14 Ağustos 2016 Pazar
Kul ve Vatandaş
Deizm
“Göklerde ve yerde olan ne varsa O’ndan ister. O,
her-gün (her-an) bir iştedir” (Rahmân
29).
“Göklerde ilah ve yerde ilah O’dur. O, hüküm ve
hikmet sâhibidir, bilendir” (Zuhrûf
84).
“Deizm veyâ
Yaradancılık, mantık ve doğal-dünyâya dâir gözlemlerin kaynağını oluşturduğu;
dinsel bilgiye dolaysız biçimde sâdece akıl yoluyla ulaşılabileceği ilkesini
esas alan, bu sebeple vahiy ve esine dayalı tüm dinleri reddeden tek-tanrı
inancıdır. Evreni yaratan, işleyişi için doğa kânunlarını
koyan, ayrıca insanlığa ve evrene müdâhalede bulunmayan; doğruları keşfetmeleri
için insanlara akıl veren bir tanrıya duyulan inanç deizmi ifâde etmektedir. Deistler genellikle bu doğrultuda
evreni tanrı tarafından tasarlanan, hareketi başlatılan; dışarıdan müdâhale
olmadan doğa kânunlarına uygun şekilde işleyen bir bütünlük olarak görme
eğilimindedir. Deizm; 17. ve 18. yüzyılda ortaya çıkmış tüm dinleri
reddeden, tanrı’yı sâdece bir “ilk neden” olarak kabûl eden yâni tanrının
varlığına inanan inanç felsefesi şeklidir” (Vikipedi).
Bu tanım, lâiklikten
ve sekülerizmden ayrı bir tanım değildir. Dolayısı ile bu düşünceyi savunanlar
lâikliği baş-tâcı yapmışlardır.
Ateistler “tanrı-tanımazlar”
iken, deistler ise “tanrı-tanır”dırlar ama sâdece “tanrı-tanırlar”dır. Âhiret,
melek, kitap, vahiy ve peygamber tanımazlar.
Deizm, Teizme bir alternatif olarak üretilmiştir.
Macit Gökberk teizm ve deizm arasındaki ilişkiyi ve aykırılığı şöyle anlatır:
“Dil bakımından her iki deyim de aynı kökten, “Tanrı” sözünden gelmektedir;
yalnız biri Yunancadan (“Theos”tan), öteki
de Latinceden (“Deus”tan) türetilmiştir; her ikisi de, “Tanrısız”a karşı
olarak “Tanrılı”, “Tanrıcı” demektir. Demek ki, deist de bir Tanrı’ya inanır. Ancak,
deiste göre, evreni yaratan Tanrı, sonra onu, kendi yasasına göre işlemek üzere
kendi başına bırakmıştır. Bu
anlayışta Tanrı ile insan arasında canlı bir ilgi kalmıyor. Theist ise
canlı ve kişiliği olan bir Tanrı’ya inanır; bu Tanrı yaratmış olduğu evrenin hem
üstünde, hem de içindedir; her yerde her an bulunup her-şeyi kendisi yönetir”.
Allah,
gökleri ve yeri yâni tüm varlıkları (kâinâtı) bir sistem dâhilinde yaratmış ve
sonra da kendi işleyişine bırakıp ilgisini kesmiş bir ilah gibi gösterilmek
isteniyor. Böylece lâikliğe, sekülerizme, demokrasi ve şaytâni tüm ideolojilere
alan açılmış olacak ve Allah, din, Kur’ân; hiç-bir şeye karışmayacağından,
kişinin nefsi serbest kalıp rahat edebilecektir. İnsanlık târihindeki çatışma
işte bunun çatışmasıdır. Yâni Allah sâdece göklerin ilahı mı, yoksa yerin de
ilahı mı?. Bu çatışma tâ Hâbil ile Kâbil zamânında başlamıştır. Düşünce ve
eylemlerinden deist olduğunu anladığımız Kâbil, bir sorumsuzlukla nefsine uygun
bir çıkar edinmek istemiş ama tevhid bilincine sâhip olan Hâbil bu çıkara çomak
sokunca onu öldürebilmiştir. Ne de olsa Allah ve din yeryüzünde hâkim
olmadığından ve karışmadığından ve yüce bir Kontrôl Edici olmadığından, yaptığı
şeyden ilk başta bir rahatsızlık duymamıştır. Fakat beğenmediği karganın bile
Allah’ın emriyle hareket ettiğini görünce yaptığına biraz da olsa pişmân olmuştur.
İsmail Ekercin:
“Yahudilerin hayâlindeki Tanrı (Yahova, Elohim),
gökleri altı günde yaratmış sonra istirahate çekilmiştir. Ya sonra ne
olacaktır, Dünyâ’da veyâ âhirette bir daha hayâta müdâhil olacak mıdır?. Bu
belirsizlik, “başının çâresine bakan kurtulur, mal ve servet sâhibi olur”
zihniyeti oluşturmaktadır. Olur da bir zulüm yaparsa aktif ve müdâhale eden bir
Tanrı ortalıkta görünmediğinden sorun çıkmamaktadır. Güçlü olmak yeterlidir,
ayrıca haklı olmayı sorgulamak yâni meşrûiyeti sorgulamak gereksizdir.
Birbirlerine olmadıkça menfaat için her türlü şer mubah sayılmıştır” der.
Tahrif
edilmiş tüm dinler, deizm nedeniyle tahrif edilmiştir. Bir dînin tahrif
edilmesinin nedeni, onun hayâta görece fazla karışması ve şeytâni fikir-sâhiplerinin
istedikleri gibi at oynatamaması nedeniyledir. Dîni hayattan uzaklaştırmak için
Allah inancını kabûl etmelerine rağmen, O’nun yerdeki ilahlığını ve
hâkimiyetini kabûl etmiyorlardı. Mekke müşrikleri de böyleydi:
Andolsun, onlara: ‘Gökleri ve yeri kim yarattı, Güneş’i
ve Ay’ı kim emre âmâde kıldı?’ diye soracak olursan, şüphesiz: ‘Allah’
diyecekler. Şu hâlde nasıl oluyor da çevriliyorlar?” (Ankebût 61).
Şirk, Allah’ın
bir varlığının olmadığını söylemez. Allah’ın varlığı kabûl edilmesine rağmen
onu sâdece “göklerin ilahı” olarak tâyin ve îlan etmektir şirktir. Yeryüzüne,
hayâta kânun ve yasalara yâni hükme Allah’ı karıştırmamak şirktir ve şirk zâten
budur. Mekke müşrikleri de böyle yapıyorlardı ve Allah’ı kabûl ediyorlardı
fakat sâdece gökte. O’nu sâdece gökte kabûl ediyorlardı yerde değil. Yerdeki
hâkimiyeti kendilerine has kılmışlardır. Allah bunu zinhar kabûl etmezdi ve bu
nedenle de âlemlere rahmet Peygamberini ve vahyini göndererek bu düşünce ve
tavrı ezdi. Bu düşünce ve tavrın nasıl ezilmesi gerektiğinin ebedî formülünü
Kur’ân olarak gösterdi.
Deizmde
peygamberlik yoktur, olamaz; Kur’ân -hâşâ- insan uydurmasıdır, çünkü deizme
göre vahyin bir açıklaması yapılamaz. Ne de olsa Allah Dünyâ ve kâinatla
ilgilenmediği için insanlara vahiy falan göndermez. Bu durumda melekler ve âhiret
(cennet cehennem) zorunlu değildir. Allah, Dünyâ’da ne olup-olmadığı ile
ilgilenmez ki âhiretle ilgilensin. Duâ etmenin bir anlamı yoktur. Duâyı kâle
alacak bir varlık yoktur ki!. Kime yapılacak duâ?. Bu nedenle sâdece kişisel
bir yoga gibi bir şey olarak yorumlanır duâ. Bir terapi. İbâdet etmek de
öyledir. Çok gayretli ve disiplinli ibâdet etmek abestir. Sâdece yoga ve meditasyon
olarak bir değeri vardır. Şeytan diye bir şey olamaz. O bir negatifliktir. Kısaca
din ile ilgili bir şey yapmak büyük ölçüde gereksizdir ve din sâdece vicdanlarda
yaşanabilecek bir şeydir ve bu inancı vicdan dışında yaşamak isteyenler ahmaktır.
“Din ille de hayatta uygulansın-yaşansın” demek, modern zamanlarda ve deizme
göre teröristliktir.
Deizm doğaya ve akla
dayanır, vahye dayanmaz. Diğer tüm dinler vahye yada kutsal kitaplara
dayalıdırlar. Deizmde bir râhibe, papaza yada imama gerek yoktur. Deizmde
ihtiyaç olan tek şey kendi sağduyumuz ve düşünme becerimizdir.
Deizm
yanlış bir tevhid inancına sâhiptir. Allah’ın “varlığına ve birliğine îman”
olarak tevhid tanımı yapılır. Oysa tevhidin doğru tanımı; “Allah göklerde ilah
olduğu gibi yerde de ilah olandır” şeklindedir.
Deizm, hristiyanlık ve
yahudiliğe uygun olabilir fakat İslâm’a aslâ uygun değildir. Hristiyanlık ve
yahudiliğe göre Allah kâinâtı yarattıktan sonra dinlenmek için bir köşeye çekilmiştir
ve yarattıkları ile ilgilenmemiştir. Dolayısı ile bu ilgilenme -güyâ- insana
kalmıştır. İslâm ise; Allah kâinâtı yarattıktan sonra arşa kurulup yönetimi
eline aldığını söyler. Bu nedenle de İslâm’da Allah hesâba katılmadan hiç-bir
iş yapılamaz. Zîrâ O’nun yaratışı da, yönetimi de devâm etmektedir.
Deizme göre
Allah kâinâtı yaratmıştır ve bırakıp gitmiştir. Onunla hiç ilgilenmez ve ona karışmaz.
Sistemi-yasayı koymuştur ve başka bir şey yapmaz. İnsanları kendi hâline
bırakmıştır. Bu nedenle deizmde her-şeyi Allah’ın yaratmış olmasının bir önemi
de olmamaktadır. Zîrâ adam; “eee, ne yapayım yaratıysa” diyebilir. Deizmde
kimin yarattığının bir önemi yoktur,
neyin yaratıldığının önemi vardır.
Siz şimdi,
her-şeyi yaratacaksınız ama onunla hiç ilgilenmeyeceksiniz. Böyle bir şey mümkün
mü?. Bu, çocuğu yapıp da câmi avlusuna bırakmaya benzer. Böyle bir durum ana-babanın
merhâmetsizliğini gösterir ki bu nedenle deizm, Allah’ın merhâmetsiz bir Allah
olduğunu söylemiş olur zımnen. Zîrâ kullarını yaratıp ilgilenmemektedir ve onların
zor durumlarında yanlarında değildir. Onlarla ilgilenmeyip, merhâmet etmez.
Aristo başta olmak üzere
kimi Yunan filozoflarının “Tanrı kâinâta ilk hareketi veren(muharriki
evvel)dir. Ondan sonra kâinât kendi-kendini idâre edip yönetmiştir” derler.
İşte vahiy-merkezli ve peygamber-sünnetli olmadığında insan şeytanın etkisiyle
böyle düşüncelere saplanır. Akıl orada işe yaramaz.
Deizm, “Allah varlığa ilk
hareketi vermekten başka bir şey yapmamıştır” der. Fakat bu düşünce, yaratılış
“sâdece bir kere” söz-konusu olduğunda geçerli olabilir. Newton’ın “ilk
Muharrik” şeklinde Yaratıcı anlayışı çokmüştür. Çünkü her-şeyin her-an yeniden
yaratıldığı açığa çıkmıştır. Kâinatın özünde devamlı bir yoktan vâr edilme ve
vâr iken yok edilme durumu vardır. İlk Muharrik’in yaptığı gibi kâinat
başlangıçta yaratılmış ve daha sonra yaratılış olayı durmuş ve belli bir
mekanizma kendi-kendini devâm ettiriyor değildir; her-an devâm eden bir
“yaratılış” olayı vardır. Buna göre, kâinat üzerinde devamlı kudretini
gösteren, kudretini çektiği anda bütün kâinâtın yokluğa yuvarlanacağı, İslâmî
ifâdeyle “Kayyum” bir Yaratıcı vardır ve bu Yaratıcı mütemâdiyen ve hiç
duraksamaksızın bütün kâinâtı yaratır. Doğrudan-doğruya, hiç-bir aracı olmadan.
Tüm kâinat, bilgisayardaki görüntülerin 0-1 ile sürekli yok-var olması gibi,
sürekli yok olup yeniden yaratılır. Sürekli ve her-an yaratan bir Allah var
olduğu için bu Deizm boşa çıkar. Çünkü Allah sürekli yaratır ve böylece Dünyâ’ya
ve insana sürekli ve her-an karışmış olur.
Yaşar Nûri Öztürk; “Deizm
insanlığın kurtuluşu olacaktır, dinci tasalluttan kurtulmanın felsefi çâresi
deizm’dir; Atatürk de bir deistti. Kur’ân; deizm’i teşvik eden, terviç eden
bir kitap değil ama ona kapı aralayan bir kitaptır; deistler, dinciliğin
bütün kötülüklerine, rezilliklerine rağmen Allah’a inançlarını koruyan samîmi
mü’min insanlardır. Târihin en nâmuslu, en ahlâklı, en üretken adamlarıdır. Hem
nâmuslu hem de Allah’a îmânı olan adam başka bir yere gidemez” diyerek çok
absürd açıklamalar yapmıştır. Deizmi destekleyen tek bir âyet bile
gösteremeyerek, dolaylı yönden deizm savunuculuğu yapmıştır. Dînî tasalluttan
kurtulmanın çâresi de yine sahih dindir, şeytâni felsefeler değil. Dînî
tasallutu ortaya çıkaran şey sahih din değil, “uydurulmuş din”dir çünkü.
Yaşar Nûri’nin “dînî
tasalluttan kurtulmak” dediği şey, “bütünüyle dinden kurtulma”ya kapı aralar ve
zâten deistler için bu bir sorun değildir. Deistler bir sabah kalktıklarında
hiç-bir yerde ve kimsenin hâfızasında Kur’ân’ı ve Sünnet’i bulamasalar da
hayatlarına kaldıkları yerden devâm ederler. Onlar için fark etmez. Hâlbuki mü’min
için “bir sabah kalktıklarında Kur’ân ve sünnetin olmaması”; “bir sabah kalktıklarında
yeryüzünde bir damla bile suyun bulunmaması” gibidir: Kur’ân bu konuda şöyle
bir soru sorar:
“De ki: ‘Haber verin; eğer suyunuz yerin dibine
göçüverecek olsa, bu durumda kim size bir akar su kaynağı getirebilir?” (Mülk 30).
Yâni denmek isteniyor ki;
din-vahiy-sünnet de su gibidir. Bir sabah kalktığınızda susuz kalmak ne ise,
vahiysiz kalmak da odur. Ruhlarınızın suyu vahiydir ve vahiy olmadığında susuz
kalırsınız ve susuzluktan çürür gidersiniz.
Deizmde, Allah, sâdece bir
“yaratıcı” olarak görülüp kabûl edildiğinden dolayı O’na karşı herhangi bir
saygı ve haşyet duyulmaz. Çünkü -hâşâ- ne de olsa bizimle ilgilenmemektedir.
Bizimle herhangi bir ilişkisi söz-konusu değildir. Deizm, bu bağlamda fideistik
bir yaklaşımdır. Fideizm, “tanrıya sâdece inanç
yoluyla bağlanan” ve “deney alanının dışında kalan bütün metafizik öğretiler”i
kapsar. Fideizm, (inan), “aslâ tanıtlanamayacak olan”ın kabûl edilmesidir.
Deizm, bir
kitap, peygamber ve hayat tarzı önermediğinden, bir âhiret hayâtından da söz
edilemez. Deizme göre ölünce her-şey biter çünkü. Nasıl ki bir hareketle
her-şey başlamışsa, bir diğer hareketle de her-şey biter gider. Âhiretin
yokluğu inancı olmadığında ise, bir deistin “sonuna kadar ahlâklı” olmasından
bahsedilemez. Sıkıştığında ahlâk-mahlâk tanımaz. Çünkü ne de olsa ölünce yeniden
bir dirilişin ve sorgulamanın olması diye bir şey kabûl edilmiyor. İyi de, âhiret
yoksa Allah’ın olmasının ve ona inanmanın ne önemi var ki?. İnanma gitsin!.
İnanma ile inanmama arasındaki fark kaybolur deizmde. Materyâlistler ve ateistler
gibi; “her-şey kendi-kendine oldu” desen de fark etmez artık.
Deizm, bâzılarının Allah’a “hakkıyla
kul olmak” yerine, onu -hâşâ- kendilerine “kul” yapmaları ve Allah’ı yasalarıyla
ve sanatıyla değil de, birilerinin yaptığı gibi, “O’nu zâtıyla her yerde kabûl
etme”nin karşısında, “hayır Allah yaratmış ve gerisini insanlara bırakmıştır”
söylemidir. Tabî bu durum, “insanların yeryüzünün ilahları olması” demektir.
Yaratıp da
hiç-bir şeye karışmamak, bir yaratıcı için olacak şey değildir. Böyle bir şeyi
beklemek ise hiç de akıllıca değildir ve akla, mantığa ve sağduyuya da
aykırıdır.
Nice “cins kafa”lar da deizmi savunarak büyük
yanlışlara düşmüşlerdir. Meselâ Aristo, deizmi savunan şu sözü söylemiştir:
“Şüphesiz ki Allah bu kâinâtı yarattı. Bundan sonra bıraktı,
ona ehemmiyet vermedi. Zîrâ Allah, daha aşağı olan bu âlemle uğraşmaktan
âlidir. O ancak kendi zâtını düşünür”.
Deizm mutlakâ “ara-tanrılar” meydana çıkarır. Çünkü
Allah Dünyâ’ya karışmamaktadır. Böyle olunca da, insan ara-tanrılara tapmaya
başlar. Bu tanrılar; insanlar, hayvanlar, bitkiler, uğurlu sayılanlar vs.dir. Hamdi
Kalyoncu:
“Tanrı’nın, çok uzak ve ulaşılamaz olarak tahayyül edilişi ile büyük
Tanrı’nın böyle basit işlerle uğraşmaya tenezzül etmeyeceği zehabı, “vekil
tanrılar” edinmenin temelini oluşturur” der.
Deizmin ayrıca yarı-deizm
olarak adlandırılan başka bir biçimi daha vardır. Bu düşünceye, Tanrı’nın Dünyâ
kendi ‘doğal düzeninde’ işlemeye devâm ederken onu desteklediğini öğretir.
Kâinâta ve Dünyâ’ya bâzen de doğa-üstü bir şekilde müdâhale eder. Hem yaratılış
tasarısında, hem de ‘doğa-üstü’ ve ‘büyük felâket’ cinsinden olaylar
aracılığıyla doğanın işleyişine yapılan ilâhî müdâhalelerde Tanrı’nın etkinliği
açıkça bellidir. Olağan-üstü olaylar için müdâhaleleri vardır Tanrı’nın.
Bir de anti-deizm vardır ki
bu inançta “deu” yâni tanrı olan, kişinin kendisidir.
Deizm aslında dinsizliktir. Deizme
göre bir peygamber, bir kitap ve bir dînin olması mümkün değildir. Çünkü Allah
bunlarla ilgilenmez. Yaratıcı bir-kez dokunup gitmiş ve başka bir şey de
yapmamış ve yapmamaktadır.
Deizm, ateizme geçişin
kapısıdır. Deist olduktan sonra ateist olmak işten bile değildir. Deistlikten
ateistliğe geçmek çok kolaydır.
Lâiklikle vicdanları
arasında kalanlar, dîne sımsıkı sarıldıklarında lâiklikten vazgeçmeleri
gerekeceği için, bir çeşit dinsizlik olan deizme sarılıyorlar.
Deizm için iyi-kötü hiç-bir
şeyin önemi yoktur ve deistler hiç-bir konuda sorumluluk hissetmezler. Belki sâdece
hissediyorlarmış gibi yaparlar. Çünkü deistlerin bir sorumluk almaları için bir
neden yoktur. Deizm bir-çeşit şeytan tapıcılığıdır. Şeytan deisttir; Allah’ı
kabûl eder ama halifeyi-peygamberi dolayısıyla dîni kabûl etmez.
Deizm, ağır bir “yanlış
kadercilik”tir de. Mecbûri bir cebriyeciliktir. Mecbûren sisteme ve akla
uyulmasını gerektirir çünkü.
Deizmin Kur’ân’dan onay
alması da imkânsızdır. Zîrâ Kur’ân zâten, deistik düşünceleri yâni şirki yıkmak
için gönderilmiştir. Deizm, şirkin geneli için olabilecek iyi bir
isimlendirmedir. Zîrâ tüm insanlar ilahlaşır deizmde.
Ey deistler!; “Kral”ın
(Allah) hükmü var ama yönetmesi yok öyle mi?. Şuna direkt olarak: “Allah
yoktur” desenize yâhû!.. Ne lafı dolandırıyorsunuz ki!..
Evet; “Deizm, işe Allah’ı
karıştırmamak ve Allah’ı hesâba katmamak” demektir.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn
Görmüş
Ağustos 2016
Cihad
13 Ağustos 2016 Cumartesi
Bağırsakta Yaşamak, Kâlpte Yaşamak
Şahsiyeti Tüketimde Aramak
Lâiklerin Arap ve Doğulu Düşmanlığı
“Ey
îman edenler, âdil şâhidler olarak, Allah için, hakkı ayakta tutun. Bir
topluluğa olan kîniniz, sizi adâletten alıkoymasın. Adâlet yapın. O, takvâya
daha yakındır. Allah’tan korkup-sakının. Şüphesiz Allah, yapmakta
olduklarınızdan haberi olandır”
(Mâide 8).
Türkler dinlerini Araplardan ziyâde Îran’lılardan
öğrenmişlerdir. İslâm Türk’lere, Samâniler aracılığı ile Fars imbiğinden
geçerek ulaşmıştır. Bu nedenle de Türk-İslâm anlayışı, bâtınilik/tasavvuf-merkezlidir.
Zâten Mekke ve Medîne’de tasavvufa-bâtıniliğe rastlayamazsınız. Îran’ın dinleri
ile tasavvuf arasında fazla bir fark yoktur. Hint dîni ile büyük benzerlik
gösteren Îran dinleri, Türklerin kadim dinleri-felsefeleri olan “gök-tanrı” ve “Şamanizm”
ile de büyük benzerlikler gösterir. Bu dinlerin etkileri hâlen de yürürlüktedir
ve halkın din diye peşinden gittiği hurâfeler, Îran dinleri ve
Şamanizm-merkezlidir. Hattâ Türklerin büyük târikat-tasavvuf lîderleri ve âlimleri
olan Bahauddin Nakşıbendi, Abdulkadir Geylâni, Gazzâli, Celâleddin Rûmi vs. hep
Îran ve o bölgelerde yetişen kişilerdir. Bu kişiler, İslâm’ı eski dinlerin
düşüncelerin de bir sentezi ile birlikte getirmişlerdir Türklere ve Türkiye’ye.
Bu nedenle olsa gerek, Türklerin Araplarla pek sıkı ilişkileri olmamıştır. Tabi
Selçuklu ve Osmanlı nedeniyle onları tâbi olarak kabûl etmişlerdir. Zîrâ bu devletler
zamânında İslâm’ın merkez şehirleri olan Mekke ve Medîne bile Osmanlı kontrôlünde
olduğundan, buralar da Osmanlı toprakları olarak görülmüştür.
Fakat 18. yüzyıl ile birlikte batı’nın
görece yükselişe geçtiği zamanlarda bir batı-hayranlığı oluştu ve bu durum
Osmanlı’nın tasfiye edilip batı zihniyeti merkezli Türkiye Cumhuriyeti
kurulduğunda ve zâten başta İngiliz’lerin de bastırmasıyla Arap ve Ortadoğu ile
ilişkiler neredeyse tamâmen kesildi. Cumhuriyetle birlikte doğuya ve ümmete
kapanan Türkiye, batı-merkezli bir düşünce içinde olduğundan, sürekli ihânet
gördüğü batı ile ilişki içine girdi. Bu lâiklik ve demokrasinin oturtulması
için şarttı. Fakat dibimizdeki orta-doğudan uzaklaşmış olduk ve 2010 yılına
kadar bir-çok şeyden mahrûm kaldık.
Arap
düşmanlığı, üstü-kapalı bir “İslâm düşmanlığı”dır. Lâikler Cumhuriyet döneminde
İslâm düşmanlığını “Arap düşmanlığı” üzerinden
yapmışlardır. Araplara sırt dönmeleri aslında İslâm’a sırt dönmelerinin
bir tezâhürüydü. Bunu yapanlar daha çok lâik Balkanlılardı. Çünkü onlara Balkanlarda
müslüman yerine Türk deniliyordu. Onlar bu yüzden dîni, kavim adı üzerinden
bilmeye ve tanımlamaya alışkındırlar. Bu-bağlamda Teoman Duralı şunları söyler:
“Araplarda yerleşik hayat var, çok gelişmiş bir
edebiyat var ve aynı-zamanda muazzam bir teknik beceriye sâhipler. Özellikle
gemi inşâsında, denizcilikte, gemicilikte çok ileri gitmiş büyük bir topluluk
Araplar. Bizde tabii sonraları, özellikle Cumhuriyet’le birlikte ‘tu-kaka’
denilmiştir; İslâm’a küfredemeyenler Araplara hücum etmişlerdir, Arapları hedef
tahtası seçmişlerdir. Bu bakımdan, buna inanmamak lâzım”.
Araya fitne sokarak Türkleri Araplardan
ve doğudan uzak tutmak isteyen batı’lılar, dîni aynı olan iki toplumu,
attıkları iftirâlar ile iyice uzaklaştırdılar ve artık Türk toplumu da Arap
düşmanı oldu çıktı. Halifeliğin kaldırılması batı’nın isteği ve zorlamasıyla
olmuştur. “Çimento” işlevi gören halifelik kalkınca Osmanlı/Türk’ün
müslüman-dünyâ ile ilişkileri kesilecek, İslâm-dünyâsı zayıflayacak ve sonunda
da müslüman-coğrafyada bulunan yer-altı ve yer-üstü zenginlikler bir baskı ile
karşılaşılmadan batı tarafından kolaylıkla sömürülebilecektir ve de aynen böyle
olmuştur. Fakat bu projenin tutması için milletleri bir-birine düşman etmek
gerekiyordu ki bunu da çeşitli söylemler ile gerçekleştirdiler. Meselâ
Türklere: “Arap’lar sizi arkadan vurdu/vuruyor” derlerken; Araplara da: “Bu
Türkler de dinden çıktı ve sizi kendi hâlinizde savunmasız bıraktı” dediler.
Bunu uzun zamandır sünnî-şii düşmanlığı olarak da devâm ettiriyorlar.
İslâm-dışı (seküler) öğretiler ve kültürle bu düşünceler ve düşmanlıklar çok
kolay oluşturulabildi. İslâm-dünyâsının hâl-i pür melâlinin nedeni budur (birliğin
bozulması). Gerisi hikâye. Şükrü Altın:
“Araplar bizi arkadan’ vurdu söylemi târihi safsatadır. Bunu
yönümüzü batı’ya dönmemiz için söyleyenler ayrıca gaflet içerisindedirler. Bizi
arkadan vuran, vatanımıza, bayrağımıza, toprağımıza, malımıza, nâmusumuza,
onurumuza, birliğimize kast eden her zaman “haçlı batı” olmuştur. Bu târihte de
böyleydi, şimdi de böyle. Batı’lı haydutları dost belleyip Arap kardeşlerimize
sırt dönmek târihi olduğu kadar stratejik de bir hatâdır. İstiklâl harbinde
Anadolu insanıyla berâber düşmana karşı göğüs-göğüse çarpışan Araplar vardı,
Çanakkale’yi geçilmez kılan Araplar vardı, bizlere duâlarını gönderen Arap
analarımızın yanı-sıra maddî anlamda yardım gönderen binlerce Arap kardeşimiz
vardı. Bunları yok sayarak ‘Araplar bizi arkamızdan vurdu’ demek târihi bir
söylem değil, ideolojik bir safsatadan ileriye gitmez” der.
Tek-parti döneminde yaklaşık 25 yıl
boyunca haccın yasaklanması da bu yüzdendir. Lâik kesim bu nedenle hacca
uzaktır. Hacca gitmeyi; “Araplara para yedirmek” olarak görürler. Hâlbuki hac,
Allah’ın bir emridir ve çok eski bir ibâdet şeklidir. Pâris’e gitmeyi hacca
gitmekten üstün görenler nedense “Fransız’lara para yedirdikleri”nden rahatsız
olmazlar.
Evet; bu bir zihniyet değişimiydi ve
müslümanların daha önceleri kardeş gibi yaşadıkları ülkelerle ve bu ülkelerin
âlimleriyle arası kopmuştu. İrtibat 70’li yıllardan sonra hızlandı, 80 ile 90
arası da tavan yaptı. Bu nedenle bu âlimler ve bahsettikleri düşünceler “ithâl”
değildirler.
Cumhuriyet ve tek-parti döneminde ilmî
alanda da bir kopuş olmuştur. Ümmet bir zamanlar İslâm’ı yeniden Dünyâ’ya hâkim
kılmak için birlikte çalışmışlardı. Bu nedenle birilerinin zannettiği ve sürekli
dile getirip durduğu gibi İslâm’cılık ithâl değildir. Cumhuriyet’in Arap ve
doğu düşmanlığı nedeniyle uzunca bir süre kopan ilişkinin, bir-süre sonra
yeniden irtibat kurularak canlandırılması ameliyedir. Mevdûdi, Seyyid Kutup,
Ali Şeriati vs. ile “ümmet fikri”nin yeniden canlanması amaçlanmıştır. Hamza
Türkmen:
“1980 ihtilâli yapıldığında Devlet, evrensel Kur’ân
bütünlüğünde hayâtı yorumlayacak İslâmî yayınları ‘kökü dışarıda’ olarak
nitelendiriyordu. Ama klâsik, mezhebî, millî dindarlık düzeyindeki yayın
faaliyeti herhangi bir engelle karşılaşmıyordu” der.
Yâni, Seyyid Kutup, Mevdûdi, Şeriati
ithâl de; Robinson Crusoe, La Fontaine, Dostoyevski, Tolstoy vs. ithâl
değil mi?. Asıl ithâl olanlar bunlardır. Bir şeyin yada kişinin ithâl olmasının,
öz-güveni sağlam olan İslâm ve müslümanlar için bir önemi yoktur. Fakat lâik
dönemde Arap ve doğu ülkeleriyle irtibâtın kopartıldığı gibi, bu ülkelerin âlimleri
ile de irtibat koparıldı ve din baskılanmış olduğundan ve zâten 1.000 yıldır
kullandığı alfabesi değiştirildiğinden ve halk bir gecede câhil bırakıldığından
dolayı cılız bir İslâm’i anlayış oluşturulmuştu. İşte 70’li yıllarla birlikte
başlayan ve 80’lerin sonunda zirve yapan bu âlimlerin “İslâm’cılık ve ümmet” düşüncesini
anlatan tercüme kitaplar ithâl değildir. “Ümmet” denildiğinde bir ithâllikten
bahsedilmesi abes olur. İlyas Dönmez:
“Kitaba açlık vardı. Bu kitaplarla Dünyâ’yla irtibat
kurduk. Türkiye içine kapanmıştı. Batı klâsikleri dışında, MEB çevirileri
dışında kitap yoktu. 1985-95 yılları arası âdeta altın çağ oldu. Yoğun bir
okuma, yoğun bir yayıncılık faaliyeti vardı” der.
Ümmetin 1/3’ünü oluşturan Araplar da ümmetin
bir parçasıdır. 2005 yılından bu yana krizin görece teğet geçmesinin ve Türkiye’deki
zenginlerin ekonomik alanda çok fazla hırpalanmamasının (garibanlar her zaman
ve her şartta hırpalanırlar) nedeni Arap sermâyesidir. Daha önce, Arapların
parasını; petrôlünü yiyenler yiyordu. Çünkü Araplar ilişki hâlinde olmadıkları
Türkiye’de yatırım yapmıyorlardı. Zîrâ batı’lılar bizi Araplardan uzak
tutarlarken, kendileri sıkı-fıkı oluyorlardı ve her türlü ticâri ilişkileri de canlıydı.
Lord Cromer: “Doğulu genelde şu yada bu-şekilde,
avrupalının tam tersi bir tarzda davranır, konuşur ve düşünür” der. Batı’da
orta-doğu ve halklarına ilişkin yaygın bir ön-yargı vardır. Bu ön-yargı batı
zihniyetine sâhip olan yakın ve orta-doğulular için de geçerlidir. Bu ön-yargı
batı zihniyetine sâhip olan yakın ve orta-doğulular için de geçerlidir.
Özellikle lâik Türklerde müslüman, arap ve doğulu düşmanlığı çoktur.
Türklerin Araplardan uzak durmayı
çabuk benimsemesinin ve Araplardan uzak durmasının nedeni “din”dir. Bâzı yönden
doğru olmakla birlikte batı tarafından pohpohlanan; “Osmanlı’nın yanlış bir din
inanışı olduğu için batı’dan uzak kaldık ve sonra da yenilgiler yaşadık ve geri
kaldık” düşüncesinde olanlar “günah keçisi” olarak dîni gördü. Dîne düşman
olununca da İslâm dîninin çıkış-yeri ve merkezi olan Mekke ve Medîne-merkezli Arap
ve doğu düşmanlığı da başlamış oldu.
Yine birileri de, Arapların
gece-gündüz âlem yaptıklarını, oryantâl danslar eşliğinde ülkelerini batı’lılara
sattıklarını zannediyorlardı ve bu nedenle Arap gıcıklığını sürdürüyorlardı. İsrâil’in
Filistin işgâlini, “Filistinliler topraklarını onlara sattılar ve topraklar
İsrâillilerin oldu” zannediyorlar. Bu düşünüş aslında, batı’lıların ve İsrâil’in,
başta Türkler olmak üzere müslümanları kandırmak için uydurduğu ve yaptıkları
haksız-hukuksuz işgâllerini gizlemek için uydurdukları palavralardır. İşin
gerçeği İsrâilliler ve batı’lılar, Filistinlileri çok-çok ucuz fiyatlarla
topraklarını İsrâillilere satmaya zorlamışlar ve hattâ onları zorunlu
sürgünlere göndererek topraklarına çökmüşlerdir. Satın alınan topraklar
yüzölçümün 1/1.000 bile değildir ve hiç-bir ülkeye, toprakları satın alınarak
sâhip olunamaz.
Zamânında ehliyet almak için gittiğim
sürücü kursunda birine, Arabistan’da ehliyet nasıl alınıyormuş biliyor musun”
diye oradaki ehliyet alma şeklinden bahsedeceğim sırada, “bana sakın Araplardan
bahsetme” diyerek Arap-düşmanlığını göstermişti. Tabi bu kişinin sol kökenli lâik
biri olduğunu söylemeye gerek yok.
Tüm bu yapılanlar, ümmeti bölmek için
uydurulan şeytan-işi politikaların bir sonucudur ve sâdece Türklerle Araplar
arasında değil, diğer İslâm ülkeleri için de geçerlidir. Hattâ bu ayrışmayı en
çok da mezhepler üzerinden yapmışlardır ve yapmaktadırlar. Bu durum ümmetin
parçalanmasına neden oluyor ve “bizi” zayıflatıyor. Zâten baktığımızda başta
müslümanların ülkeleri işgâl altında bombalanıyor ve en çok da müslümanlar
ölüyor. Ümmet birbirini ayrı ve yabancı gördükçe bu zulüm bitmeyecektir. Ümmet
ve insanlar arasında çeşitli nedenlerden dolayı oluşturulan sûni ayrılıklar
Kur’ân’da yasaklanmıştır. Arapları, Afrika’lıları, doğuluları “uzak durulması
gereken yabancılar” olarak görmek yanlıştır. Zîrâ Kur’ân’da bu farklılıklar
“âyet olarak” söylenir:
“Göklerin
ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin ayrı olması, O’nun âyetlerindendir.
Şüphesiz bunda, bilenler için gerçekten âyetler vardır” (Rûm 22).
“Ey
insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve ‘birbirinizi
tanımanız ve tanışmanız’ için sizi halklar ve kabîleler (şeklinde) kıldık.
Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk, renk, soy ve
servetçe değil) takvâca (samîmiyet ve sorumluluk bilincinde) en ileride
olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, haber alandır” (Hucurât 13).
Bu düşmanlığı ve gıcıklığı ortaya
çıkaran şey, ulus-devlet ve milliyetçilik-ırkçılık düşüncesidir. Bu tutumdan
vazgeçmediğimiz müddetçe her türlü oyuna, sömürüye darbeye vs. açık hâlde
kalmaya devâm edeceğiz. Allah Kur’ân’da bizi bu tür ayrışmalardan şu şekilde
sakındırır:
“Allah’a
ve Resûlü’ne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp
yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle
berâberdir” (Enfâl 46).
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ağustos
2016