24 Ağustos 2024 Cumartesi

Zahmetsiz Müslümanlık

 

“İnsanlar, (sâdece) ‘îman ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2).

 

Kâinatta zahmetsiz olan hiç-bir hareket ve iş yoktur. Hareket demek “zahmet” demektir. Zahmete girmeden hareket etmek yâni yaşamak mümkün değildir. Bir tek Allah, “ol” demesiyle yaptıklarını zahmet çekmeden yapar ama yaratmada yâni yoktan vâr etmede de bir sanat, yasa ve düzen-nizam vardır. 

 

Kâinattaki tüm cansız varlıklar, bitkiler, hayvanlar ve insanlar, hayatlarını bir döngü ve hareket ile sürdürdükleri için, maddî yönden zahmete girmek kaçınılmazdır. Yemek-içmek bile bir zahmet gerektirir. Varlığın maddî yapısı hayâtiyetini zahmet-merkezli olarak sürdürür. Peki ya mânevî yapı?.

 

Âhiret, din, îman, peygamber ve vahiy tanımayan deistlerin Allah’a -sözde- inanıyor olması herhangi bir zahmet gerektiriyor mu?. Allah’a kuru-kuruya sâdece inanmak  bir zahmete girmeyi gerektiriyor mu?. Allah her-şeyi yaratıp bir kenara çekildiyse o zaman O’na inanıp-inanmamanın da farkı ortadan kalkacağı için, herhangi bir zahmet söz-konusu olmayacaktır.

 

Peki; “kurban olduğum Allah”, “şefaatine muhtaç olduğumuz peygamberimiz” gibi laflar kullanıp da Allah’ın indirdiğine uygun olarak bilgi ve bilinç üzere olmayanlar yada Peygamberimiz’in örneklediği gibi bir bilinç ve yaşam-tarzı üzere olmayanlar yâni müslümanlık iddiâsında bulunmasına yada inancına laf söyletmemesine rağmen din adına herhangi bir şey yapmayanlar için bir zahmetten bahsedilebilir mi?. 

 

Peki, İslâm’ı, Kur’ân’ı, Sünnet’i idrâk etmek için didinen, çözümleme yapmak için bir yerlerini yırtan, düşünen, fikir üreten, konuşan, yazan vs. sürekli İslâmî ilim ile uğraşmasına rağmen iş amel-eyleme gelince, bedel ödemeye gelince, yapılması gerekeni yapmaya gelince hiç-bir varlık göstermeyenlerin girdiği zahmet övülmeye değer mi?. Bir yaraya merhem olmayan ve olmayacak olan bir çözümleme ne işe yarar ve yaramaktadır?. Boş laf üretmek Allah için bir zahmete girme durumu mudur?. Nasıl ki şirk işlendiğinde tüm yapılanlar boşa gidiyorsa, -sözde- Allah için ilim yolunda olmak ama iş amel-eylem-hareket ve bedel ödemeye gelince yerine çakılmak da aynı-şekilde sonuçlanır ve ömür-boyu yapılan okuma-araştırma-yazma çalışmaları da boşa gider, çünkü bir yaraya merhem olmaz. Üstelik bu durum -hâşâ- Allah’ın ilminin bir yaraya merhem olmadığı düşüncesini de açığa çıkarır.

 

Çok net olarak söylüyorum; İslâm’ı kabûl etmek, “zahmete girmeyi kabûl etmek” demektir. Üstelik bu zahmet icâbında tüm malı ve canı ortaya koymayı bile gerektirebilir:

 

Andolsun, mallarınızla ve canlarınızla imtihan edileceksiniz ve sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve şirk koşmakta olanlardan elbette çok eziyet verici (sözler) işiteceksiniz. Eğer sabreder ve sakınırsanız (bu) emirlere olan azimdendir”  (Âl-i İmran 186).

 

“Hiç şüphesiz Allah, mü’minlerden -karşılığında onlara mutlakâ cenneti vermek üzere- canlarını ve mallarını satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler; (bu,) Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’ân’da O’nun üzerine gerçek olan bir vaâddir. Allah’tan daha çok ahdine vefâ gösterecek olan kimdir?. Şu-hâlde yaptığınız bu alış-verişten dolayı sevinip-müjdeleşiniz. İşte ‘büyük kurtuluş ve mutluluk’ budur” (Tevbe 111).

 

Demek ki İslâm’da zahmetsizlik diye bir şey söz-konusu bile değildir ve “zahmetsiz müslümanlık” diye bir şey olmaz ve olamaz. Çünkü İslâm “zahmete dönük” bir din’dir. İslâm mistik, ezoterik, bâtınî, uzak ve yakın-doğu dinleri gibi hiç-bir şey yapmadan sessizlik ve hareketsizlikle tezâhür eden bir din değildir ki!. İslâm ilim ve ameldir, yâni iç ve dış-âlemde zahmete girmek demektir. İslâm ilim, bilgi, bilinç, sabır direniş, vazgeçiş, hicret, toplum, devlet, cihad, şehâdet  ve medeniyettir ve bunlara dönük olan bir dindir ki zaten bu özelliklere sâhip olan tek din, “Allah katındaki tek hak din” olan İslâm’dır. Böyle olduğu için zahmetsiz bir Müslümanlık nasıl olacak?. Zinhar böyle bir şey mümkün değildir. İslâm takvâ-merkezli bir din’dir ki takvâ, “sorumluluk bilincinden dolayı zahmeti yüklenmek” demektir.

 

Hak katındaki tek hak din olan ve tüm peygamberlerin üzerinde olduğu İslâm Dîni, geçici dünyâ-hayâtında çalışıp-çabalamadan, yorulmadan ve zahmetsizce dünyevî şeyler elde etmeyi bile normâl görmezken, ebedî âlem için hiç-bir şey yapmamayı ve bir zahmete girmemeyi zinhar onaylamaz. Böyle bir îmânı da kabûl etmez. Çünkü İslâm’da îman, “sâdece îman” şeklinde değildir ve olamaz. İslâm’da îman, “îman etmek ve sâlih amel işlemek” yâni “îman etmek îmâna göre bir zahmete girmek” demektir. İslâm, insanın zahmetsiz bir durumda kalmasını bile hoş görmez de, hiç-bir şey yapmamak yerine zahmet verdiği şeyde değişikliğin olmasını tavsiye ve emreder: “O-hâlde, bir işten boş kaldığında yeni bir işe koyulup yorul” (İnşirâh 7).

 

Modernizm bir “zahmetsizlik uygarlığı”dır ve zahmeti yok etmeye çalışır. Şeytan, nefs ve tâğutların tüm derdi zahmeti yok etmeye çalışmak ve insanı ıskartaya çıkarmaya çalışmaktır. Bir insan nasıl olur da “sıfır zahmet”i hayâl edebilir, anlaşılır gibi değildir. Oysa modern insanı bitiren şey, gün geçtikçe zahmetten uzaklaşması ve mahrûm kalmasıdır. Bu mahrûmiyet onu günden-güne madden ve mânen tüketip bitirmektedir.   

 

Zahmetten kaçmak, târih boyunca hiç olmadığı oranda insanı büyük bir tüketici yapmıştır. Modern insan sâdece tüketme zahmetine katlanabilir hâle gelmiştir. Klâsik insan, değerini girdiği zahmet ve verdiği emekten alırken, modern insan ise değerini tüketmekten alıyor. Tüketerek sözde îtibar kazananlar, değer-merkezli bir derinlikten yoksun olduklarından yada buna emek harcama zahmetine katlan(a)madıklarından dolayı açıklarını sürekli “alarak” ve “tüketerek” kazanmaya çalışırlar.

 

Ne namaz, ne oruç, ne hac, ne zekat, ne infâk, ne ilim, ne amel vs. hiç-bir şey yapmadığı ve İslâm adına hiç-bir zahmete girmediği hâlde kendini “herkesten daha iyi ve üstün müslüman” olarak gören gevşek ve yavşakları bir kıyıya-kenara attıktan sonra işin daha da kötüsünden bahsedelim.

 

Bilindiği gibi tüm peygamberler ve onların tâkipçileri çok yoğun bir zahmet ve emek vererek hem ilim hem de amel-eylem noktasında kendilerini paralarcasına çalışmışlar ve çabalamışlar, İslâm’ı iç-âlemde ve dış-âlemde ikâme etmek ve hâkim kılmak için var-güçleriyle çalışmışlardır. Peki neden böyle bunca zahmete girmişlerdir?. Çünkü işin raconu budur. İslâm ancak üstün ve gayretli bir çalışmanın ve çabalamanın sonucunda ilk-önce iç-âlemlerde sonra da dış-âlemde hak-hakîkat, adâlet-eşitlik ve ahlâk-tevhid hâkim kılınabilir. Bunun başka bir yolu ve yöntemi yoktur. Eğer olsaydı Allah onu emrederdi ve peygamberler de onu yapardı. Fakat hakkın ve hakîkatin, sünnetullah ve imtihan gereğince zahmetsiz, emeksiz ve gayretsiz bir şekilde ortaya çıkması söz-konusu bile değildir.    

 

Peki buna rağmen mistisizm, ezoterizm, bâtınîlik ve tasavvuf ne diyor ve ne yapıyor?. Hiç-bir şey. Oturuyorlar bir köşeye, ellerinde tellendirdikleri sigaralar, hattâ bâzen de içki masalarında meşk ederken yaptıkları muhabbetler ve atıp-tutmalar sırasında, Allah’tan, hem de aracısız ve direkt olarak mesajlar alıyorlar, “tecelli” dedikleri vahiyler iniyor kendilerine ve zevkler ediniyorlar. Hem de herhangi bir zahmete girmeden ve emek vermeden. Cigaralarını tellendirirken, rakılarını-içkilerini yudumlarken, kirli hesaplar yaparlarken falan Allah onlara vahyediyor(!). Kendilerine bir şey mi soruldu, Allah hemen tecelli ediyor ve ilhâmını yolluyor bunlara. Onlar da bilmedikleri bir şeyi bile, herhangi bir ilmi sürece girmeden ânında ve zahmetsizce bilir hâle geliyorlar. Oysa şeytan onlara fısıldayıp durmakta ve düpedüz taşak geçmektedir. Tecelli zannettikleri şeyler de şeytanın zırvalıklarından başkası değildir. Bakın, Muhyiddin İbn-i Arâbi, Fahruddin Râzi’ye gönderdiği bir mektupta kendisine ne diyor:   

 

“Ey dost!; ilimde kemâl derecesine ulaşmak için nakil ve hoca aracılığı olmadan bilgileri vâsıtasız olarak Allah’tan almak lâzımdır. Bilgisi nakle ve hocaya dayananlar ömürlerini hâdis ve mahlûk varlıklarla uğraşarak tüketirler. Rablerinden haz ve nasip alamazlar. Bir ömür harcarlar, yine de ilmin hakîkatini kavrayamazlar. Bir şeyhe intisab ederek tasavvuf yoluna girsen, hiç yorulmadan ve zahmet çekmeden, Hızır gibi ilham-yolu ile sıhhatli bilgiler alırsın. Nazara, fikre, zanna ve tahmine dayanan bilgiler değil, sâdece keşf ve şuhûda dayanan bilgiler ilimdir”.

 

Şerefsizin evlâdına bak sen!. Bir tarafta ilim yolunda günlerce, aylarca ve yıllarca kendini paralayan, göz-nuru döken ve uykusuz geceler geçirenlerin yaptıkları, “boş işler” oluyor, verdikleri emekler ve girdikleri zahmetlerin hiç-bir değeri olmuyor ve işe de yaramıyor, ama kendileri, oturup durdukları yerde, hiç-bir delile dayanmadan ve dayanmayacak olan bilgileri aracısız bir şekilde ânında alıveriyorlar da hiç zahmete girmeden allâme oluveriyorlar. Bu hem, ilim yolunca olanlara yapılan çok ağır bir hakârettir, hem de Allah’ın sünnetullah denen  yasalarına ve imtihan bilincine aykırı düşen bir ahlâksızlık ve şerefsizliktir. Oysa bunlar kendi dünyevî çıkarları için her türlü zahmete girebilmektedirler. 

 

Tasavvufçular Allah’tan, fâizciler ise devletten zahmetsizce geçinebiliyorlar. Mistikler, ezoterikler, bâtınîler, tasavvufçular, târikatçılar, bâzı cemaatler vs. içinde birileri -güyâ- bilgiyi-ilmi-hakîkati en doğru, hatâsız ve şaşmaz bir şekilde Allah’tan bedâvaya hiç-bir zahmete girmeden alabildiklerine inandırdıklarının sırtından geçinirlerken, “devlet bizim paramızı kullanıyor ve bu parayla durumu kurtarıyor, devleti biz sırtımızda taşıyoruz, elbette bunun bir karşılığı olacak” diyen fâizciler de yine emekli, işçi ve emekçi insanların sırtından bedâvaya geçiniyorlar.

 

İnsanlara hurâfeleri duymak, hakîkati duymaktan daha kolay geliyor. Bu nedenle de hakîkat yerine hurâfelere ve bâtıla inanıp ona göre yaşıyorlar. İnsanlar, doğru, gerçek ve hakîkat olduğuna inandıkları ve kabûl ettikleri şeyleri değiştirmek istemezler. Bu nedenle inanıp kabûl ettikleri şeyler üzerinde eleştiri yapmazlar ve onları sorgulamazlar. Çünkü yanlış da olsa inanılan ve kabûl edilen düşünceleri ve davranışları değiştirmek kolay değildir. Çünkü bir kere en azından kafa-konforunun bozulması gerekir. Hakîkati bilmek, kafayı yeniden formatlamayı gerektirir. Bunun için de zihnen ve de bedenen zahmete girmek gerekir ki bu zahmet bâzen çok yoğun ve ağır da olabilmektedir. Bu nedenle hakîkat için de olsa bu zahmete girmek istemeyenler, bâtıl da olsa inandıklarını ve kabûl ettikleri üzerinde kalmaya devâm ederler.

 

Emek olmadan yemek olmayacağı gibi, zahmet olmadan rahmet de olmaz, müslümanlık da olmaz.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ağustos 2024

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder