21 Nisan 2018 Cumartesi

Ateizm ve Üç Îman



“Çünkü, o, büyük olan Allah’a îman etmiyordu” (Hâkka 33).

“İnsanlardan kimi, Allah’a bir ucundan ibâdet eder, eğer kendisine bir hayır dokunursa, bununla tatmin bulur ve eğer kendisine bir fitne isâbet edecek olursa yüzü-üstü dönüverir. O, Dünyâ’yı kaybetmiştir, âhireti de. İşte bu, apaçık bir kayıptır” (Hac 11).

Tüm zamanlarda “ateizm” olmuştur fakat aslında ateizm, modern döneme gelinceye kadar çok da yaygınlaşmamıştır. Çünkü târih boyunca insanlar çeşitli inanış şekillerine sâhipti ve bu durum tüm insanlığa yayılmıştı. Zâten “şirk” ve “küfür” denen şey de, “sahih dîn”e dayalı olan inancın, zamanla ifsâd olup sapıklaşmasıdır. İslâm, bu sapıklığı düzeltmek ve aslına çevirmek için vardır.  

Aslında insan, İslâm fıtratına göre yaratıldığı için “mutlak ateizm olmaz” denir ve gerçekten de ateistler zor duruma düştüklerinde, fıtratlarından gelen bir dürtü ile duâ etmeye başlarlar. Kendisini ateist olarak tanıtan bir tanıdığım, dedesinin ölümü ve gömülmesi sırasında, başını yukarıya doğru kaldırıp; “eğer orada birileri varsa, dedeme iyi bakın” demişti. Yâni içindeki “îman kırıntısı”nı ortaya koyuvermişti. Demek ki %100 bir îmansızlık olmuyor. Zâten ateizm bile bir dindir ve bu dînin de kuralları vardır. Bu kurallara en çok riâyet edenlerdir “en sıkı ateist” olanlar. Buna göre, ateist kişinin îmânı %100 yok olmasa da, etkinliğini kaybedebilir. Zîrâ o fıtrî etkenin üzeri sürekli günah ve küfür ile kapatıldığından, tam olarak yok olmasa da işlevsiz kalır. Yâni kâlp zamanla küfür ve şirk kiriyle paslanır ve kararır. Buna Kur’ân “rân” der. Bir hadiste bu konuda şunlar söylenir:

Peygamberimize “ran” nedir diye sorduklarında, Peygamberimiz şöyle cevap veriyor: “Mü’min bir günah işlediği zaman kâlbinde siyah bir nokta oluşur. Eğer bu günaha tevbe edip terk eder ve Allah’tan af ve bağış dilerse, kâlbi temizlenip parlar. Eğer günaha devâm ederse kâlbi daha da kararır”. Bu durum Kur’ân’da şöyle geçer:

“Aslâ!, hayır!; onların kazandıkları, kâlpleri üzerinde pas (rân) tutmuştur” (Mutafifîn 14).  

Kur’ân, insanlara, “bakın; âlemi yaratan ve adına “Allah” denen bir kudret var, bu kudrete inanın” demez. Çünkü Kur’ân zâten Allah’ın varlığına inananlara gelmiştir. Ateistlerden-dehrîlerden bahsedilse de, bunların sözlerine o kadar da îtibâr edilmez ve zâten Allah ve Kur’ân, ateistleri “adam” yerine koyup da muhâtap almaz. Yâni Kur’ân, Allah diye bir varlık tanımayanlara ve onu inkâr edenlere değil, Allah’ı tanıyıp kabûl etmesine rağmen, O’na, -başka şeylerde güç vehmederek- ortak koşanlara gelmiştir. Zâten İslâm tâ Hz. Âdem’den yâni ilk insan ve ilk peygamberden bêri, Allah’ı “tek ilah” olarak haykıran bir dindir. Ateistlere de Kur’ân ile tebliğ yapılabilir tabi. Ateist olduklarını söyleyenlerin, ama aslında içten-içe inanan ve gerçekten de inkâr etmeyenler içinden, inatlarından vazgeçenler ve İslâm’ı-dîni kabûl edecek olanlar da olabilecektir.

Ateizm de, Allah’ın ve gaybın varlığını kabûl etmeyerek “üstünü örtmek” anlamında küfürdür ve her ateist de bu bağlamda kâfirdir. Tabi her kâfir ateist değildir fakat her ateist kâfirdir. Fakat Kur’ân’ın bahsettiği ve üzerinde önemle durduğu küfür ve şirk, inanç sâhibi olanların işledikleri küfür ve şirktir.  

Kur’ân’ın ana-konusu; Allah’a ortak koşanların, ortak koştukları şeylerin bir “ilah” olmadığını söylemek ve gerçekten “tek ilah”ın Allah olduğu gerçeğini haykırmaktır. Zâten kişilerin kâfir ve şirk üzre olmaları için Allah inancını kabûl etmiş olmaları gerekmektedir. Kâfir ve müşrikler, “müslüman” olanların içinden çıkar. “Müslüman” olmayanlar, kâfir ve müşrik de olamazlar. Öyle ya; neyin küfrünü ve şirkini yapacaklardır ki!. 

Bu tevhid-şirk sürecinde îmânın farklı şekilleri vardır ki, bu îmanlardan sahih olanı sâdece bir tânesidir. O hâlde Kur’ân; “dîne karşı din” ve “îmâna karşı îman” yâni “bâtıl dîn”e karşı “hak din”, “bâtıl îmân”a karşı “sahih îman” mücâdelesinin bir kılavuzudur. 

Tüm zamanlarda îman olmuştur. Fakat bu îmânın her zaman üç görünümü olmuştur. Bunlar; “lâik îman”, “felsefî îman” ve “sahih îman” şeklindedir. Bunların açılımı şu şekildedir…

1-Lâik Îman

“Göklerde ilah ve yerde ilah O’dur. O, hüküm ve hikmet sâhibidir, bilendir” (Zuhrûf 84).

Lâik îman, dîni ve Dünyâ’yı ayrı konumlandıran ama aslında dîni, Dünyâ’nın güdümüne alan beşerî bir ideolojidir. Lâik îman sâhiplerinin aslında çok da dinle-îmanla alâkası yoktur ve dîni, “kültürel” ve “folklorik” bir şekilde anlayan yada anlamak ve yaşamak isteyen kişilerdir. Bu kişiler: Cum’adan Cum’aya namaz kılan, yada daha önemli veyâ zevkli bir iş-uğraş-eğlence varsa, daha nâdir olarak Cum’alara giden, hattâ namazı bayramdan-bayrama kılan; orucu sâdece kış mevsiminin kısa günlerinde tutan ve bir çeşit zayıflama yöntemi sayan; hacca zinhar gitmeyen ve onu “Araplara para yedirmek” olarak sayan; kurbanı dinden dolayı değil de, Türk kültüründe yoğun olarak yapılan “alışılmış kurban” alışkanlığı yüzünden kesen yada kesmeyen; zekâtı ve infâkı, “zâten burs veriyorum”, “vergi veriyorum”, “yardım yapıyorum” diyerek vermeyen; başörtüsünü “arap kıyâfeti” olarak gören ve dinde böyle bir şey olmadığını zanneden; müslümanları “muhâfazakâr” olarak niteleyen (ki aslında muhâfazakârlık ilk başta bir suçlamaydı, sonradan kavram farklılaşıp kabûl edildi müslümanlar tarafından. Oysa İslâm ile muhâfazakârlık kelimeleri yan-yana bile gelemez. Çünkü muhâfazakârlık, adı üstünde, muhâfaza eder. İslâm ise devrimcidir); vs. kısaca dîni, kültürel ve folklorik bir etkinlik olarak kabûl etmek isteyen zümredir.

Lâik îmânın alâmet-i fârikası, “dînin görünürlüğü”nü zinhar kabûl etmemektir. Lâiklik, “dînin zihinlere ve kâlplere hapsedilerek görünürlüğünü iptâl etmek ve onun yerine, lâikliğin, lâik kişilerin ve onların kurallarının ve uygulamalarının görünürlüğünü öne çıkarmak” demektir. Bu nedenle de lâikler görünürlüğe-görüntüye çok önem verirler. Oysa İslâm, kişinin görünürlüğünü kısar ve “dînin görünürlüğü”nü ortaya çıkarır. Yada insan, dîni ile görünmeye başlar. Lâikler bunu zinhar kabûl edemezler. Zâten bâzı lâikler, namazı kılıp orucu tutmasına rağmen, bir “görünürlük aracı” olan başörtüsünü kullanmazlar ve hattâ başörtüsüne düşmanlık derecesinde karşıdırlar. Zîrâ lâik ideoloji buna aslâ katlanamaz. Çünkü kamusal alanda dînin bir sembôlünü değil de, kendi beşerî îcatlarını hâkim kılmak ve göstermek isterler.

Bu zümreye mensup olan kişiler İslâm’ı; “hayatlarına, zevklerine, konforlarına, düşüncelerine, inançlarına dokunmadığı oranda kabûl edecekler ve uygulayacaklardır. Şöyle düşünürler: “İslâm’ın şu kuralı bana zarar veriyor mu?. Hayır. O zaman bunu kabûl edebilirim ve ara-ara uygulayabilirim. Çünkü bunu yapmak beni yormaz, hayâtımdan çalmaz, Dünyâ’yı ıskalamama neden olmaz, düşünceme ve kafa konforuma da aykırı değildir. Yâni keyfime uygundur. Hem dînin söyledikleri her ne kadar modern bilime, akla ve mantığa ters olsa da, doğru da olabilir. Bu nedenle; ne olur ne olmaz, beni zorlamayacak ve hayâtımdan çalmayacak şeyleri yapsam zarar etmem”. Fakat ne zaman ki iş, Allah için, İslâm için ferâgat etmeye gelir, işte o zaman da yan çizerek onu yapmaya zinhar yanaşmazlar. Çünkü ne kadar “kabûl ettim” deseler de “yine de belli olmaz” düşüncesi vardır içlerinde. Bu nedenle de dîne-âhirete-Kitab’a, hayatlarını kısacak ve yönlendirecek kadar îman etmezler, edemezler. “Tamam; Allah, Peygamber, Kur’ân falan ama, bunlar modern zamanlara, akla, mantığa ve bilime çok da uygun değildir, bu nedenle ben hayâtımı da en iyi şekilde yaşamaya bakmalıyım ve buna engel olacak şeylerden uzak durmalıyım” düşüncesi dinleri olmuştur. Hattâ bu yüzden dînin gereklerini yapmadıkları gibi, bunun muhabbetinden bile sıkılırlar da hemen îtirâz ederler yada kalkıp giderler. Oysa İslâm, bir mücâhede ve mücâdele dînidir. Salt zihinsel, felsefî, kültürel ve folklorik bir din olmadığı gibi, -hâşâ- “olmasa da olur”u kabûl edecek bir din de değildir. Dünyâ’ya olan bağlılıkları, lâikliği iyi bildiklerinden değil, lâikliğin, ıskalamak istemedikleri Dünyâ yaşamını serbest bıraktığından ve seküler yaşama tarzına çanak tuttuğundan dolayıdır. Lâikliği genelde bu sebeple kabûl edip savunmaktadırlar. Böyle olunca da ister-istemez bir “gösteriş dindarlığı” sergileyeceklerdir tabî ki:

“Onlar, mallarını insanlara gösteriş olsun diye harcarlar, Allah’a ve âhiret gününe inanmazlar. Şeytan, kime arkadaş olursa, artık ne kötü bir arkadaştır o” (Nîsâ 33).

Lâiklik bir dindir ve İslâm’a da sâdece kültürel ve folklorik olarak yer verir ki, aslında buna bile râzı değildir. Bu nedenle de lâik anayasada şöyle yazılmıştır:

“Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzûru, millî dayanışma ve adâlet anlayışı içinde, insan-haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyâl bir hukuk devletidir” (Anayasanın 2. maddesi).

“Kimse, Devletin sosyâl, ekonomik, siyâsi veya hukûki temel düzenini kısmen de olsa, din-kurallarına dayandırmaz…” (Anayasanın 24. maddesi).

Lâkin, Allah, âyette dendiği gibi; “gökte ilah olduğu gibi yeryüzünde de ilahtır” ve bu nedenle de O’nun yeryüzünde de hâkim olması ve O’nun kânunlarıyla hareket edilmesi şarttır. İşte lâik îman, bunu zinhar kabûl etmemekte ve karşı çıkmaktadır. Fakat böyle yapmakla şirk işleyerek küfre düşmektedir ki, şirk, “Allah’a yeryüzünde hâkimiyet vermemek” demektir.  

2-Felsefî Îman

“İnsanlardan kimi, Allah hakkında bilgisi olmaksızın tartışır durur ve her azgın-kaypak şeytanının peşine düşer” (Hac 3).

Bu îman-şekli de aslında beşerî modern ideolojilerin güdümünde olan bir îmandır. Bu nedenle de Kur’ân’ı, ona azap edercesine aşırı didikleyerek, aşırı bir araştırmaya-incelemeye tâbi tutarak beşerî olana uydurmaya çalışırlar. “Tek kaynak Kur’ân”, “sâdece Kur’ân”, “sâdece Allah’ın hükümleri ve Kur’ân’ın kânunları” demelerine rağmen, bu sâdece sözde kalır ve iş, İslâm’ı-Kur’ân’ı hayâta uygulamaya ve hâkim kılmaya gelince apışıp kalırlar. Kur’ân’dan anlamlar ve hükümler çıkarmaya çalışırlar ki, bunların çok-çok büyük çoğunluğunun yaptığı şey, aslında Kur’ân’ın söylemediğini Kur’ân’a söyletmektir. İslâm’a birebir aykırı olan modern yorumlar, Kur’ân’a “etimolojik işkence” altında söylettirilen sapık sözlerden oluşur.

Kur’ân’ı okuyup, “işittik ve itaat ettik” diyorlar ama, itaat ettikleri şey Kur’ân’dan ziyâde nefisleridir, beşerî ideolojiler ve uygulamalardır. Zîrâ Kur’ân’ı okuduklarını ve en doğru şekilde anladığını söyleyen bu kişiler, iş Kur’ân’ı hayâta hâkim kılmaya ve bunu yapmak için sünnete sarılmaya gelince çark ediyorlar ve “Kur’ân’dan başka kaynak aramayız” ve “Kur’ân’da var mı?” gibi eksik-yanlış düşüncelere yöneliyorlar. Hayatta “gerçek bir kişi” olarak yaşamış Peygamber’in, Allah’ın kontrôlünde uyguladıkları şeyler için “Kur’ân’da var mı” demek, bir akıl zâfiyeti değilse, sapıklıktan başka bir şey değildir. Bu sapıklık da, “ılımlı İslâm”, “modern İslâm”, “demokratik İslâm”, “protestan İslâm” şeklinde, “İslâm’ı hayattan uzaklaştırıp onu gönüllere ve zihinlere hapsederek işlevsiz bırakmak” projesinin bir sonucudur. Bu projenin tutmasının nedendi ise, nefse oynaması ve “modern İslâm düşüncesine paralel olarak yapılan modern yorumlarla sorumluluktan kurtulmaktır. Öyle ki, Kur’ân’ın pratik bir uygulamasının olmadığını söyleyerek; Peygamber’in vahyin sözlerini iletmekten başka bir şey yapmadığını, hattâ Kur’ân’da namaz, oruç, zekât, hac, kurban, baş-örtüsü gibi dînin ana uygulamalarının olmadığını bile söyleyebilmektedirler. Bunu yapmak “modern-felsefî îman” için sorun olmamaktadır. Çünkü şeytan onları saptırmıştır ve Allah’a, Peygamber’e ve Kur’ân’a uymaktan daha çok, modernizmin ortaya koyduğu şeylere uymalarının nedeni, insanlık târihinde ağır bir sapma olan lâik-seküler uygarlığın büyüsü altında olmalarıdır.

Bu îman mensupları, modernizmin ortaya koyduğu her-şeye hayrandırlar genelde. Modernizm bir batı ürünü olduğu için de batı gibi olmak ana ilkeleridir. Sürekli olarak “batı gibi olmak”, “batı’nın izinde gitmek”, “batı’nın izinde giden lîderleri örnek almak”, “modern ideolojileri din edinmek” söylemlerini tekrarlayıp dururlar. Batı’nın hırsızlıkla ulaştığı uygarlığı överek, kendilerinin de onlar gibi ol(a)madıklarına yanıp dururlar.  

Felsefî îman mensupları Kur’ân’ı okur ve modernizme zinhar aykırı olmayacak şekilde yorumlar. Klâsik olandan nefret ederler. Zîrâ modernizm klâsik olandan nefret etmektedir ve modernizm hayâtiyetini bu nefretten alır. Bu nedenle Kur’ân’ı okuyan modern müslümanlar, onu zorlaya-zorlaya tam da modernizme uygun olacak hâle gelinceye kadar aşırı yorumlamaya tâbi tutarlar ve en sonunda da, modernizme uygun fakat İslâm’a aykırı bir yoruma ulaşırlar ki aslında bu yorumun müellifi şeytandır ve bu yorum şeytanın bir telkinidir.

Şeytan insana düşman olduğundan, peygamberlere de düşmandır. Modernizm de “eski” olana düşman olduğundan dolayı peygamberlere de düşmandır. Modernizmi din edinmiş olan modern müslümanlar da Peygamber’i yâni Kur’ân’ın pratiğini, dîni hayâta hâkim kılma şeklini, “sünnet” denilen tarzı, “usvetun hasenetun” denilen “güzel örnekliği” (Ahzâb 21), İslâm târihi boyunca uydurulmuş olan zırvalıklarla bir tutarak tümden yok sayar ve Peygamberi de sâdece vahyin tebliğini-aktarmasını yapan bir ara-kablosuna ve postacıya çevirirler. Zîrâ Peygamber’i de kabûl ettiklerinde, o’nun uygulamasını da kabûl etmek zorunda kalacaklar ve bu durum modern ideolojilerle Kur’ân’ın pratik örnekliği olan sünnet arasında bir tezat ortaya çıkaracaktır. Peki hangi tarz uygulama seçilecektir bu durumda?. Sünnetin yüklediği sorumluluktan kaynaklanan zorluğa tabî ki katlanamazlar ve bu nedenle de sünneti yok sayarlar. İşte bu zorluktan kurtulmanın yolu olarak modern îmânın sâhipleri, sürekli olarak Kur’ân’ın modern yorumlarını yapmak zorunda hissederler kendilerini. Sürekli güncelleme yaparlar modernizme uygun olarak. Buna çanak tutan tâğutlar da, bu işin profesyonelce yapılmasına katkıda bulunurlar ve bu sapıklık profesyonelce yapıldığı için, insanlar buna kolayca aldanırlar.

Evet; Târih boyunca bu hep böyle olmuştur ve “bu zamanda mı?” soruları sorulup durmuştur. Çünkü sahih din, moderne ve felsefî olana aykırıdır. Uzak-yakın ataların sapık dinleri her zaman İslâm’a üstün tutulmuştur ki felsefî îmâna sâhip olan modern müslümanlar da, İslâm’a Kur’ân ile düşmanlık etmekteler ve bunun ya farkında değillerdir yada bile-isteye düşmanlık yapmaktadırlar. Bu bağlamda çok açık delilleri görseler bile yine de inkârlarında direnirler. Zâten inanacak olana hurâfe yetmeyeceği gibi, inanmayacak olana da delil yetmez:

“Eğer gökten bir parçanın düşmekte olduğunu görseler bile: ‘Üst-üste yığılmış bir buluttur’ derler” (Tûr 44).

Evet; felsefî îman mensupları, apaçık olan bir şey için bile, âyette söylendiği gibi alâkasız yorumlar yapabiliyorlar. Tabî ki, “acı azâb”ı görene kadar.

3-Sahih Îman

“Ancak îman edip sâlih amellerde bulunanlar, bir-birlerine hakkı tavsiye edenler ve bir-birlerine sabrı tavsiye edenler başka” (Asr 3).

Sahih îman, Allah’ın emrettiği, Kur’ân’ın gösterdiği ve Peygamber’in güzel bir örneklikle uygulayıp ortaya koyduğu îman ve amel şeklindeki îmandır. Bu îman sâdece bilgide kalmaz ve bir bilinç açığa çıkarır. Bu bilinç mutlakâ amele-eyleme zorlar ve ancak, amel-eylem ortaya konduğunda yâni İslâm hayâta hâkim olduğunda ve sâdece Allah’ın sözü Dünyâ’yı kuşatıp tevhid sağlandığında ispât edilmiş olur. Tabi hâkimiyet sağlanana kadar bu yolda yapılanlar da sahih îmânın bir göstergesidir.  

Kur’ân; “ey îman edenler ve sâlih amel işleyenler” der ve sonra ekler; “bir-birlerine sabrı ve hakkı tavsiye edenler”. Yâni, “îman edip sâlih amel yolunda giderken sabırlı olup hakka uygun yol alınması tavsiye edilerek destekleşenler”. Demek ki sâdece “îman ettim” demekle olmuyor. Sonra sâlih amel işlenilmeli ve bu yolda giderken “sabır ve hakkı tavsiye” unutulmamalıdır. Bir âyette:

 “İnsanlar, (sâdece) ‘îman ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2) denir.

Bu nedenle âyetin de dediği gibi, sâdece “elhamdulillah müslümanım” demenin öyle çok da önemli bir yanı yoktur. Hele ki bunu son nefeste söylemek anlamsız ve yararsızdır. Müslüman olunduğu söz ile olmaktan çok eylem ile gösterilmelidir ve dîne ucundan-kıyısından bağlı olanlar için bu çok büyük zorluktur. Sahih îman sâhipleri ise, “bu bize Allah’ın vâd ettiği şeydir” diyerek îmanlarını güçlendirirler.

Din eylem ile ortaya konulmuşsa söz ile söylenmese de olur. İslâmî eylemde bulunan kişilerin bir de “müslümanım” demesine gerek yoktur. Namaz kılan, oruç tutan, zekât veren insanın “müslümanım” demesine gerek yoktur aslında. Dilsiz olan yâni konuşamayan biri bunu yapamaz meselâ. Zâten “müslümanım” demek bir iddiâdır ve tüm iddiâlar ispat ister. İspâtın kendisi delile gerek bırakmaz. Bu ispâtın nasıl olacağını Kur’ân şöyle târif eder:

“Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik değildir. Ama iyilik, Allah’a, âhiret gününe, meleklere, Kitaba ve peygamberlere îman eden; mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip-dilenene ve kölelere (özgürlükleri için) veren; namazı dosdoğru kılan, zekâtı veren ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefâ gösterenler ile zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenler(in tutum ve davranışlarıdır). İşte bunlar, doğru olanlardır ve müttakî olanlar da bunlardır” (Bakara 177).

Sahih îman, “o belini kıran yükü omuzlamak”tır:

“Ancak o, sarp yokuşa göğüs germedi. Sarp yokuşun ne olduğunu sana öğreten nedir?. Bir boynu çözmek (bir köleye özgürlük vermek)tir; Yada açlık gününde doyurmaktır, Yakın olan bir yetimi, veyâ sürünen bir yoksulu. Sonra îman edenlerden, sabrı bir-birlerine tavsiye edenlerden, merhâmeti bir-birlerine tavsiye edenlerden olmak. İşte bunlar, sağ yanın adamlarıdır (Ashab-ı Meymene) (Beled 11-18).

Sahih îman, bu îman uğrunda “saçların ağarması”dır:

Hz. Ebû Bekir, Allah Resûlü’ne sorar: “Yâ Resûlullah!. Saçınızda ak görüyorum. Birden-bire ihtiyarladınız; bir derdiniz mi var?”. Ve iki cihan serveri cevap verir: “Beni Hûd, Vâkıa, Mürselât Sûreleri ihtiyarlattı” (Tirmizî, Tefsir 57). 

Sahih îman, neyin söylendiğinden sonra, neyin göze alındığı ile de ilgilenir.

Ölmeyi bile göze almış birine kimse bir şey yapamaz. Onu hiç-bir şeyle korkutamaz. Hak olanı bilip-bilmemekten ziyâde, hak olanın, kişinin işine gelip-gelmemesi önemlidir. Hakkı göze alıp-alamama önemlidir. Hak uğruna ödenecek bedelleri göze almak önemlidir. Eğer göze alamıyorsanız, sahih îman hakkıyla tezâhür etmez.

Tabi biz burada, îmanları değerlendirip kişileri cennetlik-cehennemlik yapmaya çalışmıyoruz ve insanların îmanlarını değersizleştirmiyoruz. Îmânın değerlendirmesini ve ödülünü verecek olan sâdece Allah’tır. Zâten Allah îmanları zâyi etmeyeceğini söylüyor:

“…Allah, îmânınızı boşa çıkaracak değildir. Şüphesiz, Allah, insanlara şefkat edendir, esirgeyendir” (Bakara 143).

O hâlde yapılmaya çalışılan şey, “sahih îmân”ın târifidir. Ey müslümanlık iddiâsında bulunanlar!; İslâm, imtihanın bir gereği olarak, “işinize gelmeyen” şeylerle çevrilidir; İslâm, göze alamadığınız şeylerin toplamıdır.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş

Ocak 2018
Devamını Oku »

14 Şubat 2018 Çarşamba

Kötülüklerin Anası: İçki


“Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: Onlarda hem büyük günah, hem insanlar için (bâzı) yararlar vardır. Ama günahları yararlarından daha büyüktür. Ve sana neyi infâk edeceklerini sorarlar. De ki: ‘İhtiyaçtan artakalanı’. Böylece Allah, size âyetlerini açıklar; umulur ki düşünürsünüz” (Bakara 219).

 

Seyyid Kutub bu âyetin tefsirini yaparken şöyle der:

 

“..Herhangi bir nesnenin yada davranışın helâl yada haram olmasının ekseni, kriteri, iyiliğin ve kötülüğün baskın olup-olmamasıdır. Buna göre içkinin ve kumarın günahı ve zararı, yararından daha ağır bastığına göre bu durum bir yasaklama, bir haram sayma gerekçesi oluşturur”.

 

İnsanların târih boyunca çeşitli şekillerini kullandıkları içki, tüm zamanlar boyunca günah sayılmış, din tarafından haram kılınmış ve hem din hem de devlet tarafından yasaklanmıştır. Fakat buna rağmen bu günah çok fazla işlenmektedir. Zîrâ içki, dertleri güyâ bir nebze unutmak (ki aslına üstünü örterek ertelemektir) için içtiği içki, kişinin şuurunu bir süreliğine blôke etmekle kişiyi görece mutlu ederek kendisinden ve dolayısı ile hakîkatten uzaklaştırır.

 

Alkôl, içki, “hamr” denen sarhoş ediciler İslâm’da yasaklanmıştır. Zîrâ Allah insanlara tüm varlıklardan farklı olarak akıl ve irâde vermiştir ve bu akıl ve irâdenin kullanılamayacak duruma gelmesine izin vermez. İçki, beyni uyuşturup işlevsiz bıraktığından dolayı, kişi, sarhoşken (“kafası hoş”ken) insanlıktan çıkar ve insanlık-dışı çirkin işler yapar. Bedenin de hiç-bir özelliğini doğal ve normâl olarak kullanamaz. Bu durum sarhoşluk süresince kişiyi iptâl eder.

 

“İçki kötülülerin anasıdır” der Peygamberimiz. Çünkü içki sarhoş ettiği ve aklı ve irâdeyi iptâl ettiği için ve de insan sarhoşken her tülü hatâyı, suçu, günahı işleyebilir ve bunun farkında bile olmaz. Sarhoş kişinin akıl ve irâdesi kapalı olduğundan dolayı yapamayacağı rezillik yoktur ve her türlü suçu, günahı ve çirkefliği işleyebilir. Bu durumdaki kişi, ne yaptığını bilmediğinden dolayı, şeytan, sarhoş olan kişiyi istediği gibi kullanır. İnsanlığın arasını içki ve sarhoşlukla çok rahat açabilir ve bozabilir. Zâten Kur’ân da bunu söyler ve ayrıca içkinin ve içkinin yol açtığı diğer haramların ve günahların, insanı Allah’tan uzaklaştıracağını söyler ki bundan daha büyük bir felâket yoktur:

 

“Ey îman edenler!, içki, kumar, dikili taşlar ve fal okları ancak şeytanın işlerinden olan pisliklerdir. Öyleyse bun(lar)dan kaçının; umulur ki kurtuluşa erersiniz. Gerçekten şeytan, içki ve kumarla aranıza düşmanlık ve kin düşürmek, sizi, Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz değil mi?” (Mâide 90-91).

 

Allah, cehennemi hak edenlerin içeceği içkinin, “kaynar su karıştırılmış içecekler” olduğunu söylerken, bu içkiler için “ne serinletir ne de susuzluğu gidererek ferahlatır” der. Sanki Dünyâ’yı içki ile ve sarhoşlukla tüketenlere verilmiş bir cezâdır bu:

 

“Sonra kendileri için onun üzerinde kaynar su karıştırılmış bir içkileri de vardır” (Sâffât 67).

 

İçkinin cezâsı bizzat “içki içmek” ve içkinin kötü sonuçlarına katlanmak olarak daha Dünyâ’da başlar. İlk başta pahalı bir üründür ve ekonomiyi bozar. Sonra kişinin aklını iptal eder ve her türlü saçmalamayı yapar. Sonra ertesi gün baş ağrısı ve bir tatsızlıkla uyanır. Bir şeyin cezâsı Dünyâ’da “kendi türünden” olur.

 

İçki içmenin doğal bir şey olduğunu ve zâten doktorların da bir miktar içki içilmesinin faydalı bulduğunu söyleyenler, müslüman olmalarına rağmen Kur’ân’a değil de, belli ki dînin yasaklarına hiç aldırmayan doktorların önerilerini dinliyorlar. Böylece onları ilah edinmiş oluyorlar. Hattâ belki de bu nedenle olsa gerek, bâzıları, “içki sofrasında domuz eti yememeyi” dindarlık zannediyor. Hâlbuki içki içmek, domuz eti yemek gibi ve belki de daha kötü ve günah olan bir şeydir. 

 

Kişi İslâm dâiresinde olduğunu iddiâ etmesine rağmen alkôl kullanması ve alkôl satışını yapmakta her hangi bir sakınca görmemesi, İslâm’ın hükümlerini ciddiye alması yada kabûl etmesi dolayısıyladır. Aslında haram olan bir şeyin aracılığını yapmak da haramdır. Bu bağlamda; İçkiyi içmek, satmak, içkinin ulaştırılmasına aracılık etmek ve hattâ dükkanını içki satılan yere kirâya vermek dâhil, içkiyle bir şekilde alâkalı duruma gelmek doğru değildir ve yanlıştır. 

 

Çok küçük yaşlara kadar düşen alkôl kullanımı, gençlerimizi zehirliyor, ekonomileri bozuyor ve insanları alkolik yaparak akıl, zihin ve irâdeleri kısıtlayarak yada tümden engelleyerek insan ve yaşam kalitesini düşürüyor ve içenleri Dünyâ’da rezil ettiği gibi âhirette de azâba itiyor.

 

Verilere göre ülkemizde kişi-başı tüketilen “saf alkôl” oranı yıllık 1.5 litreye ulaşmış durumdadır ve her geçen gün artmaktadır. Müslüman bir ülkede, kendisini “müslüman” olarak tanımlayanların olduğu bir ülkede, üstelik köklü bir İslâmî geçmişi olan bir ülkede, insanlar nasıl olur da Kur’ân’da açıkça yasaklanmış ve haram kılınmış olan içkiyi bu kadar rahat ve çok tüketebilirler?. Hem bu kadar içki içilecek hem de müslüman olunduğu nasıl söylenebilecektir?. İçkiye harcanan paranın hesâbı nasıl verilecektir?.  

 

İçki borsasının tavan yaptığı ve diğer günahların ayyuka çıktığı “yılbaşı” günlerinde seküler sisteme göre içki içmek “farz-ı ayn”dır. İçilen içkinin miktârına bakınca “temiz bir Dünyâ” hayâli kuran mü’minlerin karamsarlığa düşmemesi mümkün değildir. Hele bir de müslümanların bunu çok eleştirmemesi, diyânetin ve devletin buna çeşitli dünyevî nedenlerden dolayını sesini çıkartmaması katlanılacak gibi değildir. Bir insan nasıl olur da aklının, idrâkinin çalışmasının engellenmesine râzı olabilir ve bunu kendi elleriyle yapabilir. Üstelik modern insan, aklına ve irâdesine güyâ çok değer veren ve hiç kimseye dokundurtmayan kişidir.Demek ki bir tek şeytan dokunabiliyor.

 

Bir insanın ve müslümanın, hem içki içip hem de kendisinin özgür, bağımsız, akıllı olduğunu söylemesi mümkün değildir. Zîrâ o; içkinin kölesi, müptelâsı olmuş ve onsuz yapamamaktadır. Hattâ içki, başta sigara olmak üzere her türlü uyuşturucuyu kullanmaya da kapıyı alabildiğine aralamaktadır. Bir de gençlerin içki içmekle kendilerinin bir şey olduğunu zannetmesi yok mu?.

 

Sünnet düğünü adı üstünde “sünnet” yâni Peygamber’le, dolayısı ile din ile ilgili olmasına rağmen, günümüzde yapılan sünnet düğünlerinde, Kur’ân’ın apaçık haram kıldığı içkiler kasalarla gelip kasalarla gidiyor. Su gibi alkôl tüketiliyor ve zihinler iğdiş oluyor.  

 

“Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: Onlarda hem büyük günah, hem insanlar için (bâzı) yararlar vardır. Ama günahları yararlarından daha büyüktür. Ve sana neyi infâk edeceklerini sorarlar. De ki: ‘İhtiyaçtan artakalanı’. Böylece Allah, size âyetlerini açıklar; umulur ki düşünürsünüz” (Bakara 219).

 

Bu âyette bahsedilen yarar, en çok da “sağlık alanında dezenfektan olarak ve ilaç yapımında kullanılmak” olarak düşünülüyor. Fakat bunlar için alkôlün kullanılması şart değildir ve alkôl yerine kullanılabilecek bitki özütlerinden yapılmış maddeler de vardır.

 

Dünyâ Sağlık Örgütü’nün, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 30 ülkede yaptığı araştırmaya göre:

 

Cinâyetlerin %85’i;

Irza tecâvüzlerin %50’si;

Şiddet olaylarının %50’si;

Trafik kazâlarının %60’ı;

Kadına şiddet olaylarının %70’inin sebebi alkôldür.

 

Peygamberimiz’in alkôl=içki hakkındaki sözleri şöyledir:

 

“Bir şeyin çok miktarda alınması insana sarhoşluk veriyorsa onun azı da haramdır” (Ebu Dâvud, Sünen, c.II, s.294; Tirmizi, Eşribe 3).

 

 Câbir anlatıyor: Mekke’nin fethedildiği sene Hz. Peygamber’i Mekke’de işittim, şöyle buyuruyordu: “Cenab-ı Allah içki, ölmüş hayvan, domuz ve putun alım-satımını yasakladı”. (Buhârî, Büyû 112, Meğâzî 50; Müslim, Müsâkât 71 (1581); Ebu Dâvud, Büyû 66 (3486); Tirmizî, Büyû 93, (7, 309-310); İbnu Mâce, Ticarât 11, (2167).

 

 Câbir anlatıyor: “Resûlullah buyurdular ki: “Kim Allah’a ve âhirete inanıyorsa, üzerinde içki bulunan sofraya oturmasın” (Tirmizi, Edeb 43, (2802); Nesai, Gusl 2, (1, 198).

 

Sevr İbnu Zeyd el-Dîlî anlatıyor: “Hz. Ömer, hamr=içki için uygulanması gereken haddin miktârı husûsunda (Ashabla) istişârede bulundu. Hz. Ali: “Seksen sopa vurulmasını uygun görüyorum” dedi. Çünkü kişi, içince sarhoş olur, sarhoş olunca hezeyâna düşer (saçmalar), hezeyâna düştü mü iftirâ atar. İftirânın cezâsı ise 80 sopadır. Böylece Hz. Ömer içki içenler için haddi 80 sopa takdir etti” (Muvatta, Eşribe 2, (2, 842).

 

Hz. Âişe anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtu vesselam) buyurdular ki: “Sarhoşluk veren her içki haramdır” (Buhârî, Eşribe 4, Vudü 71; Müslim, Eşribe 67-68, (2001); Muvatta, Eşribe 9, (2, 845); Ebu Dâvud, Eşribe 5, (3682, 3687); Tirmizî, Eşribe 2, 3, (1864,1867); Nesâî, Eşribe 23, 8, (298).

 

Huzeyfe anlatıyor: “Resûlullah buyurdular ki:? “Hamr (sarhoş edici içki), günahın her çeşidinin kaynağıdır”.

 

İslâm’da insanların tüm zamanlarda uygulayabileceği had cezâsı çeşidi 4’tür: Öldürme, hırsızlık, zinâ ve iftirâ. Âlimler bir de “içki içene de cezâ uygulanmalıdır” derler. İçki içene “iftirâ atma cezâsı” olan 80 değnek vurulur. Çünkü sarhoş adamın sarhoş kafayla iftirâ atması çok olasıdır. Fakat bu durum genelleştirilemez ve sarhoş olsa bile iftirâ attığı kesin olmalıdır.

 

Hristiyanlar, Paul’ün; “ağıza giren değil, ağızdan çıkan önemlidir” sözüne göre içki içmekten sakınmıyorlar. Oysa Hz. Îsâ içki, içmezdi. Bu, Matta 26’da şöyle dile getirilir:

 

“…Size şunu söyleyeyim, Babam’ın egemenliğinde sizinle birlikte yenisini içeceğim o güne dek, asmanın ürününden bir daha içmeyeceğim.

 

Hz. Îsâ içmiyor ama hristiyanlar içiyor. Peki niçin onu örnek almıyorlar da içki içmekten vazgeömiyorlar?. Çünkü oHz. Îsâ’yı ilahlaştırmışlar ve o’nu örnek alınamayacak hâle getirmişlerdir.  

 

Son zamanlarda, yapılan bir çirkefliğin ve şerefsizlin savunmasını “alkôllüydüm diye yapmaya başladılar. Çünkü devlet, alkô üretiyor yada vergi alarak desteklemiş oluyor. Böylece alkôl güyâ meşrâlaşıyor. Meşrûlaşınca da bir savunma aracı hâline geliyor. Alkôllüyken yapılan terbiyesizlikler ve şiddet, hoş ve normâl görülmeye başlıyor. Hâlbuki alkôllü olarak yapılan şeyin cezâsı ikiye katlanarak verilmelidir.

 

Aslında içki, şeytanın açık bir ayartmasıdır. Çünkü içki içen kimse aklını ve irâdesini kullanmayacağı için Allah’ın yoluna giremeyecek ve ondan mahrûm kalacaktır. Bu durum şeytanın tam da istediği şeydir. Alkôl, helâl olan bir nîmetin ifsâd olmuş hâlidir ki, helâl olan bir nîmetin kullanılmaması gereken yönüdür. Meselâ üzümü ele alırsak; Üzümün kendisi, suyu, hoşafı, yaşı-kurusu, pekmezi, sirkesi, üzümden yapılan kekler ve tatlılar, üzümden yapılan marmelatlar, ezmeler, üzümün özü ve posası, ağacı, dalı, yaprağı, çekirdeği vs. hepsi helâldir ve de sağlıklıdır. Bir tek, üzümden yapılan şarap haramdır. Üzümün o kadar çeşidini kullanmayıp da, Allah’ın açıkça zararlı olduğu için haram kıldığı ve yasakladığı sarhoş edici tarafını kullanmak, hem akılla bağdaşmaz hem îmanla.

 

İçki ile ilgili söylenmiş bâzı sözlerle yazımızı noktalayalım:

 

“Sarhoşluk, geçici intihardır” Bertrand Russell.

 

“İçki içeri girer-girmez, akıl da dışarı çıkar” G. Herbert.

 

“İçki, korkağı cesur; cesuru küstah eder” Refik Halit Karay.

 

“İçkiyi savunanlar olabilir, fakat içki onları asla savunmaz” Abraham Lincoln.

 

“Akıllı adamların tek içkisi sudur” Thoreau.

 

“İçki, bütün kötülüklerin anasıdır” Hz. Muhammed (s.a.v.).

 

Evet, içki içinde “kafa güzel” olmaz ve tam-aksine “çirkin” olur. Zîrâ “güzel kafa, aklın güzelce çalışması” demektir. Aklın çalışmaması güzel olmadığından, içki içerek kafanın “güzel” olması mümkün değildir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ocak 2018

 

Devamını Oku »

3 Şubat 2018 Cumartesi

Körelen Kılıç, Sivrilmeyen Kalem, Yozlaşan Adâlet

  

“Andolsun, Biz elçilerimizi apaçık belgelerle gönderdik ve insanlar adâleti ayakta tutsunlar diye, onlarla birlikte kitabı ve mizânı indirdik. Ve kendisinde çetin bir sertlik ve insanlar için (çeşitli) yararlar bulunan demiri de indirdik; öyle ki Allah, kendisine ve elçilerine gayb ile (görmedikleri hâlde) kimlerin yardım edeceğini bilsin (ortaya çıkarsın). Şüphesiz Allah, büyük kuvvet sâhibidir, üstün olandır” (Hadîd 25).

Haçlı Seferleri’yle yıpranıp, Moğol İşgâli’yle çatırdayan İslâm toplumu ve medeniyeti, Rönesans, Aydınlanma ve Sanâyileşme’yle birlikte etkinliği yitirdi. Bunda en büyük etken, içtihad kapısının kapanması, tasavvufun palazlanması ve Osmanlı’nın ilim alanındaki cılızlığıdır. Üstelik Osmanlı’nın “imparatorluk” hâline geldiği zamanlarda İslâm medeniyetinin gözbebeği olan Endülüs de yıkılmış ve o “ilim medeniyeti” mirâsını Osmanlı’ya aktaramamıştı. Osmanlı ilimden ziyâde kültürle yol almıştır. Başarılı devlet adamları, asker ve şâir yetiştirmiş fakat İslâm-merkezli ilim alanında zayıf kalmıştır. İslâm’dan gelen ve Selçuklular’la yükselen kültür, Osmanlılar’la zirve yapmıştır. Fakat bu durum aynı-zamanda bu kültürün harcandığı bir zaman da olmuştur. Zîrâ yeterli ilmî çalışma olmadığı için kültürün yükselmesi durmuştur. İslam-merkezli ilmî çalışmaların yokluğu, kültürü doğuramamış, üretememiş ve ilerletememiştir. “Kâlem kılıçtan üstündür” sözü yabana atılmış ve kalemler sivrilmeyince, kılıçlar da körelmiştir.  

“Turan Taktiği” işe yaramamaya başlayınca durum değişti. Alternatif deniz yolları bulununca iş değişti. Kalem ile kılıç birlikte hareket etmeyince dirâyet azaldı. Müslümanlar hâlâ suçu kılıçta bulurlarken, batı tarafındakiler nice kalemler tüketti.

Müslümanlar bu kötü gidişâtı fark etmiştir ve tedbir alma yoluna da girmiştir tabî ki. Fakat batı hızını almış, bu hızla “zirve”yi aşmış ve yokuş-aşağı inmeye başlamıştır. Üstelik yokuş aşağı inerken bir “yol” da oluşturmuştur ve arkadan gelenler artık bu hazır yolu -biraz da mecbûren- tâkip etmeye başlamıştır.

Müslümanlar artık savaşlarda yenilmeye başlayınca ve kalem erbapları da olmayınca, toplumu sürükleyecek bir etken kalmadı. Kalem erbâbı en son Çanakkale’de eriyince, (daha doğrusu bir plân dâhilinde eritilince) artık taklitçi bir zihniyet peydâh oldu ve hâlen de bu mukâllitizm devâm etmekte.

Müslümanlar batı’nın teknolojisini almakla ahlâkını da almış oldu ve artık düşmanın her-şeyleri alınmaya başladı ve bunda bir sakınca da görülmedi. Böylece düşman, “dost” olarak görülmeye başlandı. Düşmana yetişmek için onun “modern kalem”leri olan silahları alındı. Tabi aslında alınan şey ikinci el “silah artıkları”ydı. Batı, yeni ürettiğini vermiyor, yada verse bile günümüzde olduğu gibi silahın kontrôlünü kendi elinde tutuyor.

İlim-teknik yolu kim açılmışsa, geriden gelenler genelde o yolu tâkip ederler. O yolu tâkip edince de onların tarzı da tâkip edilmiş olur. Onların zihniyeti tâkip edilmiş olur. Olan da bu olmuştur. Onlar gibi olunmuştur. Oysa “düşmanı gibi olanların düşmanlarını yendiği ve onlardan üstün olduğu vâki değildir”. Düşmana karşı ancak iç-dinamiklerle hareket edildiğinde üstün olunabilir. Fakat taklitçi için kendi iç-dinamiklerini kullanmak çok zordur. Hazır olanın câzibesine, kolaylığına ve hazzına kapılmıştır çünkü.

Osmanlılar ve müslümanlar, batı’yı târih boyunca “gevur” ve “kâfir” olarak görmüştür. Bu nedenle onları “küçük” gördüğünden, araştırıp değerlendirmeyi düşünmemiştir 18-19. yüzyıla kadar. Oysa İslâm’da “düşmanı iyi tanımak” vardır. Yapılan şey yanlıştı ve bu yanlış fark edildi fakat, batı’yı araştırmaya başlayınca, kendi iç-dinamiği ile kendini düzelteceğine, hazır batı bilimini taklit etmek kolay geldi. İşin kötüsü, tâkipçiler ve taklitçiler tâkibi de taklidi de doğru-düzgün yapamamışlardır. Taklit ettiklerini bu nedenle kendilerine uygun olarak geliştirip üretememektedirler. Batı ilmi ve tekniği üzerinden kendi ilim ve tekniği geliştirememiş ve 20. yüzyıla kadar “yakın batı”yı tâkip ve taklit ederken; bu tâkip ve taklitçilik 20. yüzyıldan îtibâren daha batı’ya kayarak “uzak batı”ya yâni Amerika’ya ulaşmıştır. Bu durum hâlen de devâm etmektedir.  

Müslümanların sorunu teknik ürünlerden mahrum olmaları değildir. Zîrâ daha 1.700’lü yıllarda batı’daki her tekniğe onlar da sâhipti. Fakat tekniğin bilgisi yâni “kılıcın bilgisine” sâhip değildik. Kalemimiz yazmıyordu. Bunun için ödenmesi gereken bedeller ödenmemişti ve gayretler gösterilmemişti. Yenecek “kırk fırın ekmek” vardı ve bu kadar beklemeye tahammül yoktu ve konjonktür uygun değildi. Mesele ekonomik de değildi ve “lâle devri”, ekonomik olarak Osmanlı’nın zirve yaptığı zamanlardır. Osmanlı ve müslümanlar “ileriye dönük” düşüncesini yitirmiştir ve artık bekleyecek tahammülleri de olmadığı için dışarıdan ithâl edilmiştir bilgi ve dolayısı ile ahlâk ve davranış. Böylece dünyevîlik güçlenmiş ve ortalıkta mütevâzi insan kalmamış, “adanmış insan” kalmamıştır.

Zamanla batı’nın rüzgârına iyice kapılınmış ve onun okul tarzı, kitapları, dili ve en nihâyet kânunları, ideolojileri ve yaşam-tarzları baş-tâcı edilmiştir. Onlar gibi düşünüp, onlar gibi davranılmaya başlanmıştır. O ilmî tavır ise bir türlü alınmamıştır. “İlim Çin’de bile olsa gidiniz” sözü, “ilim evrenseldir, alın o ilmi ve müslümanlaştırın” demeye gelir. Bunu bir türlü başaramıyoruz ve böyle bir düşünce de çok zayıf. “Mağlûplar gâlipleri taklit ederler” sözü yerini bulmaktadır. Karşısında zayıfladığınız yapının zamanla her-şeylerini almaya başlarsınız. Askerî alanda başarı göstermiş ve onlara karşı iyi mücâdele etmiş olsanız yine de fark etmez. Meselâ Türkiye Cumhuriyeti “Kurtuluş Savaşı’nı kazandı ama kânunlarını, Almanya’dan, İtalya’dan, İsviçre’den, Fransa’dan vs. aldı. İdeolojilerini düşmanlarından aldı. Savaş meydanında yendiği düşmanlarından. Çünkü kendisi üretemiyordu ve yada eskisini yenileyip zamânına taşıyamıyordu.

Bunun nedeni öyle dendiği gibi matbaanın geç gelmiş olması falan değildir. Zâten bahsedildiğinden çok-çok daha önce gelmiştir matbaa. İslâm medeniyeti 1.000 yıl boyunca sürdürdüğü medeniyetini matbaa ile mi kurdu?. Hayır!. Kalem ve kılıçla kurdu. Hem müslümanlar matbaanın bastığı kitapları isteseler alabilirlerdi. Alınıyordu da zâten ama yeterli değildi. Batı’dan her-şeyi alıyorsunuz da matbaaların bastığı kitapları mı alamayacaksınız?. Matbaası olanlara parasını verince; “al şunu bas” dersin, o istediğiniz kadar basar getirir. Hattâ matbaanın kendisini bile alırdınız isteseydiniz. Meselâ o zamanlar bu işte gelişmiş olan Venedik’e el-yazısı ile yazılmış örnek bir kitap gönderirsiniz, binlerce basılıp geri gelir. Mesele o değil. Mesele, aynen şimdi olduğu gibi, “böyle bir talebin olmaması” idi. Mesele, matbaanın yokluğu değil, matbaanın bastığı kitapları okuyacak ve ilim elde edip kendi iç-dinamiğine göre o ilmi üretip yükseltecek adamların olmayışı idi. İlim böyle gelişir ve yayılır. Kitaba-ilme yönelecek adam saygısının azlığı idi sorun. Hem yıllarca uzak kalındığından, hem de hazırı vâr olduğundan böyle bir kadro oluşmadı. Oluşanlar da -dediğimiz gibi- en son Çanakkale’de toprağa düştü.

Sorunu matbaanın geç gelişinde görenlere sormak lâzım; şimdi her taraf kitap kaynıyor da ne oluyor?. Küçücük bir hafıza kartına, insanın ömrü boyunca okuyamayacağı sayıda kitap sığıyor. Elimizi attığımız her yerde kitap var. Peki ne değişiyor?. Matbaanın ürünlerinden çok, o ürünleri değerlendirecek kadro eksikliğidir sorun. Bu konuda İlber Ortaylı şöyle der:

“Matbaanın gelmesi için bir sebep yok, gelmemesi için de bir sebep yok. Camı alıyorsun Venedik’ten, Acemistan’dan kendi malını beğenmeyip halı getiriyorsun, kitabı da getirirsin ihtiyaç duyarsan. Venedikliler basar, getirir. Viyana’da var Mekitarist matbaası, Venedik’te var. Bunlar Anadolu Türkçesi, Arapça, Farsça bilen Ermeniler. Döküm hurûfat var orada. Arapça hurûfat bu memlekette ortaya çıkmış değil ki!. O zaman da var. Onu da abartıyorlar. 18. asırda onun evveliyatı var teknik olarak oralarda. Niye gelmiyor?. Okumuyoruz çünkü. Ben söyleyeyim, en çok okunan kitap Menâkıbnâme-i Mahmud Paşa-yı Veli meselâ. Elden-ele kopya edile-edile pek-çok nüshası var. Bunu okuyorlar meselâ. Demek ki millet Nâima Târihi’ni bile çok bilmiyor. Ortada 20 nüsha dolaşsa okuyup dinleyen 200 kişi oluyor, o da yetti!. Fazlasını da zâten aradığı yok. Burada matbaa olmaz. Matbaa gelmiş ve hakîkaten çok fazla bir şey yapamamış, durgunlaşmış ve öylece asrı tamamlamıştır. Ne zaman ki sistematik eğitim müesseseleri, yeni bürokrasi kuruluyor, o zaman iş değişiyor. O zaman Karamanlı Rum bile İncil istiyor artık. Çünkü Yunan harfleriyle Türkçesi basılıyor.

“Yobazlar istemedi de matbaa gelmedi” deniyor. Evet, belki bâzı yobazların bâzı lafları vardır ama mekanizmayı bu fazla îzah etmez. “Efendim hattatlar karşı geldi”. Hayır, hattatlar karşı geldiği için de durmaz. Çünkü iki bin kişi kitap okuyacak olsa İstanbul’da, iki bin tâne nüsha istenecekse bir eserden hattatlar o işe kolay-kolay yetişemezler zâten. Patlar arz-talep mekanizması. Meselâ Mushaf-i Şeriflerin matbû olması 19. asırda bile yasaktı. İrâdelerde görülüyor toplatılması. Dinlediler mi?. Her ev Kur’ân istedi de ondan. Vazgeçildi yasaktan”.

Kılıç köreldikçe kalem yazmamaya başladı ve kalem yazmadıkça da kılıçlar daha köreldi. Ne kalem yazıyor ne de kılıçlar kesiyor. Burada artık yapılacak şey, kendi iç-dinamiğine bağlı üstün gayretlerdir. Bu bağlamda bâzı kıpırdanışlar olduysa da güçlü kıpırdanışlar ve silkinişler değildi bunlar. Başlatılabilirdi ama başlatılamadı. Yenilgi, yenilmemeyi öğretemedi. İslâm ve Kur’ân-sünnet ilk günkü canlılığıyla dimdik ayaktaydı ama müslümanların dizinde derman kalmamıştı. Zîrâ gönlündeki derman tükenmişti. Nefsi ise coşmaya başlamıştı. Bu biraz da kader miydi, termodinamik yasa mıydı (entropi) bilinmez. Yada; “Eğer bir yara aldıysanız, o kavme de benzeri bir yara değmiştir. İşte o günleri biz onları insanlar arasında devrettirip dururuz. Bu, Allah’ın îman edenleri belirtip-ayırması ve sizden şâhidler (veyâ şehidler) edinmesi içindir. Allah, zulmedenleri sevmez” (Âl-i İmran 140) âyetinin vermek istediği mesajın gereği olan imtihan mıydı?. Artık orası tartışılmalıdır. Bu tartışma kalemin yeniden sivriltilmesi ve kılıcın yeniden bilenmesine kadar süreceğe benzer.

Sadece kılıç nasıl ki işe yaramıyor ve hemen körelmeye başlıyorsa, kalem de kılıçsız tükenir gider. Yazmaz. Nede olsa kalemi sivriltmek için de kesici bir şey lâzımdır; kılıç lâzımdır. Kalemi en iyi kılıç sivriltir ve kılıcı da en iyi kalem bileyler. Toplumları dik ve diri tutan şey, kalem ve kılıç birlikteliğidir. Kalemler yazarken kılıçlar şakırdayacak ve medeniyet güneşi sürekli aydınlatacaktır Dünyâ’yı. Bakın Zu’l-Karneyn’e; ilim ile tekniği, yâni kitap ve demiri nasıl birleştiriyor ve toplumu Ye’cüc ve Me’cüc’ün saldırısından kurtarıyor:

“Dediler ki: Ey Zu’l-Karneyn!, gerçekten Ye’cüc ve Me’cüc, yeryüzünde bozgunculuk çıkarıyorlar, bizimle onlar arasında bir sed inşâ etmen için sana vergi verelim mi?. Dedi ki: Rabbimin beni kendisinde sağlam bir iktidarla yerleşik kıldığı (güç, nâmet ve imkân), daha hayırlıdır. Mâdem öyle, bana (insânî) güçle yardım edin de, sizinle onlar arasında sapasağlam bir engel kılayım. Bana demir kütleleri getirin, iki dağın arası eşit düzeye gelince, ‘körükleyin’ dedi. Onu ateş hâline getirinceye kadar (bu işi yaptı, sonra:) dedi ki: ‘Bana getirin, üzerine eritilmiş bakır dökeyim’. Böylelikle, ne onu aşabildiler, ne onu delmeye güç yetirebildiler” (Kehf 94-97).

Fakat İslâm kalem ve kılıçtan başka bir şeyin daha altını çizer: Adâlet:

“Andolsun, Biz elçilerimizi apaçık belgelerle gönderdik ve insanlar adâleti ayakta tutsunlar diye, onlarla birlikte kitabı ve mizânı indirdik. Ve kendisinde çetin bir sertlik ve insanlar için (çeşitli) yararlar bulunan demiri de indirdik; öyle ki Allah, kendisine ve elçilerine gayb ile (görmedikleri hâlde) kimlerin yardım edeceğini bilsin (ortaya çıkarsın). Şüphesiz Allah, büyük kuvvet sâhibidir, üstün olandır” (Hadîd 25).

Kılıç, kitap yâni kalem ve adâletten sonra gelir. Adâlet olmadığında bâtıl batı’nın geldiği yere gelinir. Adâletsiz ve zâlim bir uygarlık çıkar ortaya. Kalem sivridir ve kılıç keskindir fakat kalem ve kılıç adâleti ortaya koyamazsa, -adâlet sağlanamayınca hayat bir boşluk kabûl etmeyeceği için- zulüm çıkar ortaya. Kalem ve kılıç birlikteliği adâlet-merkezli olmayınca zulüm üretir yâni. Açlık-susuzluk üretir, ahlâksızlık üretir, acı, feryat ve ölüm üretir. Bakın batı’ya, Dünyâ’yı nasıl da ifsâd etmiş ve zulmü ayyuka çıkarmış. Kalem ve kılıç var ama adâlet yok, ahlâk yok. Bu yüzden Dünyâ’nın her yerinden iniltiler geliyor. Kimi ölürken kimisi ölmekten beter oluyor. Kimisi bir kere ölürken kimisi her-gün ölüyor. Birileri zâhiren ölürken birileri de bâtınî olarak içten çürüyüp ölüyor. Neden?, çünkü ahlâk ve adâlet yok. Adâlet neden yok?. Çünkü adâletin neş’et ettiği din yok, İslâm yok. O hâlde İslâm demek, kitap (kalem), mîzan (adâlet) ve demir (kılıç) demektir.

Batı’nın ilmî mâcerâsı Haçlı Seferleri’yle başlıyor ama aslında “Amerika hırsızlığı”ndan sonra Afrika ve doğu sömürüsüyle zenginleşince ortaya çıkıyor. Zehirli bir ilimdir bu ve hâliyle tüm Dünyâ’yı zehirlemektedir. Bu nedenle temeli zulüm olan batı ilmi, sonuçta da zulüm üretiyor ve iki taşlı üst-üste koy(a)madığı gibi, taş üstünde taş bırakmamaktadır. Hırsızlıkla zenginleşen burjuvazi kapitâlizme dönüşüyor ve suyun başını tutmuş olanlar bu ilmi ve tekniği insanlığın yarârına değil de sömürüye ve çıkarlarına yönelik kullanıyor ve destekleyip ilerletiyor. Liberâl-kapitâlist ekonomi modeli ve lâik-seküler-profan ideolojiler bu ilmin ve anlayışın sonucudur. İlk başta ortaya çıkan düşünceler, İngilizlerin öncülüğünde sanâyi devrimiyle berâber maddîleştirilip dönüştürülüyor. İşte mevcut dünyâ hâlen bu doğrultuda sürüklenmeye devâm etmektedir.

Velhâsıl kelam; İslâm kültürü, medeniyeti ve târihi, dışarıdan (kılıç) çok içeriden (kalem) yıkılmıştır ve yine dirilmesi (adâlet) de “içeriden” olacaktır inşallah!.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Nîsan 2017


Devamını Oku »

24 Ocak 2018 Çarşamba

Kur’ân’ı Zihinlere Hapsetmek



“Îman edip sâlih amellerde bulunanlar; ne mutlu onlara. Varılacak yerin güzel olanı (onlarındır)” (Ra’d 29).

İslâm dîni, hem iç-âlemi, hem de dış-âlemi inşâ ve îmar etmek için vâr olan bir dindir. “Hayâtı inşâ etmek”tir onun amacı. İşte bu nedenle “Peygamber örnekliği” (usvetun hasenetun) üzerinden hem kişinin iç-âleminin hem de dış-âleminin nasıl inşâ edileceğinin örnekliği gösterilmiştir. Aksi-hâlde vahiy farklı bir biçimde de gönderilebilir ve insanlar tarafından bulunur, sonra da “zihinlerin bir egzersizi” olarak okunurdu ve onun okuyan kişiler de sâdece kendi iç-âlemlerini onunla inşâ etme yoluna giderlerdi. Fakat vahiy bir “insan örnekliği” (Peygamber) üzerinden gönderilmiş ve 23 yıllık bir süreçte hayâtın tam ortasında yaşana-yaşana, özümsene-özümsene ortaya konmuştur. Zîrâ Kur’ân bir “hayat kitabı”dır ve hayâtı inşâ etmek ister. Bu inşâ, “tüm Dünyâ’nın İslâm-merkezli inşâsı” şeklinde bir hedefi de içinde taşır. O hâlde Kur’ân, sâdece zihinleri geliştirmesi ve hayâta hiç karışmaması için gönderilmiş bir kitap değil, zihinleri ve kâlpleri inşâ ettikten ve ahlâklı bir nesil-toplum ortaya çıkardıktan sonra, onu hayâta da taşımak ve hayatta hâkim kılmak için de indirilmiş bir kitaptır.  

İslâm hiç kuşkusuz, kişinin zihnini ve kâlbini vahiy-merkezli inşâ eder. Böylece ahlâk-timsâli bir şahsiyet çıkar ortaya. İşte bu şahsiyet diğer şahsiyetli kişilerle bir-araya geldiğinde bir cemaat-toplum oluşur. Bu toplum, İslâm’ın-Kur’ân’ın canlı şâhitleri ve temsilcileridirler. Aynı-zamanda da canlı tefsirleridirler. Böyle bir toplumûn salt zihnî ilgilerle dolu olması ve bilince dönmüş vahyi bilgiyi hayâtın tam ortasında yaşamaması düşünülemez. Zâten Kur’ânî bilinç mutlakâ amele-eyleme zorlar. O hâlde vahiyle inşâ olanların mutlakâ onu kendi yaşamlarında gösterdikten sonra, hayatta da hâkim kılmak hedefleri olmalıdır. Tüm peygamberlerin ana-hedefi budur ve zâten Kur’ân da böyle bir hedef belirler ve insanları bu hedefe yönlendirir:

 “Allah, içinizden îman edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara vâdetmiştir: Hiç-şüphesiz onlardan öncekileri nasıl “güç ve iktidâr sâhibi” kıldıysa, onları da yeryüzünde “güç ve iktidâr sâhibi” kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler ve bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır” (Nûr 55).

“Andolsun, biz Zikir’den sonra Zebur’da da: Şüphesiz Arz’a sâlih kullarım vâris olacaktır diye yazdık” (Enbiyâ 105).

“Biz ise, yeryüzünde güçten düşürülenlere lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve mîrasçılar kılmak istiyoruz” (Kasas 5).

“Şüphesiz, Allah’ın sana gösterdiği gibi insanlar arasında hükmetmen için biz sana Kitabı hak olarak indirdik. (Sakın) hâinlerin savunucusu olma!” (Nîsâ 105).

“İslâm Devleti’ni yüreklerde kurun” söylemini çok yersiz ve boş buluyoruz. Çünkü dediğimiz gibi; İslâm sâdece yüreklere hapsedilebilecek bir din değildir ve sâdece yüreklerde kurulacak olan bir devletin; zulme uğrayan, aç, sefil, mağdur, mazlum insanlara hiç-bir faydası olmaz. Yüreklerdedir çünkü. Yüreklerde kurulmuş (yada hapsedilmiş) olan devlet, bir mazlumun alnına doğru gelen bir kurşunu bile engelleyemez ve hattâ sektiremez. Hiç-bir yaraya merhem olmaz yâni. Böyle olunca da tâğutların ekmeğine yağ sürer. Bu nedenle devleti sâdece zihinlerde ve gönüllerde kurmak yetmez. Fakat deniyorsa ki, “ilk-önce zihinlerde-yüreklerde kurun”.. eyvallah, o zaman başka. İslâm Devleti ilk-önce zihinlerde-yüreklerde kurulmalı ve bir-süre sonra bilinç ile beslenmiş bir toplum tarafından kurulacak olan İslâm Devleti yeryüzünde hâkim duruma gelmelidir. Bilinç, samîmiyet ve gayret netîcesinde Allah’ın yardımı mutlakâ yetişecektir.  

Tabi vahyi hayâta hâkim kılma süreci güle-oynaya, gürültüsüz-patırtısız olmayacaktır. Zâten târihte, “hakkın ortaya konma süreci”nin sessiz-sedâsız ortaya konulduğunun bir örneği de yoktur. Bir eleştiri-îtirâz ve hattâ isyân süreci olabilecektir. Çünkü hayattaki küfrün, şirkin ve câhiliyenin temsilcilerine ve bunların sistemlerine ağır bir “lâ” denmesi gerekecektir. En azında şu sûre okunacaktır yüzlerine:

“De ki: ‘Ey kâfirler!, Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Benim taptığıma siz tapacak değilsiniz. Ben de sizin taptıklarınıza tapacak değilim. Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz. Sizin dîniniz size, benim dînim bana” (Kâfirûn 1-6)

Zaten Peygamberimiz de inen vahiyleri ilk müslümanlara okurken ve müşriklerin sistemlerine henüz dokunmazken, yada aktif bir şekilde îtirâz etmezken, müşrikler Peygamberimizi dinliyorlar ve biraz tedirgin olsalar da, henüz bir “hareket” vukû bulmadığı için karşı çıkmıyorlardı. Fakat ne zaman ki kâfirlerin ilahlarına, putlarına, sistemlerine yâni dinlerine somut ve aktif bir şekilde karşı çıkılmaya başlandı, işte o zaman tüm zamanlarda kâfirlerin yaptıklarını yapmaya başladılar. Mü’minleri ilk önce önemsemezden geldiler, sonra alaya aldılar ve en sonunda da boykot ettiler ve nihâyet tarafların ayrılmasıyla da savaştılar. Bu süreç tâ Hz. Âdem’den bêri bu şekilde olmuştur ki, bunu Kur’ân kıssalarında çok net bir şekilde görebiliyoruz. O hâlde aynı şey, modern zamanlarda da olacaktır. İşte peygamberler ve mü’minler tüm zamanlarda bunun mücâdelesini vermişler ve bu mücâdeleyi göze almışlardır.

Günümüzde de tüm mesele; “peygamberler ve onlara inanan ve onların mücâdelesine destek olanların yaptıklarını modern zamanlarda da yapmayı göze alabilecek miyiz, yoksa alamayacak mıyız” meselesidir. Sahih îman, âhiret bilinci-inancı, vahye îman ve Allah’a güven, bahsettiğimiz bu mücâdeleye mutlakâ zorlar. Bu mücâdeleyi göze almayı içten-içe arzulatır. Aksi-hâlde Allah ve âhiret inancı, “kuru bir îman” konusu olacak ve Kur’ân da, anlamanın ve hattâ “aşırı anlama ve araştırma”nın, onu atomlarına ayırarak didiklemenin ve parçalamanın konusu olacaktır. Fakat onu salt zihin-merkezli olarak ne kadar incelersek, o oranda amelden kopulacaktır. Zîrâ bir şeyi aşırı incelemek, onu “parçalamak” anlamına da geleceği için, bütünselliğini ve de dolayısı ile rûhunu bozacak ve bütünsellikten ve ruhtan koparılmış olan vahiy de, net mesajını ortaya koyamayacaktır. Sonuçta metinde değil ama kavramda tahrif olacağından, Kur’ân okunduğunda, söylediği değil de, modernizme uygun olan yeni anlamı tasavvur edilip kabûl edilecektir. Böylece Kur’ân’ın amele-eyleme dökülmesi mümkün olmayacak ve Kur’ân iç-âlemi inşâ ettikten sonra hayâtı da inşâ edemeyecek ve hayâta hâkim olamayacaktır. Netîcede de Allah’ın rabliği göklerle sınırlandırılacak ve yeryüzüne karıştırılmayacaktır. Gökleri âlemlerin Rabbi olan Allah kusursuzca düzenleyip idâre ederken, yeryüzünü ise “sahte tanrılar” (insan) düzenlemeye çalışacak ama bunu bir türlü başaramayacak ve sürekli bir zulüm ve fitne durumu yâni kaos ortamı olacaktır. Zîrâ insanın bu düzenlemeyi ve idâreyi Allah’tan bağımsız bir zihin-akıl ile yapması ve gerçekleştirmesi imkânsızdır.

Modern zamanlarda müslümanlar, hayâtı Kur’ân ile inşâ etmenin bedellerini göze alamadıklarından, onu zihinlere hapsetmiş ve sâdece zihinsel çalışmanın konusu yapmışlardır. Böylece artık Kur’ân sâdece zihni çalışmaların konusu olarak, aşırı inceleme ve araştırmaya tâbi tutulmuş ve zamanla bu çalışma-şekli artarak devâm etmiştir-etmektedir. Bu çalışma-şeklinde bir-çok yeni anlamlar bulunmuştur ve bir-takım faydalı çalışmalar da yapılarak faydalı örnekler ortaya konmuştur. Fakat çok tehlikeli bir durum da ortaya çıkmıştır ki, bu çalışmalar, ameli-eylemi blôke etmektedir. Çünkü bu çalışmalar çok yoğun olduğundan, müslümanlar amele-eyleme hem bir türlü vakit bulamıyor ve zaman ayıramıyor, hem de Kur’ân’ın hayâta hâkim olduğu gerçeği ıskalanarak İslâm’ın hayâtı inşâ edip ona hâkim olma hedefini blôke oluyor. Böylece Kur’ân sâdece zihinlere kilitleniyor ve oradan bir türlü çıkamıyor. Hiç-bir zaman da çıkamayacaktır. Çünkü Allah’ın ilminin bir sonu yoktur ve Allah’ın bu ilimle yarattığı varlığın ve gönderdiği vahyin de ilmî yönden bir sonu olmayacaktır.

“Kur’ân’cı” olarak nitelenebilecek olan bir kesim, “sâdece Kur’ân” sözünü motto yapıyor ve çalışmalarını bu doğrultuda sürdürüyorlar. Fakat bu doğrultuda çalışınca yâni “sâdece Kur’ân” dedikleri için “usvetun hasenetun” yâni Peygamber’in “güzel örnekliği”ni dolayısıyla amel ve eylemi hesâba katmadıkları yada katmak istemedikleri için, Kur’ân’ı mecbûren aşırı yorumla zorluyorlar ve basit bir şeyi anlamak için bile Kur’ân’ı didik-didik ediyorlar ve de Kur’ân’ın söylemediği şeyleri bile söyleyebiliyorlar. Hattâ âyetlere bin takla attırarak yeni bir Kur’ân ortaya çıkarıyorlar. Ortaya çıkan bu Kur’ân’da tabî ki de amele-eyleme dönük bir şey olmuyor ve sâdece zihinlere hitâp eden ve zihinleri işgâl eden bir Kur’ân oluyor. Bu kişilere göre Kur’ân sâdece okunmak ve ona inanmak için gönderilmiştir. Bunu kanıtlamak için Kur’ân’ın altını-üstüne getiriyorlar, sonsuz etimolojik değerlendirmeler yapıyorlar ve onu didik-didik ederek düşüncelerine uydurmaya çalışıyorlar. Kitab’a uymadıkları için kitabına uydurmaya çalışıyorlar. Kur’ân’a uyulmayınca, Kur’ân mevcut hayâta tarzına uydurulmaya çalışılıyor. Hz Ömer, bu düşünceyi mahkûm ederken: “yaşadığınız gibi inanmazsanız, inandığınız gibi yaşamaya başlarsınız” demişti. Bu bağlamda Ali Eren: “El atmadık tarafı bırakılmayan ve değişik şekiller verilen bir din, ilâhi olmaktan çıkar ve beşerî bir sistem olur” der.

Kur’ân’ı sâdece zihnin bir konusu olarak görenler ve Kur’ân’ı zihne hapseden müslümanlar, Kur’ân’ın sosyâl ve siyâsal bir boyutu yokmuş gibi davranıyorlar ve bir türlü amel-eyleme geçmiyorlar. Kur’ân’ın sosyâl ve siyâsal boyutuna iknâ olmadıkları için, modern-lâik-seküler-demokratik-liberâl-kapitâlist sistemlerin sosyâl ve siyâsal boyutuna îman etmektedirler. Üstelik böyle yapmakla da “iyi yapıyorum” zannediyorlar. Oysa Kur’ân’ göre amele-eyleme dönmediğinde “iyilik” olmaz. Kur’ân’da iyiliğin târifi şu şekilde yapılır:

“Yüzlerinizi doğu’ya ve batı’ya çevirmeniz “iyilik” değildir. Ama iyilik; Allah’a, âhiret gününe, meleklere, Kitab’a ve peygamberlere îman eden; mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip-dilenene ve kölelere (özgürlükleri için) veren; namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefâ gösterenler ile; zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenler(in tutum ve davranışlarıdır). İşte bunlar, doğru olanlardır ve müttakî (takvâ sâhibi) olanlar da bunlardır” (Bakara 177).

Eğer Dünyâ’da İslâm hâkim değilse, Dünyâ, çeşitli senaryoların oynandığı bir tiyatro salonundan başka bir yer değildir. Böyle bir Dünyâ’da her zaman bir zulüm vardır ve sürekli artmaktadır bu zulüm. Çünkü yeryüzünü, gökleri Düzenleyen ve İdâre Eden Allah düzenlemiyor. Bu nedenle de sürekli olarak bir düzensizlik ve kargaşa-hâli hâkim oluyor Dünyâ’ya. O hâlde yapılması gereken şey, vahyin bilgi, bilinç ve ahlâkıyla donandıktan sonra mutlakâ Kur’ân’ı hayatta hâkim kılmak için zihinlere hapsedilmekten kurtarmak ve hayatta görünür yaparak, hayâta hâkim kılmak gerekiyor. Vahyin hükmü budur. Fakat vahyin bu hükümler “hayâta dönük” olduğu için mutlakâ amel-eylem ile alâkalıdır ve bu nedenle de bir bedeli vardır. Allah, âhiret bilinci ve inancı olanlar bu bedeli göze alabilmelidir. Allah’ın hükmü budur. Câhiliyenin hükmü ise tam-aksidir. Allah bu nedenle câhiliyenin hükmünü hoş görenleri ve bu hükümlerle muhâkeme olmayı isteyenleri uyarır:

“Câhiliyenin hükmünü mü istiyorlar. Yakînen bilen bir kavim için Allah’tan daha iyi hüküm veren kim vardır?” (Mâide 50)

“Sana indirilene ve senden önce indirilene gerçekten inandıklarını öne sürenleri görmedin mi?. Bunlar, tâğutun önünde muhâkeme olmayı istemektedirler; oysa onu reddetmekle emrolunmuşlardır. Şeytan onları uzak bir sapıklıkla sapıtmak ister” (Nîsâ 60).

Kur’ân’ı zihinlere hapsolmaktan kurtarıp hayâta aktarmanın bir bedeli vardır ve bu bedel “mallarla ve canlarla bedel” olarak bâzen ağır da olabilir. Fakat dünyâ-hayâtının geçici bir imtihan alanı olduğunu bilip idrâk eden ve âhiret hayâtını dünyâ-hayâtına tercih edenler için bu bedel, “göze alınabilir bir bedel”dir. Fakat vahyi pratikte uygulamak istemeyenler, bu bedeli göze almak yerine ve tam-aksine bu bedeli göze almamak için, âyetlere aşırı ve olmadık anlamlar yükleyerek mânâsını değiştirebiliyorlar. Zîrâ bu bedeli göze almak onlar için kolay ve hoş değildir. Fakat Kur’ân neyin hayırlı neyin de hayırsız olduğunu sâdece Allah’ın bilebileceğini söyler:

“…Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için hayırlıdır ve olur ki, sevdiğiniz şey de sizin için bir şerdir. Allah bilir de siz bilmezsiniz” (Bakara 216)

“Ancak o, sarp yokuşa göğüs germedi. Sarp yokuşun ne olduğunu sana öğreten nedir?. Bir boynu çözmek (bir köleye özgürlük vermek)tir; yada açlık gününde doyurmaktır, yakın olan bir yetimi, veyâ sürünen bir yoksulu. Sonra îman edenlerden, sabrı bir-birlerine tavsiye edenlerden, merhâmeti bir-birlerine tavsiye edenlerden olmak. İşte bunlar, sağ yanın adamlarıdır (Ashab-ı Meymene) (Beled 11-18).

Kur’ân sürekli olarak amele-eyleme yâni hayâta yönlendirmesine rağmen, Kur’ân’ı zihinlere hapsedenler de sürekli olarak onu amel-eylemden yâni hayattan uzak tutan yorumlar yapıyorlar ve Kur’ân’ın apaçık hükümlerine rağmen aksi-yönde hükümler ortaya koyuyorlar ve doğrusunun da bu olduğunu söyleyip duruyorlar. Peki bunu neye göre yapıyorlar?. Tabî ki Kur’ân’ı hapsettikleri “zihinlerine” göre:

“Size ne oluyor?. Nasıl hüküm veriyorsunuz?. Yoksa (elinizde) ders okumakta olduğunuz bir kitap mı var?. İçinde, neyi seçip-beğenirseniz, mutlakâ sizin olacak diye. Yoksa sizin için üzerimizde kıyâmete kadar sürüp gidecek bir yemin mi var ki ‘siz ne hüküm verirseniz o, mutlakâ sizin kalacak’ diye” (Kalem 36-39).

Kur’ân’ı okuyorlar ve “Allah’tan başka hüküm koyucu yoktur” ve “tek kaynak Kur’ân’dır” diyorlar. Elbette Allah’tan başka hüküm koyucu yoktur ve Kur’ân bilgi ve bilincin tek kaynağıdır. Fakat Kur’ân bilgi ve bilincin tek kaynağı iken, Peygamber örnekliği yâni vahyi hayâta hâkim kılma düşüncesi (sünnet) de amel ve eylemin kaynağıdır. Bu kaynak meşrûiyetini Kur’ân’dan alır. Zîrâ Kur’ân, “vahyi hayâta hâkim kılma kılavuzu”dur. Böylece îman ettikten sonra îmânın delîli olan amel-eylem ortaya çıkar. Yoksa kuru-kuruya îman iddiâsı yeterli değildir:

“İnsanlar, (sâdece) ‘îman ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2).

Kur’ân’ı zihinlere hapsedenler ve amele-eyleme dönük olmadığını söyleyenler var. Bunlar bu sonuca, Kur’ân’ı, canını çıkarırcasına yorumlayarak, onu didik-didik ederek ve atomlarına ayırıp parçalayarak ve de bütünlüğünü bozup rûhunu uzaklaştırarak varıyorlar. Üstelik bu yaptıklarını çok matah bir şey zannediyorlar ve sanki Kur’ân’ın en ileri okuması ve idrâkinin de bu olduğunu sanarak büyük bir aldanışa sürükleniyorlar. Kur’ân bu konuda açık bir uyarı yapar ve onların teşhisini koyar:

“İnsanlardan öyleleri vardır ki, bilgisizce Allah’ın yolundan saptırmak ve onu bir eğlence konusu edinmek için sözün ‘boş ve amaçsız olanını’ satın alırlar. İşte onlar için aşağılatıcı bir azap vardır. Ona âyetlerimiz okunduğu zaman, sanki işitmiyormuş ve kulaklarında bir ağırlık varmış gibi, büyüklük taslayarak sırtını çevirir. Artık sen ona acı bir azap ile müjde ver” (Lokman 6-7).

İki çeşit akletme merkezi vardır. Zihin/beyin ve kâlp. Beyin göreceli ve hatâlı şeyleri de bilen merkezdir. Kâlp ise “gerçek bilgi”yi bilir. Kâlpte kolay-kolay yanılmalar olmaz. Zihnin, kâlbi hesâba katmadan salt beyin-zihin ile çalıştığından, hatâ yapması çok olasıdır. Hattâ beyin, doğruya yakın olan bilgiye bile yüzlerce hatâdan sonra varır. Fakat kâlbiyle bakan kişi o şeydeki doğruyu daha bakar-bakmaz görür ve idrâk eder. Hele bu bakış kâlp akıl/zihin-beyin ve göz ile yâni “akleden kâlp” ile yapıldığında, kesin bir sonuç açığa çıkar. Yeter ki kâlp hastalığa yakalanmamış olsun. Temiz bir kâlp ile bakan, bir-nevî Allah ile bakar:

“Ve Biz, ona şah-damarından daha yakınız” (Kâf 16).

Şah-damarı kâlbe açılır. Kâlb de mutlakâ hayâta açılır ve hayatta amel-eylem olarak kendini gösterir. Hayâtiyetin varlığı böylece belli olmuş olur.

Kur’ân hiç-bir yerde derinlemesine araştırma yapmayanları eleştirmez. Tam-aksine, derinlemesine araştırma yapanı eleştirdiği/kınadığı görülür:

“Çünkü o bir düşündü, ölçtü biçti. Kahrolası, nasıl ölçüp biçti. Sonra (yine) kahrolası nasıl ölçüp biçti. Sonra bir baktı. Sonra kaşlarını çattı ve yüzünü ekşitti. Sonra da sırt çevirdi ve büyüklük tasladı (istikbar). Böylece: “Bu, yalnızca “aktarılarak öğrenilen” bir büyüdür” dedi. “Bu, bir beşer sözünden başkası değildir dedi” (Müddesir 18-25).

Görüldüğü gibi Arapların dil-dâhisi Velid bin Muğire, yaptığı dil-analizinden sonra Kur’ân’ı aklı almıyor ve onun inkâr ediyor. Çünkü Kur’ân ilk önce zihinlere değil, kâlplere hitâp eder. Kâlben bir türlü tatmin olmayanlar, Kur’ân’ın sonsuz yorumlarına ve etimolojik değerlendirmelerinde boğulurlar. “Kâlpleri” olmayanların IQ’leri 200-250 olsa ne yazar ki?. Bir şeyi anlamak/kavramak/fıkh-etmek zihin ile değil, kâlp ile olur ki bahsettiğimiz kâlp, “akleden kâlp”tir:

“İçlerinden seni dinleyenler vardır; fakat biz onu fıkh-etmelerine engel olmak için kâlplerinin üstüne kılıflar, kulaklarının içine de ağırlık koyduk. (Onlar) her mûcizeyi görseler de yine ona inanmazlar. Hattâ sana geldiklerinde seninle tartışırlar; o kâfirler: ‘Bu, eskilerin masallarından başka bir şey değildir’ derler” (En-âm 25).

“Öyle olmasa, Kur’ân’ı bir düşünmezler mi?. Yoksa kâlpler üzerinde üst-üste kilitleri mi var?” (Muhammed 24).

Dünyâ’da müslümanların mevcut kötü durumlarının nedeni, Kur’ân’ı hayattan çekip zihinlere hapsetmektir. Târih boyunca Kur’ân ne zaman ki bilgi ve bilinç sürecinden sonra hayâta aktarılmış ve hâkim kılınmışsa yeryüzü cennetin bir şûbesi (kendisi değil) olmuş ve zulüm ortadan kalkarak, adâlet-eşitlik ve hak-hakîkat Dünyâ’yı kuşatmıştır. Fakat her ne zaman da vahiy sâdece zihinlere hapsedilmiş, işte o zaman da tahrifat ve tahribâta uğramış ve Dünyâ zulme gark olmuştur. Post-modern dönemler bu işin ayyuka çıktığı zamanlardır. Bu, sünnetullah gereği böyledir. Benzer davranışlar, benzer sonuçlar ortaya çıkarır çünkü. Einstein: “Aynı şeyleri yapıp farklı sonuçlar almayı bekleyenler ahmaktır” der. 

Kur’ân’ı zihinlere hapsedenlerin her söylediklerinin yanlış olduğunu söylemek istemiyoruz. Söyledikleri aslında yanlış da değil fakat eksik. Sorun bu. Eksiklikten kaynaklanan bir yanlışlık var. Lâkin eksik olan ile yanlış olan arasında pek bir fark yoktur. Zîrâ eksiklik, yanlışa düşmekten kurtulamaz. Kur’ân’ı zihinlere hapsedenlerin savundukları şey dînin yarısıdır. Diğer yarısı ise, Kur’ân’ı hayâta hâkim kılma düşüncesini kişini idrâk etmesi ve bu düşüncenin o kişide yer ederek amele-eyleme geçmesiyle olur.

Allah Kur’ân’ı, “sâdece okunup-okunup durulsun” diye değil, “samîmi ve ciddî bir şekilde okunduktan sonra hayatta onunla hükmedilsin” diye göndermiştir. Hayâta Kur’ân hâkim olsun diye göndermiştir. Bu uygulamanın nasıl olacağının bir örneğini (tıpa-tıp aynısını değil) göstermesi için peygamberlerini göndermiştir. Peygamberler bunun için gönderilir zâten. İşte Peygamber, bu örnekliği en iyi şekilde yapmıştır. Biz de bu örnekliğe bakarak, bu örnekliği kendi çağımızda nasıl olması gerekiyorsa ortaya koymamız gerekir. Kur’ân’ı hayâta hâkim kılmayı o örneklikten ilham alarak (ille de aynısını yaparak değil) kendi çağımızda uygulamalıyız. Peygamberin uygulamalarını tâkip ettiğimizde bu uygulamaların Kur’ân’a aslâ aykırı olmadığını ve tam-aksine Kur’ân’ın pratiği görürüz, Allah’ın emirlerinin nasıl yapılması-uygulanmasının gerektiğinin gerçek örnekliğine ulaşırız. Fakat sorun şu ki, birileri bunun yapılmasını istemeyecek ve karşı çıkacaktır. Çünkü o örnekliğe göre amel ve eyleme geçildiğinde, sonuç tam da Allah’ın râzı olacağı ama şerefsizlerin işlerine gelmeyeceği şekilde olacaktır.

Kur’ân’ı sâdece zihinlerin konusu yapmak yanlıştır, çünkü bu, işin yarısı yada bir parçasıdır. Tam bir okuma olması için hayatta da gözükmesi gerekir, uygulanması gerekir Kur’ân’ın.

Kur’ân; -hâşâ-“zihinsel-entelektüel bir orgazm” nesnesi değildir. Müslümanlar, Kur’ân’ın sosyâl ve siyâsal bir boyutu yokmuş gibi davranıyorlar ve Kur’ân’ı zihinlere hapsediyorlar. Kur’ân’ın zihne inmesi yetmez, yüreğe de inmeli ki “yürekli nesiller” ortaya çıksın. Peki ne yapalım, nasıl yapalım mı diyorsunuz?. Bunun cevâbını Allah veriyor:  

“Ey îman edenler!. Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticâreti size göstereyim mi?. Allah’a ve Resûlüne îman eder, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda savaşırsınız. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde O, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemîninden ırmaklar akan cennetlere, Adn cennetlerindeki güzel meskenlere koyar. İşte en büyük kurtuluş budur. Seveceğiniz başka bir şey daha var: Allah’tan yardım/zafer ve yakın bir fetih. Mü’minleri bununla müjdele!” (Saff 10-13).  

Görmemiz gereken şey zâten gözümüzün önünde duruyor. Onu kabûl edebilmektir önemli olan. Zîrâ amele-eyleme dönmeyen hiç-bir şeyin anlamı da yoktur, anlaşılmışlığı da. 

Kur’ân’ı zihinlere hapsedenler sürekli olarak bilgi biriktiriyor-çoğaltıyor. Ne yapacaklarsa.. Hayâtın orta yerinde kullanılmayacak olan bilgi boş ve yararsız bir bilgidir. Hz. Ali sürekli olarak: “Yararsız bilgiden Sana sığınırım” diye duâ etmiştir. Bu bağlamda meselâ hadisçiler de binlerce hadis biriktirmiştir. Hattâ mezhepler-hizipler hadis biriktirme yarışı yapmışlar ve bu uğurda nice hadisler uydurmuşlardır. Hâlbuki bunlar iyiliğe-takvâya dönmeyecek olan boş sözlerden başka bir şey değildir. Kur’ân ise “iyiliği çoğaltın” ve “takvâda yarışın” der. Kur’ân’ı zihinlere hapsedenler, en doğru yolda olduklarını zannediyorlar ve Kur’ân’ın zihinsel okumalarını yapmayı üstünlük olarak görüyorlar. Oysa Allah yarışın sâdece takvâda yapılmasını emreder. Takvâda üstün olmak ise, sorumluluk almakla ilgilidir, yâni takvâ, amel-eylem ile açığa çıkar:

“Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerîm) olanınız, (ırk, renk, soy ve servetçe değil) takvâca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, haber alandır. (Hucurât 13)

Yeryüzünde küfür ve zulüm hâkim durumdayken ve ayyuka çıkmışken, Kur’ân’ın inciğini-boncuğunu aşırı şekilde araştırmak doğru değildir. Böyle bir çalışma metodu belki de İslâm’ın hayâta hâkim olduğu zamanlara (gâlibiyet) has olabilir. Açlıktan-susuzluktan ölümlerin yaşandığı, çeşitli zulümlerin; tecâvüz, ölüm, feryât ve figânların gökleri titrettiği, adâletsizliğin ayyuka çıktığı, hak ve hakîkatin kalın perdelerle perdelendiği bir zamanda yapılması gereken şey, vahiy-merkezli bir idrâk sürecinden sonra sünnet-merkezli harekete geçmek ve bu çirkeflikleri ortadan kaldırmaya yönelmek olmalıdır. “Güzel örneklik” sürecinin izlenmesidir. Bu da, bir eleştiri, îtirâz ve hattâ isyân ile birlikte kendini gösterecektir. Zâten “güzel örnekliğimiz” Peygamberimizin en büyük sünneti; “kâfire, zâlime ve şerefsize boyun bükmemek ve hattâ başkaldırmak” idi. İşte biz bu sünnetten mahrumuz. Fakat müslümanlar; “ne yapsam da yapmasam”ın derdinde. Hiç-bir şey yapmamak için her-şeyi yapmayı göze alıyorlar. Aliya İzzetbegoviç:

“Müslümanlar, ‘Kur’ân hayâta nasıl uygulanacak’ sorusundan kaçmak için Kur’ân’ın nasıl okunması gerektiği hususunda geniş bir ilim ürettiler” der.

Modern müslümanın en büyük sorunu, “îman” ile “itaat”i ayırmasıdır. Îman ettiğini söylüyor ama itaat etmiyor. Îtikatta tek kaynak olarak Kur’ân’ı kabûl edenler, amelde de “tek kaynak” olarak meselâ demokrasiyi kabûl ediyorlar. Kur’ân’ı zihinlere hapsedenler, hayatta hangi hükümlerle hükmedildiğini çok da önemsemiyorlar ve îtikatta Kur’ân’a bağlı olduğunu söylerlerken, amelde seküler sistemlere göre hareket ediyorlar. Oysa İslâm’ı hayattan dışlayan tüm ideolojiler tâğuttur.

Çok ilginçtir ki, Kur’ân’ı okuyup da Kur’ân’daki şeriata düşman olanlar var. Kur’ân’daki şeriat, vahyi yâni “İslâm’ı hayâta hâkim kılma metodu”dur. Bunu kabûl etmeyenler, Kur’ân’ı zihinlere hapsedenlerdir. Zâten bu kişiler için Kur’ân’ın hayâtta hâkim olup-olmaması çok da sorun değildir yada önemli değildir. Onlar için önemli olan, Kur’ân’ın sâdece zihinlerde yada kâlplerde bulunmasıdır. Fakat bu, bir hapsetme şeklidir. Oysa İslâm hayattan kopuk olamaz. İslâm-Kur’ân ne istiyorsa müslümanlar da öyle olmalıdır. İslâm ile müslümanlar başka-başka olamaz. Şekip Aslan: “İslâm bir şey, müslümanlar ise başka bir şeydir” der. Çünkü İslâm sürekli hayâtın tam ortasında görünmek isterken, müslümanlar onu zihinlerine hapsediyorlar. Böyle olunca da müslümanlar hayatta “müslüman” gibi tezâhür edip görünemiyorlar. 

Tabi Kur’ân zihinlere hapsedilince kişi artık dîni bireysel olarak yaşamaya başlıyor. Çünkü “birey” olduğu için sâdece kendi zihninde yaşıyor. Zâten dînin hayatta toplumsal bir karşılığı pek de düşünülmediği için, bu sorun edilmiyor. Bir-araya gelmeler bile tek-tek bireyselliklerdir. Bir-araya gelmeleri, “toplumsal işleri birlikte yapmak için” değil, farklı düşünceleri-anlayışları da duymak ve konuşmak için yapıyorlar.

Kur’ân zihinlere hapsedildiğinde yada bireysel olarak yaşandığında, Kur’ân’ın tamâmı net olarak konuşulup da ortaya konulamıyor. Ya bâzı âyetler konuşulmayıp üstünde fazla durulmuyor, yada aşırı yoruma boğularak anlamı farklılaşıyor. Çünkü Kur’ân’ı zihinlere hapsedenlerin, İslâm’ı sosyâl ve siyâsal olarak hayatta hâkim kılma düşünceleri olmuyor. Böylece İslâm’ın ancak yarısı konuşuluyor ve gerçeğin tamâmı söylenmemiş oluyor. Atasoy Müftüoğlu:

“Gerçekliğin tamâmını söylememek, bu konuda kişiliklerimizin tamamlanmadığını, ahlâkî zaaflarla malûl bulunduğumuzu gösterir. Konjoktürel nedenlerle gerçeğin tamâmını söyleyememek, hayâtî sorumlulukları terk etmek/ertelemek anlamı taşır” der.

Kur’ân, okunduğunda kolayca anlaşılabilecek olan bir kitaptır. “Îman sâhibi” herkes için açıklanmış ve kolaylaştırılmış bir kitaptır Kur’ân. Kamer: 17, 22, 32 ,40; Duhan 58; Meryem 97. âyetleri bunu çok açık bir şekilde ortaya koyar. Artık geriye, kolayca anlaşılmış olan âyetlerle amel etmek ve bu âyetleri hayatta uygulamak ve hâkim kılmak kalıyor.

Kur’ân’ı zihinlere hapsedenler, ona sâdece îman etmeyi yeterli görürler ve Kur’ân ile bireysel ilişkilerin dışında, hayâtın tam ortasında amel-eylem hâlinde olmayı düşünmezler. Fakat böyle yapmakla “sâlih amel” işlemekten uzaklaşmış oluyorlar. Oysa Kur’ân, îman ettikten sonra sâlih ameller işleyenlerin dışındakilerin “ziyanda olanlar” olduğunu söyler:

“Asra andolsun!; Gerçekten insan, ziyandadır. Ancak “îman edip sâlih amellerde bulunanlar”, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka” (Asr Sûresi).

Evet; Kur’ân’ın hapsedilen zihinlerden çıkarılması şarttır. Çünkü Kur’ân’ın anlaşılması yetmez, uygulanması da gerekir. Hayâtın tam ortasında..

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş

Kasım 2017
Devamını Oku »