10 Mayıs 2018 Perşembe

Sünnet Düşmanlığı


“Peygamber, (en nebiyyu) mü’minler için kendi nefislerinden daha evlâdır ve onun zevceleri de onların anneleridir. Rahim sâhipleri (akrabalar) de, Allah’ın Kitabı’nda birbirlerine öteki mü’minlerden ve muhâcirlerden daha yakındır. Ancak dostlarınıza mâruf üzere yapacaklarınız başka; bunlar Kitap’ta yazılmış bulunmaktadır” (Ahzâb 6).

 

“Kitap’ta Mûsâ’yı da an!. Gerçekten o ihlâs sâhibi idi ve hem resûl hem de nebî (resûlen nebîyyen) idi” (Meryem 51).

 

Sünnet: “Kânun, yol, âdet, tarz, tavır, model anlamındadır. Özel anlamda ise, “Hz. Muhammed’in Kur’ân’ı uygulama yöntemi”dir. 

 

Ali Şeriati, sünnetin târifini şu şekilde yapar:

 

Aslında Peygamber’in sünneti, sâdece sözleri ve hadisleri değildir. Bilakis, sünnet’in gerçek mânâsı: ‘Metod’, ‘çalışma yöntemi’, ‘nereden başlamak gerektiği’ ve hedefe ulaşmak için hangi seyir-çizgisini, hangi stratejiyi tâkip etmek gerektiğidir”.

 

Kur’ân, “âlemlerin Rabbi Allah” tarafından, Melek Cebrâil (Cebrâil meleklerden bir melektir) aracılığı ile “âlemlere rahmet Hz. Muhammed’e” gönderilmiş bir Kitap’tır. Bu Kitap, bilgi ve bilincin tüm zamanlar ve mekânlar için gönderilmiş kaynağıdır. Bu Kitab’a bağlananlar, bilgi ve bilincin kaynağı olarak sâdece bu Kitab’a dayanmak zorundadırlar ki mü’minliğin ölçüsü budur. Bu Kitap yâni Kur’ân-ı Kerîm, aynı-zamanda bilginin sağlamasını yapan ve sahih olan bilgi ile sahih olmayan bilgiyi ayıran da bir kitaptır. O hâlde sahih (aslına uygun, gerçek, doğru) bilginin sağlaması ancak ve ancak Allah’ın kitabı olan Kur’ân ile yapılabilir. İşte bu nedenle Kur’ân, bilgi ve bilincin kaynağı olduğu gibi, aynı-zamanda, doğru bilgiyi yanlış bilgiden ayıran da bir Kitap’tır ki Kur’ân’ın bu bağlamdaki adı Furkân’dır. 

 

Fakat Kur’ân, ne sâdece raflarda duracak ve arada bir alınıp okunacak salt zihnî gelişmeler için gönderilmiş bir Kitap’tır, ne de, sâdece pasif bir bilgilenme-bilinçlenme kitabıdır. Zâten Kur’ân’ın verdiği bilgi ve bilinç, kişinin pasif hâlde kalmasını imkânsızlaştırır. Zîrâ o, bir “îman kitabı”dır ki îman, kişiyi mutlakâ îmânın gereği olan amel ve eyleme sevk-eder. O hâlde Kur’ân’ı okuyan kişinin, edindiği bilgi ve bilinci hayâtın tam merkezinde amel-eylem şeklinde ortaya koymaması düşünülemez. İşte peygamberler, Kur’ân’ı hayâtın tam merkezinde ortaya koymak üzere seçilmiş ve gönderilmiş olan “güzel örneklik”i en ideâl bir şekilde sergileyen temsilcilerdir:

 

“Andolsun, sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Resûlü’nde ‘güzel bir örnek’ vardır” (Ahzâb 21).

 

“İbrâhim ve onunla birlikte olanlarda sizin için ‘güzel bir örnek’ vardır. Hani kendi kavimlerine demişlerdi ki: Biz, sizlerden ve Allah’ın dışında taptıklarınızdan gerçekten uzağız. Sizi (artık) tanımayıp-inkar ettik. Sizinle aramızda, Allah’a bir olarak îman edinceye kadar ebedî bir düşmanlık ve bir kin baş-göstermiştir..” (Mümtehine 4).

 

İşte bu örnek kişiler, vahyin temsilciliğini en ideâl bir şekilde yapmışlardır ve bu örneklikleri de, hem Kur’ân’daki kıssalarla hem de “Allah’ın kontrôlündeki yaşanmışlık”la bizlere ilk başta dilden-dile, sonra da kitaplarla intikâl etmiştir. Tabi bu intikâl sırasında bu güzel örnekliğe bâzı uydurmalar ve “zırvalık” derecesinde rivâyetler de karışmıştır ki, karışan uydurmaların, en başta Kur’ân olmak üzere, İslâm-târihi ve siyer kitaplarıyla ayıklanabilmesi mümkündür. Çünkü ne de olsa Peygamberimizin ahlâkı Kur’ân idi.

 

Sünnet, “nesilden-nesile gelen uygulamalar” iken, hadis, birileri tarafından Peygamber’in söylediği iddia edilen sözlerdir. İkisi farklı şeylerdir. Sözden ziyâde “uygulama” önemlidir. Amel içermeyen hadisler şüphelidir. Zîrâ Peygamberimiz, yapmadığı bir şeyi söylememiştir. O hâlde hadisleri ayıklarken, sünnete uygun olmayanları ayırabiliriz. İmam Mâliki: “Bir hadis “Medîne halkının uygulamasına” aykırı ise, ben bunu kabûl etmem” demiştir. Sözü değil uygulamayı (sünneti) esas almıştır.  

 

“Gözetimimiz altında ve vahyimizle gemiyi îmâl et. Zulmedenler konusunda bana hitapta bulunma. Çünkü onlar suda boğulacaklardır” (Hûd 37).

 

Görüldüğü gibi, Hz. Nûh, gemiyi “Allah’ın gözetiminde” yaptı, zâten peygamberlerin sözleri olsun, yapıp-ettikleri olsun, hep “Allah’ın kontrôlünde”dir. Allah onların “zelle” denen sürçmelerini hemen düzeltir. Onlar örnek kişilerdir. Örnek kişiliklerde hatâ bırakılmaz.

 

Peygamberimizin örnekliği, Allah’ın kontrôlünde olmuştur. Çünkü bir hatâ, bir yanılgı olduğunda (meselâ Tahrîm 1 ve Ahzâb 37. âyetler) Allah hemen gönderdiği vahiy ile o hatâyı-yanlışı düzeltmiştir. İşte bu düzeltme bile bir örnekliktir. Dolayısı ile Peygamberimizin “Peygamber” olarak (Resûl, Nebi’ ve diğer sıfatları) ile yaptıkları, Allah’ın kontrôlünde olarak ve düzeltilerek, “tam bir örneklik” olarak ortaya konmuştur ki, Ahzâb 21. âyetin dile getirdiği bu örneklik bu nedenle kıyâmete kadar tüm zamanlarda ve mekânlarda “bağlayıcı” olmuştur. O hâlde bu örneklik -ki bu örnekliğin adı “sünnet”tir- tüm zamanlar ve mekânlar için amel ve eylemin kaynağıdır. Kur’ân-ı Kerîm nasıl ki bilgi ve bilincin kaynağı ve “İslâmî Hareket Metodu”nun ilmî yönü ise, Peygamberimizin örnekliği olan sünnet de, amel ve eylemin kaynağıdır ve İslâmî Hareket Metodu’nun uygulanma tarzı ve yöntemidir. Kur’ân “ne yapılacağı”nı söylerken, sünnet, “nasıl yapılacağını” gösterir.

 

Sünnet denilen bu uygulama Peygamberimizin ardından, Hz. Ebubekir ve Ömer zamânında ideâl yada ideâle yakın bir şekilde uygulandıktan sonra, Hz. Osman’ın halifeliğinin ilk yarısından sonra sarsılmaya başlamış ve Hz. Ali’nin hilâfetinin sonuyla birlikte bozulmuştur. Tabi bu güzel örnekliği dirilten ve uygulayan kişiler (Ömer bin Abdulaziz gibi) de olmuştur zaman-zaman.

 

Kur’ân’ın uygulaması olan güzel örneklik yâni sünnet, uygulandığı ölçüde bir adâlet ortaya konmuş, uygulanmadığı ve yozlaştırıldığı ölçüde de adâletsizlik ve zulüm ortaya çıkmıştır. Zâten Allah’ın sünnetullahı budur. İnsanlar arasındaki işleyen sünnetullah yâni Allah’ın yasaları, vahyin doğrultusunda ortaya konan uygulama tarzı olan sünnet ile ikâme edilmektedir. Sünnetullah Kur’ân ışığında en ideâl şekilde anlaşılır, insanlar arasında da en ideâl şekilde “sünnet” ile uygulanabilir. Zâten peygamberlerin gönderilmesinin nedeni de budur. Yoksa Allah, vahyi farklı yollarla da göndermesini bilir. İşte vahyin kılavuzluğu olan sünnetin inkâr edilerek ona düşman olunması, tüm İslâm târihinde görülmekle berâber, günümüzde, modern-seküler-lâik-demokratik-kapitâlist-liberâl ideoloji ve düşüncelerle birlikte aşırılaşmış ve sünnet târihte hiç olmadığı kadar yok sayılmaya ve ona düşman olunmaya başlanmıştır. Bu düşmanlık, farklı şekillerde yapılmaktadır.    

 

Sünnet düşmanlığı “güzel örneklik düşmanlığı”dır. Târih boyunca peygamberlerin kabûl edilmemesinin ilk sebebi, onların “insan” olmalarıydı. “İnsan peygamber”i bir türlü kabûl edemiyorlar. Kabûl etseler bile onu örnek almayı zûl görüyorlar. Fakat “salt resûllük” sâdece melekler için geçerlidir. Zîrâ melekler insanların örnek alabileceği varlıklar değildir:

 

“Kendilerine hidâyet geldiği zaman, insanları inanmaktan alıkoyan şey, onların: ‘Allah, elçi olarak bir beşeri mi gönderdi?’ demelerinden başkası değildir. De ki: Eğer yeryüzünde (insan değil de) tatmin bulmuş yürüyen melekler olsaydı, biz de onlara gökten elçi olarak elbette melek gönderirdik” (İsrâ 94-95).

 

“Peygamberin örnekliğinin bize intikâl ediş şekline ve kaynaklarına nasıl güvenelim” diyorlar. Fakat o zaman Kur’ân’ın gelişi ve bize intikâl edilişi için de -hâşâ- bir güvensizlik olurdu. Tabî ki sünnetin bize bu intikâl etme sürecinde kaynaklara bir-çok uydurma rivâyetler ve zırvalıklar da karışmıştır. İşte bunu ayırmak için ilk kaynağımız Kur’ân’dır. Kur’ân’a uygun olmayan ve aykırı olan rivâyetler aslâ kabûl edilmeyecek ve aforoz edilecektir. İslâm-târihi ve siyer kitapları da aynı yöntemle tetkik edilecek ve en doğru olanlar ortaya konulacaktır. Bunun için İslâm ülkelerinin tamâmından, ehliyet ve liyâkat sâhibi olan “âlimler birliği”ne ihtiyaç duyulacaktır. Tabi böyle bir şeyin yapılmasından “birileri” memnun olmayacakları için bu projeyi baltalamaya çalışacaklardır. Zîrâ ayıklamadan sonra varılacak sonuç ile ortaya konulan gerçek târih ve sünnet, onların işine gelmeyecek şekilde olacaktır.

 

Bir de İslâm Târihini tümden yok sayanlar vardır. Bu nedenle de İslâm Târihinden faydalanarak “sahih sünnet”i ortaya çıkarmak için çalışma yapmayı kabûl etmezler. Fakat böyle dedikleri zaman şöyle bir handikap ortaya çıkar. Eğer 1.400 yıllık İslâm Târihinin tamâmını reddedeceksek, 100 yıl sonra yaşayanlar da bu sefer, 1.500 yıllık İslâm târihini tümden reddedeceklerdir. Yâni bizi reddedeceklerdir. O hâlde, “biz şu-anda hurâfe üretiyoruz” demektir. Hattâ bu, “insanlar her zaman hurâfe üretmeye mahkûmdur, hiç-bir zaman hakka ulaşamazlar” anlamına gelir.

 

Resûl ve Nebî ayrımı yapılarak; “bizi Peygamber’in sâdece resûl olarak söyledikleri bağlar, nebî olarak söyledikleri bizi çok da ilgilendirmez” düşüncesi de vardır. “Resûl olarak söyledikleri sâdece vahiydir, nebî olarak söyledikleri-yaptıkları ise ‘târihsel Muhammed’ ile ilgilidir” demekle, “biz sâdece işin teorik ve zihnî yönüyle alâkalıyız. Bu zihnî yön de “sâdece vahiy” olan Kur’ân’dır. Biz sâdece Kur’ân’dan anladığımız gibi hareket ederiz” demek istiyorlar. Peki neden?. Çünkü Kur’ân’ı sâdece zihinlere-kâlplere hitâp eden bir Kitap zannediyorlar yada o şekilde görmek istiyorlar. Oysa Kur’ân, “hayatta gözükmesin-uygulanmasın” diye gönderilmiş bir kitap değil, “onunla hayâtın tam ortasında amel edilsin” ve hattâ hayâta hâkim olsun diye gönderilmiş bir kitaptır.

 

Peki bu amel etme örnekliği nedir?. Meselâ ibâdetlerdir. Adamın namaz kılmaya niyeti yoksa Kur’ân’ı okuyup, “Kur’ân’da namaz yok salât var, salât da duâ demektir” deyip kurtuluyor bu sorumluluğu yerine getirmekten. Diğer bütün ibâdetler için de geçerli bu. Târih boyunca dîni işe karıştırmak istemeyen devletler-hükümetler de “Peygamber’in devlet başkanı örnekliği” ile amel etmek istemiyorlardı. Çünkü çıkarları ve dümenleri bozuluyordu. Tıpkı şimdi olduğu gibi. Çünkü en ideâl adâlet ve hakîkat, peygamberlerin örnekliği ile konmuştur ortaya. Yâni resûl ve nebî ayrımı yapmanın nedeni, peygamberlerin örnekliğini uygulamamak içindir. Çünkü bu ayrım yapıldığında “nebî’nin Kur’ân’da anlatılan âyetlerdeki örnekliklerini terk etmekte bir sorun olmaz” düşüncesi ortaya çıkıyor.

 

Aslında “böyle düşünmenin nedeni nedir” diye düşündüğümüzde şu sonuç çıkıyor: Peygamber örnekliğini tâkip etmek istemeyişin arkasında; mevcut ideolojilerin, büyük lîderlerin, şeyhlerin, partinin, ulusun vs. örnekliklerini zâten tâkip etmekte olan kişilerin tâkip ettiği örneklik ile Peygamber örnekliğinin çelişmesidir. Meselâ dînin hayatta somut bir şekilde bulunmamasını ve vicdanlara hapsedilmesini savunan lâiklik ideolojisini kabûl edip buna göre yaşayan kişiler, tabî ki de peygamber örnekliğini -sözde- önemsemeyen nebîliği resûllükten ayıracaklar. Böylece uyguladıkları mevcut modern örnekliklerle, Kur’ân’ı da istedikleri gibi yorumlayarak mutlu-huzurlu(!) yaşayıp gidecekler. Peygamberimizin duyarlı davrandığı ve icâbında ağır bedelleri olan hiç-bir şeyi yapmak zorunda kalmayacaklar. İşin arkasındaki mesele budur.

 

“Resûllük sâdece vahyi alırken ve tebliği yaparkenki görevidir, diğer zamanlarda nebîdir” sözünün kaynağı nedir?. Bu söz neye dayanarak söyleniyor?. Eğer Kur’ân’dan çıkıyor diyorsanız bunun gösterilmesi gerekir. Yâni bu durumda size sizin yaptığınız gibi şunu sormak gerekir: Resûl ve Nebînin ayrı olduğu Kur’ân’ın neresinde yazıyor?. Hadi bir âyet gösterin bakalım..

 

Fakat asıl sorun şudur: Deniyor ki; “resûl olarak söylediklerine mutlak olarak itaat etmemiz gerekir. Çünkü vahiy kusursuzdur, fakat nebî olarak yaptıklarına itaat etmek zorunda değiliz. Nebî olarak yaptıkları bizi bağlamaz. Çünkü hatâlar yapmıştır (Tahrîm 1 ve Ahzâb 37). Böyle diyorlar. Hatâlar yapmıştır tabî ki. Çünkü insandır. Hem resûl hem de nebî iken insandır. Fakat bu hatâlar yine vahiy ile düzeltilmiş olan hatâlardır. Çünkü Hz. Muhammed insandır. Resûl iken de nebî iken de insandır. “Resûl olarak yâni vahyin sözlerine inanırız, ama vahyin emirlerini-tavsiyelerini yâni nebî örnekliği ile -ki bunun adı sünnettir- yaptıkları kendisini bağlar, bizi bağlamaz” sözleri tam bir küfürdür.

 

Mekkî sûrelerde, “Resûl’e-Nebî’ye itaat” şeklinde bir ifâde yoktur. Kur’ân’da, Medîne’ye hicret edene kadar böyle bir cümle kurulmaz. Mekke’de, kıssalarda peygamberlere itaat “bana itaat edin” sözüyle ifâde edilir. “Allah’a ve Resûle itaat” ilk defâ, Medenî bir sûre olan, Muhammed Sûresi 33. âyette geçer. Çünkü artık devlet-merkezli amel-eylem zamânıdır ve Allah’a ve Resûl-Nebî’ye itaat zamânıdır. Bu; “Allah’ın indirdiği Kur’ân’a göre bilinçlenip, Peygamber’e göre amel-eylemde bulunmak” anlamına gelir. Zâten “Peygamber’e göre amel-eylemde bulunmak”, “Kur’ân’ı hayâta geçirmek” demek olduğundan, “vahiy-merkezli hareket etmek demek” olacaktır. Medîne’de yine, bilgi-bilinç ve tebliğ-dâvet devâm edecektir fakat, artık bir devlet ve İslâm toplumu da olduğundan dolayı, resmî amel-eylem açığa çıkacaktır ki bu, Peygamber örnekliğine göre olacağından dolayı, “Resûle-Nebî’ye îman ve itaatten bahsedilmeye başlanmıştır. Peygamber demek amel-eylem demektir çünkü.

 

Resûl ile nebîyi ayırdığınızda, îmânın şartlarından olan “peygamberlere îman”, “resûle mi yoksa nebîye mi îmandır?” sorusu gündeme gelir. Birine yapılıp da diğerine yapılmayan bir îmandan mı bahsedeceğiz yâni?. Bakara 177. âyette, îman edilecekler arasında peygamberler de vardır ve bu peygamberler, “nebî” olarak ifâde edilir. Fakat bu, “resûle de îman etmek” anlamındadır. İtaat îmâna bağlıdır, îman edip de itaat etmemek olmaz. Zâten Nîsâ 136. âyette de, “resûle îman”dan bahsediliyor. Bu âyetler şu şekildedir:

 

“Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik değildir. Ama iyilik, Allah’a, âhiret gününe, meleklere, Kitab’a ve peygamberlere (ve en nebîyyine) îman eden; mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip-dilenene ve kölelere (özgürlükleri için) veren; namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefâ gösterenler ile zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenler(in tutum ve davranışlarıdır). İşte bunlar, doğru olanlardır ve müttakî olanlar da bunlardır” (Bakara 177).

 

Âyet, nebî’ye yapılan îmânın ne şekilde olacağını gösteriyor. Resûle îman ise şu âyette gösterilir:

 

“Ey îman edenler, Allah’a, elçisine, elçisine (resûl) indirdiği kitaba ve bundan önce indirdiği kitaba îman edin. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, elçilerini (ve resûli-hî) ve âhiret gününü inkâr ederse, şüphesiz uzak bir sapıklıkla sapıtmıştır” (Nîsâ 136).

 

Arka-arkaya gelen âyetlerde de hem nebî, hem de resûl kelimelerinin kullanıldığını da görürüz. İlginçtir ki aşağıdaki âyette, karşısında seslerin yükseltilmemesi gereken kişi, ilk âyette “nebî”, ikinci âyette ise “resûl” olarak verilmiştir ve zımnen, “nebî ve resûl isimleri birbirinden farklı değildir” denmek istenmiştir:

 

“Ey îman edenler, seslerinizi Peygamberin (en nebîyyi) sesi üstünde yükseltmeyin ve birbirinize bağırdığınız gibi, ona bağırıp-söylemeyin; yoksa şuurunda değilken, amelleriniz boşa gider. Şüphesiz, Allah’ın Resûlü’nün (resûli) yanında seslerini alçak tutanlar; işte onlar, Allah kâlplerini takvâ için imtihan etmiştir. Onlar için bir mağfiret ve büyük bir ecir vardır” (Hucûrat 2-3).

 

Görüldüğü gibi; aynı konuda bir uyarı ve öneri yapılırken, arka-arkaya gelen yâni konu bütünlüğündeki iki ayetten ilkinde “nebî”, ikincisinde ise “resûl” kelimesi kullanılıyor.

 

Kur’ân sâdece resûllere değil, nebîlere de uyulmasını emreder ki, aslında ikisi arasında fark yoktur ve ikisi de aynı kişidir:

 

“Bunlar, kendilerine kitap, hikmet ve peygamberlik (nebî) verdiklerimizdir. Eğer bunları tanımayıp-küfre sapıyorlarsa, andolsun, biz buna (karşı) inkâra sapmayan bir topluluğu vekil kılmışızdır. İşte o peygamberler, Allah’ın kendilerini doğru yola eriştirdiği kimselerdir. Sen de onların gittiği yoldan yürü!. De ki: Ben buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum. O Kur’ân sâdece âlemleri irşâd için ilâhi bir hâtıradır” (En-âm 89-90).

 

Kur’ân, “bizden olan” yâni Allah’a ve Peygamber’e uyan, vahye göre hareket eden ulû’l-emre bile itaat etmemizi ister:

 

“Ey îman edenler, Allah’a itaat edin; elçiye itaat edin ve sizden olan emir-sâhiplerine de. Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, artık onu Allah’a ve elçisine döndürün. Şâyet Allah’a ve âhiret gününe îman ediyorsanız. Bu, hayırlı ve sonuç bakımından daha güzeldir” (Nîsâ 59).

 

“Bizden olan ulû’l-emr”e itaat edeceğiz de, Peygamber’e mi itaat etmeyeceğiz?. Hem zâten Muhammed Nebî de “ulû’l-emr”dir, hem de ulû’l emr olanların pîridir.

 

Şunu da söyleyelim ki, nebî ve resûl, Hz. Muhammed’in sıfatlarından bir sıfattırlar. Peygamberimizin Kur’ân’da daha bir-çok sıfatı ve isimleri vardır. Bunlardan biri meselâ “nezir” =”uyarıcı-korkutucu” sıfatıdır. Şimdi, Allah resûl ve nebîyi ayrı-ayrı söyledi diye bunları “sâdece söz olarak” değil de -çok yanlış olarak- esastan ayırıyorsak, o zaman “nezir” sıfatını da ayırmamız gerekmez mi?. Hattâ diğer isimlerini ve sıfatlarını?. İşte bu yapıldığında artık ortada Hz. Muhammed diye bir peygamber kalmaz.

 

Peygamberimizin tüm isimleri kapsamındadır örnekliği. O “Hz. Muhammed” olarak “örnek kişi”dir ve bu nedenle de Kur’ân’ı uygulama tarzı yâni sünneti bizi bağlar. Peygamber’in sahih sünnetini kabûl etmemek, onun peygamberliğini; hayattaki önderliğini, savaştaki komutanlığını, devlet başkanlığını kabûl etmemek gibidir.

 

Sünnet, Peygamberimizin Kur’ân’a uyuş tarzıdır. Sünnet, yâni ilk olarak Peygamber tarafından uygulanan İslâmî hareket-amel-eylem ortaya konmadığında ve tekrâr edilmediğinde yâni hayatta uygulanmadığında, uydurma hadisler-sözler ortaya çıkar. İslâm târihinde hadis adı altında uydurulmuş olan bir-çok söz, rivâyet ve zırvalıkların ortaya çıkmasının nedeni; Peygamberimizin, Kur’ân’ın pratik temsilciliği olan sahih sünnetinin yaşanmaması nedeniyledir.   

   

“Hiç şüphesiz, zikri (Kur’ân’ı) biz indirdik biz; onun koruyucuları da gerçekten biziz” (Hicr 9).

 

Kur’ân’ın korunması, lafzının korunmasından çok, misyonunun-mesajının korunmasıdır. Bu koruma “hareket-eylem-amel” ile, Kur’ân’ın hayatta görünür kılınmasıyla olur ki bu, Peygamber sünnetidir. Kur’ân’ın korunması, sünnet ile; Peygamberin Kur’ân’ı yorumlama ve eylem tarzıyla olur. Biz de Peygamberimizin kavrayıp yorumladığı gibi Kur’ân’ı kavrar ve yorumlarsak ve hayâtta uygulayarak hâkim kılarsak Kur’ân “korunmuş” olur. Kur’ân’ın korunması, onunla amel edilmesidir. Kur’ân sünnet ile yâni amel ile korunur. Hristiyanlıkta “sünnet” olmadığı için bir-çok İncil çıkmıştır ortaya, yâni sünnetin olmaması sebebiyle İncil korunamamış ve tahrif olmuştur.

 

Peygamberi örnek almayanlar yâni onun sünnetini uygulamayanlar, tâğutları örnek alırlar ve onların emirlerini uygularlar. Hurâfeye; Kur’ân ve Sünnet-merkezli değil de, modern seküler batı-merkezli eleştiri ve îtirazda bulunmak, tersinden hurâfe üretmektir. “Klâsik hurâfe” yerine, “modern hurâfe” ortaya çıkar böylece. Modern müslümanların gittiği yön-yol budur.

 

Hz. Muhammed’in, “Kur’ân’ın birebir uygulaması” olan sünnetini (yâni hayat tarzını) inkâr edenler ve ona düşman olanlar, eski-yeni önderlerinin yada lîderlerinin bâtıl batı’dan ilhamla ortaya koyduğu sünnetini (yâni hayat tarzını) harfiyen yerine getirmekten geri durmuyorlar. Zâten resûl-nebî ayrımı yapılıp, “nebînin -güyâ- örnek alınmasına gerek olmadığı”nı kabûl ederek sünnetinin inkâr edilmesinin nedeni de budur.

 

İslâm’ı “İslâm düşmanları”ndan öğrenenler “İslâm düşmanı” oluyorlar. Oysa İslâm, Kur’ân’la öğrenilir, Sünnet ile uygulanır.

 

Kur’ân, yorum yapılabilen bir kitaptır. Soyut olana yorum yapılır fakat somutun yorumu olmaz. Eylemin (sünnet) yorumu olmaz. Sünnete bakarak, ona uygun olan ameller yapılır. Bu nedenle sünnet “birleştirici” bir etkendir. Param-parça olmuş ümmet, sünnet ile daha kolay birleştirilebilir. O hâlde Kur’ân’a yapılacak en büyük zulüm, onu sünnetten ayırmakla olur.

 

“Kur’ân’ı idrâk etmek için” hadise ve başka bir bilgi kaynağa gerek yoktur. Fakat Kur’ân’ı “yaşamak için” sünnetin yâni “güzel örneklik”in vahyi hayâta geçirme tarzına gerek vardır. İşte bu tarz, evrenseldir. Bilgi ve bilincin kaynağı Kur’ân iken, amel ve eylemin kaynağı sünnettir. Sünnet bu bağlamda bağlayıcıdır.

 

Kur’ân “norm” iken, Sünnet ise “form”dur. Yüksel Yılmaz sünnet hakkında şunları söyler:

 

“Kur’ân (vahiy) “norm”dur. Norm esastır. Kânunları belirler. Sünnet, vahiy ürünü bir “form”dur. Form “şekillendirme”dir. Yâni Kur’ân’ın şekillendirmesi ile ortaya çıkan hükümdür. İlk şekillenen Muhammed (as)’ı bu yönüyle örnek almak zorundayız. Çünkü vahiy ile ilk şekillenen kişi Muhammed (as)’dır. Ama onun kişisel tercihleri yada coğrafi yada kültür kaynaklı özellikleri bizim için sünnet değildir. Kur’ân nerede inerse-insin, insana vereceği şekil bizim için sünnettir. Sünneti bölümlere ayırdılar, Sünnet bağlayıcıdır. Bağlayıcı olmayan şeyler için kullanılan “sünnet” ifadesi sözlük anlamındadır. Sünnet, “vahiy ürünü” olduğundan (vahyin bir ürünü) olduğundan, Kur’ân’a dayanmayan sünnet yoktur. Sünnet, Kur’ân’ın bir insan üzerinde şekil almasıdır. Yada Kur’ân’ın bir insanı şekillendirmesidir. Kur’ân’a dayanmayan hiç-bir uygulama ve şekil Sünnet değildir.

 

Kur’ân’da nebî isminin geçtiği âyet sayısı 67’dir. Bunların 19’u mekkî âyetler iken, 48’i medenî âyetlerdir. Buradan çıkan sonuç şudur: Nebî ismi üzerinden verilen mekkî âyetler “habere yönelik” sözler içeren âyetler iken, medenî âyetler ise “amele-eyleme yönelik” emirler içeren âyetlerdir. Çünkü Medîne’de artık bir devlet vardır ve devlet olduğu için de amel-eylem daha çok açığa çıkar. Nebî kelimesinin geçtiği âyetlerin daha çok medenî âyetler olması, nebînin amel-eylem yönünü gösterir. İslâm salt bir söz yada ahlâk dîni olmadığından ve mutlakâ amele-eyleme sevk-ettiğinden dolayı, Medîne’de Peygamber’in amel-eylem yönünün ağır bastığı nebî ismi kullanılmıştır daha çok. Nebî ismi üzerinden verilen emirler Kur’ân’ın âyetleri olduğundan ve Kur’ân sâdece Nebî’yi değil bizi de bağladığından, “nebî’ye gelen âyetler bizi bağlamaz” denilemez.

 

Allah, vahiy aracılığı ile peygamberler üzerinden; bir şahsiyet modeli, bir ahlâk modeli, bir duruş ve direniş modeli, bir İslâmî Hareket metodu-modeli, bir toplum modeli, bir devlet modeli ve bir medeniyet modeli ortaya koymuştur. Kıssalar, bu örnek modellerin anlatılarıdır. Bu “örnek model” son olarak Hz. Muhammed üzerinden ortaya konmuştur. İşte “usvetun hasenetun” yâni “güzel örneklik” denilen ve adı literatürde “sünnet” olarak bilinen şey, bu örnek modeldir. Bu “örnek model”, yapılan yanlışların Allah tarafından vahiyle düzeltilmesiyle meydana gelmiş en ideâl modeldir. “Allah kotrôlünde” ortaya konmuş bir modeldir. En ideâl örneklik ve “yaşanmışlık”tır (Ahzâb 21). Güzel örneklik, Kur’ân’ın ete-kemiğe ve söze bürünmüş hâlidir. Kur’ân’ın pratiği gösterilmiştir bu örneklikle. Bu nedenle bu modelin-örnekliğin göz-ardı edilmesi yanlıştır. Bu “güzel örneklik”, “amel ve eylemin kaynağı” olmak bakımından kıyâmete kadar bağlayıcıdır. Kur’ân, “bilgi ve bilincin kaynağı” iken, sünnet ise, “amel ve eylemin kaynağı”dır.

 

Sünnet ile hadisi de ayırmak gerekir. Sünnet bir “yaşanmışlık”tır. S.M. Yûsuf:

 

“Sünnet, herhangi bir dökümandan ayrı olarak pratiktir. Sünnet kaydedilmiş hadisin temelini oluşturan normatif bir harekettir. Sünnet, hadisten bağımsız ve önceliklidir. Pratik ‘en iyi pratik kanalı’yla nakledilir ve inkitâsız (kesintisiz) olduğu ve bozulmadığı sürece kendi-kendinin kanıtını oluşturur” der.

 

“Vahiyden başka hadis yoktur” diyenlere de şu âyeti hatırlatalım:

 

“Hani Peygamber, eşlerinden bâzılarına gizli bir söz (hadîsen=hadis) söylemişti. Derken o (eşlerinden biri), bunu haber verip Allah da ona bunu açığa vurunca, o da (Peygamber) bir kısmını açıklamış bir kısmını (söylemekten) vazgeçmişti. Sonunda haberi verince (eşi) demişti ki: ‘Bunu sana kim haber verdi?’. O da: ‘Bana bilen, (her-şeyden) haberdar olan (Allah) haber verdi’ demişti” (Tahrîm 23).

 

Âyette Peygamber eşlerine gizlice bir söz (hadis) söylemiş. Peki bu söz vahiy midir?. Eğer vahiy ise, o hâlde Peygamberimiz, eşlerinden birine gizlice bir vahiy mi söyledi ve dolayısı ile kendisine gelen vahyi sakladı mı yâni?. Bir lafı söylerken önünü-arkasını düşünmek gerekir.   

 

Mebzûl miktarda tekrarlanıp duran; “Kur’ân bize yeter” sözü, eğer “salt Kur’ân”dan bahsediliyorsa yanlıştır. Kur’ân bize yeter ise, neden yetmiyor da perişân ve sefil bir hâlde yaşıyoruz?. Kur’ân bilgi ve bilincin kaynağı iken, amel ve eylemin kaynağı ise Sünnet’tir (hadis değil). O hâlde bize yetecek olan ne salt Kur’ân, ne de salt Sünnet’tir. İkisi birliktedir. Modern zamanlarda müslümanların perişân hâllerinin nedeni, Kur’ân’ı okuyup da sünnet örnekliği ile amelde-eylemde bulunmamaktır.  

 

“Sâdece Kur’ân” söylemi, 19. yüzyılın başına kadar söylenegelen bir şey değildir. Seyyid Ahmed Han ile başlayan bir sapmadır bu. Danıel Brown şöyle der:

 

“Şâfî’den sonra ‘Kur’ân’ın yeterliliğini ve hiç-bir ilâveye ihtiyaç duyulmadığını’ iddiâ edene rastlanmamıştır. Fakat 19. yy’a gelindiğinde Seyyid Ahmet Han, zeki ve aydın bir insanın Kur’ân’ın bizzat kendisiyle kâim olduğunu anlayabileceğini ifâde etmiştir. Ahmet Han’a göre, Kur’ân’ın yorumu için akla ve filolojik ilkelerin kullanımına ihtiyaç vardır. Bu meyanda sünnete ihtiyaç yoktur. Zîrâ ona göre Hadis temelli tefsir, Kur’ân’ın evrenselliğine aykırıdır. Kur’ân’ın yeterliliğini savunup sünnete ihtiyaç olmadığını ileri süren Ehl-i Kur’ân, sâdece bir namaz ibâdetini bile Kur’ân’a bakarak çözememiştir. Namazın günde kaç vakit olduğu konusunda birbirinden farklı sonuçlara varmalarının yanında onun şekli târifi konusunda da çıkmaza girmişler ve bu noktada Kur’ân’ın bâzı âyetlerinin anlamını zorlama te’villerle mecrâsından çıkarmışlardır. Tüm bunların dışında İslâm’ın temel ibâdetlerinden biri olan namazın sâdece lafzî târifinin dışında görsel târifi gerekli değil midir?”.

 

Diyelim ki araba kullanmayı öğreneceğiz. İlk önce işin teorik yanı olan; motor, trafik, ilk yardım konularını öğreniyoruz. Yâni ilk önce işin teorisini öğreniyoruz. Fakat bunları öğrenmekle araba kullanılmıyor ki. “Pratik alıştırma” olmadan, sâdece o teorik bilgilerle araba kullanılamaz. İşte Kur’ân ve Sünnet ilişkisi de böyledir. Kur’ân’ı öğrendikten sonra onun amele-eyleme yâni pratiğe de dökmek gerekir ki bu pratikliğin en ideâl şekli “güzel örneklik” denilen Sünnet ile gösterilmiştir.

 

Hristiyanlık, zamanla tahrifâta uğrayarak bozulmuştur fakat hristiyanlığın “dandikleşmesi”, Luther’ci “sünnet düşmanlığı”yla yâni dînin devletten koparılması ve amel-eylemin blôke edilmesiyle başlamıştır. İşte şeytanın uşaklığını yapsan küresel tâğutlar, İslâm’ı da aynı sürece sokmak istemektedirler. Böylece hristiyanlığı kiliseye hapsettikleri gibi, İslâm’ı da zihinlere ve kâlplere hapsetmek istemektedirler. 

 

Modernizm için en büyük sorun, Kur’ân ve onun pratiği olan Sünnet’tir. Sünnet göz-ardı edildiği için günümüzde Türkiye’de 300’e yakın meâl var ve bunların içinde birbirine tam ters çeviriler-yorumlar da bulunuyor. Sünnet yâni uygulama göz-ardı edildiğinde ihtilâf ve tefrika bitmeyecek, aksine çoğalacaktır. Sünnet göz-ardı edildiği için, Kur’ân’ın “modern” yorumları, vahyin gerçek yorumları zannediliyor.

 

Sünnet, Kur’ân’ı hayâtın tam merkezinde apaçık bir şekilde okumak ve yaşamaktır. Yâni Sünnet, Kur’ân’ın hayâta dönük uzantısıdır. Sünnet, Kur’ân’ın usûlüdür. Sünnet, Peygamberimizin sarık takması, cübbe giymesi, hurma ve kabak yemesi değil, aşırıya kaçmadan “ortalama bir insan” gibi yiyip-içmesi ve giyinmesidir. Sünnet, Peygamberimizin Vedâ Haccı’nda, “görevimi tam olarak yerine getirdim mi” diye sorduğu sorudaki “görev”dir.

 

Sünnet inkârının nedeni, “yaşayan sünnet”in olmamasıdır. Sünneti inkâr edenler, tek-tek peygamberliklerini îlan etmiş olurlar. Artık sünneti inkâr eden yada sünnete düşman olan herkes kendi sünnetlerini uygulayacaklardır böylece.  

 

“Peygamber’in ne sünneti ne de hadisi vardır, sâdece vahyi duyurur” diyorlar. Peygamberlerin, meleklerin konuşturup-susturduğu robot misâli insanlar olduğunu düşünmek son derece hatâlıdır. Hattâ bu, Peygamber’e ve peygamberliğe yapılmış en büyük hakârettir.

 

Yine; “Peygamber sâdece âyetleri lafzen aktarmıştır, başka da bir şey yapmamıştır” diyorlar. Yâni Peygamber, âyetleri kendisi yaşamadan ve hayâta aktarmadan başkalarına, “alın bu âyetleri de kafanıza göre yaşayın” mı demiştir?. Allah; Ey îman edenler, yapmayacağınız şeyi neden söylersiniz?. Yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah katında bir gazab (konusu olması) bakımından büyüdü (büyük bir suç teşkil etti)” (Saff 1-2). âyetine rağmen mi böyle yapmış ve vahye aykırı mı davranmıştır yâni?.         

 

Sünnet, akıl-zihin-bilgi işi değil, “yürek” işidir. Zîrâ amel-eylem ile dolayısıyla “bedel” ile alâkalıdır. O hâlde Sünnet, Kâfirûn Sûresi’ni kâfirlerin-müşriklerin yüzüne-yüzüne okumaktır. Tüm “Mekke”yle, câhiliyeyle, zâlimlerle mücâdeleyi göze alabilmektir.

 

Uygulanmayan kânun nasıl ki işe yaramazsa, “uygulanmayan Kur’ân” da bir işe yaramaz. Yâni Kur’ân olmadığında bir peygamber ve sünnet olmayacağı gibi, Kur’ân’ın pratikliği olan sünnet olmadığında da, Kur’ân sâdece “zihinlerin ve kâlplerin kitabı” olmaktan öteye gidemez. Müslümanların hâl-i pür melâlinin nedeni, Kur’ân’ı zihinlere ve kâlplere hapsetmektir.

 

Kur’ân, kendisinin apaçık olduğunu ve anlaşılmasının kolay olduğunu söylemesine rağmen, insanlar Kur’ân’ı aşırı yoruma tâbi tutuyorlar ve sonuçta da bambaşka anlamlar ortaya çıkıyor. Zîrâ Peygamber’in anlayışı ve uygulamasını yâni sünnetini göz-ardı ediyorlar. Sünnet göz-ardı edildiğinde, Kur’ân birilerinin elinde, inkârlarının bir aracı olarak kullanılmaya başlar.

 

Güzel örneklik (sünnet), “hayâtı, Allah’ın-Kur’ân’ın boyasıyla boyamak” demektir ki, bu boyamayı yapmak ustalık ister. İşte bu işin ustası Hz. Muhammed’tir. Bu ustaya çıraklık yapmadan, “boya(n)manın ustası olmak mümkün değildir.

 

Eskiden Kur’ân’ın bir yorumu için “sünnete uygun mu” diye araştırılırken, şimdi ise, “şu hoca nasıl çevirmiş” diye araştırılıyor. Hocalar Peygamber’in yerine geçmiş-geçirilmiş.

 

Halkın çoğunluğu, zamânın çoğunu nafaka kazanmak için harcadığından, ilim peşinde yeterince koşamaz ve sonuçta da yeterli ilmî birikime sâhip olamaz. Bu nedenle halk, dînini, Kur’ân’dan ziyâde sünnet ile öğrenir ve uygular. Çünkü sünnet “pratiklik” demektir ve pratikle öğrenmek çok daha kolaydır. Kur’ân, yorum yapılabilen bir kitaptır. Soyut olana yorum yapılır fakat somutun yorumu olmaz. Eylemin (sünnet) yorumu olmaz. Bu nedenle sünnet birleştirici bir etkendir. Param-parça olmuş ümmet, sünnet ile daha kolay birleştirilebilir.

 

Hz. Ali, hâricilere yolladığı elçisine: “Sakın onlara âyetlerle konuşma, sen iki âyet okusan onlar sana daha fazlasıyla cevap verirler. Anlaşman mümkün olmaz. Onlara, Peygamberden örnekler ver. Böyle bir durumda o, şöyle yaptıydı de” diye tembih etmişti ve sünnetin birleştiriciliğini ve teskin ediciliğini öğütlemişti.

 

O hâlde âlimler, Kur’ân’dan öğrendikleri dîni, sünnet ile pratiğe dökmelidirler -ki aslında peygamberlerin yaptığı da budur- halk, dînini kolayca öğrenip uygulayabilsin. Bu nedenle İslâm târihi boyunca müslümanlar, Kur’ân’dan ziyâde sünnetin rehberliğinde dinlerini yaşamışlardır. Mustafa Öztürk bu konuda şunları söyler:

 

“Kur’ân Hz. Peygamber’in hayâtında ete-kemiğe bürünmüş ve dolayısıyla rehberlik misyonunu “sünnet” sâyesinde icrâ etmiştir. Kısacası, Allah’ın Kur’ân’daki tüm istek ve  beklentileri Hz. Peygamber’in güzel örnekliğinde (üsve-i hasene) gerçekleşmiştir. Bu açıdan bakıldığında sünnet halkın çoğu için Kur’ân’dan daha önceliklidir. Zîrâ başta sahabe nesli olmak üzere tüm müslümanlar Kur’ân hitâbına Hz. Peygamber sâyesinde muhâtap oldukları gibi müslümanlığın pratikte neye tekâbül ettiğini de yine onun sâyesinde öğrenme imkânı buldular”.

 

Kur’ân “ne yapılacağı”nı söylerken, Peygamber (sünnet), “nasıl yapılacağını” gösterir. Dîni hayattan koparmak, “sünneti hayattan koparmak” ile olu(yo)r.

 

“Şüphesiz, Allah ve melekleri Peygamber’e (nebî) salât ederler (destek olurlar). Ey îman edenler, siz de ona salât edin (destek olun) ve tam bir teslîmiyetle ona selâm verin (Ahzâb 56). Allah ve melekleri Peygamber’e salât ediyorlar yâni o’nu destekliyorlar. Bu apaçık emre rağmen mü’minler, Allah’ın Kur’ân’da; “siz de o’na (nebîye) salât edin yâni o’nu destekleyin” emrini yerine getirerek nebî’yi desteklemiyorlar. Nebîyi desteklemek, “o’nun misyonunu desteklemek” yâni “o’nun ‘güzel örnekliği’ni (Ahzâb 21) tâkip etmek” demektir. Fakat mü’minler bunu yapmıyorlar ve o’nun örnekliğini tâkip etmiyorlar. Üstelik “biz sâdece Allah’ın hükümlerine uyarız” demelerine rağmen.   

 

Son olarak; “Kur’ân’da sünnet yoktur” yada, “Kur’ân’da sünnet sâdece “sünnetullah” şeklinde “Allah’ın sünnetidir” diyenlere, “sünnetûl evvelin” şeklinde geçen “öncekilerin sünneti”nin geçtiği âyetleri gösterelim:

 

“Gerçek şu ki, sizden önce nice sünnetler gelip-geçmiştir. Bundan dolayı yeryüzünde gezip-dolaşın da yalanlayanların sonu (âkibet) nasıl oldu bir görün” (Âl-i İmran 137).

 

“Nitekim ona inanmazlar. Kendilerinden öncekilerin sünneti (âdeti) de böyleydi” (Hicr 13).

 

“Kendilerine yol gösterici geldiğinde, halkı inanmaktan ve Rab’lerinden bağışlanma dilemekten alıkoyan şey, öncekilerin sünnetinin (benzer uygulamanın, örneğin, geçmiş toplumlara verilen mûcizelerin bir benzerinin) kendilerine de gelmesini veya azâbın açıkça karşılarına gelmesini dilemeleridir” (Kehf 55). Bu âyette “azap” ile “öncekilerin sünnetleri-âdetleri” ifâdeleri ayrı-ayrı söylenmiştir.

 

Kur’ân’da sünnet, her zaman “Allah’ın kânunları-yasaları” yâni “sünnetullah” anlamında değildir. “Önceki kavimlerin yaşam-şekli” anlamında gelir ki, şu âyette bu çok net olarak gösterilir:

 

“Allah, size açıklayarak anlatmak, sizi sizden öncekilerin sünnetine (sunenellezîne) iletmek ve tevbelerinizi kabûl etmek ister. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir” (Nîsâ 26).

 

Bu âyette öncekilerin sünneti, daha önce gönderilmiş Peygamber’e uyan insanların “İslâmî yaşam tarzı”dır. İslâmî yaşam tarzı tüm zamanlarda benzerdir. Bu nedenle tüm peygamberlerin sünneti, İslâmî yaşam tarzına uygundur. Fakat İslâmî yaşam tarzı, son peygamber olan Hz. Muhammed ile kemâline ermiştir. 

 

“Peygamber’in resûl olarak yaptıkları bizi bağlar ama nebî yada Muhammed bin Abdullah olarak yaptıkları bizi bağlamaz” diyorlar fakat şunu unutuyorlar; Allah, “Muhammed bin Abdullah”ı; yaptıklarını, ahlâkını ve yaşam tarzını beğendiği için” “Peygamber” olarak seçti ve kendisine Kur’ân’ı vahyetti. Peygamberimiz’in “neden ben” sorusuna Allah şu şekilde cevap verdi: “Çünkü sen pek büyük (hulûkûl azîm) ahlâka sâhipsin” (Kalem 4).

 

Hz. Muhammed’in örnekliği, “Kur’ân, Sünnet ve sahih hadis bütünlüğü” ile açığa çıkar. birbirinden ayrılmayan bir bütündür. Üçünün birlikteliği ise “İslâmî örneklik”i açığa çıkarır. Modernler Peygamberimiz’in misyonunu yok sayarak “peygambersiz bir İslâm” ortaya koymak isterler de sonuçta “yarım-yamalak bir din” ortaya çıkar. Fazlurrahman:

 

“Hz. Muhammed’in İslâm’daki rôlünü doğru anlamamak, İslâm’daki diğer süreçleri anlamamızın önündeki en büyük engeldir. Hz. Muhammed’in rehberliğinde bire-bir o’nun eğitimden geçen sahabe, tâbiin ve bâzı ender kişiler, Peygamberimiz’den aldıkları teorik ve pratik eğitim ve terbiye çerçevesinde hareket etmişler, hayatta karşılaştıkları sorunlar ve çözüm bulmaları gereken durumlar karşısında Peygamberimiz’in örnekliğini temel alıp Peygamber’in olaylara bakışını ve çözüm perspektifini ilke edinmişlerdir. “Nebevî sünnet” yada “yaşayan sünnet” olarak kavramlaştırılan bu ilke, ‘Peygamberimiz’in yaşamı algılama ve yorumlama biçimi’ olarak özetlenebilir” der.

 

Sünnet, Kur’ân ile amel edilmeye başlandığı anda ortaya çıkan şeydir. Kur’ân’ın kazandırmış olduğu bilgi ve bilinçle açığa çıkan “yaşayan sünnet” olmadığında, “uydurulan hadisler” ortaya çıkar ve insanlar o uydurmaları “din” zannederler.  

 

Unutmayalım ki, Mekke müşrikleri de Allah’a inanıyorlar fakat Peygamber’i kabûl etmiyorlardı. Kâfirliğin bir görünümü de, Allah îman edilmesine rağmen Peygamber’e itaat edilmemesidir. Bu durum aynen devâm ediyor. Modern müslümanların sorunu “Allah’a îman sorunu” değil, “Peygamber’e itaat sorunu”dur.

 

Ancak 2 maddeden oluşacak bir anayasa zulmü ber-tarâf edip adâleti sağlayabilir: 1-Anayasa Kur’ân’dır. 2-Kur’ân’ın uygulaması Peygamber örnekliğine (sünnet) göre olur.

 

Sünnet, “El Emin” olmaktır vesselam.

 

“Rabb’in yücedir; vasfettikleri şeylerden uzak, izzet sâhibidir. Selâm olsun gönderilen(resûl)lere, hamdolsun âlemlerin Rabb’i Allah’a” (Saffât 180-182).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2017

 

Devamını Oku »

3 Mayıs 2018 Perşembe

Kur’ân Kıssaları ve Sünnet



“Andolsun, onların kıssalarında temiz akıl-sâhipleri için ibretler vardır. (Bu Kur’ân) düzüp uydurulacak bir söz değildir, ancak kendinden öncekilerin doğrulayıcısı, her-şeyin çeşitli biçimlerde açıklaması ve îman eden bir topluluk için bir hidâyet ve rahmettir” (Yûsuf 11).

Sünnet: “Kânun, yol, âdet, tarz, tavır, model” anlamındadır. Özel anlamda ise, “Hz. Muhammed’in Kur’ân’ı uygulama yöntemi”dir. Sünnet, “Peygamber tecrübesi” demektir.  

Kıssa: “Fıkra. Hikâye. İbret verici hikâye. Vak’a. Mâcerâ. Rivâyet” diye geçiyor sözlüklerde. Kıssa kelimesi; “izlemek, iz, tâkip” anlamına gelir. Kehf 64 ve Kasas 11’de bu anlamda kullanılır. Kıssa; “Önceki peygamberlerin ve ümmetlerin yaşantılarıdır. Kur’ân’ın kıssaları “gerçek hayatlar”dır ve “örnek yaşanmışlıklar”dır. Kur’ân’da bu, şu şekilde söylenir:

“Şüphesiz bu, gerçek bir olayın haberidir. Allah’tan başka ilah yoktur. Şüphesiz Allah, üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sâhibidir” (Âl-i İmran 62).

Kur’ân’daki kıssaların anlatılmasının nedeni, kıssalardan ibret ve öernek alınması içindir, yoksa kıssaların târihi analizini yapmak için değildir. Zâten bu nedenle: Yoksa sizden önce gelip-geçenlerin hâli başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?. Onlara öyle bir yoksulluk, öyle dayanılmaz bir zorluk çattı ve öylesine sarsıldılar ki, sonunda elçi, berâberindeki mü’minlerle; ‘Allah’ın yardımı ne zaman?’ diyordu. Dikkat edin. Şüphesiz Allah’ın yardımı pek yakındır” (Bakara 214) âyeti gönderilmiştir.

Toplumların başına gelebilecek olaylar, Kur’ân kıssalarında anlatılan olayların benzeridir ve kıyâmete kadar da benzerleri olacaktır. Zîrâ insan ve varlık “aynı insan ve varlık”tır. Sünnetullahta da bir değişiklik yoktur ve aynen işlemektedir. İnsan; yaradılışı, eğilimleri ve zaafları ile aynı insandır. Târihte yaşamış insanlar ve milletler-toplumlar için söz-konusu olanlar, bugün yaşayanlar için de söz-konusudur. Kur’ân kıssalarının amacı, geçmişte yaşanmış olayları ve kişileri örnek göstererek, kıyâmete kadar her dönemde yaşayacak insanların karşılaşacağı aynı olayları, Kur’ân’da anlatılan kıssalara-sözlere bakarak ibret-örnek almaları içindir. Çünkü “Allah’ın sünnetinde değişim olmaz”.

Allah’ın toplumlara uyguladığı sünnetullahı, toplumların sünneti (sünnetün evvelin) ile ilgilidir. O yüzden Allah: “O’nun (insanın) önünden ve arkasından izleyenleri (tâkipçileri) vardır, onu Allah’ın emriyle gözetip-koruyorlar. Gerçekten Allah, kendi nefis (öz) lerinde olanı değiştirip bozuncaya kadar, bir toplulukta olanı değiştirip-bozmaz. Allah bir topluluğa kötülük istedi mi, artık onu geri çevirmeye hiç-bir (biçimde imkân) yoktur; onlar için O’ndan başka bir velî yoktur” (Ra’d 11) der. Yâni Allah’ın toplumlar üzerindeki sünnetullahı, toplumların sünnetine yâni yaşam-tarzlarına göre şekillenir.

Kıssalar gaybın konusudur. Zîrâ eski târihlerin konusudur:

“Bunlar, Sana vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Bunları sen ve kavmin bundan önce bilmiyordun. Şu-hâlde sabret. Şüphesiz (güzel olan) sonuç takvâ sâhiplerinindir” (Hûd 49).

“Bu, sana (ey Muhammed) vahyettiğimiz gayb haberlerindendir. Yoksa onlar, (Yûsuf’un kardeşleri) o hîleli-düzeni kurarlarken, yapacakları işe birlikte karar verdikleri zaman sen yanlarında değildin” (Yûsuf 102).

İlginçtir ki kıssalar için “gayb” denmektedir. Gayb ise îmânın konusudur. Allah, önceki peygamberlerin yine vahiy-merkezli ortaya koydukları hayatları yâni “sünnet” denilen güzel örnekliklerini Kur’ân’a koymuş ve onları ebedîleştirmiştir. Böylece kıssalara ve dolayısı ile “güzel örneklik” denilen peygamber sünnetlerine îman etmek, -gaybın konusu olduğundan dolayı- artık “farz” olmuştur. Zâten Kur’ân’da bulundukları için îmânın konusudurlar.

Kıssalarda anlatılanlar, peygamberlerin vahiy-öncesi ve sonrası ortaya koyduklarıdır. Meselâ Hz. İbrâhim’in vahiy-öncesi zamanlardaki Ay, Güneş ve yıldızlar üzerinden “mantık yürütüşü” bir örneklik olarak Kur’ân’a dâhil edilip ebedîleştirilmiştir. Yine Hz. Yûsuf’un kuyuya atılmasıyla başlayan süreç de böyledir. Tüm peygamberlerin ahlak-merkezli yaşamlarında ortaya koyduğu güzel örneklikler, Allah tarafından Kur’ân’da yer almış ve evrenselleşmiştir. Onlar artık îmânın konusu olmuşlardır. Oysa bu kıssalarda peygamberlerin hayatları boyunca yaptıklarının ve sözlerinin tamâmı Allah’ın bir vahyi değildir ve yapılan eylemler ve edilen sözlerin bir-çoğu peygamberlere âittir. Tabî ki peygamberler bunu vahiy-öncesi temiz fıtrat ve ahlâklarına göre, vahiy-sonrası da Allah’ın vahyine-emrine göre yapmışlardır. Fakat önemli olan şey, peygamberlerin bir sözü yada davranışı -ki buna literatürde “sünnet” denir-, Kur’ân’a alınmış ve îmânın konusu yapılmıştır. O kadar çok değer verilmiştir yâni. Zîrâ bu davranışlar ve sözler Kur’ân’a alınarak ebedîleştirilmiştir.  

Kur’ân kıssalarında bahsedilenler, “usvetun hasenetun” denilen “peygamber örneklikleri”dir. Bu örneklikleri Allah bize “âyet” olarak indirmiştir. Zımnen; “bu örnekliklere bakarak ‘İslâmî duruş ve hareket-amel-eylem’ olarak ne yapacağınızı görün ve belirleyin” diyor bize. “Bu kıssalarda yâni ‘sünnet’ denilen peygamber örnekliklerinde sizin için ibretler vardır” diyor. Peygamberlerin mücâdeleleri âyetlerle örnekleştirilmiştir kıssalarda. Eğer Peygamberimiz “son peygamber” olmasaydı, ondan sonra gelen peygambere inecek olan vahiylerde ve kitapta, Peygamberimiz’in yâni Hz. Muhammed’in yaptıkları da “âyet” olarak intikâl edecekti bize ve belki de şöyle denecekti: “Muhammed’i de an. Hani o, kâfirlere karşı hiç tâviz vermemişti de, kararlı bir dik duruşla güzel bir örneklik göstermişti”. Peygamberimiz’in örnekliğinin birileri tarafından kabûl edilmemesi, o’nun “son Peygamber” olmasındandır. Oysa kıssalarda anlatılan peygamber hayatları ve davranışları Kur’ân’a girerek ebedîleşmiştir.

Kur’ân kıssaları Kur’ân’ın önemli bir bölümünü kapsar. Kıssaların çapı konusunda bir kaynakta şunlar söylenir:

“Kur’ân-ı Kerim’de peygamberlere ve milletlere âit kıssalar bol miktarda bulunmakta, Kur’ân’ın önemli bir kısmı, geçmiş ümmetler ve peygamberlerin kıssalarından bahsetmektedir. Taberî başta olmak üzere bâzı müfessirler kıssaların Kur’ân’ın üçte birini teşkil ettiğini söylerken; bâzıları da üçte ikisini kapsadığı kanaatindedir. Hattâ Reşid Rıza gibi “kıssa”nın anlamını geniş tutanlar için bu oran dörtte üçe kadar çıkmaktadır. Bu tespitler kesin olmamakla berâber nisbî bir gerçeği ifâde etmektedirler. Peygamberimiz zamânındaki bâzı olay ve haberlerin kıssalara dâhil edildiği takdirde kıssaların yaklaşık olarak Kur’ân’ın yarısını teşkil ettiğini söyleyenler de vardır. Kısaca târih boyunca gönderilmiş peygamberlerin ve onlara muhâtap olanların kıssalarının, Kur’ân’ın önemli bir bölümünü teşkil ettiğinde şüphe yoktur”.

Demek ki Kur’ân’ın üçte-biri ve hattâ yarısı, “sünnet” denen “peygamber örneklikleri”dir. Dolayısı ile Kur’ân ya eski zamanda yaşamış peygamber örnekliklerini ortaya koyar, yada yeni örnekliklerin ortaya konulmasını ister. Bu da tabî ki, ya eski peygamberlerin Kur’ân’daki örnekliklerine bakarak, yada Peygamberimiz’in örnekliğine yâni sünnetine bakarak yapılacaktır. Böylece zımnen: “Kıssalara bakın, peygamberler ne güzel örneklikler göstermişlerdi. Hadi şimdi siz de bu örneklikler üzerinden yeni örneklikler gösterin” denilmektedir:

“İbrâhim ve onunla birlikte olanlarda sizin için güzel bir örnek vardır. Hani kendi kavimlerine demişlerdi ki: ‘Biz, sizlerden ve Allah’ın dışında taptıklarınızdan gerçekten uzağız. Sizi (artık) tanımayıp-inkâr ettik. Sizinle aramızda, Allah’a bir olarak îman edinceye kadar ebedî bir düşmanlık ve bir kin baş göstermiştir”. Ancak İbrâhim’in babasına: ‘Sana bağışlanma dileyeceğim, ama Allah’tan gelecek herhangi bir şeye karşı senin için gücüm yetmez’ demesi hâriç. Ey Rabbimiz!, biz sana tevekkül ettik ve içten sana yöneldik. Dönüş sanadır” (Mümtehine 4).

Burada Hz. İbrâhim’in ve onunla birlikte olanların “güzel örnekliği”ni görüyoruz. Nedir bu örneklik?. Küfre, şirke, zulme, cehâlete, adâletsizliğe karşı bir dik duruş sergileyerek, “sizin dîninizi yâni hayat-tarzınızı tanımıyoruz ve inkâr ediyoruz” diyebilmektir. Bu sözü tâğutların yüzlerine karşı açıkça söyleyebilmektir. Hz. İbrâhim’in ve onunla birlikte olanların bu örnekliği Kur’ân’a geçerek ebedîleşmiştir. İşte Peygamberimiz’in örnekliği de böyledir. Onun bağlayıcı olmadığının zannedilmesi, o’nun “son Peygamber” olması ve bu nedenle de bir sonraki olası peygamber ve vahiyden oluşan kutsal bir kitapta, Peygamberimiz’in davranışlarının yâni sünnetinin yer almamasıdır. Çünkü onun pratik örnekliği “yaşanmışlık” olarak târihe kazınmıştır. Gerçi Peygamber’imizin hayâtından bâzı kesitler Kur’ân’a alınmıştır. “Hicret”, “İfk Hâdisesi”, “Fetih”, Zeyd’in hanımı” gibi olaylar Kur’ân’da yer almıştır.

Kur’ân kıssalarında peygamberlerin sâdece sünnetleri değil hadisleri-sözleri de vardır. Peygamberlerin bir-çok sözleri (hadis) Kur’ân’a geçip ebedîleşmiştir. Meselâ Hz. Süleyman’ın, Belkıs’a söylediği sözler yâni hadisleri, Allah’ın, Hz. Süleyman’a: “Belkıs’a de ki” diye emrettiği sözler değildir. Hz. Süleyman’ın söylediği bu sözler Kur’ân’a geçmiştir ve kıssalarda anlatılmıştır. .

Kur’ân kıssalarında anlatılan peygamber örneklikleri, peygamberlerin sünnetleridir. Allah, olmayan bir şeyi söylememektedir. Allah, yaşanmış olan bir örneklik üzerinden ders vererek bu örneklikleri onaylamış oluyor. Zâten Kur’ân, hayâta indiği için, âyetlerin büyük çoğunluğu, yaşanmış olaylar üzerine iner ve onlara çözüm sunar ki, bunlar tüm zamanlarda benzer olan yaşantılar ve benzer sorunların çözümleridir.

Kur’ân kıssaları, peygamberlerin ictihadlarının (sünnet) Allah tarafından onaylanmasıdır. Mûsâ Cârullah’ın tespit ettiği gibi; “bir-çok Kur’ân ahkâmı/farz, Hz. Muhammed ve arkadaşlarının önceden içtihatları ile vâzettiklerinin (sünnet) onaylanmasıdır”.

Kur’ân’da kısaların hem güzel hem de gerçek olduğunu dile getirilir ve Peygamberimiz’e bu kıssalardan ibret alması söylenir. Peygamberimiz’e söylenen aslında, eski peygamberlerin sünnetlerini göz-önüne alması emridir:

“Biz bu Kur’ân’ı sana vahyetmemizle, en güzel kıssaları gerçek bir haber (kıssa) olarak sana aktarıyoruz, oysa sen, daha önce, bundan haberi olmayanlardandın” (Yûsuf 3).

Kur’ân, kıssalardan ders almamızı ister ki bu, aslında “örnekliklerden yâni sünnetlerden ders alınması” anlamına gelir:

“Andolsun, Yûsuf ve kardeşlerinde soranlar için âyetler (ibretler) vardır” (Yûsuf 7).

Ashab-ı Kehf için şunlar söylenir ve Ashab-ı Kehf’in sünneti yâni “güzel örnekliği”nden bahsedilir:

“Biz sana onların haberlerini bir gerçek (olay) olarak aktarıyoruz. Gerçekten onlar Rablerine îman etmiş gençlerdi ve biz de onların hidâyetlerini arttırmıştık” (Kehf 13).

Ashâb-ı Kehf, bulundukları toplumdan, içinde şirk, küfür, adâletsizlik ve zulüm olduğu için ve insanlar uyarılara kulak asmadığı için ayrılıp gitmişler, şirk ve zulüm ortamında yaşamaktansa, bir mağaralık yerde yaşamayı her-şeyden vazgeçerek göze alabilmişlerdir. İşte bu bir örnekliktir ve bu güzel örneklik Kur’ân’a dâhil edilerek ebedîleşmiştir.

Kıssalarda geçen şehirlerin bâzılarının hâlâ kalıntılarının bulunduğu ve bu kalıntılara bakılması da tavsiye edilir. Bu kalıntılar aslında, önceki peygamberlerin güzel örnekliklerini yâni sünnetlerini sergiledikleri “görev yerleri”dir ve bu yerlerde onlardan kalmış olan izler de vardır. O hâlde târihi eserler ve kentler, sünnetlerin teşhis edilebileceği yerler de sayılır. Kur’ân, peygamberlerin yaşadığı bu yerlerin gezilmesini ve buralardan ibretler almamızı emrediyor. Bu, “yaşanmışlıktan ve peygamber sünnetlerinden ibret almak” anlamına gelir:

“Bunlar, sana doğru haber (kıssa) olarak aktardığımız (geçmişteki) nesillerin haberleridir. Onlardan kimi ayakta kalmış, (hâlâ izleri var, kimi de) biçilmiş ekin (gibi yerle-bir edilmiş, kalıntısı silinmiş) dir” (Hûd 100).

“Andolsun, biz her ümmete: ‘Allah’a kulluk edin ve tâğuttan kaçının’ (diye tebliğ etmesi için) bir elçi gönderdik. Böylelikle, onlardan kimine Allah hidâyet verdi, kiminin üzerine sapıklık hak oldu. Artık, yeryüzünde dolaşın da yalanlayanların uğradıkları sonucu görün” (Nâhl 36).

Allah’ın Kur’ân’da kıssalara bu kadar yer vermesinin nedeni, Kur’ân’ın “hayâta ve insanlara göre inmesi”nden dolayıdır. Aksi-hâlde, Allah Kur’ân’da sürekli olarak; “Allah, göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nrunun misaâli, içinde çerağ bulunan bir kandil gibidir; çerağ bir sırça içerisindedir; sırça, sanki incimsi bir yıldızdır ki, doğuya da, batıya da âit olmayan kutlu bir zeytin ağacından yakılır; (bu öyle bir ağaç ki) neredeyse ateş ona dokunmasa da yağı ışık verir. (Bu,) Nûr üstüne nûrdur. Allah, kimi dilerse onu kendi nûruna yöneltip-iletir. Allah insanlar için örnekler verir. Allah her-şeyi bilendir” (Nur 35). âyetindeki gibi, zâtıyla ilgili sözlerden bahsetseydi, Kur’ân anlaşılmaz ve yaşan(a)maz bir kitap olur çıkardı.

Hz. Nûh 950 yıl boyunca insanlara sâdece kendisine indirilen vahiyleri okumakla yetinmemiştir. 950 yıl boyunca İslâm adına yapılmış bir mücâdele vardır. Bu mücâdele Hz. Nûh’un tâkip edilmesi gereken örnekliği-sünnetidir.

Peygamberler “numune” insanlardır ve bu nedenle de tüm müslümanlar, onların kıssalarda ayrıntısıyla anlatılan örnekliğini tâkip etmekle yükümlüdürler. Çünkü bu dînin bir şeriatı vardır ve peygamberler bu şeriatı hayâta hâkim kılmak için gönderilmişlerdir. İşte Kur’ân kıssaları, bu şeriatı hayâta hâkim kılma mücâdelesinin anlatılarıdır.

Evet; kıssalar peygamberlerin güzel örnekliklerinden yâni sünnetlerinden bahseder ve Allah bu kıssalardan yâni “güzel örneklik” denen sünnetlerden ibret almamızı ister. Peygamberimiz’in “güzel örnekliği” ise, kendisi “son peygamber” olduğu için “yaşanmışlık” olarak târihe kazınmıştır.  

Peygamberimiz’in “usvetun hasenetun” denilen “güzel örnekliği” yâni sünneti, Siyer ve İslâm Târihi okumaları ve (Peygamberimiz’in ahlâkı Kur’ân olduğu için) Kur’ân süzgecinden geçirilince apaçık ortaya çıkarılabilecektir. Tabi bu güzel örnekliğin açığa çıkması, birilerini sevindirirken, birilerini ise fevkalâde rahatsız edecektir. Zîrâ bu örneklik bir “pratik” içerir ve bu pratiğe göre yapılacak olan kıyaslamada; cehâlet, adâletsizlik ve zulüm çok net olarak görülebilecek ve yapılan mevcut politikalar ve uygulamalar kitlesel olarak eleştirilecek ve bunlara îtirâz edilebilecektir. Zîrâ “sünnet” demek, “yaşanmışlık” demektir ki “yaşanmışlık” yoruma açık değildir.     

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Ocak 2018


Devamını Oku »

21 Nisan 2018 Cumartesi

Ateizm ve Üç Îman



“Çünkü, o, büyük olan Allah’a îman etmiyordu” (Hâkka 33).

“İnsanlardan kimi, Allah’a bir ucundan ibâdet eder, eğer kendisine bir hayır dokunursa, bununla tatmin bulur ve eğer kendisine bir fitne isâbet edecek olursa yüzü-üstü dönüverir. O, Dünyâ’yı kaybetmiştir, âhireti de. İşte bu, apaçık bir kayıptır” (Hac 11).

Tüm zamanlarda “ateizm” olmuştur fakat aslında ateizm, modern döneme gelinceye kadar çok da yaygınlaşmamıştır. Çünkü târih boyunca insanlar çeşitli inanış şekillerine sâhipti ve bu durum tüm insanlığa yayılmıştı. Zâten “şirk” ve “küfür” denen şey de, “sahih dîn”e dayalı olan inancın, zamanla ifsâd olup sapıklaşmasıdır. İslâm, bu sapıklığı düzeltmek ve aslına çevirmek için vardır.  

Aslında insan, İslâm fıtratına göre yaratıldığı için “mutlak ateizm olmaz” denir ve gerçekten de ateistler zor duruma düştüklerinde, fıtratlarından gelen bir dürtü ile duâ etmeye başlarlar. Kendisini ateist olarak tanıtan bir tanıdığım, dedesinin ölümü ve gömülmesi sırasında, başını yukarıya doğru kaldırıp; “eğer orada birileri varsa, dedeme iyi bakın” demişti. Yâni içindeki “îman kırıntısı”nı ortaya koyuvermişti. Demek ki %100 bir îmansızlık olmuyor. Zâten ateizm bile bir dindir ve bu dînin de kuralları vardır. Bu kurallara en çok riâyet edenlerdir “en sıkı ateist” olanlar. Buna göre, ateist kişinin îmânı %100 yok olmasa da, etkinliğini kaybedebilir. Zîrâ o fıtrî etkenin üzeri sürekli günah ve küfür ile kapatıldığından, tam olarak yok olmasa da işlevsiz kalır. Yâni kâlp zamanla küfür ve şirk kiriyle paslanır ve kararır. Buna Kur’ân “rân” der. Bir hadiste bu konuda şunlar söylenir:

Peygamberimize “ran” nedir diye sorduklarında, Peygamberimiz şöyle cevap veriyor: “Mü’min bir günah işlediği zaman kâlbinde siyah bir nokta oluşur. Eğer bu günaha tevbe edip terk eder ve Allah’tan af ve bağış dilerse, kâlbi temizlenip parlar. Eğer günaha devâm ederse kâlbi daha da kararır”. Bu durum Kur’ân’da şöyle geçer:

“Aslâ!, hayır!; onların kazandıkları, kâlpleri üzerinde pas (rân) tutmuştur” (Mutafifîn 14).  

Kur’ân, insanlara, “bakın; âlemi yaratan ve adına “Allah” denen bir kudret var, bu kudrete inanın” demez. Çünkü Kur’ân zâten Allah’ın varlığına inananlara gelmiştir. Ateistlerden-dehrîlerden bahsedilse de, bunların sözlerine o kadar da îtibâr edilmez ve zâten Allah ve Kur’ân, ateistleri “adam” yerine koyup da muhâtap almaz. Yâni Kur’ân, Allah diye bir varlık tanımayanlara ve onu inkâr edenlere değil, Allah’ı tanıyıp kabûl etmesine rağmen, O’na, -başka şeylerde güç vehmederek- ortak koşanlara gelmiştir. Zâten İslâm tâ Hz. Âdem’den yâni ilk insan ve ilk peygamberden bêri, Allah’ı “tek ilah” olarak haykıran bir dindir. Ateistlere de Kur’ân ile tebliğ yapılabilir tabi. Ateist olduklarını söyleyenlerin, ama aslında içten-içe inanan ve gerçekten de inkâr etmeyenler içinden, inatlarından vazgeçenler ve İslâm’ı-dîni kabûl edecek olanlar da olabilecektir.

Ateizm de, Allah’ın ve gaybın varlığını kabûl etmeyerek “üstünü örtmek” anlamında küfürdür ve her ateist de bu bağlamda kâfirdir. Tabi her kâfir ateist değildir fakat her ateist kâfirdir. Fakat Kur’ân’ın bahsettiği ve üzerinde önemle durduğu küfür ve şirk, inanç sâhibi olanların işledikleri küfür ve şirktir.  

Kur’ân’ın ana-konusu; Allah’a ortak koşanların, ortak koştukları şeylerin bir “ilah” olmadığını söylemek ve gerçekten “tek ilah”ın Allah olduğu gerçeğini haykırmaktır. Zâten kişilerin kâfir ve şirk üzre olmaları için Allah inancını kabûl etmiş olmaları gerekmektedir. Kâfir ve müşrikler, “müslüman” olanların içinden çıkar. “Müslüman” olmayanlar, kâfir ve müşrik de olamazlar. Öyle ya; neyin küfrünü ve şirkini yapacaklardır ki!. 

Bu tevhid-şirk sürecinde îmânın farklı şekilleri vardır ki, bu îmanlardan sahih olanı sâdece bir tânesidir. O hâlde Kur’ân; “dîne karşı din” ve “îmâna karşı îman” yâni “bâtıl dîn”e karşı “hak din”, “bâtıl îmân”a karşı “sahih îman” mücâdelesinin bir kılavuzudur. 

Tüm zamanlarda îman olmuştur. Fakat bu îmânın her zaman üç görünümü olmuştur. Bunlar; “lâik îman”, “felsefî îman” ve “sahih îman” şeklindedir. Bunların açılımı şu şekildedir…

1-Lâik Îman

“Göklerde ilah ve yerde ilah O’dur. O, hüküm ve hikmet sâhibidir, bilendir” (Zuhrûf 84).

Lâik îman, dîni ve Dünyâ’yı ayrı konumlandıran ama aslında dîni, Dünyâ’nın güdümüne alan beşerî bir ideolojidir. Lâik îman sâhiplerinin aslında çok da dinle-îmanla alâkası yoktur ve dîni, “kültürel” ve “folklorik” bir şekilde anlayan yada anlamak ve yaşamak isteyen kişilerdir. Bu kişiler: Cum’adan Cum’aya namaz kılan, yada daha önemli veyâ zevkli bir iş-uğraş-eğlence varsa, daha nâdir olarak Cum’alara giden, hattâ namazı bayramdan-bayrama kılan; orucu sâdece kış mevsiminin kısa günlerinde tutan ve bir çeşit zayıflama yöntemi sayan; hacca zinhar gitmeyen ve onu “Araplara para yedirmek” olarak sayan; kurbanı dinden dolayı değil de, Türk kültüründe yoğun olarak yapılan “alışılmış kurban” alışkanlığı yüzünden kesen yada kesmeyen; zekâtı ve infâkı, “zâten burs veriyorum”, “vergi veriyorum”, “yardım yapıyorum” diyerek vermeyen; başörtüsünü “arap kıyâfeti” olarak gören ve dinde böyle bir şey olmadığını zanneden; müslümanları “muhâfazakâr” olarak niteleyen (ki aslında muhâfazakârlık ilk başta bir suçlamaydı, sonradan kavram farklılaşıp kabûl edildi müslümanlar tarafından. Oysa İslâm ile muhâfazakârlık kelimeleri yan-yana bile gelemez. Çünkü muhâfazakârlık, adı üstünde, muhâfaza eder. İslâm ise devrimcidir); vs. kısaca dîni, kültürel ve folklorik bir etkinlik olarak kabûl etmek isteyen zümredir.

Lâik îmânın alâmet-i fârikası, “dînin görünürlüğü”nü zinhar kabûl etmemektir. Lâiklik, “dînin zihinlere ve kâlplere hapsedilerek görünürlüğünü iptâl etmek ve onun yerine, lâikliğin, lâik kişilerin ve onların kurallarının ve uygulamalarının görünürlüğünü öne çıkarmak” demektir. Bu nedenle de lâikler görünürlüğe-görüntüye çok önem verirler. Oysa İslâm, kişinin görünürlüğünü kısar ve “dînin görünürlüğü”nü ortaya çıkarır. Yada insan, dîni ile görünmeye başlar. Lâikler bunu zinhar kabûl edemezler. Zâten bâzı lâikler, namazı kılıp orucu tutmasına rağmen, bir “görünürlük aracı” olan başörtüsünü kullanmazlar ve hattâ başörtüsüne düşmanlık derecesinde karşıdırlar. Zîrâ lâik ideoloji buna aslâ katlanamaz. Çünkü kamusal alanda dînin bir sembôlünü değil de, kendi beşerî îcatlarını hâkim kılmak ve göstermek isterler.

Bu zümreye mensup olan kişiler İslâm’ı; “hayatlarına, zevklerine, konforlarına, düşüncelerine, inançlarına dokunmadığı oranda kabûl edecekler ve uygulayacaklardır. Şöyle düşünürler: “İslâm’ın şu kuralı bana zarar veriyor mu?. Hayır. O zaman bunu kabûl edebilirim ve ara-ara uygulayabilirim. Çünkü bunu yapmak beni yormaz, hayâtımdan çalmaz, Dünyâ’yı ıskalamama neden olmaz, düşünceme ve kafa konforuma da aykırı değildir. Yâni keyfime uygundur. Hem dînin söyledikleri her ne kadar modern bilime, akla ve mantığa ters olsa da, doğru da olabilir. Bu nedenle; ne olur ne olmaz, beni zorlamayacak ve hayâtımdan çalmayacak şeyleri yapsam zarar etmem”. Fakat ne zaman ki iş, Allah için, İslâm için ferâgat etmeye gelir, işte o zaman da yan çizerek onu yapmaya zinhar yanaşmazlar. Çünkü ne kadar “kabûl ettim” deseler de “yine de belli olmaz” düşüncesi vardır içlerinde. Bu nedenle de dîne-âhirete-Kitab’a, hayatlarını kısacak ve yönlendirecek kadar îman etmezler, edemezler. “Tamam; Allah, Peygamber, Kur’ân falan ama, bunlar modern zamanlara, akla, mantığa ve bilime çok da uygun değildir, bu nedenle ben hayâtımı da en iyi şekilde yaşamaya bakmalıyım ve buna engel olacak şeylerden uzak durmalıyım” düşüncesi dinleri olmuştur. Hattâ bu yüzden dînin gereklerini yapmadıkları gibi, bunun muhabbetinden bile sıkılırlar da hemen îtirâz ederler yada kalkıp giderler. Oysa İslâm, bir mücâhede ve mücâdele dînidir. Salt zihinsel, felsefî, kültürel ve folklorik bir din olmadığı gibi, -hâşâ- “olmasa da olur”u kabûl edecek bir din de değildir. Dünyâ’ya olan bağlılıkları, lâikliği iyi bildiklerinden değil, lâikliğin, ıskalamak istemedikleri Dünyâ yaşamını serbest bıraktığından ve seküler yaşama tarzına çanak tuttuğundan dolayıdır. Lâikliği genelde bu sebeple kabûl edip savunmaktadırlar. Böyle olunca da ister-istemez bir “gösteriş dindarlığı” sergileyeceklerdir tabî ki:

“Onlar, mallarını insanlara gösteriş olsun diye harcarlar, Allah’a ve âhiret gününe inanmazlar. Şeytan, kime arkadaş olursa, artık ne kötü bir arkadaştır o” (Nîsâ 33).

Lâiklik bir dindir ve İslâm’a da sâdece kültürel ve folklorik olarak yer verir ki, aslında buna bile râzı değildir. Bu nedenle de lâik anayasada şöyle yazılmıştır:

“Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzûru, millî dayanışma ve adâlet anlayışı içinde, insan-haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyâl bir hukuk devletidir” (Anayasanın 2. maddesi).

“Kimse, Devletin sosyâl, ekonomik, siyâsi veya hukûki temel düzenini kısmen de olsa, din-kurallarına dayandırmaz…” (Anayasanın 24. maddesi).

Lâkin, Allah, âyette dendiği gibi; “gökte ilah olduğu gibi yeryüzünde de ilahtır” ve bu nedenle de O’nun yeryüzünde de hâkim olması ve O’nun kânunlarıyla hareket edilmesi şarttır. İşte lâik îman, bunu zinhar kabûl etmemekte ve karşı çıkmaktadır. Fakat böyle yapmakla şirk işleyerek küfre düşmektedir ki, şirk, “Allah’a yeryüzünde hâkimiyet vermemek” demektir.  

2-Felsefî Îman

“İnsanlardan kimi, Allah hakkında bilgisi olmaksızın tartışır durur ve her azgın-kaypak şeytanının peşine düşer” (Hac 3).

Bu îman-şekli de aslında beşerî modern ideolojilerin güdümünde olan bir îmandır. Bu nedenle de Kur’ân’ı, ona azap edercesine aşırı didikleyerek, aşırı bir araştırmaya-incelemeye tâbi tutarak beşerî olana uydurmaya çalışırlar. “Tek kaynak Kur’ân”, “sâdece Kur’ân”, “sâdece Allah’ın hükümleri ve Kur’ân’ın kânunları” demelerine rağmen, bu sâdece sözde kalır ve iş, İslâm’ı-Kur’ân’ı hayâta uygulamaya ve hâkim kılmaya gelince apışıp kalırlar. Kur’ân’dan anlamlar ve hükümler çıkarmaya çalışırlar ki, bunların çok-çok büyük çoğunluğunun yaptığı şey, aslında Kur’ân’ın söylemediğini Kur’ân’a söyletmektir. İslâm’a birebir aykırı olan modern yorumlar, Kur’ân’a “etimolojik işkence” altında söylettirilen sapık sözlerden oluşur.

Kur’ân’ı okuyup, “işittik ve itaat ettik” diyorlar ama, itaat ettikleri şey Kur’ân’dan ziyâde nefisleridir, beşerî ideolojiler ve uygulamalardır. Zîrâ Kur’ân’ı okuduklarını ve en doğru şekilde anladığını söyleyen bu kişiler, iş Kur’ân’ı hayâta hâkim kılmaya ve bunu yapmak için sünnete sarılmaya gelince çark ediyorlar ve “Kur’ân’dan başka kaynak aramayız” ve “Kur’ân’da var mı?” gibi eksik-yanlış düşüncelere yöneliyorlar. Hayatta “gerçek bir kişi” olarak yaşamış Peygamber’in, Allah’ın kontrôlünde uyguladıkları şeyler için “Kur’ân’da var mı” demek, bir akıl zâfiyeti değilse, sapıklıktan başka bir şey değildir. Bu sapıklık da, “ılımlı İslâm”, “modern İslâm”, “demokratik İslâm”, “protestan İslâm” şeklinde, “İslâm’ı hayattan uzaklaştırıp onu gönüllere ve zihinlere hapsederek işlevsiz bırakmak” projesinin bir sonucudur. Bu projenin tutmasının nedendi ise, nefse oynaması ve “modern İslâm düşüncesine paralel olarak yapılan modern yorumlarla sorumluluktan kurtulmaktır. Öyle ki, Kur’ân’ın pratik bir uygulamasının olmadığını söyleyerek; Peygamber’in vahyin sözlerini iletmekten başka bir şey yapmadığını, hattâ Kur’ân’da namaz, oruç, zekât, hac, kurban, baş-örtüsü gibi dînin ana uygulamalarının olmadığını bile söyleyebilmektedirler. Bunu yapmak “modern-felsefî îman” için sorun olmamaktadır. Çünkü şeytan onları saptırmıştır ve Allah’a, Peygamber’e ve Kur’ân’a uymaktan daha çok, modernizmin ortaya koyduğu şeylere uymalarının nedeni, insanlık târihinde ağır bir sapma olan lâik-seküler uygarlığın büyüsü altında olmalarıdır.

Bu îman mensupları, modernizmin ortaya koyduğu her-şeye hayrandırlar genelde. Modernizm bir batı ürünü olduğu için de batı gibi olmak ana ilkeleridir. Sürekli olarak “batı gibi olmak”, “batı’nın izinde gitmek”, “batı’nın izinde giden lîderleri örnek almak”, “modern ideolojileri din edinmek” söylemlerini tekrarlayıp dururlar. Batı’nın hırsızlıkla ulaştığı uygarlığı överek, kendilerinin de onlar gibi ol(a)madıklarına yanıp dururlar.  

Felsefî îman mensupları Kur’ân’ı okur ve modernizme zinhar aykırı olmayacak şekilde yorumlar. Klâsik olandan nefret ederler. Zîrâ modernizm klâsik olandan nefret etmektedir ve modernizm hayâtiyetini bu nefretten alır. Bu nedenle Kur’ân’ı okuyan modern müslümanlar, onu zorlaya-zorlaya tam da modernizme uygun olacak hâle gelinceye kadar aşırı yorumlamaya tâbi tutarlar ve en sonunda da, modernizme uygun fakat İslâm’a aykırı bir yoruma ulaşırlar ki aslında bu yorumun müellifi şeytandır ve bu yorum şeytanın bir telkinidir.

Şeytan insana düşman olduğundan, peygamberlere de düşmandır. Modernizm de “eski” olana düşman olduğundan dolayı peygamberlere de düşmandır. Modernizmi din edinmiş olan modern müslümanlar da Peygamber’i yâni Kur’ân’ın pratiğini, dîni hayâta hâkim kılma şeklini, “sünnet” denilen tarzı, “usvetun hasenetun” denilen “güzel örnekliği” (Ahzâb 21), İslâm târihi boyunca uydurulmuş olan zırvalıklarla bir tutarak tümden yok sayar ve Peygamberi de sâdece vahyin tebliğini-aktarmasını yapan bir ara-kablosuna ve postacıya çevirirler. Zîrâ Peygamber’i de kabûl ettiklerinde, o’nun uygulamasını da kabûl etmek zorunda kalacaklar ve bu durum modern ideolojilerle Kur’ân’ın pratik örnekliği olan sünnet arasında bir tezat ortaya çıkaracaktır. Peki hangi tarz uygulama seçilecektir bu durumda?. Sünnetin yüklediği sorumluluktan kaynaklanan zorluğa tabî ki katlanamazlar ve bu nedenle de sünneti yok sayarlar. İşte bu zorluktan kurtulmanın yolu olarak modern îmânın sâhipleri, sürekli olarak Kur’ân’ın modern yorumlarını yapmak zorunda hissederler kendilerini. Sürekli güncelleme yaparlar modernizme uygun olarak. Buna çanak tutan tâğutlar da, bu işin profesyonelce yapılmasına katkıda bulunurlar ve bu sapıklık profesyonelce yapıldığı için, insanlar buna kolayca aldanırlar.

Evet; Târih boyunca bu hep böyle olmuştur ve “bu zamanda mı?” soruları sorulup durmuştur. Çünkü sahih din, moderne ve felsefî olana aykırıdır. Uzak-yakın ataların sapık dinleri her zaman İslâm’a üstün tutulmuştur ki felsefî îmâna sâhip olan modern müslümanlar da, İslâm’a Kur’ân ile düşmanlık etmekteler ve bunun ya farkında değillerdir yada bile-isteye düşmanlık yapmaktadırlar. Bu bağlamda çok açık delilleri görseler bile yine de inkârlarında direnirler. Zâten inanacak olana hurâfe yetmeyeceği gibi, inanmayacak olana da delil yetmez:

“Eğer gökten bir parçanın düşmekte olduğunu görseler bile: ‘Üst-üste yığılmış bir buluttur’ derler” (Tûr 44).

Evet; felsefî îman mensupları, apaçık olan bir şey için bile, âyette söylendiği gibi alâkasız yorumlar yapabiliyorlar. Tabî ki, “acı azâb”ı görene kadar.

3-Sahih Îman

“Ancak îman edip sâlih amellerde bulunanlar, bir-birlerine hakkı tavsiye edenler ve bir-birlerine sabrı tavsiye edenler başka” (Asr 3).

Sahih îman, Allah’ın emrettiği, Kur’ân’ın gösterdiği ve Peygamber’in güzel bir örneklikle uygulayıp ortaya koyduğu îman ve amel şeklindeki îmandır. Bu îman sâdece bilgide kalmaz ve bir bilinç açığa çıkarır. Bu bilinç mutlakâ amele-eyleme zorlar ve ancak, amel-eylem ortaya konduğunda yâni İslâm hayâta hâkim olduğunda ve sâdece Allah’ın sözü Dünyâ’yı kuşatıp tevhid sağlandığında ispât edilmiş olur. Tabi hâkimiyet sağlanana kadar bu yolda yapılanlar da sahih îmânın bir göstergesidir.  

Kur’ân; “ey îman edenler ve sâlih amel işleyenler” der ve sonra ekler; “bir-birlerine sabrı ve hakkı tavsiye edenler”. Yâni, “îman edip sâlih amel yolunda giderken sabırlı olup hakka uygun yol alınması tavsiye edilerek destekleşenler”. Demek ki sâdece “îman ettim” demekle olmuyor. Sonra sâlih amel işlenilmeli ve bu yolda giderken “sabır ve hakkı tavsiye” unutulmamalıdır. Bir âyette:

 “İnsanlar, (sâdece) ‘îman ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2) denir.

Bu nedenle âyetin de dediği gibi, sâdece “elhamdulillah müslümanım” demenin öyle çok da önemli bir yanı yoktur. Hele ki bunu son nefeste söylemek anlamsız ve yararsızdır. Müslüman olunduğu söz ile olmaktan çok eylem ile gösterilmelidir ve dîne ucundan-kıyısından bağlı olanlar için bu çok büyük zorluktur. Sahih îman sâhipleri ise, “bu bize Allah’ın vâd ettiği şeydir” diyerek îmanlarını güçlendirirler.

Din eylem ile ortaya konulmuşsa söz ile söylenmese de olur. İslâmî eylemde bulunan kişilerin bir de “müslümanım” demesine gerek yoktur. Namaz kılan, oruç tutan, zekât veren insanın “müslümanım” demesine gerek yoktur aslında. Dilsiz olan yâni konuşamayan biri bunu yapamaz meselâ. Zâten “müslümanım” demek bir iddiâdır ve tüm iddiâlar ispat ister. İspâtın kendisi delile gerek bırakmaz. Bu ispâtın nasıl olacağını Kur’ân şöyle târif eder:

“Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik değildir. Ama iyilik, Allah’a, âhiret gününe, meleklere, Kitaba ve peygamberlere îman eden; mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip-dilenene ve kölelere (özgürlükleri için) veren; namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefâ gösterenler ile zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenler(in tutum ve davranışlarıdır). İşte bunlar, doğru olanlardır ve müttakî olanlar da bunlardır” (Bakara 177).

Sahih îman, “o belini kıran yükü omuzlamak”tır:

“Ancak o, sarp yokuşa göğüs germedi. Sarp yokuşun ne olduğunu sana öğreten nedir?. Bir boynu çözmek (bir köleye özgürlük vermek)tir; Yada açlık gününde doyurmaktır, Yakın olan bir yetimi, veyâ sürünen bir yoksulu. Sonra îman edenlerden, sabrı bir-birlerine tavsiye edenlerden, merhâmeti bir-birlerine tavsiye edenlerden olmak. İşte bunlar, sağ yanın adamlarıdır (Ashab-ı Meymene) (Beled 11-18).

Sahih îman, bu îman uğrunda “saçların ağarması”dır:

Hz. Ebû Bekir, Allah Resûlü’ne sorar: “Yâ Resûlullah!. Saçınızda ak görüyorum. Birden-bire ihtiyarladınız; bir derdiniz mi var?”. Ve iki cihan serveri cevap verir: “Beni Hûd, Vâkıa, Mürselât Sûreleri ihtiyarlattı” (Tirmizî, Tefsir 57). 

Sahih îman, neyin söylendiğinden sonra, neyin göze alındığı ile de ilgilenir.

Ölmeyi bile göze almış birine kimse bir şey yapamaz. Onu hiç-bir şeyle korkutamaz. Hak olanı bilip-bilmemekten ziyâde, hak olanın, kişinin işine gelip-gelmemesi önemlidir. Hakkı göze alıp-alamama önemlidir. Hak uğruna ödenecek bedelleri göze almak önemlidir. Eğer göze alamıyorsanız, sahih îman hakkıyla tezâhür etmez.

Tabi biz burada, îmanları değerlendirip kişileri cennetlik-cehennemlik yapmaya çalışmıyoruz ve insanların îmanlarını değersizleştirmiyoruz. Îmânın değerlendirmesini ve ödülünü verecek olan sâdece Allah’tır. Zâten Allah îmanları zâyi etmeyeceğini söylüyor:

“…Allah, îmânınızı boşa çıkaracak değildir. Şüphesiz, Allah, insanlara şefkat edendir, esirgeyendir” (Bakara 143).

O hâlde yapılmaya çalışılan şey, “sahih îmân”ın târifidir. Ey müslümanlık iddiâsında bulunanlar!; İslâm, imtihanın bir gereği olarak, “işinize gelmeyen” şeylerle çevrilidir; İslâm, göze alamadığınız şeylerin toplamıdır.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş

Ocak 2018
Devamını Oku »