“… O, akıl erdir(e)meyenlerin üzerine
iğrenç bir pislik kılar” (Yûnus 100).
“Çünkü o bir düşündü, ölçtü biçti.
Kahrolası, nasıl ölçüp biçti. Sonra (yine) kahrolası nasıl ölçüp biçti. Sonra
bir baktı. Sonra kaşlarını çattı ve yüzünü ekşitti. Sonra da sırt çevirdi ve
büyüklük tasladı (istikbar). Böylece: ‘Bu, yalnızca aktarılarak öğrenilen bir
büyüdür’ dedi. ‘Bu, bir beşer sözünden başkası değildir’ dedi” (Müddesir 18-25).
Akıllı adamı severim ama hem akılsız adamdan hem de çok
akıllı adamdan nefret ederim. Neden mi? Çünkü Dünyâ’yı çekilmez hâle getirenler,
işte bu “akılsızlar” ve “çok akıllı olanlar”dır.
Hem akılsızlar hem de çok akıllılar, ikisi de Kur’ân’a uymamak
ve Kur’ân-merkezli olmamak bakımından suçludurlar ve bu tutumları şeytanın Dünyâ’da
sağlam bir iktidâr kurmasına, nefsin alabildiğine kışkırmasına ve tâğutların da
büyük güçler elde etmelerine neden olmaktadırlar.
Akılsızlar, Allah’ın onları akılsız yaratmış olmasından
dolayı akılsız değil, Yûnus Sûresi 100. âyete uymamalarının bir sonucu olarak akılsız
kalarak pislik içine batmaları ve bu pislik içinde ömürlerini geçirirken ve de hiç-bir
şeyin farkında olmadan bataklık içinde debelenirlerken, çok akıllı olanlar da
yine akıllarını vahiy-merkezli olarak kullanmadıkları ve bu yüzden mecbûren şeytan,
nefs ve tâğutların merkezinde kullanınca, şeytânî bir zekâya sahip olmaktadırlar.
Tabi böyle bir zeka ile ancak, şeytanın ilhâmıyla tâğutların açtığı yolda,
nefislerini alabildiğine kışkırtmak ve günlerini gün edebilme yoluna girebilmektedirler.
Bu iki kesimden akılsızlar iyi niyetli oldukları için iyi
şeyler dilemelerine rağmen niyet tek-başına yetmez ve akıllarını kullanmamalarının
sonucunda gayri İslâmî sistemlere uymak ve onları desteklemek zorunda kalırlar.
Bu şeytânî sistemleri destekleyerek Dünyâ’nın ve insanların çoğunun anasının
ağlamasına neden oluyorlar. Çok akıllı olanlar ise zâten bencil oldukları ve
bencillikleri nedeniyle kendi çıkarlarından başkasını düşünmedikleri için akılsızların
akılsız olarak kalmalarından memnundurlar ve tüm parsayı şeytânî zekâlarıyla
kendileri toplamak istemektedirler. Tabi bu durum Dünyâ’nın kaynakları ve
imkânları sınırlı olduğu için sâdece şeytânî zekâya sâhip bir azınlığın işine
yaramaktadır. Şeytan böylelerini dost edindikten başka, suyun başını tutmuş
olan tâğutlar da her alanda bu şeytânî zekâya sâhip olan kişilerle iş-birliği
içine giriyorlar ve dümenlerini hep birlikte döndürüyorlar. Tabi bu-arada olan,
bizim akılsızlara ve aklını vahiy-merkezli kullanan ama yeterli çoğunluğa ve
imkâna ulaşamadığı için atağa geçemeyen ve hareket için bir alan bulamayan samîmi
insanlara oluyor.
Aslında aptallık ve zekîlik diye bir şey yoktur. Eğer
beyin ile ilgili bir sorun yoksa Allah kimseyi aptal yaratmaz. İnsanlar akıllarını
kullanmaya-kullanmaya aptallaşmaya başlarlar, olan şey budur. Çünkü
kullanılmayan organ körelir. Böylece burunlar pislikten kurtulmaz. Çünkü,
sünnetullahtır; Allah akıllarını kullanmayanların üzerine pisliği yağdırır. Bu
hep böyle olmuştur ve böyle olacaktır. Zekîlik diye de bir şey yoktur. Allah bâzı
insanları çok akıllı yâni zekî olarak yaratmış falan değildir. Aklını vahiy-merkezli
kullanmayıp da sürekli olarak şeytanın fısıldamaları, nefsinin arzuları ve
tâğutların sistemleri doğrultusunda çalıştıranların akılları haddinden fazla
çalışında zekaya döner ki zekâ şeytandadır. Aklını vahiy-merkezli kullananlar
nasıl ki sürekli olarak Allah’ın desteğini görüyorlarsa, bu kişiler de
düşündüklerinde, konuştuklarında ve yapıp-etmelerinde şeytan, nefs ve
tâğut-merkezli oldukları için -bunun farkında olsunlar yada olmasınlar-
şeytanın, nefsin ve tâğutların sürekli desteğini görürler. Tabi herkes böyle
olamaz. Çünkü çok akıllı yâni zekî olmak için bencil hattâ şerefsiz olmayı göze
alabilmek gerekir.
İkisinin ortası ise, aklını her alanda vahiy-merkezli
olarak kullanan, vahyi aklın önünde tutan, akla tapmayan ve bencilleşerek zekî
kişilere dönüşmeyen samîmi mü’minlerdir ki, en kârlı değil ama, en doğru düşünce,
en doğru konuşma, en doğru amel-eylem işte onlarınkidir. Zîrâ akıllarını her
işlerinde vahiy-merkezli olarak kullanırlar ve Allah’tan hem bu dünyâ hem de
âhiret için sürekli olarak destek görürler. İmtihan ve işin raconu gereğince bu
kişiler her zaman azınlıkta olmuştur ve öyle olacaktır.
Tüm peygamberler de öyle idi. “Biz sâdece bize vahyoluna
uyarız yâni biz vahyi merkeze alırız ve aklımızı da ona uydurarak işletiriz”
derlerdi. Zâten akıl ancak vahiy-merkezli olarak kullanıldığında doğru çalışır
ve iyi işler yapabilir. Akıl ancak vahiy-merkezli olarak kullanıldığında ve
işletildiğinde pislikten kurtulur ve en ideâl hâline gelebilir. Aksi-hâlde ya
akılsızlar yâni aklını hiç kullanmayanlar gibi yada çok akıllı olan zekîler
yâni aklına tapanlar gibi madden yada mânen pislik içinde kalmak kaçınılmazdır.
Evet; demem o ki Allah kimseyi akılsız ve aptal olarak da
yaratmaz, çok akılı ve zekî olarak da yaratmaz. Allah insanlara akıl
potansiyeli vermiştir ve bu aklın da vahiy-merkezli kullanılmasını emretmiştir
ki tüm peygamberler bunun en ideâl örneklikleridirler. Fakat buna rağmen aklını
hiç kullanmayarak akılsızlaşanlar ve pislik içinde kalanlar oluğu gibi, aklını,
şeytanın, nefsin ve tâğutların merkezinde sivrilterek zekîleşen ve bencilleşen
güruh vardır ki bunlar da görebilenler için pislik içinde yüzmektedirler.
Akılsız olmak da zekî olmak da ancak bir cezâ olabilir.
Aklını kullanmadığı için akılsız kalanlar pislik içinde
yüzerlerken, akıllarını vahiy-merkezli olarak değil de şeytan, nefs ve
tâğut-merkezli kullandığı için sivrilterek çok akıllı olanlar da pislik içinde
yüzmektedirler. Bu pislik onları Dünyâ’da rezillikten-rezilliğe sürüklerken,
âhirette ise acı azap içinde bırakacak, akılsızlıkları da zekâları da onları
kurtaramayacaktır.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ağustos
2024
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder