27 Ağustos 2024 Salı

Akılsızlar ve Çok Akıllılar

 

“… O, akıl erdir(e)meyenlerin üzerine iğrenç bir pislik kılar” (Yûnus 100).

 

“Çünkü o bir düşündü, ölçtü biçti. Kahrolası, nasıl ölçüp biçti. Sonra (yine) kahrolası nasıl ölçüp biçti. Sonra bir baktı. Sonra kaşlarını çattı ve yüzünü ekşitti. Sonra da sırt çevirdi ve büyüklük tasladı (istikbar). Böylece: ‘Bu, yalnızca aktarılarak öğrenilen bir büyüdür’ dedi. ‘Bu, bir beşer sözünden başkası değildir’ dedi” (Müddesir 18-25).

 

Akıllı adamı severim ama hem akılsız adamdan hem de çok akıllı adamdan nefret ederim. Neden mi? Çünkü Dünyâ’yı çekilmez hâle getirenler, işte bu “akılsızlar” ve “çok akıllı olanlar”dır.

 

Hem akılsızlar hem de çok akıllılar, ikisi de Kur’ân’a uymamak ve Kur’ân-merkezli olmamak bakımından suçludurlar ve bu tutumları şeytanın Dünyâ’da sağlam bir iktidâr kurmasına, nefsin alabildiğine kışkırmasına ve tâğutların da büyük güçler elde etmelerine neden olmaktadırlar.

 

Akılsızlar, Allah’ın onları akılsız yaratmış olmasından dolayı akılsız değil, Yûnus Sûresi 100. âyete uymamalarının bir sonucu olarak akılsız kalarak pislik içine batmaları ve bu pislik içinde ömürlerini geçirirken ve de hiç-bir şeyin farkında olmadan bataklık içinde debelenirlerken, çok akıllı olanlar da yine akıllarını vahiy-merkezli olarak kullanmadıkları ve bu yüzden mecbûren şeytan, nefs ve tâğutların merkezinde kullanınca, şeytânî bir zekâya sahip olmaktadırlar. Tabi böyle bir zeka ile ancak, şeytanın ilhâmıyla tâğutların açtığı yolda, nefislerini alabildiğine kışkırtmak ve günlerini gün edebilme yoluna girebilmektedirler.

 

Bu iki kesimden akılsızlar iyi niyetli oldukları için iyi şeyler dilemelerine rağmen niyet tek-başına yetmez ve akıllarını kullanmamalarının sonucunda gayri İslâmî sistemlere uymak ve onları desteklemek zorunda kalırlar. Bu şeytânî sistemleri destekleyerek Dünyâ’nın ve insanların çoğunun anasının ağlamasına neden oluyorlar. Çok akıllı olanlar ise zâten bencil oldukları ve bencillikleri nedeniyle kendi çıkarlarından başkasını düşünmedikleri için akılsızların akılsız olarak kalmalarından memnundurlar ve tüm parsayı şeytânî zekâlarıyla kendileri toplamak istemektedirler. Tabi bu durum Dünyâ’nın kaynakları ve imkânları sınırlı olduğu için sâdece şeytânî zekâya sâhip bir azınlığın işine yaramaktadır. Şeytan böylelerini dost edindikten başka, suyun başını tutmuş olan tâğutlar da her alanda bu şeytânî zekâya sâhip olan kişilerle iş-birliği içine giriyorlar ve dümenlerini hep birlikte döndürüyorlar. Tabi bu-arada olan, bizim akılsızlara ve aklını vahiy-merkezli kullanan ama yeterli çoğunluğa ve imkâna ulaşamadığı için atağa geçemeyen ve hareket için bir alan bulamayan samîmi insanlara oluyor.

 

Aslında aptallık ve zekîlik diye bir şey yoktur. Eğer beyin ile ilgili bir sorun yoksa Allah kimseyi aptal yaratmaz. İnsanlar akıllarını kullanmaya-kullanmaya aptallaşmaya başlarlar, olan şey budur. Çünkü kullanılmayan organ körelir. Böylece burunlar pislikten kurtulmaz. Çünkü, sünnetullahtır; Allah akıllarını kullanmayanların üzerine pisliği yağdırır. Bu hep böyle olmuştur ve böyle olacaktır. Zekîlik diye de bir şey yoktur. Allah bâzı insanları çok akıllı yâni zekî olarak yaratmış falan değildir. Aklını vahiy-merkezli kullanmayıp da sürekli olarak şeytanın fısıldamaları, nefsinin arzuları ve tâğutların sistemleri doğrultusunda çalıştıranların akılları haddinden fazla çalışında zekaya döner ki zekâ şeytandadır. Aklını vahiy-merkezli kullananlar nasıl ki sürekli olarak Allah’ın desteğini görüyorlarsa, bu kişiler de düşündüklerinde, konuştuklarında ve yapıp-etmelerinde şeytan, nefs ve tâğut-merkezli oldukları için -bunun farkında olsunlar yada olmasınlar- şeytanın, nefsin ve tâğutların sürekli desteğini görürler. Tabi herkes böyle olamaz. Çünkü çok akıllı yâni zekî olmak için bencil hattâ şerefsiz olmayı göze alabilmek gerekir.

 

İkisinin ortası ise, aklını her alanda vahiy-merkezli olarak kullanan, vahyi aklın önünde tutan, akla tapmayan ve bencilleşerek zekî kişilere dönüşmeyen samîmi mü’minlerdir ki, en kârlı değil ama, en doğru düşünce, en doğru konuşma, en doğru amel-eylem işte onlarınkidir. Zîrâ akıllarını her işlerinde vahiy-merkezli olarak kullanırlar ve Allah’tan hem bu dünyâ hem de âhiret için sürekli olarak destek görürler. İmtihan ve işin raconu gereğince bu kişiler her zaman azınlıkta olmuştur ve öyle olacaktır.

 

Tüm peygamberler de öyle idi. “Biz sâdece bize vahyoluna uyarız yâni biz vahyi merkeze alırız ve aklımızı da ona uydurarak işletiriz” derlerdi. Zâten akıl ancak vahiy-merkezli olarak kullanıldığında doğru çalışır ve iyi işler yapabilir. Akıl ancak vahiy-merkezli olarak kullanıldığında ve işletildiğinde pislikten kurtulur ve en ideâl hâline gelebilir. Aksi-hâlde ya akılsızlar yâni aklını hiç kullanmayanlar gibi yada çok akıllı olan zekîler yâni aklına tapanlar gibi madden yada mânen pislik içinde kalmak kaçınılmazdır.

 

Evet; demem o ki Allah kimseyi akılsız ve aptal olarak da yaratmaz, çok akılı ve zekî olarak da yaratmaz. Allah insanlara akıl potansiyeli vermiştir ve bu aklın da vahiy-merkezli kullanılmasını emretmiştir ki tüm peygamberler bunun en ideâl örneklikleridirler. Fakat buna rağmen aklını hiç kullanmayarak akılsızlaşanlar ve pislik içinde kalanlar oluğu gibi, aklını, şeytanın, nefsin ve tâğutların merkezinde sivrilterek zekîleşen ve bencilleşen güruh vardır ki bunlar da görebilenler için pislik içinde yüzmektedirler.

 

Akılsız olmak da zekî olmak da ancak bir cezâ olabilir.

 

Aklını kullanmadığı için akılsız kalanlar pislik içinde yüzerlerken, akıllarını vahiy-merkezli olarak değil de şeytan, nefs ve tâğut-merkezli kullandığı için sivrilterek çok akıllı olanlar da pislik içinde yüzmektedirler. Bu pislik onları Dünyâ’da rezillikten-rezilliğe sürüklerken, âhirette ise acı azap içinde bırakacak, akılsızlıkları da zekâları da onları kurtaramayacaktır. 

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ağustos 2024

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder