“İnsanlar,
(sâdece) ‘îman ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût
2).
Kâinatta
zahmetsiz olan hiç-bir hareket ve iş yoktur. Hareket demek “zahmet” demektir.
Zahmete girmeden hareket etmek yâni yaşamak mümkün değildir. Bir tek Allah,
“ol” demesiyle yaptıklarını zahmet çekmeden yapar ama yaratmada yâni yoktan vâr
etmede de bir sanat, yasa ve düzen-nizam vardır.
Kâinattaki
tüm cansız varlıklar, bitkiler, hayvanlar ve insanlar, hayatlarını bir döngü ve
hareket ile sürdürdükleri için, maddî yönden zahmete girmek kaçınılmazdır.
Yemek-içmek bile bir zahmet gerektirir. Varlığın maddî yapısı hayâtiyetini
zahmet-merkezli olarak sürdürür. Peki ya mânevî yapı?.
Âhiret, din,
îman, peygamber ve vahiy tanımayan deistlerin Allah’a -sözde- inanıyor olması
herhangi bir zahmet gerektiriyor mu?. Allah’a kuru-kuruya sâdece inanmak bir zahmete girmeyi gerektiriyor mu?. Allah
her-şeyi yaratıp bir kenara çekildiyse o zaman O’na inanıp-inanmamanın da farkı
ortadan kalkacağı için, herhangi bir zahmet söz-konusu olmayacaktır.
Peki;
“kurban olduğum Allah”, “şefaatine muhtaç olduğumuz peygamberimiz” gibi laflar
kullanıp da Allah’ın indirdiğine uygun olarak bilgi ve bilinç üzere olmayanlar
yada Peygamberimiz’in örneklediği gibi bir bilinç ve yaşam-tarzı üzere
olmayanlar yâni müslümanlık iddiâsında bulunmasına yada inancına laf
söyletmemesine rağmen din adına herhangi bir şey yapmayanlar için bir zahmetten
bahsedilebilir mi?.
Peki,
İslâm’ı, Kur’ân’ı, Sünnet’i idrâk etmek için didinen, çözümleme yapmak için bir
yerlerini yırtan, düşünen, fikir üreten, konuşan, yazan vs. sürekli İslâmî ilim
ile uğraşmasına rağmen iş amel-eyleme gelince, bedel ödemeye gelince, yapılması
gerekeni yapmaya gelince hiç-bir varlık göstermeyenlerin girdiği zahmet
övülmeye değer mi?. Bir yaraya merhem olmayan ve olmayacak olan bir çözümleme
ne işe yarar ve yaramaktadır?. Boş laf üretmek Allah için bir zahmete girme
durumu mudur?. Nasıl ki şirk işlendiğinde tüm yapılanlar boşa gidiyorsa,
-sözde- Allah için ilim yolunda olmak ama iş amel-eylem-hareket ve bedel
ödemeye gelince yerine çakılmak da aynı-şekilde sonuçlanır ve ömür-boyu yapılan
okuma-araştırma-yazma çalışmaları da boşa gider, çünkü bir yaraya merhem olmaz.
Üstelik bu durum -hâşâ- Allah’ın ilminin bir yaraya merhem olmadığı düşüncesini
de açığa çıkarır.
Çok net
olarak söylüyorum; İslâm’ı kabûl etmek, “zahmete girmeyi kabûl etmek” demektir.
Üstelik bu zahmet icâbında tüm malı ve canı ortaya koymayı bile gerektirebilir:
“Andolsun, mallarınızla ve canlarınızla imtihan
edileceksiniz ve sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve şirk koşmakta
olanlardan elbette çok eziyet verici (sözler) işiteceksiniz. Eğer sabreder ve
sakınırsanız (bu) emirlere olan azimdendir”
(Âl-i İmran 186).
“Hiç
şüphesiz Allah, mü’minlerden -karşılığında onlara mutlakâ cenneti vermek üzere-
canlarını ve mallarını satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler
ve öldürülürler; (bu,) Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’ân’da O’nun üzerine gerçek
olan bir vaâddir. Allah’tan daha çok ahdine vefâ gösterecek olan kimdir?.
Şu-hâlde yaptığınız bu alış-verişten dolayı sevinip-müjdeleşiniz. İşte ‘büyük
kurtuluş ve mutluluk’ budur”
(Tevbe 111).
Demek ki İslâm’da zahmetsizlik diye
bir şey söz-konusu bile değildir ve “zahmetsiz müslümanlık” diye bir şey olmaz ve
olamaz. Çünkü İslâm “zahmete dönük” bir din’dir. İslâm mistik, ezoterik, bâtınî,
uzak ve yakın-doğu dinleri gibi hiç-bir şey yapmadan sessizlik ve hareketsizlikle
tezâhür eden bir din değildir ki!. İslâm ilim ve ameldir, yâni iç ve dış-âlemde
zahmete girmek demektir. İslâm ilim, bilgi, bilinç, sabır direniş, vazgeçiş,
hicret, toplum, devlet, cihad, şehâdet
ve medeniyettir ve bunlara dönük olan bir dindir ki zaten bu özelliklere
sâhip olan tek din, “Allah katındaki tek hak din” olan İslâm’dır. Böyle olduğu
için zahmetsiz bir Müslümanlık nasıl olacak?. Zinhar böyle bir şey mümkün
değildir. İslâm takvâ-merkezli bir din’dir ki takvâ, “sorumluluk bilincinden
dolayı zahmeti yüklenmek” demektir.
Hak
katındaki tek hak din olan ve tüm peygamberlerin üzerinde olduğu İslâm Dîni, geçici
dünyâ-hayâtında çalışıp-çabalamadan, yorulmadan ve zahmetsizce dünyevî şeyler elde
etmeyi bile normâl görmezken, ebedî âlem için hiç-bir şey yapmamayı ve bir
zahmete girmemeyi zinhar onaylamaz. Böyle bir îmânı da kabûl etmez. Çünkü
İslâm’da îman, “sâdece îman” şeklinde değildir ve olamaz. İslâm’da îman, “îman
etmek ve sâlih amel işlemek” yâni “îman etmek îmâna göre bir zahmete girmek”
demektir. İslâm, insanın zahmetsiz bir durumda kalmasını bile hoş görmez de,
hiç-bir şey yapmamak yerine zahmet verdiği şeyde değişikliğin olmasını tavsiye
ve emreder: “O-hâlde, bir işten boş kaldığında yeni bir
işe koyulup yorul” (İnşirâh 7).
Modernizm bir “zahmetsizlik uygarlığı”dır ve zahmeti yok etmeye
çalışır. Şeytan, nefs ve tâğutların tüm derdi zahmeti yok etmeye çalışmak ve
insanı ıskartaya çıkarmaya çalışmaktır. Bir insan nasıl olur da “sıfır zahmet”i
hayâl edebilir, anlaşılır gibi değildir. Oysa modern insanı bitiren şey, gün
geçtikçe zahmetten uzaklaşması ve mahrûm kalmasıdır. Bu mahrûmiyet onu
günden-güne madden ve mânen tüketip bitirmektedir.
Zahmetten kaçmak, târih boyunca hiç olmadığı oranda insanı büyük bir
tüketici yapmıştır. Modern insan sâdece tüketme zahmetine katlanabilir hâle
gelmiştir. Klâsik insan, değerini girdiği zahmet ve verdiği emekten alırken,
modern insan ise değerini tüketmekten alıyor. Tüketerek sözde îtibar
kazananlar, değer-merkezli bir derinlikten yoksun olduklarından yada buna emek
harcama zahmetine katlan(a)madıklarından dolayı açıklarını sürekli “alarak” ve
“tüketerek” kazanmaya çalışırlar.
Ne namaz, ne
oruç, ne hac, ne zekat, ne infâk, ne ilim, ne amel vs. hiç-bir şey yapmadığı ve
İslâm adına hiç-bir zahmete girmediği hâlde kendini “herkesten daha iyi ve
üstün müslüman” olarak gören gevşek ve yavşakları bir kıyıya-kenara attıktan
sonra işin daha da kötüsünden bahsedelim.
Bilindiği
gibi tüm peygamberler ve onların tâkipçileri çok yoğun bir zahmet ve emek
vererek hem ilim hem de amel-eylem noktasında kendilerini paralarcasına
çalışmışlar ve çabalamışlar, İslâm’ı iç-âlemde ve dış-âlemde ikâme etmek ve
hâkim kılmak için var-güçleriyle çalışmışlardır. Peki neden böyle bunca zahmete
girmişlerdir?. Çünkü işin raconu budur. İslâm ancak üstün ve gayretli bir
çalışmanın ve çabalamanın sonucunda ilk-önce iç-âlemlerde sonra da dış-âlemde
hak-hakîkat, adâlet-eşitlik ve ahlâk-tevhid hâkim kılınabilir. Bunun başka bir
yolu ve yöntemi yoktur. Eğer olsaydı Allah onu emrederdi ve peygamberler de onu
yapardı. Fakat hakkın ve hakîkatin, sünnetullah ve imtihan gereğince zahmetsiz,
emeksiz ve gayretsiz bir şekilde ortaya çıkması söz-konusu bile değildir.
Peki buna
rağmen mistisizm, ezoterizm, bâtınîlik ve tasavvuf ne diyor ve ne yapıyor?. Hiç-bir
şey. Oturuyorlar bir köşeye, ellerinde tellendirdikleri sigaralar, hattâ bâzen
de içki masalarında meşk ederken yaptıkları muhabbetler ve atıp-tutmalar sırasında,
Allah’tan, hem de aracısız ve direkt olarak mesajlar alıyorlar, “tecelli”
dedikleri vahiyler iniyor kendilerine ve zevkler ediniyorlar. Hem de herhangi
bir zahmete girmeden ve emek vermeden. Cigaralarını tellendirirken, rakılarını-içkilerini
yudumlarken, kirli hesaplar yaparlarken falan Allah onlara vahyediyor(!). Kendilerine
bir şey mi soruldu, Allah hemen tecelli ediyor ve ilhâmını yolluyor bunlara. Onlar
da bilmedikleri bir şeyi bile, herhangi bir ilmi sürece girmeden ânında ve
zahmetsizce bilir hâle geliyorlar. Oysa şeytan onlara fısıldayıp durmakta ve düpedüz
taşak geçmektedir. Tecelli zannettikleri şeyler de şeytanın zırvalıklarından
başkası değildir. Bakın, Muhyiddin İbn-i Arâbi, Fahruddin Râzi’ye gönderdiği
bir mektupta kendisine ne diyor:
“Ey
dost!; ilimde kemâl derecesine ulaşmak için nakil ve hoca aracılığı olmadan
bilgileri vâsıtasız olarak Allah’tan almak lâzımdır. Bilgisi nakle ve hocaya
dayananlar ömürlerini hâdis ve mahlûk varlıklarla uğraşarak tüketirler.
Rablerinden haz ve nasip alamazlar. Bir ömür harcarlar, yine de ilmin
hakîkatini kavrayamazlar. Bir şeyhe intisab ederek tasavvuf yoluna girsen, hiç
yorulmadan ve zahmet çekmeden, Hızır gibi ilham-yolu ile sıhhatli bilgiler
alırsın. Nazara, fikre, zanna ve tahmine dayanan bilgiler değil, sâdece keşf ve
şuhûda dayanan bilgiler ilimdir”.
Şerefsizin
evlâdına bak sen!. Bir tarafta ilim yolunda günlerce, aylarca ve yıllarca
kendini paralayan, göz-nuru döken ve uykusuz geceler geçirenlerin yaptıkları, “boş
işler” oluyor, verdikleri emekler ve girdikleri zahmetlerin hiç-bir değeri olmuyor
ve işe de yaramıyor, ama kendileri, oturup durdukları yerde, hiç-bir delile
dayanmadan ve dayanmayacak olan bilgileri aracısız bir şekilde ânında
alıveriyorlar da hiç zahmete girmeden allâme oluveriyorlar. Bu hem, ilim
yolunca olanlara yapılan çok ağır bir hakârettir, hem de Allah’ın sünnetullah
denen yasalarına ve imtihan bilincine
aykırı düşen bir ahlâksızlık ve şerefsizliktir. Oysa bunlar kendi dünyevî
çıkarları için her türlü zahmete girebilmektedirler.
Tasavvufçular
Allah’tan, fâizciler ise devletten zahmetsizce geçinebiliyorlar. Mistikler,
ezoterikler, bâtınîler, tasavvufçular, târikatçılar, bâzı cemaatler vs. içinde
birileri -güyâ- bilgiyi-ilmi-hakîkati en doğru, hatâsız ve şaşmaz bir şekilde
Allah’tan bedâvaya hiç-bir zahmete girmeden alabildiklerine inandırdıklarının
sırtından geçinirlerken, “devlet bizim paramızı kullanıyor ve bu parayla durumu
kurtarıyor, devleti biz sırtımızda taşıyoruz, elbette bunun bir karşılığı
olacak” diyen fâizciler de yine emekli, işçi ve emekçi insanların sırtından
bedâvaya geçiniyorlar.
İnsanlara hurâfeleri duymak, hakîkati duymaktan daha kolay geliyor. Bu
nedenle de hakîkat yerine hurâfelere ve bâtıla inanıp ona göre yaşıyorlar.
İnsanlar, doğru, gerçek ve hakîkat olduğuna inandıkları ve kabûl ettikleri
şeyleri değiştirmek istemezler. Bu nedenle inanıp kabûl ettikleri şeyler
üzerinde eleştiri yapmazlar ve onları sorgulamazlar. Çünkü yanlış da olsa
inanılan ve kabûl edilen düşünceleri ve davranışları değiştirmek kolay
değildir. Çünkü bir kere en azından kafa-konforunun bozulması gerekir. Hakîkati
bilmek, kafayı yeniden formatlamayı gerektirir. Bunun için de zihnen ve de
bedenen zahmete girmek gerekir ki bu zahmet bâzen çok yoğun ve ağır da
olabilmektedir. Bu nedenle hakîkat için de olsa bu zahmete girmek istemeyenler,
bâtıl da olsa inandıklarını ve kabûl ettikleri üzerinde kalmaya devâm ederler.
Emek olmadan
yemek olmayacağı gibi, zahmet olmadan rahmet de olmaz, müslümanlık da olmaz.
En doğrusunu
sâdece Allah bilir.
Hârûn
Görmüş
Ağustos 2024
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder