana vahyediliyor olmasıdır. Vahyin sizlerden birine değil de bana yapılması, benim çok üstün bir akla sâhip olmam falan değil, ahlâki üstünlüğümden dolayı, Allah’ın içinizden beni seçmesi ve bana vahyetmesidir”. Bu nedenle vahiy almak hâriç, Peygamber için kullanılan, “örnek alınamayacak” tüm nitelemeler şirktir.

 

Akıl ile din -sözde- uzlaştırılınca ve aynılaştırılınca, din ortadan kalkar. Akla bire-bir uygun olan bir vahiy varsa, vahye gerek yoktur. Çünkü akıl da bire-bir vahye uygundur ve akıldan sâdır olan her-şey de vahiy gibi olur. Varılan yer artık “deizm”dir.

 

İbni Rüşd, akıl ile îmânı kesin çizgilerle birbirinden ayırır ve bu dünyâda mutlu olmak için salt aklın yeterli olduğunu söyler. Böylece İslâm’ı “dünyâ işleriyle hiç-bir ilgisi olmayan bir inanç sistemi” hâline getirir. Bu düşünce din ile devleti birbirinden ayırır ve devletin dinden bağımsızlaşmasına neden olur-olmuştur. Din ile devlet ayrıldığında ve farklı alanların konusu yapıldığında, hayâtı düzenleyip yönetme yetkisi yalnızca dünyevî olana âit olur ve hattâ zamanla din devletin himâyesi ve denetimi altına sokulur. Din ile devlet birleştiğinde devlet dînin himâyesi ve yönetmesinde; ayrıldığındaysa dünyevî olanın himâyesi ve yönetmesinde olur. Lâkin şu da var ki; hak din hâkim olduğunda Dünyâ’yı da hakkıyla yönetecekken, dünyevîlik hâkim olduğundaysa dîn sürekli olarak baskı altında tutulur ve dînin alanı daraltılır. Îman ile aklın ayrılması ve aklın, dînin ve îmânın yörüngesinden çıkarılması, aklı şeytanın, nefsin ve tâğutların denetimine ve yönlendirmesine sokarak yanlış işletilmesine neden olur

 

Akıl, vahiy süzgecinden geçirilmelidir; vahiy, akıl süzgecinden değil. Vahyin süzgecinden geçen akıl, vahiy-merkezli akletmeye başlarken; akıl süzgecinden geçen vahiy ise, beşer-merkezli akletmeye başlar. Fakat beşer aklı sınırlı olduğu için, sınırlı olandan sınırlı ve dolayısı ile eksik bilgi çıkacaktır. Eksik bilgi ile de hiç-bir şey yerli-yerinde yapılamaz ve ortaya adâletsizlikten ve zulümden başka bir şey çıkmaz.

 

Birileri de, kendi sınırlı akıllarıyla ortaya koydukları mezheplerini-meşreplerini vahiyden üstün görüyorlar ve diyorlar ki, “bizim mezhebimize-meşrebimize uymayan âyetler neshedilmiştir, hükmü kaldırılmıştır”. Yâni, “bizim aklımız vahiyden üstündür” demeye getiriyorlar. Sâdece âyetler de değil, hadislerin de mensuh kabûl edileceğini söylüyorlar. Böylece akıllarını; “Gerçekten sen, pek büyük bir ahlâk üzeresin” (Kalem 4) ve “Biz seni âlemler için yalnızca bir rahmet olarak gönderdik” (Enbiyâ 107) denilen Peygamber’den de üstün tutuyorlar. Mezheplerine aykırı olan âyetleri ve hadisleri, ya te’vil ederek kabûl edeceklerini, yada mensuh (hükmü kaldırılmış) olduklarını söylüyorlar. El-Kerhi aynen şöyle der: “Mezhep imamımızın ve arkadaşlarının görüşüne ters düşen her âyet ve hadis, ya te’vil edilir yahut mensuh kabul edilir” (Risâle fi’l-Fusûl). 

 

İslâm târihinde de bir-çokları aklın nas ile çelişmesi durumunda aklın tercih edileceğini iddia etmiştir. Fahreddin Râzi bile: “Akıl ile nas çelişirse akıl tercih edilir” diyebilmiştir. Esas ve asıl olanın hangisi olması gerektiğini söylerken şöyle der:  

 

“Naklin zâhir ifâdelerini, aklın kat’i delâletine tercih etmek yanlıştır, çünkü nakil, aklın feridir (naklin-nassın anlaşılması akla bağlıdır). Eğer asıl olanı (aklı) delil olmaktan düşürürseniz, bu çürütme işi hem aslı (aklı) hem de fer’i (nakli) birlikte ortadan kaldırır. Bunun yanlışlığı ise ortadadır. O hâlde tek bir çıkış-yolu vardır ki, o da aklın -kesin olan- delâletini asıl kabûl etmektir”.

 

Vahyi akıldan üstün tutmak, aklı ıskartaya ayırmak demek değildir tabî ki. Vahyi akıldan üstün tutmak, “aklı vahyin kılavuzluğuna vermek” demektir. Zâten hem mukatta’a harfleri hem de müteşâbih âyetlerin 1.400 yıldır net bir açıklaması ve tefsiri yapılamamıştır. Çünkü aklın gücü buna yetmemektedir. Sanki Allah bu harflerle ve âyetlerle; “aklınız vahiyden üstün değildir” mesajı vermek ister gibidir.

 

Aklı vahiyden üstün tutma sapması eski zamanlarda kalmış bir şey değildir. Aklı ilahlaştıran ve kutsayan modern zamanlarda da akıl vahiyden üstün tutuluyor ve hattâ akıl vahyin yerine geçirilerek vahiy yok sayılıyor. Bu en çok da modern ve pozitivist bilim ile yapılıyor. Fakat unutmamak gerekir ki, aklın vahiyden üstün olduğu iddiâsı, vahiy Allah’tan olduğu için, -hâşâ- “aklın Allah’tan üstün olduğunu söylemek” anlamına da gelir.   

 

Vahiy ebedî ve ezelî olandan gelir. Bir “sonsuzluk bildirimi”dir. Akıl ise sonsuzluktan bahsedemez. Çünkü onu kavrayamaz. Bu nedenle ona bir isim bile verememiştir ve ona “sonsuz” yâni “sonu olmayan” demiştir. Fakat o sonu olmayanın ne olduğunu idrâk edemediğinden dolayı ona bir isim bile verememektedir.

 

Akıl, Allah’ı bulmak için değil, dîni idrâk edip uygulamak içindir. Zâten akıl, Allah’ı, “O’nun ne olduğunu bilerek” değil, “ne olmadığını bilerek” idrâk edebilir. Vahiy, akıl yetmediğinde(n) yada yetmeyeceğinden gönderilir. Bu nedenle algılarınızı-aklınızı vahiy inşâ etmiyorsa, bildiklerinizin %90’ı yanlıştır.

 

Vahyin emirleri-önermeleri her zaman akılla uzlaşır da değildir. Meselâ tutulması farz olan orucun yaz günlerine denk geldiğini düşündüğümüzde, sıcağın altında açlıktan-susuzluktan kavrulmanın akılla bağdaşır bir yanı bulunamaz. Çünkü bu, îman ile alâkalıdır ve zâten oruca dayanıklılık daha çok îmandan gelir. Yoksa akıl, susuzluk başladığında bir-an önce su içilmesini emreder. Bu nedenle de oruç tutanlar akıllıca bir iş yaptıklarından dolayı değil, îmanlarının zorlamasıyla ve istemesiyle oruçlarını tutarlarken, oruç tutmayanlar da, akıllarının almamasıyla ve îman eksikliği nedeniyle oruç tutmazlar. İnsan, “tam inandığı” bir şeyi yapmaktan geri durmaz çünkü. Yâni oruç tutmamanın nedeni, îmânın değil de, aklın baskısıdır.

 

Aklın görevi, “vahiy-merkezli kıyaslamalar yaparak olası sorunlara çözüm getirmek” ve “vahyin emirlerini-tavsiyelerini yerine getirmek” şeklindedir. Böyle olmadığında bir “akıl-merkezlilik” ortaya çıkar ve aynen günümüzde olduğu gibi, akıl kısa zaman sonra ilahlaştırılır.

 

Şu da unutulmamalıdır ki; peygamberlerin örnekliği, akıllarının üstün olmasından değil, îmanlarının üstün olmasındandır. Zîrâ Dünyâ’yı Allah’ın istediği gibi îmar edecek olanlar, vahiy-merkezli akleden îmanlı mü’minler olacaktır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2017

 

 

 

Devamını Oku »