14 Ağustos 2016 Pazar

Kul ve Vatandaş



“Göklerde ve yerde olan (herkesin ve her şeyin) tümü Rahman (olan Allah)a, yalnızca “kul” olarak gelecektir” (Meryem 93).

“Hayır, artık (yalnızca) Allah’a kulluk et ve şükredenlerden ol” (Zümer 66).

Türkçede “kul” denilen “abd” kelimesi; “Kul, köle, Allah’ın kulu, mahlûk, insan, hizmetçi” anlamındadır.

Allah’ın istediği kulluk “sâdece Allah’a yapılan kulluk”tur. Kulluk Allah’tan başkasına yapıldığında şirk olur. Allah’a “sınırlı kulluk” da yapılamaz. Sınırlı kulluk, “sâdece Allah’a olan kulluk” olmaktan çıkar ve kulluk paylaştırılır. Bir kâlpte iki sevgi olmaz. Hiç-bir şey Allah gibi sevilmemelidir. Allah’tan başkaları ”Allah gibi” sevildiğinde o sevilen şeyle Allah’a şirk koşulmuş olunur. Bu bağlamda; insanların yaşadıkları yer olan vatan bile Allah gibi sevilemez. Zâten böyle bir sevgi olduğunda o kişi Allah’a kul olmaktan çıkar ve “vatana kul” olur. Vatana kulluk vatandaşlık olarak isimlendirilmiştir. “Sıkı vatandaş” anlamında bâzıları çocuklarına “Yurdakul” ismini vermişlerdir ki câhilcedir. Yurt sevilebilir, korunabilir, vatan için savaşılabilir fakat ona kul olunamaz.

Vatandaş: “Bir yurt ahâlisinden ve teb’asından olan kişi” demektir. Fakat bu kavram, Fransız Devrimi’nden sonra milliyetçiliğin-ulusçuluğun ortaya çıkarılmasıyla birlikte ve herkes kendi kabûl ettiği bölgeleri sûni sınırlarla çizince büyük parçalanmalar başladı ve daha düne kadar kardeş (din kardeşi) olanlar düşman oldular. Toplumları düşman etmenin yolu, onları Allah’a kullar olmaktan çıkarıp “vatandaş” yapmaktan geçer. Vatandaşlar, sûni sınırlarla belirlenmiş sınırları olan bir vatanda yaşayanlardır. Buralarda yaşayanların ölçüleri ilâhi ölçüler olmaktan çıkıp, kendi ve diğer vatanlara ve vatandaşlara göre olan ölçüler olur. En hâkim olan vatan, diğer vatanları kendine bağlar. Modern zamanlarda vatandaşlık kulluğun yerine geçmiş ve Allah’a olan kulluk zamanla vatana yapılan ve vatandaş diye isimlendirilen kulluğa (ç)evrilmiştir. Artık en iyi ve üstün insan, Allah için değil de vatan için özverili çalışan kişidir. Âdetâ vatan için en sıkı kulluğu kim yapıyorsa, en iyi ve üstün insan olarak o kabûl edilir. Bu kulluk, Allah’a kul olmanın sınırlandırılmış bir şeklidir. Dolayısı ile şirktir.

Kul, bireyden ziyâde toplum ve ümmeti işâret eder. Zîrâ ümmetin tamâmı Allah’a kulluk yapmaktadırlar. Fakat “vatandaş” dendiğinde orada bir parçalanmışlıktan, dağılmışlıktan söz ediliyor demektir. Öyle ki herkes kendi vatanını ve milliyetini övmeye başlamıştır ve bununla tatmin olmaktadır. Oysa kâlpler gerçek anlamda bir tek Allah’a kul olmakla mutmain olur. Modern zamanlarda kulluk yerine vatandaşlık oluşturulmuş ve cemaat-ümmet fikri kaybolmaya yüz tutmuştur. İbâdetler bireyselleşmiştir. Hattâ câmilerin merkezi olan Kâbe’de bile milyonlarca insan tek-başına ibâdet ediyor. Dindarlığını bireysel yaşıyor. Orada müslüman olarak değil de, Türk, Fars, Arap, Hint vs. olarak yâni vatandaş olarak bulunuyor, kul olarak değil. Zâten bu nedenle hacc, sâdece bir gezi etkinliğine dönüştü büyük ölçüde. Kulluk, şahsiyetle ve ümmet ile ilgili olurken; vatandaş, sınırlı topraklarla ve bireysellikle ilgilidir.

Melekler, peygamberler ve muvahhidler Allah’a kul olmaktan çekinmezler. Bunlar sâdece Allah’a kul olmuşlardır. Allah’tan başkalarına meselâ vatana kul olmanın yâni vatandaş olmanın nedeni, kulluğun sâdece Allah’a yapılmasından vazgeçilmesi nedeniyledir. Bu bir şirktir. Zîrâ sâdece Allah’a yapılmayan kulluk dışındaki tüm bağlılıklar şirktir.

“Mesih ve yakınlaştırılmış (yüksek derece sâhibi) melekler, Allah’a kul olmaktan kesinlikle kaçınmazlar. Kim O’na ibâdet etmekten kaçınırsa ve büyüklenirse (bilmeli ki,) onların tümünü huzûrunda toplayacaktır” (Nîsâ 172).

En iyi kul, Allah’tan başkasına yönelmeyen ve sâdece ve dâima O’na yönelen kullarıdır:

“Biz Davud’a Süleyman’ı armağan ettik. O, ne güzel kuldu. Çünkü o, (dâima Allah’a) yönelip-dönen biriydi” (Sâd 30).

“Beşerden hiç kimsenin, Allah kendisine Kitabı, hükmü ve peygamberliği verdikten sonra insanlara: ‘Allah’ı bırakıp bana kulluk edin’ deme (hakkı ve yetki)si yoktur. Fakat o, öğrettiğiniz ve ders verdiğiniz Kitaba göre “Rabbaniler olunuz” (deme görevindedir)” (Âl-i İmran 79).

“De ki: ‘Ben, yalnızca Allah’a kulluk etmek ve O’na ortak koşmamakla emrolundum. Ben ancak O’na dâvet ederim ve son dönüşüm O’nadır” (Ra’d 36).

Vatandaş olmak dünyevîdir. Kulluk ise hem dünyevî hem de uhrevî. Vatandaşlık Dünyâ’da kişiyi iyi yaşatabilir belki fakat cennet, Allah’a yapılacak iyi bir kullukla kazanılabilir ancak.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Ağustos 2016
















Devamını Oku »

Deizm


“Göklerde ve yerde olan ne varsa O’ndan ister. O, her-gün (her-an) bir iştedir” (Rahmân 29).

 

“Göklerde ilah ve yerde ilah O’dur. O, hüküm ve hikmet sâhibidir, bilendir” (Zuhrûf 84).

 

“Deizm veyâ Yaradancılık, mantık ve doğal-dünyâya dâir gözlemlerin kaynağını oluşturduğu; dinsel bilgiye dolaysız biçimde sâdece akıl yoluyla ulaşılabileceği ilkesini esas alan, bu sebeple vahiy ve esine dayalı tüm dinleri reddeden tek-tanrı inancıdır. Evreni yaratan, işleyişi için doğa kânunlarını koyan, ayrıca insanlığa ve evrene müdâhalede bulunmayan; doğruları keşfetmeleri için insanlara akıl veren bir tanrıya duyulan inanç deizmi ifâde etmektedir. Deistler genellikle bu doğrultuda evreni tanrı tarafından tasarlanan, hareketi başlatılan; dışarıdan müdâhale olmadan doğa kânunlarına uygun şekilde işleyen bir bütünlük olarak görme eğilimindedir. Deizm; 17. ve 18. yüzyılda ortaya çıkmış tüm dinleri reddeden, tanrı’yı sâdece bir “ilk neden” olarak kabûl eden yâni tanrının varlığına inanan inanç felsefesi şeklidir” (Vikipedi).

 

Bu tanım, lâiklikten ve sekülerizmden ayrı bir tanım değildir. Dolayısı ile bu düşünceyi savunanlar lâikliği baş-tâcı yapmışlardır.

 

Ateistler “tanrı-tanımazlar” iken, deistler ise “tanrı-tanır”dırlar ama sâdece “tanrı-tanırlar”dır. Âhiret, melek, kitap, vahiy ve peygamber tanımazlar. 

 

Deizm, Teizme bir alternatif olarak üretilmiştir. Macit Gökberk teizm ve deizm arasındaki ilişkiyi ve aykırılığı şöyle anlatır:

 

“Dil bakımından her iki deyim de aynı kökten, “Tanrı” sözünden gelmektedir; yalnız biri Yunancadan (“Theos”tan), öteki  de Latinceden (“Deus”tan) türetilmiştir; her ikisi de, “Tanrısız”a karşı olarak “Tanrılı”, “Tanrıcı” demektir. Demek ki, deist de bir Tanrı’ya inanır. Ancak, deiste göre, evreni yaratan Tanrı, sonra onu, kendi yasasına göre işlemek üzere kendi başına bırakmıştır. Bu anlayışta Tanrı ile insan arasında canlı bir ilgi kalmıyor. Theist ise canlı ve kişiliği olan bir Tanrı’ya inanır; bu Tanrı yaratmış olduğu evrenin hem üstünde, hem de içindedir; her yerde her an bulunup her-şeyi kendisi yönetir”.

 

Allah, gökleri ve yeri yâni tüm varlıkları (kâinâtı) bir sistem dâhilinde yaratmış ve sonra da kendi işleyişine bırakıp ilgisini kesmiş bir ilah gibi gösterilmek isteniyor. Böylece lâikliğe, sekülerizme, demokrasi ve şaytâni tüm ideolojilere alan açılmış olacak ve Allah, din, Kur’ân; hiç-bir şeye karışmayacağından, kişinin nefsi serbest kalıp rahat edebilecektir. İnsanlık târihindeki çatışma işte bunun çatışmasıdır. Yâni Allah sâdece göklerin ilahı mı, yoksa yerin de ilahı mı?. Bu çatışma tâ Hâbil ile Kâbil zamânında başlamıştır. Düşünce ve eylemlerinden deist olduğunu anladığımız Kâbil, bir sorumsuzlukla nefsine uygun bir çıkar edinmek istemiş ama tevhid bilincine sâhip olan Hâbil bu çıkara çomak sokunca onu öldürebilmiştir. Ne de olsa Allah ve din yeryüzünde hâkim olmadığından ve karışmadığından ve yüce bir Kontrôl Edici olmadığından, yaptığı şeyden ilk başta bir rahatsızlık duymamıştır. Fakat beğenmediği karganın bile Allah’ın emriyle hareket ettiğini görünce yaptığına biraz da olsa pişmân olmuştur. İsmail Ekercin:

 

“Yahudilerin hayâlindeki Tanrı (Yahova, Elohim), gökleri altı günde yaratmış sonra istirahate çekilmiştir. Ya sonra ne olacaktır, Dünyâ’da veyâ âhirette bir daha hayâta müdâhil olacak mıdır?. Bu belirsizlik, “başının çâresine bakan kurtulur, mal ve servet sâhibi olur” zihniyeti oluşturmaktadır. Olur da bir zulüm yaparsa aktif ve müdâhale eden bir Tanrı ortalıkta görünmediğinden sorun çıkmamaktadır. Güçlü olmak yeterlidir, ayrıca haklı olmayı sorgulamak yâni meşrûiyeti sorgulamak gereksizdir. Birbirlerine olmadıkça menfaat için her türlü şer mubah sayılmıştır” der.

 

Tahrif edilmiş tüm dinler, deizm nedeniyle tahrif edilmiştir. Bir dînin tahrif edilmesinin nedeni, onun hayâta görece fazla karışması ve şeytâni fikir-sâhiplerinin istedikleri gibi at oynatamaması nedeniyledir. Dîni hayattan uzaklaştırmak için Allah inancını kabûl etmelerine rağmen, O’nun yerdeki ilahlığını ve hâkimiyetini kabûl etmiyorlardı. Mekke müşrikleri de böyleydi:

 

Andolsun, onlara: ‘Gökleri ve yeri kim yarattı, Güneş’i ve Ay’ı kim emre âmâde kıldı?’ diye soracak olursan, şüphesiz: ‘Allah’ diyecekler. Şu hâlde nasıl oluyor da çevriliyorlar?” (Ankebût 61).

 

Şirk, Allah’ın bir varlığının olmadığını söylemez. Allah’ın varlığı kabûl edilmesine rağmen onu sâdece “göklerin ilahı” olarak tâyin ve îlan etmektir şirktir. Yeryüzüne, hayâta kânun ve yasalara yâni hükme Allah’ı karıştırmamak şirktir ve şirk zâten budur. Mekke müşrikleri de böyle yapıyorlardı ve Allah’ı kabûl ediyorlardı fakat sâdece gökte. O’nu sâdece gökte kabûl ediyorlardı yerde değil. Yerdeki hâkimiyeti kendilerine has kılmışlardır. Allah bunu zinhar kabûl etmezdi ve bu nedenle de âlemlere rahmet Peygamberini ve vahyini göndererek bu düşünce ve tavrı ezdi. Bu düşünce ve tavrın nasıl ezilmesi gerektiğinin ebedî formülünü Kur’ân olarak gösterdi.

 

Deizmde peygamberlik yoktur, olamaz; Kur’ân -hâşâ- insan uydurmasıdır, çünkü deizme göre vahyin bir açıklaması yapılamaz. Ne de olsa Allah Dünyâ ve kâinatla ilgilenmediği için insanlara vahiy falan göndermez. Bu durumda melekler ve âhiret (cennet cehennem) zorunlu değildir. Allah, Dünyâ’da ne olup-olmadığı ile ilgilenmez ki âhiretle ilgilensin. Duâ etmenin bir anlamı yoktur. Duâyı kâle alacak bir varlık yoktur ki!. Kime yapılacak duâ?. Bu nedenle sâdece kişisel bir yoga gibi bir şey olarak yorumlanır duâ. Bir terapi. İbâdet etmek de öyledir. Çok gayretli ve disiplinli ibâdet etmek abestir. Sâdece yoga ve meditasyon olarak bir değeri vardır. Şeytan diye bir şey olamaz. O bir negatifliktir. Kısaca din ile ilgili bir şey yapmak büyük ölçüde gereksizdir ve din sâdece vicdanlarda yaşanabilecek bir şeydir ve bu inancı vicdan dışında yaşamak isteyenler ahmaktır. “Din ille de hayatta uygulansın-yaşansın” demek, modern zamanlarda ve deizme göre teröristliktir.  

 

Deizm doğaya ve akla dayanır, vahye dayanmaz. Diğer tüm dinler vahye yada kutsal kitaplara dayalıdırlar. Deizmde bir râhibe, papaza yada imama gerek yoktur. Deizmde ihtiyaç olan tek şey kendi sağduyumuz ve düşünme becerimizdir.

 

Deizm yanlış bir tevhid inancına sâhiptir. Allah’ın “varlığına ve birliğine îman” olarak tevhid tanımı yapılır. Oysa tevhidin doğru tanımı; “Allah göklerde ilah olduğu gibi yerde de ilah olandır” şeklindedir.

 

Deizm, hristiyanlık ve yahudiliğe uygun olabilir fakat İslâm’a aslâ uygun değildir. Hristiyanlık ve yahudiliğe göre Allah kâinâtı yarattıktan sonra dinlenmek için bir köşeye çekilmiştir ve yarattıkları ile ilgilenmemiştir. Dolayısı ile bu ilgilenme -güyâ- insana kalmıştır. İslâm ise; Allah kâinâtı yarattıktan sonra arşa kurulup yönetimi eline aldığını söyler. Bu nedenle de İslâm’da Allah hesâba katılmadan hiç-bir iş yapılamaz. Zîrâ O’nun yaratışı da, yönetimi de devâm etmektedir.

 

Deizme göre Allah kâinâtı yaratmıştır ve bırakıp gitmiştir. Onunla hiç ilgilenmez ve ona karışmaz. Sistemi-yasayı koymuştur ve başka bir şey yapmaz. İnsanları kendi hâline bırakmıştır. Bu nedenle deizmde her-şeyi Allah’ın yaratmış olmasının bir önemi de olmamaktadır. Zîrâ adam; “eee, ne yapayım yaratıysa” diyebilir. Deizmde kimin yarattığının  bir önemi yoktur, neyin yaratıldığının önemi vardır.

 

Siz şimdi, her-şeyi yaratacaksınız ama onunla hiç ilgilenmeyeceksiniz. Böyle bir şey mümkün mü?. Bu, çocuğu yapıp da câmi avlusuna bırakmaya benzer. Böyle bir durum ana-babanın merhâmetsizliğini gösterir ki bu nedenle deizm, Allah’ın merhâmetsiz bir Allah olduğunu söylemiş olur zımnen. Zîrâ kullarını yaratıp ilgilenmemektedir ve onların zor durumlarında yanlarında değildir. Onlarla ilgilenmeyip, merhâmet etmez.

 

Aristo başta olmak üzere kimi Yunan filozoflarının “Tanrı kâinâta ilk hareketi veren(muharriki evvel)dir. Ondan sonra kâinât kendi-kendini idâre edip yönetmiştir” derler. İşte vahiy-merkezli ve peygamber-sünnetli olmadığında insan şeytanın etkisiyle böyle düşüncelere saplanır. Akıl orada işe yaramaz.  

 

Deizm, “Allah varlığa ilk hareketi vermekten başka bir şey yapmamıştır” der. Fakat bu düşünce, yaratılış “sâdece bir kere” söz-konusu olduğunda geçerli olabilir. Newton’ın “ilk Muharrik” şeklinde Yaratıcı anlayışı çokmüştür. Çünkü her-şeyin her-an yeniden yaratıldığı açığa çıkmıştır. Kâinatın özünde devamlı bir yoktan vâr edilme ve vâr iken yok edilme durumu vardır. İlk Muharrik’in yaptığı gibi kâinat başlangıçta yaratılmış ve daha sonra yaratılış olayı durmuş ve belli bir mekanizma kendi-kendini devâm ettiriyor değildir; her-an devâm eden bir “yaratılış” olayı vardır. Buna göre, kâinat üzerinde devamlı kudretini gösteren, kudretini çektiği anda bütün kâinâtın yokluğa yuvarlanacağı, İslâmî ifâdeyle “Kayyum” bir Yaratıcı vardır ve bu Yaratıcı mütemâdiyen ve hiç duraksamaksızın bütün kâinâtı yaratır. Doğrudan-doğruya, hiç-bir aracı olmadan. Tüm kâinat, bilgisayardaki görüntülerin 0-1 ile sürekli yok-var olması gibi, sürekli yok olup yeniden yaratılır. Sürekli ve her-an yaratan bir Allah var olduğu için bu Deizm boşa çıkar. Çünkü Allah sürekli yaratır ve böylece Dünyâ’ya ve insana sürekli ve her-an karışmış olur.

 

Yaşar Nûri Öztürk; “Deizm insanlığın kurtuluşu olacaktır, dinci tasalluttan kurtulmanın felsefi çâresi deizm’dir; Atatürk de bir deistti. Kur’ân; deizm’i teşvik eden, terviç eden bir kitap değil ama ona kapı aralayan bir kitaptır; deistler, dinciliğin bütün kötülüklerine, rezilliklerine rağmen Allah’a inançlarını koruyan samîmi mü’min insanlardır. Târihin en nâmuslu, en ahlâklı, en üretken adamlarıdır. Hem nâmuslu hem de Allah’a îmânı olan adam başka bir yere gidemez” diyerek çok absürd açıklamalar yapmıştır. Deizmi destekleyen tek bir âyet bile gösteremeyerek, dolaylı yönden deizm savunuculuğu yapmıştır. Dînî tasalluttan kurtulmanın çâresi de yine sahih dindir, şeytâni felsefeler değil. Dînî tasallutu ortaya çıkaran şey sahih din değil, “uydurulmuş din”dir çünkü.

 

Yaşar Nûri’nin “dînî tasalluttan kurtulmak” dediği şey, “bütünüyle dinden kurtulma”ya kapı aralar ve zâten deistler için bu bir sorun değildir. Deistler bir sabah kalktıklarında hiç-bir yerde ve kimsenin hâfızasında Kur’ân’ı ve Sünnet’i bulamasalar da hayatlarına kaldıkları yerden devâm ederler. Onlar için fark etmez. Hâlbuki mü’min için “bir sabah kalktıklarında Kur’ân ve sünnetin olmaması”; “bir sabah kalktıklarında yeryüzünde bir damla bile suyun bulunmaması” gibidir: Kur’ân bu konuda şöyle bir soru sorar:

 

“De ki: ‘Haber verin; eğer suyunuz yerin dibine göçüverecek olsa, bu durumda kim size bir akar su kaynağı getirebilir?” (Mülk 30).

 

Yâni denmek isteniyor ki; din-vahiy-sünnet de su gibidir. Bir sabah kalktığınızda susuz kalmak ne ise, vahiysiz kalmak da odur. Ruhlarınızın suyu vahiydir ve vahiy olmadığında susuz kalırsınız ve susuzluktan çürür gidersiniz. 

 

Deizmde, Allah, sâdece bir “yaratıcı” olarak görülüp kabûl edildiğinden dolayı O’na karşı herhangi bir saygı ve haşyet duyulmaz. Çünkü -hâşâ- ne de olsa bizimle ilgilenmemektedir. Bizimle herhangi bir ilişkisi söz-konusu değildir. Deizm, bu bağlamda fideistik bir yaklaşımdır. Fideizm, “tanrıya sâdece inanç yoluyla bağlanan” ve “deney alanının dışında kalan bütün metafizik öğretiler”i kapsar. Fideizm, (inan), “aslâ tanıtlanamayacak olan”ın kabûl edilmesidir.

 

Deizm, bir kitap, peygamber ve hayat tarzı önermediğinden, bir âhiret hayâtından da söz edilemez. Deizme göre ölünce her-şey biter çünkü. Nasıl ki bir hareketle her-şey başlamışsa, bir diğer hareketle de her-şey biter gider. Âhiretin yokluğu inancı olmadığında ise, bir deistin “sonuna kadar ahlâklı” olmasından bahsedilemez. Sıkıştığında ahlâk-mahlâk tanımaz. Çünkü ne de olsa ölünce yeniden bir dirilişin ve sorgulamanın olması diye bir şey kabûl edilmiyor. İyi de, âhiret yoksa Allah’ın olmasının ve ona inanmanın ne önemi var ki?. İnanma gitsin!. İnanma ile inanmama arasındaki fark kaybolur deizmde. Materyâlistler ve ateistler gibi; “her-şey kendi-kendine oldu” desen de fark etmez artık.

 

Deizm, bâzılarının Allah’a “hakkıyla kul olmak” yerine, onu -hâşâ- kendilerine “kul” yapmaları ve Allah’ı yasalarıyla ve sanatıyla değil de, birilerinin yaptığı gibi, “O’nu zâtıyla her yerde kabûl etme”nin karşısında, “hayır Allah yaratmış ve gerisini insanlara bırakmıştır” söylemidir. Tabî bu durum, “insanların yeryüzünün ilahları olması” demektir.  

 

Yaratıp da hiç-bir şeye karışmamak, bir yaratıcı için olacak şey değildir. Böyle bir şeyi beklemek ise hiç de akıllıca değildir ve akla, mantığa ve sağduyuya da aykırıdır.

 

Nice “cins kafa”lar da deizmi savunarak büyük yanlışlara düşmüşlerdir. Meselâ Aristo, deizmi savunan şu sözü söylemiştir:

 

“Şüphesiz ki Allah bu kâinâtı yarattı. Bundan sonra bıraktı, ona ehemmiyet vermedi. Zîrâ Allah, daha aşağı olan bu âlemle uğraşmaktan âlidir. O ancak kendi zâtını düşünür”.

 

Deizm mutlakâ “ara-tanrılar” meydana çıkarır. Çünkü Allah Dünyâ’ya karışmamaktadır. Böyle olunca da, insan ara-tanrılara tapmaya başlar. Bu tanrılar; insanlar, hayvanlar, bitkiler, uğurlu sayılanlar vs.dir. Hamdi Kalyoncu:

 

“Tanrı’nın, çok uzak ve ulaşılamaz olarak tahayyül edilişi ile büyük Tanrı’nın böyle basit işlerle uğraşmaya tenezzül etmeyeceği zehabı, “vekil tanrılar” edinmenin temelini oluşturur” der.

 

Deizmin ayrıca yarı-deizm olarak adlandırılan başka bir biçimi daha vardır. Bu düşünceye, Tanrı’nın Dünyâ kendi ‘doğal düzeninde’ işlemeye devâm ederken onu desteklediğini öğretir. Kâinâta ve Dünyâ’ya bâzen de doğa-üstü bir şekilde müdâhale eder. Hem yaratılış tasarısında, hem de ‘doğa-üstü’ ve ‘büyük felâket’ cinsinden olaylar aracılığıyla doğanın işleyişine yapılan ilâhî müdâhalelerde Tanrı’nın etkinliği açıkça bellidir. Olağan-üstü olaylar için müdâhaleleri vardır Tanrı’nın.

 

Bir de anti-deizm vardır ki bu inançta “deu” yâni tanrı olan, kişinin kendisidir.

 

Deizm aslında dinsizliktir. Deizme göre bir peygamber, bir kitap ve bir dînin olması mümkün değildir. Çünkü Allah bunlarla ilgilenmez. Yaratıcı bir-kez dokunup gitmiş ve başka bir şey de yapmamış ve yapmamaktadır.

 

Deizm, ateizme geçişin kapısıdır. Deist olduktan sonra ateist olmak işten bile değildir. Deistlikten ateistliğe geçmek çok kolaydır.

 

Lâiklikle vicdanları arasında kalanlar, dîne sımsıkı sarıldıklarında lâiklikten vazgeçmeleri gerekeceği için, bir çeşit dinsizlik olan deizme sarılıyorlar.

 

Deizm için iyi-kötü hiç-bir şeyin önemi yoktur ve deistler hiç-bir konuda sorumluluk hissetmezler. Belki sâdece hissediyorlarmış gibi yaparlar. Çünkü deistlerin bir sorumluk almaları için bir neden yoktur. Deizm bir-çeşit şeytan tapıcılığıdır. Şeytan deisttir; Allah’ı kabûl eder ama halifeyi-peygamberi dolayısıyla dîni kabûl etmez.

 

Deizm, ağır bir “yanlış kadercilik”tir de. Mecbûri bir cebriyeciliktir. Mecbûren sisteme ve akla uyulmasını gerektirir çünkü.

 

Deizmin Kur’ân’dan onay alması da imkânsızdır. Zîrâ Kur’ân zâten, deistik düşünceleri yâni şirki yıkmak için gönderilmiştir. Deizm, şirkin geneli için olabilecek iyi bir isimlendirmedir. Zîrâ tüm insanlar ilahlaşır deizmde.  

 

Ey deistler!; “Kral”ın (Allah) hükmü var ama yönetmesi yok öyle mi?. Şuna direkt olarak: “Allah yoktur” desenize yâhû!.. Ne lafı dolandırıyorsunuz ki!..

 

Evet; “Deizm, işe Allah’ı karıştırmamak ve Allah’ı hesâba katmamak” demektir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ağustos 2016

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

Cihad


“Bizim uğrumuzda cihad edenlere, şüphesiz yollarımızı gösteririz. Gerçekten Allah ihsân edenlerle berâberdir” (Ankebût 69).

Cihad lûgatta: (“cehd”den) “Düşman ile muhârebe. İlim ve îmanla, sözle, fiile, mal ve canla bütün kuvvetini sarf etmek. Allah (C.C.) yolunda muhârebe. Din için çalışmak” anlamlarındadır.

Cihad… Modern zamanlarda bu kelimeyi söylemek bile neredeyse suç olacak. Bu kelimeyi duyan kişi şöyle bir irkiliyor. Oysa İslâm demek “cihad” demektir. Kişinin nefsiyle başlayan cihadı; “kâfirlerle, münâfıklarla, zâlimlerle olan cihad”a doğru kademe-kademe gider. Cihadsız İslâm olmaz ve zâten tek hak din olan İslâm’ın diğer adı cihaddır. Bâtıl dinler, cihadları olmadığı için bâtıldırlar.

Modernist devletlerin tâğutları sürekli olarak bir ülkeye savaş açmaktadırlar. Bakınca görürsünüz ki modern batı ve batı düşüncesine sâhip olan kesimler sürekli olarak birileriyle de savaş (cihad değil) ve çekişme hâlindedirler. Buna hiç ara vermiyorlar. Fakat onların savaşları bâtıl merkezlidir ve bâtıl bir hedef içindir. Oysa cihad kutsaldır, ilâhidir, “Allah için” yapılır. Kula-kulluğu bitirip hakka kulluğu getirmek için yapılır. Zulmü ve zâlimi ber-tarâf edip mazlumu kurtarmak ve mustaz’afları yeryüzüne hâkim kılmak için (Kasas 5) yapılır. Sürekli çıkarları için savaşan tâğutlar (yâni kendisinde -hâşâ- Allah gibi güç vehmedenler), müslümanların “hakkı ortaya koymak” için savaşmalarını istemiyorlar ve bunu önlemek için cihad kavramını “öcü” gibi gösteriyorlar. Bu yüzden cihaddan bahsedene kötü-kötü bakılıyor ve “terörist mi lan bu” şüphesiyle yaklaşılıyor. Modern müslümanlar ise cihad için sâdece, biraz da sırıtarak; “nefisle yapılan cihad, yâni mücâdeledir” diyorlar. Cihad, nefisle cihaddan başlar ama kâfirle ve zâlimle cihada kadar gider. Hattâ cihad daha çok zâlimle yapılan cihaddır ki insan zâlimlerden kurtulup nefsiyle cihad etmeye fırsat bulabilsin. Bu bağlamda Peygamber’e isnât edilen, “şimdi küçük cihadtan büyük cihada gidiyoruz” sözü uydurma bir sözdür. Zâlimle cihad etmeyi güyâ küçük göstermektir amaçlanan. Bunu söyleyenlerin, nefisleriyle cihad yapmak belki hoşlarına bile gider fakat “zâlimle cihad etmek” denilince yüzlerinin rengi atar. Zâlimle cihad kazanılmadan nefisle cihad “mutlak anlamda” kazanılamaz. Fakat zâlimle cihad etmek için de ilk başta cihadla nefsi epey bi hırpalamak gerekir. Netîcede “îmânın isbâtı” olan cihad, İslâm’ın unutturulan temel kavramlarından birisidir.

Cihad sâdece savaş yâni “kıtâl” demek değildir. Cihad her alanda “gayret ederek yapılan” çabalamadır. İşsize iş bulmak, aç olanı doyurmak, evsizi ev-sâhibi yapmak ve hastaları tedâvi etmek de cihadtır.

İslâm, doğu dinlerinde-felsefelerinde olduğu gibi salt bir ahlâk dîni ve felsefesi değildir. Hayâta-siyâsete yâni Dünyâ’nın işlerine karışmayan bir din değildir. Bu nedenle sâdece ibâdet, riyâzet, sohbet, nefis mücâdelesi vs. gibi şeylerle uğraşmaz. Hayâtın tam merkezinde görünmek ve işlemek ister. Kur’ân bu konuda şöyle der:

“Siz, hacılara su dağıtmayı ve Mescid-i Haram’ın bakım ve onarımını, Allah’a ve âhiret gününe îman edip Allah yolunda cihad eden kimse(lerin amelleri) gibi mi tuttunuz?. Bunlar Allah katında eşit olmazlar. Allah, zâlim topluluğu doğru yola erdirmez” (Tevbe 19).

İslâm, her-şeye boyun eğen “olur efendim”ci bir din değildir. Gerektiğinde eleştiri, îtirâz ve isyân eder. Haksızlık karşısında itaat etmez ve “sivil itaatsizlik ve aktif direniş” gösterir. Pasif olmak İslâm ile inşâ olmuş yürekler için söz-konusu değildir, olamaz.

Günümüzde Dünyevî-şeytânî ideolojiler olan liberâl-kapitâlist-demokratik-konformist-modernist sistemler nedeniyle iyice yumuşayan insanlar, artık müslüman-mü’min-dindar denince, salt ılımlı-yumuşak-layt-hoşgörülü, etliye-sütlüye karışmayan, her-şeye katlanan ve kaderci bir insanı anlıyorlar. Hâlbuki Kur’ân’ın târif ettiği mü’min tipi böyle değildir. Yerine göre hoşgörülü, sabırlı, fedâkâr da olunması gerekir tabî ki fakat yerine göre de kerîm öfkelere sâhip, mallarıyla-canlarıyla cihad eden kişiler de olmalıdırlar. Allah’ın üstün tuttuğu insanlar böyle insanlardır:

“Mü’minlerden, özür olmaksızın oturanlar ile, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler eşit değildir. Allah, mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri oturanlara göre derece olarak üstün kılmıştır. Tümüne güzelliği (cenneti) vâdetmiştir; ancak Allah, cihad edenleri oturanlara göre büyük bir ecirle üstün kılmıştır” (Nîsâ 95).

İslâm ile cihadı yan-yana düşünemeyenler var. Böyle düşünmelerini nedeni, onların Kur’ânî bilgi, bilinç ve kültüründen yoksun olmalarından kaynaklanan yanlış tasavvurlara sâhip olmalarıdır. Oysa gerçek böyle değildir. Allah Kur’ân’da Peygamber’ine ve dolayısı ile bize şunu emreder:

“Ey Peygamber!, kâfirlere ve münâfıklara karşı cihad et ve onlara karşı ‘sert ve caydırıcı’ davran. Onların barınma yeri cehennemdir. Ne kötü bir dönüş yeridir o” (Tahrîm 9).

Allah, çeşitli nedenlerle cihad etmemeyi cehennem ile kıyaslıyor ve mü’minleri bu konuda şöyle uyarıyor:

“Allah’ın elçisine muhâlif olarak (savaştan) geri kalanlar oturup-kalmalarına sevindiler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad etmeyi çirkin görerek: ‘Bu sıcakta (savaşa) çıkmayın’ dediler. De ki: ‘Cehennem ateşinin sıcaklığı daha şiddetlidir.’ Bir kavrayıp-anlasalardı” (Tevbe81).

Kaybedecek bir şeyleri olmayanlar doğal olarak cihadı daha kolay kabûl edebilirler. Zîrâ refah arttıkça cihad idrâki ve şevki azalır:

“Allah’a îman edin, O’nun elçisi ile cihada çıkın’ diye bir sûre indirildiği zaman onlardan servet sâhibi olanlar, senden izin isteyip: ‘Bizi bırakıver, oturanlarla birlikte olalım’ dediler” (Tevbe 86).

Cihad, sâdece kılıç-kalkan savaşmak anlamında değildir. Hattâ böyle bir cihad şekli en son çâre ve uygulamadır. Cihad, “nefis ile cihad” şeklinde başlar ve aslında ölüme kadar da nefs ile cihad sürer. İslâm-merkezli okuma-idrâk-bilinç-eylem şeklinde bir süreç izler bunu. Bu uğurda çeşitli fedakârlıklar, vazgeçişler, ferâgat ve “gadan alma”lar olur. Servetten ve îtibardan vazgeçmek gerekir büyük ihtimâlle. Sabır, ihlâs, gayret olmadan cihad olmaz ve bu imtihanları veremeyenler zâten en sonunda yapılabilecek olan “kıtâl” anlamındaki cihadı hiç yapamazlar. Sağlam bir îman-güven sâhibi olmayanlar mücâhede ve mücâdeleden korkarlar ve çekinirler. Bu, Allah’ı hakkıyla takdir edememek ve O’nu hesâba katmamaktan dolayıdır. Oysa Allah’ın yardımı geldiğinde zafer de gelir:   

“Allah yardım ederse, sizi kimse yenemez. Ya yüzüstü bırakırsa size kim yardım edebilir?. Mü’minler, ‘yalnız Allah’a güvenip dayansınlar” (Âl-i İmran 160).

Cihad hâlinde olmak kişiye bir ferâset kazandırır. Ferâset; “vahiy-merkezli eleştirel bakış” ile kazanılabilir ki, bu da bir cihad idrâkine ve rûhuna sâhip olunduğunda ve cihad yolunda olunduğunda oluşur. Cihad imtihandır ve hak ile bâtılı ayıran en önemli ölçüdür. Allah, samîmi olanlar ile şüphe içinde olanları cihad bilinci ile ayırır:

“Yoksa siz, Allah, içinizden cihad edenleri belirtip-ayırd-etmeden ve sabredenleri de belirtip-ayırd-etmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?” (Âl-i İmran 142).

Âyetin de dediği gibi cihad, cennetliklerle cehennemlikleri ayıran bir furkândır. Peki cihad edilmezse ne olur?, sünnetullah nasıl işler?. Kur’ân buna şöyle cevap veriyor:

“Ey îman edenler, içinizden kim dîninden geri döner (irtidât eder)se, Allah (yerine) kendisinin onları sevdiği, onların da kendisini sevdiği mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı ise ‘güçlü ve onurlu’, Allah yolunda cihad eden ve kınayıcının kınamasından korkmayan bir topluluk getirir. Bu, Allah’ın bir fazlıdır, onu dilediğine verir. Allah (rahmetiyle) geniş olandır, bilendir” (Mâide 54).

Hayat; îman, hicret ve cihaddır:

“Şüphesiz îman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler; işte onlar, Allah’ın rahmetini umabilirler. Allah bağışlayandır, esirgeyendir” (Bakara 218).

“Gerçek şu ki, îman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler ile (hicret edenleri) barındıranlar ve yardım edenler, işte birbirlerinin velisi olanlar bunlardır. Îman edip hicret etmeyenler, onlar hicret edinceye kadar, sizin onlara hiç-bir şeyle velâyetiniz yoktur. Ama din konusunda sizden yardım isterlerse, yardım üzerinizde bir yükümlülüktür. Ancak, sizlerle aralarında anlaşma bulunan bir topluluğun aleyhinde değil. Allah, yaptıklarınızı görendir” (Enfâl 72).

“Mü’min olanlar, ancak o kimselerdir ki, onlar, Allah’a ve Resûlü’ne îman ettiler, sonra hiç-bir kuşkuya kapılmadan Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad ettiler. İşte onlar, sâdık (doğru) olanların ta kendileridir” (Hucurât 15).

Allah cihad üzerinden, en doğru olan ticâreti şöyle târif ediyor:

“Ey Îman edenler!, sizi acı bir azabdan kurtaracak bir ticâreti haber vereyim mi?. Allah’a ve Resûlü’ne îman edersiniz, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Bu, sizin için daha hayırlıdır; eğer bilirseniz. O da sizin günahlarınızı bağışlar, sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adn cennetlerindeki güzel konaklara yerleştirir. İşte ‘büyük mutluluk ve kurtuluş’ budur” (Saff 10-12).

Fakat, tüm bunlara rağmen çeşitli nedenlerden dolayı yine de şüphede kalınırsa ve cihad yoluna girilmezse, artık “Allah’ın emrini beklemek”ten başka yapılacak bir şey yoktur:

“De ki: ‘Eğer babalarınız, çocuklarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşîretiniz, kazandığınız mallar, az kâr getireceğinden korktuğunuz ticâret ve hoşunuza giden evler, sizlere Allah’tan, O’nun Resûlü’nden ve O’nun yolunda cihad etmekten daha sevimli ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyedurun. Allah, fâsıklar topluluğuna hidâyet vermez” (Tevbe 24).

Evet; Cihad olmadığında büyük bir fitne başlar ve sonunda da acı bir azap bizi kuşatıverir.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Ağustos 2016


Devamını Oku »

13 Ağustos 2016 Cumartesi

Bağırsakta Yaşamak, Kâlpte Yaşamak



“Allah’ın izni (lâyık bulması) olmaksızın, hiç kimse için îman etme (imkânı) yoktur. O, akıl erdiremeyenlerin üzerine iğrenç bir pislik kılar” (Yûnus 100).

“Mü’min bir günah işlediği zaman kâlbinde siyah bir nokta belirir. Eğer o günahtan el çeker, Allah’tan günahının affını dilerse, kâlbi o siyah noktadan temizlenir. Eğer günaha devâm ederse, o siyahlık artar. “Hayır, onların işleyip kazandıkları şeyler kâlplerinin üzerine pas tutmuştur” (Mutaffifîn,14) âyetindeki “rân” budur.” (Tirmizî, Kitabu Tefsiri’l-Kur’ân, 75; İbn Mâce, Zühd, 29).

“Pislik içinde yaşamak” tâbiri sâdece, “pis ve leş gibi bir ortamda yaşamak” anlamına gelmez. Yaşama-tarzı İslâm’a göre değil ise, o kişi “şeytana göre” yaşıyor demektir ve şeytan-merkezli bir yaşam “pislik içinde olan bir yaşam”dır. Kişi Allah’ın emrettiği ve istediği gibi yaşıyorsa tertemiz yaşar ve hayâtını böyle devâm ettirir ve tertemiz olarak ölür. Sonunda da temizliğin zirvesi olan cennete girerek tertemiz hayâtına orada da devâm eder. Kendisi tertemiz, bulunduğu yer tertemiz ve yiyeceği-içeceği şeyler tertemizdir:

“Şüphesiz ebrâr olanlar, elbette nîmetler(le donatılmış cennetler) içindedirler” (İnfitâr 13).

Fakat Allah’a ve vahye aykırı bir hayat, pislik içinde yaşanan bir hayattır. Şeytan böyle yaşayanları bir pislikten başka bir pisliğe sürükler ve ömrünü bu şekilde sonlandıran kişi âhirette de pisliğin adresi olan cehenneme yuvarlanır. Pis bir ortamda, pis bir şekilde bulunur ve yiyeceği-içeceği bile pisliktir:

“Kızgın bir ateşe yollanırlar. Kaynar bir kaynaktan içirilirler. Onlar için (zehirli olan) dâri dikeninden başka bir yiyecek yoktur” (Ğaşiye 4-6).

Kan-hücreleri vücûdun her yerinde bulunurlar. Yâni bağırsakta da bulunurlar ve yaşarlar, beyinde ve kâlpte de. Bir şuurdan yoksun olan kan-hücreleri için bu durum önemsizdir. Fakat şuurlu olan bir kan-hücresi olsaydı, herhâlde bağırsakta değil de beyinde yada kâlpte yaşamak isterdi. Zîrâ pisliğin içinde yaşamanın bir ayrıcalığı yoktur ve zâten bağırsakta yaşayanlar, biraz sonra dışkının içinde, daha sonra ya fosseptik çukurunda yada kanalizasyonda yaşamaya mahkûmdurlar. İşte bunun gibi; Dünyâ’da Allah’a göre yaşayanlar kâlpte ve sonunda cennette; şeytana göre yaşayanlar ise bağırsakta ve sonunda da cehennemde yaşayacaklardır. Dünyâ’da neye göre ve nerede yaşıyorsanız, âhirette de benzer yerde yaşayacaksınız.  

İnsanlar da, beyinde-kâlpte yaşamak varken, böbrekte-bağırsakta yaşamayı seçiyorlar. Bu, modern zamanlarda kendilerine dayatılıyor da onlar bu “görünüşte iyi” fakat “içi pislik” olanı tercih ediyorlar. Allah neyin iyi neyin temiz ve helâl olduğunu söylemesine ve uzak durulması gerekeni bildirmesine rağmen yine de nefislerine ve şeytana uyarak pis olana gidiyorlar. Çünkü modern zamanlarda daha da bol miktarda görüldüğü üzere nefislerinin kontrôlüne girmiş olan insanlar şeytan-işi pisliklere yöneliyorlar. Hâlbuki Allah nefse uyulmamasını istiyor: Çünkü nefis şiddetle kötülüğü emreder” (Yûsuf 53).

Yiyecek içeceklerde de öyle; temiz gıdâların yiyilip-içilmesi çok önemlidir. Zîrâ “insan yediğidir” derler. Allah neyin temiz-helâl olduğunu ve neyin pis olduğunu bildirmiştir:

“O, size ölüyü (leşi) kanı, domuz etini ve Allah’tan başkası adına kesilmiş olan (hayvan)ı kesin olarak haram kıldı. Fakat kim kaçınılmaz olarak muhtaç kalırsa, taşkınlık yapmamak ve haddi aşmamak şartıyla (ölmeyecek oranda yiyebilir), ona bir günah yoktur. Gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir” (Bakara 173).

“De ki: Bana vahyolunanlar içinde, yiyen bir kimsenin yiyeceği (şeyler) için, ölü eti, dökülen kan, domuz eti -ki bu gerçekten murdardır- yada Allah’tan başkası adına kesilmiş bir fısk dışında, haram kılınmış bir şey bulmuyorum. Kim kaçınılmaz bir ihtiyaçla karşı-karşıya kalırsa, -saldırmamak ve haddi aşmamak şartıyla- (bu sayılanlardan ölmeyecek kadar yiyebilir). Şüphesiz Rabbin bağışlayandır, esirgeyendir” (En-âm 145).

“Sana, kendilerine neyin helâl kılındığını sorarlar. De ki: Bütün temiz şeyler size helâl kılındı. Allah’ın size öğrettiği gibi öğretip yetiştirdiğiniz avcı hayvanlarının yakaladıklarından da -üzerine Allah’ın adını anarak- yiyin. Allah’tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, hesâbı çabuk görendir” (Mâide 4).

“İyi ambalajlanmış pislik” mi daha temizdir, “kötü ambalajlanmış temiz” olan mı?. Modernizm, sâdece gıda alanında değil, tüm alanlarda kötü-pis-çirkin-zararlı-iğrenç-günah olanı iyi ambalajlarla pazarlıyor ve insanlar da bunları almak için sıraya giriyorlar. “O pistir” diye uyarıda bulunulduğunda da anlam veremiyorlar ve o şeyin ambalajına bakarak uyarıyı dinlemiyorlar. İdeolojiler, düşünceler, eylemler, tavırlar da temiz olmalıdır. İnsanlar bunları iyi tartmalı ve ona göre düşünüp karar vermelidirler. Bunun en iyi yolu vahiy-merkezli bir bilince ulaşarak vahiy-merkezli değerlendirmeler yapmaktır. Çünkü en doğrusu ve temizi Allah tarafından gönderilenlerdir ve bilindiği gibi ona temiz olmayanlar dokunamaz:

“Ona, temizlenip-arınmış olanlardan başkası dokunamaz” (Vâkıa 79).

Modernizmin sunduğu her şeyden şüphe etmek gerekir. Zîrâ insanlara geçici hazlar dışında bir hayır vermemiştir. Modernizmin sundukları şeyler genelde “iyi ambalajlanmış pislikler”dir. Bunu bâzıları göremese ve kabûl etmese de böyledir. İyi gibi görünen şeyler bir pislik olabilir, kötü görülen şeyler de “iyi” olabilir. Meselâ savaş ilk başta çirkin bir şey olarak görülebilir. Fakat duruma göre bu çirkin olay zannettiğimiz gibi olmayabilir. Kur’ân’da şöyle denir:

“Savaş, hoşunuza gitmediği hâlde üzerinize yazıldı (farz kılındı). Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz” (Bakara 216).

Zamânında Hz. Âdem de aynı hatâya düşmüştü. Allah’ın açıkça yasakladığı şeyde emrini dinlemeyip şeytan tarafından ayartılmış ve cennetten uzaklaştırılmıştı. “Temiz yer”den görece “pis yer”e düşmüştüler.

Bağırsakta yaşamanın âhiretteki izdüşümü cehennemde yaşamak; kâlpte yaşamanın âhiretteki izdüşümü ise cennette yaşamaktır. O hâlde cehennemlikler pislik içinde bağırsakta yaşayanlar, cennetlikler de tertemiz bir şekilde kâlpte yaşayanlardır.

Dünyâ’da bâzen pislik içinde yaşayanlar tertemiz; tertemiz yaşayanlar da pislik içinde yaşıyor zannedilebilir. Hâlbuki o tertemiz yaşadıklarını zannettiklerimiz pislik içinde, bağırsaktaymış gibi yaşamaktadırlar. Hz. Îsâ bu kişilere “badanalı kabirler” der. Dışları bembeyaz kireçle boyanmış, fakat içleri çürümüş et ve kemik şeklinde.

Allah’ın emrettiği şekilde yaşamak kâlpte; şeytanın ve uşakları olan tâğutların emrettiği gibi yaşamak ise bağırsakta yaşamak demektir.

Beyinde-kâlpte yaşamak varken, neden böbrekte-bağırsakta yaşayalım ki?.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Ağustos 2016


















Devamını Oku »

Şahsiyeti Tüketimde Aramak



“Ey Âdemoğulları, her mescid yanında ziynetlerinizi takının. Yiyin, için ve isrâf etmeyin. Çünkü O, isrâf edenleri sevmez” (Â’raf 31).

Şahsiyet kelimesi bir “değer” ifâde eder ve şahsiyetli kişinin aynı-zamanda prensipli, ahlâklı, irâdeli bir kişi olduğunu anlarız. Şahsiyetli kişiler şahsiyetlerini maddî-mânevi üretimlerinden alırlar, tüketimlerinden değil. Bu kişilerinin “birey”lere göre ayırıcı özelliği, ciddî olmaları ve derin bir perspektife sâhip oluşlarıdır. Îtibarlarını bilgiden, bilinçten ve bu bilince uygun olan eylemlerinden alırlar, diğerleri gibi tüketimden almazlar. Tüketerek sözde îtibar kazananlar, değer-merkezli bir derinlikten yoksun olduklarından yada buna emek harcama zahmetine katlan(a)madıklarından dolayı açıklarını sürekli “alarak” ve “tüketerek” kazanmaya çalışırlar. Ne kadar çok tüketirlerse kendilerini o derece üstün ve değerli hissederler.

Kapitâlist-liberâl sistem bu hissi sürekli pompalar ve çeşitli kanallarla insanlara bunu dikte ederler. Derler ki: “Sınırsızca harca, kendini iyi hisset, sen buna değersin vs.”. Buna göre davranan ve sürekli “alan ve tüketen” kişiler böyle davranmakla kendilerini üstün görürler. Bâzıları bu kadar harcama ve tüketimi imkânları olmamasına rağmen, kredi kartı yada farklı şekilde ille de tüketim yapabilmek için çabalar dururlar. Tabi tüketemediklerinde kendilerini ezik ve zavallı gibi hissedeceklerinden, bundan vazgeç(e)mezler. Çünkü tüketemediklerinde kendilerini üstün göremezler.   

İslâm’da üstünlüğün tek ölçüsü takvâdır. Kişilerin ne kadar kazandığı, ne kadar harcadığına bakılmaz ve zâten aşırı kazanca ve harcamaya da izin verilmez. Güzel örnekliğimiz Peygamberimiz de bu tarz aşırılıklardan uzak durmuştur. Aslında şahsiyetli olmak aşırı tüketimle değil, ölçülü harcamakla olur. “Sınırsız tüketmemek”le. Şahsiyetli olanlar şahsiyetlerini bencil tüketimlerle değil, paylaşımlarla kazanırlar. 

Kapitâlist modern sistemde “ne kadar alırsan yâni harcarsan o kadar üstün insan” olunur. Bu nedenle kişiler psikolojik olarak sürekli alma peşinde koşturur durur. Reklâmlar ve bilinç-altına söylenen sözler bunu emreder. Davranışlar bu “emre” göre olur. Bu yüzden dünyâ-insanlarının çok büyük çoğunluğu şahsiyet sâhibi değillerdir. Fakat insan yaratılışında şahsiyetli olarak yaratılmış ve bu fıtratına işlemiştir. Gerçek hayatta bu fıtrî şahsiyete göre eylemde bulunulmadığı zaman vicdan bundan rahatsız olur ve bulunduğu kişiyi de rahatsız eder. Bu rahatsızlığı hissedenler şahsiyet eksikliğini baskılamak için sürekli harcama yapmaktadırlar.

Kapitâlist-liberâl sistemlerde insanlara sâdece “harcarlarken” değer verilir. Meselâ bir alış-veriş yaparken satıcı müşteriye gâyet nâzik davranır, güzel konuşur ve hattâ olmadık yalanlar bile söylerler. Alış-veriş tamamlandığı anda ise, satıcı için müşterinin artık hiç-bir değeri kalmaz. Ne de olsa malı satmıştır, iş bitmiştir. Sanki onu hiç tanımıyormuş gibi davranır. Bu durum özellikle büyük alış-veriş mağazalarında ve AVM’lerde olur. Alış-veriş yapılırken hâriç, müşteriyle fazla muhâtap olunmamalıdır Yâni köprüyü geçene kadar, malı satana kadar. Çünkü bu nefsî sistemde değerli olan insan değil, yapılan harcama ver kazançtır.

Ürünlerin ne işe yaradığını ve nerede kullanıldığı bilmek, markalı ürünlerin fiyatlarını bilmek, modernizmde “bilgili insan olmak” demektir. Meselâ teknolojik cihazları almakla teknolojiyi tâkip ettiğini ve bilimden-teknolojiden anladığını zanneden ahmaklar var. Bu ahmakların kendilerini başkalarından üstün görmeleri, düşük gördükleri kişilerin kendilerini kadar harcama yap(a)mamalarından dolayıdır. Hâlbuki üstünlük, dengeli harcamaktır. En azında dengeli harcayanlar dengesiz harcama yapanlara göre daha akıllıdır.

Bir de; “ayranı yok içmeye, tahtırevanla gider büyük abdestini yapmaya” sözünde olduğu gibi; evdeki zor maddî geçim nedeniyle evinden uzaklara çalışmaya gidenlerin çocuklarının “marka takılma”ları ve beş para etmez şeylere bir asgâri ücretlinin 10-15 günde kazanabileceği paraları vermeleri yok mu?. Bu kişiler vicdansız ahmaklardır. Babası evden uzak yerlere evin durumunu iyileştirmek için çalışmaya gidiyor. Üstelik bu kişi meselâ hem emekli olmuş, hem de rahatsızlıkları var. Fakat gel gör ki çocuğu kapitâlizme kölelik yapmakta. Bu durum kapitâlist sömürünün ne boyutlara geldiğinin delilidir.

Bu “marka manyakları”, markaları tanımayanları zır câhil olarak görüyorlar. Sanki o markaları tanımak ve isimlerini doğru telâfuz etmek çok matah bir şeymiş gibi. Asıl o markaların kölesi olanlar ve o markaların isimlerini dilerlerinde geveleyip duranlar câhillerin önde gidenleridir. Zîrâ cehâlet, bir “kendini bilmeme” durumudur ki bu kendini bilmezler, markaları her zaman iyi bilirler. Zâten markaları iyi bildiklerinden dolayı kendilerini bilememektedirler.

Şahsiyeti tüketimde arayanlar için tükettikleri şeylerin lüks olması zorunludur. Ayrıcalıklarını bu şekilde göstermek isterler. Bir şahsiyet dîni olan İslâm’da ise lüks yoktur. Gerçek bir İslâm ülkesinde lüks mal hem yoktur hem de yasaktır. Zâten dînen de haram olarak görülür lüks tüketim. Bir mal lüks ise, demek ki büyük bir çoğunluk o mala ulaşamıyor, eeee, kime lüks ki o zaman?. Bir nîmetten her zaman sâdece belli bir kesimin faydalanması İslâm’da kabûl edilemez. Allah nîmetini tüm kullarının üzerinde görmek ister, sâdece bâzı kulların değil. Lüks demek isrâf demektir. Lüksün isrâf olmaktan çıkması için herkesin ona zorlanmadan ulaşabilmesi gerekir. Zâten o zaman ortada “lüks” diye bir şey kalmaz. Kur’ân isrâfı yasakladığı için lüksü de yasaklamıştır.

“Akrabaya hakkını ver, yoksula ve yolda kalmışa da. İsrâf ederek saçıp-savurma. Çünkü saçıp-savuranlar, şeytanın kardeşleri olmuşlardır; şeytan ise Rabbine karşı nankördür” (İsrâ 26-27).

“Onlar, harcadıkları zaman, ne isrâf ederler, ne kısarlar; (harcamaları,) ikisi arasında orta bir yoldur” (Furkân 67).

Tüketim kelimesi yok etmeyi de çağrıştırıyor. “Alınan her şey tüketilmelidir” emrini içinde taşır bu kelime. Bir şeyi tükettiğinizde yok etmiş olursunuz ve yok etmekle alâkalı olduğundan, tüketilen şey kişinin kendisine ve topluma bir fayda olarak dönmez. Çünkü tükenmiş gitmiştir. Hiç gerekli olmadığı hâlde gösterişli yapılar yapmak da isrâftır. Bu yapıları yapanlar böylece kendilerine bir îtibar kazanacaklar ve birilerinin eleştirisi ve îtirazlarından da kurtulmuş olacaklardır. Gereksiz yere yapılan harcamalar, dînî olsa bile yine de isrâf sınıfına girer. Meselâ gerekli olmadığı hâlde yada çok lüks olmasına gerek olmadığı hâlde aşırı paralar harcanarak yapılan câmiler bile isrâf sınıfına girer.

Hz. Hûd, kavmini şöyle eleştirmişti:

“Her tepeye cehâlet eseri anıtlar, gösterişli tapınaklar mı yükseltiyor; sonsuza kadar yaşayacakmışsınız gibi, gökdelenler, sapasağlam mâlikâneler/saraylar inşâ ediyor; yakaladığınızda veyâ yönettiğinizde zorbalık yaparak mı bunu yapıyorsunuz?” (Şuârâ 128-130).

İlhâmi Güler:

“Bu uyarıların, insanın aklına Çamlıca Tepesi’ne câmi yapmayı; İstanbul’u gökdelenler ile doldurmayı veya -modası geçtiği hâlde- Beştepe’ye Saray yapmayı; Gezi ve benzeri olaylarında polisin sert tutumunu hatırlatmadığını söylemek yalan olur” der.

İslâm’da “ihtiyaçta zarûret fıkhı” vardır. Müslümanlar, bir şeyi almada “ihtiyaçta zarûret” prensibini uygulamalıdır. “Üretim-merkezli tüketim” değil; “tüketim-merkezli bir üretim” anlayışı olmalıdır. Bu nedenle haddinden fazla üretim yapılmamalıdır. Çünkü “fazla tüketim” aslında “aşırı üretim” yüzündendir. İhtiyaç kadar üretim yapılmalıdır. İç ve dış pazarın talebi kadar üretim olmalıdır. Böylece stokçuluğun önüne geçilmiş ve şeytanın kullanabileceği bir kapı daha kapanmış olur. Haciyyat ve tahsiniyyat denen “gerekli olan” ve sâdece “güzel olduğu ve beğenildiği için” alınması meşrû olan ürünlerin de alım-satımı yapılabilir tabî ki. Fakat bu konuda haddi aşmamaya özen göstermek gerekir.

Mü’min, şahsiyetini tüketimden değil, îmânından alır. “Tüketiyorum, öyleyse varım” sözünü değil, “inanıyorum öyleyse varım” sözünü söyler. Şahsiyetini, satın aldığı imajından değil de îmânından alanlara selâm olsun.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Ağustos 2016
















Devamını Oku »

Lâiklerin Arap ve Doğulu Düşmanlığı


“Ey îman edenler, âdil şâhidler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun. Bir topluluğa olan kîniniz, sizi adâletten alıkoymasın. Adâlet yapın. O, takvâya daha yakındır. Allah’tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır” (Mâide 8).

 

Türkler dinlerini Araplardan ziyâde Îran’lılardan öğrenmişlerdir. İslâm Türk’lere, Samâniler aracılığı ile Fars imbiğinden geçerek ulaşmıştır. Bu nedenle de Türk-İslâm anlayışı, bâtınilik/tasavvuf-merkezlidir. Zâten Mekke ve Medîne’de tasavvufa-bâtıniliğe rastlayamazsınız. Îran’ın dinleri ile tasavvuf arasında fazla bir fark yoktur. Hint dîni ile büyük benzerlik gösteren Îran dinleri, Türklerin kadim dinleri-felsefeleri olan “gök-tanrı” ve “Şamanizm” ile de büyük benzerlikler gösterir. Bu dinlerin etkileri hâlen de yürürlüktedir ve halkın din diye peşinden gittiği hurâfeler, Îran dinleri ve Şamanizm-merkezlidir. Hattâ Türklerin büyük târikat-tasavvuf lîderleri ve âlimleri olan Bahauddin Nakşıbendi, Abdulkadir Geylâni, Gazzâli, Celâleddin Rûmi vs. hep Îran ve o bölgelerde yetişen kişilerdir. Bu kişiler, İslâm’ı eski dinlerin düşüncelerin de bir sentezi ile birlikte getirmişlerdir Türklere ve Türkiye’ye. Bu nedenle olsa gerek, Türklerin Araplarla pek sıkı ilişkileri olmamıştır. Tabi Selçuklu ve Osmanlı nedeniyle onları tâbi olarak kabûl etmişlerdir. Zîrâ bu devletler zamânında İslâm’ın merkez şehirleri olan Mekke ve Medîne bile Osmanlı kontrôlünde olduğundan, buralar da Osmanlı toprakları olarak görülmüştür.

 

Fakat 18. yüzyıl ile birlikte batı’nın görece yükselişe geçtiği zamanlarda bir batı-hayranlığı oluştu ve bu durum Osmanlı’nın tasfiye edilip batı zihniyeti merkezli Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda ve zâten başta İngiliz’lerin de bastırmasıyla Arap ve Ortadoğu ile ilişkiler neredeyse tamâmen kesildi. Cumhuriyetle birlikte doğuya ve ümmete kapanan Türkiye, batı-merkezli bir düşünce içinde olduğundan, sürekli ihânet gördüğü batı ile ilişki içine girdi. Bu lâiklik ve demokrasinin oturtulması için şarttı. Fakat dibimizdeki orta-doğudan uzaklaşmış olduk ve 2010 yılına kadar bir-çok şeyden mahrûm kaldık.

 

Arap düşmanlığı, üstü-kapalı bir “İslâm düşmanlığı”dır. Lâikler Cumhuriyet döneminde İslâm düşmanlığını “Arap düşmanlığı” üzerinden  yapmışlardır. Araplara sırt dönmeleri aslında İslâm’a sırt dönmelerinin bir tezâhürüydü. Bunu yapanlar daha çok lâik Balkanlılardı. Çünkü onlara Balkanlarda müslüman yerine Türk deniliyordu. Onlar bu yüzden dîni, kavim adı üzerinden bilmeye ve tanımlamaya alışkındırlar. Bu-bağlamda Teoman Duralı şunları söyler:

 

“Araplarda yerleşik hayat var, çok gelişmiş bir edebiyat var ve aynı-zamanda muazzam bir teknik beceriye sâhipler. Özellikle gemi inşâsında, denizcilikte, gemicilikte çok ileri gitmiş büyük bir topluluk Araplar. Bizde tabii sonraları, özellikle Cumhuriyet’le birlikte ‘tu-kaka’ denilmiştir; İslâm’a küfredemeyenler Araplara hücum etmişlerdir, Arapları hedef tahtası seçmişlerdir. Bu bakımdan, buna inanmamak lâzım”.

 

Araya fitne sokarak Türkleri Araplardan ve doğudan uzak tutmak isteyen batı’lılar, dîni aynı olan iki toplumu, attıkları iftirâlar ile iyice uzaklaştırdılar ve artık Türk toplumu da Arap düşmanı oldu çıktı. Halifeliğin kaldırılması batı’nın isteği ve zorlamasıyla olmuştur. “Çimento” işlevi gören halifelik kalkınca Osmanlı/Türk’ün müslüman-dünyâ ile ilişkileri kesilecek, İslâm-dünyâsı zayıflayacak ve sonunda da müslüman-coğrafyada bulunan yer-altı ve yer-üstü zenginlikler bir baskı ile karşılaşılmadan batı tarafından kolaylıkla sömürülebilecektir ve de aynen böyle olmuştur. Fakat bu projenin tutması için milletleri bir-birine düşman etmek gerekiyordu ki bunu da çeşitli söylemler ile gerçekleştirdiler. Meselâ Türklere: “Arap’lar sizi arkadan vurdu/vuruyor” derlerken; Araplara da: “Bu Türkler de dinden çıktı ve sizi kendi hâlinizde savunmasız bıraktı” dediler. Bunu uzun zamandır sünnî-şii düşmanlığı olarak da devâm ettiriyorlar. İslâm-dışı (seküler) öğretiler ve kültürle bu düşünceler ve düşmanlıklar çok kolay oluşturulabildi. İslâm-dünyâsının hâl-i pür melâlinin nedeni budur (birliğin bozulması). Gerisi hikâye. Şükrü Altın:

 

“Araplar bizi arkadan’ vurdu söylemi târihi safsatadır. Bunu yönümüzü batı’ya dönmemiz için söyleyenler ayrıca gaflet içerisindedirler. Bizi arkadan vuran, vatanımıza, bayrağımıza, toprağımıza, malımıza, nâmusumuza, onurumuza, birliğimize kast eden her zaman “haçlı batı” olmuştur. Bu târihte de böyleydi, şimdi de böyle. Batı’lı haydutları dost belleyip Arap kardeşlerimize sırt dönmek târihi olduğu kadar stratejik de bir hatâdır. İstiklâl harbinde Anadolu insanıyla berâber düşmana karşı göğüs-göğüse çarpışan Araplar vardı, Çanakkale’yi geçilmez kılan Araplar vardı, bizlere duâlarını gönderen Arap analarımızın yanı-sıra maddî anlamda yardım gönderen binlerce Arap kardeşimiz vardı. Bunları yok sayarak ‘Araplar bizi arkamızdan vurdu’ demek târihi bir söylem değil, ideolojik bir safsatadan ileriye gitmez” der.

 

Tek-parti döneminde yaklaşık 25 yıl boyunca haccın yasaklanması da bu yüzdendir. Lâik kesim bu nedenle hacca uzaktır. Hacca gitmeyi; “Araplara para yedirmek” olarak görürler. Hâlbuki hac, Allah’ın bir emridir ve çok eski bir ibâdet şeklidir. Pâris’e gitmeyi hacca gitmekten üstün görenler nedense “Fransız’lara para yedirdikleri”nden rahatsız olmazlar.

 

Evet; bu bir zihniyet değişimiydi ve müslümanların daha önceleri kardeş gibi yaşadıkları ülkelerle ve bu ülkelerin âlimleriyle arası kopmuştu. İrtibat 70’li yıllardan sonra hızlandı, 80 ile 90 arası da tavan yaptı. Bu nedenle bu âlimler ve bahsettikleri düşünceler “ithâl” değildirler.

 

Cumhuriyet ve tek-parti döneminde ilmî alanda da bir kopuş olmuştur. Ümmet bir zamanlar İslâm’ı yeniden Dünyâ’ya hâkim kılmak için birlikte çalışmışlardı. Bu nedenle birilerinin zannettiği ve sürekli dile getirip durduğu gibi İslâm’cılık ithâl değildir. Cumhuriyet’in Arap ve doğu düşmanlığı nedeniyle uzunca bir süre kopan ilişkinin, bir-süre sonra yeniden irtibat kurularak canlandırılması ameliyedir. Mevdûdi, Seyyid Kutup, Ali Şeriati vs. ile “ümmet fikri”nin yeniden canlanması amaçlanmıştır. Hamza Türkmen:

 

“1980 ihtilâli yapıldığında Devlet, evrensel Kur’ân bütünlüğünde hayâtı yorumlayacak İslâmî yayınları ‘kökü dışarıda’ olarak nitelendiriyordu. Ama klâsik, mezhebî, millî dindarlık düzeyindeki yayın faaliyeti herhangi bir engelle karşılaşmıyordu” der.

 

Yâni, Seyyid Kutup, Mevdûdi, Şeriati ithâl de; Robinson Crusoe, La Fontaine, Dostoyevski, Tolstoy vs. ithâl değil mi?. Asıl ithâl olanlar bunlardır. Bir şeyin yada kişinin ithâl olmasının, öz-güveni sağlam olan İslâm ve müslümanlar için bir önemi yoktur. Fakat lâik dönemde Arap ve doğu ülkeleriyle irtibâtın kopartıldığı gibi, bu ülkelerin âlimleri ile de irtibat koparıldı ve din baskılanmış olduğundan ve zâten 1.000 yıldır kullandığı alfabesi değiştirildiğinden ve halk bir gecede câhil bırakıldığından dolayı cılız bir İslâm’i anlayış oluşturulmuştu. İşte 70’li yıllarla birlikte başlayan ve 80’lerin sonunda zirve yapan bu âlimlerin “İslâm’cılık ve ümmet” düşüncesini anlatan tercüme kitaplar ithâl değildir. “Ümmet” denildiğinde bir ithâllikten bahsedilmesi abes olur. İlyas Dönmez:

 

“Kitaba açlık vardı. Bu kitaplarla Dünyâ’yla irtibat kurduk. Türkiye içine kapanmıştı. Batı klâsikleri dışında, MEB çevirileri dışında kitap yoktu. 1985-95 yılları arası âdeta altın çağ oldu. Yoğun bir okuma, yoğun bir yayıncılık faaliyeti vardı” der.

 

Ümmetin 1/3’ünü oluşturan Araplar da ümmetin bir parçasıdır. 2005 yılından bu yana krizin görece teğet geçmesinin ve Türkiye’deki zenginlerin ekonomik alanda çok fazla hırpalanmamasının (garibanlar her zaman ve her şartta hırpalanırlar) nedeni Arap sermâyesidir. Daha önce, Arapların parasını; petrôlünü yiyenler yiyordu. Çünkü Araplar ilişki hâlinde olmadıkları Türkiye’de yatırım yapmıyorlardı. Zîrâ batı’lılar bizi Araplardan uzak tutarlarken, kendileri sıkı-fıkı oluyorlardı ve her türlü ticâri ilişkileri de canlıydı.

 

Lord Cromer: “Doğulu genelde şu yada bu-şekilde, avrupalının tam tersi bir tarzda davranır, konuşur ve düşünür” der. Batı’da orta-doğu ve halklarına ilişkin yaygın bir ön-yargı vardır. Bu ön-yargı batı zihniyetine sâhip olan yakın ve orta-doğulular için de geçerlidir. Bu ön-yargı batı zihniyetine sâhip olan yakın ve orta-doğulular için de geçerlidir. Özellikle lâik Türklerde müslüman, arap ve doğulu düşmanlığı çoktur.

 

Türklerin Araplardan uzak durmayı çabuk benimsemesinin ve Araplardan uzak durmasının nedeni “din”dir. Bâzı yönden doğru olmakla birlikte batı tarafından pohpohlanan; “Osmanlı’nın yanlış bir din inanışı olduğu için batı’dan uzak kaldık ve sonra da yenilgiler yaşadık ve geri kaldık” düşüncesinde olanlar “günah keçisi” olarak dîni gördü. Dîne düşman olununca da İslâm dîninin çıkış-yeri ve merkezi olan Mekke ve Medîne-merkezli Arap ve doğu düşmanlığı da başlamış oldu.

 

Yine birileri de, Arapların gece-gündüz âlem yaptıklarını, oryantâl danslar eşliğinde ülkelerini batı’lılara sattıklarını zannediyorlardı ve bu nedenle Arap gıcıklığını sürdürüyorlardı. İsrâil’in Filistin işgâlini, “Filistinliler topraklarını onlara sattılar ve topraklar İsrâillilerin oldu” zannediyorlar. Bu düşünüş aslında, batı’lıların ve İsrâil’in, başta Türkler olmak üzere müslümanları kandırmak için uydurduğu ve yaptıkları haksız-hukuksuz işgâllerini gizlemek için uydurdukları palavralardır. İşin gerçeği İsrâilliler ve batı’lılar, Filistinlileri çok-çok ucuz fiyatlarla topraklarını İsrâillilere satmaya zorlamışlar ve hattâ onları zorunlu sürgünlere göndererek topraklarına çökmüşlerdir. Satın alınan topraklar yüzölçümün 1/1.000 bile değildir ve hiç-bir ülkeye, toprakları satın alınarak sâhip olunamaz.

 

Zamânında ehliyet almak için gittiğim sürücü kursunda birine, Arabistan’da ehliyet nasıl alınıyormuş biliyor musun” diye oradaki ehliyet alma şeklinden bahsedeceğim sırada, “bana sakın Araplardan bahsetme” diyerek Arap-düşmanlığını göstermişti. Tabi bu kişinin sol kökenli lâik biri olduğunu söylemeye gerek yok.

 

Tüm bu yapılanlar, ümmeti bölmek için uydurulan şeytan-işi politikaların bir sonucudur ve sâdece Türklerle Araplar arasında değil, diğer İslâm ülkeleri için de geçerlidir. Hattâ bu ayrışmayı en çok da mezhepler üzerinden yapmışlardır ve yapmaktadırlar. Bu durum ümmetin parçalanmasına neden oluyor ve “bizi” zayıflatıyor. Zâten baktığımızda başta müslümanların ülkeleri işgâl altında bombalanıyor ve en çok da müslümanlar ölüyor. Ümmet birbirini ayrı ve yabancı gördükçe bu zulüm bitmeyecektir. Ümmet ve insanlar arasında çeşitli nedenlerden dolayı oluşturulan sûni ayrılıklar Kur’ân’da yasaklanmıştır. Arapları, Afrika’lıları, doğuluları “uzak durulması gereken yabancılar” olarak görmek yanlıştır. Zîrâ Kur’ân’da bu farklılıklar “âyet olarak” söylenir:

 

“Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin ayrı olması, O’nun âyetlerindendir. Şüphesiz bunda, bilenler için gerçekten âyetler vardır” (Rûm 22).

 

“Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve ‘birbirinizi tanımanız ve tanışmanız’ için sizi halklar ve kabîleler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk, renk, soy ve servetçe değil) takvâca (samîmiyet ve sorumluluk bilincinde) en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, haber alandır” (Hucurât 13).

 

Bu düşmanlığı ve gıcıklığı ortaya çıkaran şey, ulus-devlet ve milliyetçilik-ırkçılık düşüncesidir. Bu tutumdan vazgeçmediğimiz müddetçe her türlü oyuna, sömürüye darbeye vs. açık hâlde kalmaya devâm edeceğiz. Allah Kur’ân’da bizi bu tür ayrışmalardan şu şekilde sakındırır:

 

“Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle berâberdir” (Enfâl 46).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ağustos 2016

 

Devamını Oku »