26 Ağustos 2024 Pazartesi

İlm-i Ledün Nedir?

 

“Gerçekten Biz onu, belki aklınızı kullanırsınız diye Arapça bir Kur’ân kıldık. Şüphesiz o, Bizim katımızda (ledeyna) olan Ana Kitap’tadır; çok yücedir, hüküm ve hikmet doludur. Siz ölçüyü aşan bir kavimsiniz diye, şimdi o zikri (öğüt ve hatırlatma dolu Kur’ân’ı) sizden (uzaklaştırıp) bir yana mı bırakalım?” (Zuhrûf 3-5).

 

“Apaçık Kitaba Andolsun!; gerçekten Biz onu mübârek bir gecede indirdik, gerçekten biz uyaranlarız. Ki onda (o gecede) her hikmetli iş ayrılır. Katımızdan (indina) bir emir ile; doğrusu biz, (insanlara elçi) gönderenleriz” (Duhân 2-5).

 

Ledün: Arapça ladun. “Ta, öte” sözcüğünden + i ekiyle türetilmiştir. Ledüni: Gâipten olan. Ledüniyat: Anlaşılmaz esrar ve hükm. Ledün. Allah’ın huzûru, Allah katı. Sâdece cenâb-ı Hakk’a mâlûm olan, belli bir sınırda dilediği peygamber ve velîlerine öğrettiği vahiy bilgisi. Ledünnî kelimesinin tamlamalarda ortaya çıkan aynı mânâdaki müennes şekli: “Mevâhib-i ledünniyye: Allah tarafından ihsân edilen ilimler”.

 

Ledün ilmi -sözde- Allah katından melek veyâ peygamber aracılığı olmadan Allah’ın dilediği kuluna verdiği ilim olup, bu ilimden sâdece o ilme sâhip olan kul sorumludur. Oysa Kur’ân’da Allah’ın, bir kul ile aracısız konuşmasının söz-konusu olmayacağı çok açık ve net şekilde söylenir.

 

Kendisiyle Allah’ın konuşması, bir beşer için olacak (şey) değildir; ancak bir vahy ile yada perde arkasından veyâ bir elçi gönderip kendi izniyle dilediğine vahyetmesi (durumu) başka. Gerçekten O, yücedir, hüküm ve hikmet sâhibidir” (Şûrâ 51).

 

Şunu hemen baştan söyleyelim ki, Kehf Sûresi’nde anlatılan Ashâb-ı Kehf kıssası hâriç diğer anlatılanların hepsi de meseldir ve târihsel bir karşılığı yoktur. Bahçe sâhibi de, Zükarneyn de ve Mûsâ-Kul kıssası da yaşanmış olaylar değil, üzerinden örnek ve ders verilen anlatılardır.

 

İlm-i ledün diye bir ilim yoktur, olamaz. “Hızır’ın ilmi” denilen sözde ilim, birileri tarafından uydurulmuş bir olanaksızlıktır. Zâten Hızır diye ölümsüz ve her zaman her yerde hazır ve nâzır olan biri de yoktur. Çünkü Allah hem hiç kimseye ölümsüzlük vermemiştir: Senden önce hiç-bir beşere ölümsüzlüğü vermedik; şimdi sen ölürsen onlar ölümsüz mü kalacaklar? (Enbiyâ 35), hem de insana her zaman yakın olan ve yasalarıyla ve yaratma sanatıyla her yerde her zaman hazır ve nâzır olan tek varlık Allah’tır: “…Biz ona şahdamarından daha yakınız” (Kâf 16).

 

Ledün ilmi, “lâ dînî ilim”dir. Çünkü dîne uygun değildir ve aykırıdır. Hızır’ın yaptıkları hiç-bir şartta kabûl edilebilecek şeyler değildir. Bu nedenle dîne bırakın uygun olmasını, din zâten böyle şeyleri ifşâ ve iptâl etmek için vardır. Zâten bu anlatıda söylenmek istenen şey, İslâm’dan önce de vâr olan bu gibi mistik, ezoterik, bâtınî sapık konulara zinhar girilip de manyakça şeyler yapılmamasıdır. Kur’ân bu anlatıyla apaçık şekilde, “bu konulara girmeyin, çünkü neyin ne olduğunu yâni gaybî konuları yalnızca Allah bilir, gayb ilmine muttali ve vâkıf olduğunu söyleyen şarlatanlara ve yavşaklara falan da kanmayın” mesajı ve uyarısıdır. Çünkü böyle bir şey olmaz, olamaz, zîrâ kimin ne zaman ne olacağını bilebilecek olan sâdece Allah’tır. Zâten O da yaptıklarını usturupluca yapar. Aksi-hâlde kıssada anlatılan şeyleri yapan Hızır da olsa, adamın götünü keserler.

 

Almışlar koca Kur’ân’dan, böyle sapkınlıklardan sakındırmak için anlatılan bir örneği, Kur’ân’ın diğer hiç-bir âyetini tınlamadan sâdece anlatılan kıssayı hakîkat olarak kabûl ediyorlar ve meydanı boş buldukları için tüm düşlünce sistemlerini bunun üzerine kuruyorlar. Peki neden bu kıssa?. Çünkü normâlde de düşünceleri, konuşmaları ve amel-eylemleri de zâten Hızır’ın yaptıklarına benziyor. Fıtrata, doğala, normâle, Kur’ân’a ve Sünnet’e hep aykırı oldukları için, Kur’ân ve Sünnet yâni İslâm yolunda sâbit-kadem gidemedikleri ve gitmek de istemedikleri için bu aykırılıkları yaslayacakları ve dayanacakları bir dayanak arıyorlar ve onu da -güyâ- Mûsâ-Kul kıssasında buluyorlar. Böylece düşündükleri, konuştukları ve yaptıkları aykırılıkları dayandıracakları bir şey bulmuş oluyorlar. “Hızır’ın yaptıkları da normâl değildi ama yaptı, üstelik bu ledün ilmi olduğu için ve ledün ilmi çok az insana nasip olduğu için bu meseleye bir peygamber bile katlanamadı” diyorlar. Bir peygamberin idrâk edemediğini ve katlanamadığını, hiç-bir zahmete girmeden, tasavvufçu denen pek muhterem puşt takımı idrâk edebiliyor ve katlanabiliyor. Neden acaba?. Yoksa Hızır ile bir nesep ilgisi falan mı var?.

 

Kıssa şu şekilde:

 

“Hani Mûsâ genç yardımcısına demişti: İki denizin birleştiği yere ulaşıncaya kadar gideceğim yada uzun zamanlar geçireceğim. Böylece ikisi, iki (deniz)in birleştiği yere ulaşınca balıklarını unutuverdiler; (balık) denizde bir akıntıya doğru (veyâ bir menfez bulup) kendi yolunu tuttu. (Varmaları gereken yere gelip) geçtiklerinde (Mûsâ) genç-yardımcısına dedi ki: ‘Yemeğimizi getir bize, andolsun, bu yaptığımız-yolculuktan gerçekten yorulduk’. (Genç-yardımcısı) dedi ki: ‘Gördün mü, kayaya sığındığımızda balığı unuttum. Onu hatırlamamı şeytandan başkası bana unutturmadı; o da şaşılacak tarzda denizde kendi yolunu tuttu’. (Mûsâ) dedi ki: ‘Bizim de aradığımız buydu’. Böylelikle ikisi izleri üzerinde geriye doğru gittiler.

 

Derken, katımızdan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve tarafımızdan kendisine bir ilim öğrettiğimiz kullarımızdan bir kulu buldular. Mûsâ ona dedi ki: ‘Doğru yol (rüşd) olarak sana öğretilenden bana öğretmen için sana tâbi olabilir miyim?’. Dedi ki: ‘Gerçekten sen, benimle birlikte olma sabrını göstermeye güç yetiremezsin. (Böyleyken) özünü kavramaya kuşatıcı olamadığın şeye nasıl sabredebilirsin?’. (Mûsâ:) ‘İnşaallah, beni sabreden (biri olarak) bulacaksın. Hiç-bir işte sana karşı gelmeyeceğim’ dedi. Dedi ki: ‘Eğer bana uyacak olursan, hiç-bir şey hakkında bana soru sorma, ben sana öğütle-anlatıp söz edinceye kadar’.

 

Böylece ikisi yola koyuldu. Nitekim bir gemiye binince, o bunu (gemiyi) deliverdi. (Mûsâ) dedi ki: ‘İçindekileri batırmak için mi onu deldin?. Andolsun, sen şaşırtıcı bir iş yaptın’. Dedi ki: ‘Gerçekten benimle birlikte olma sabrını göstermeye kesinlikle güç yetiremeyeceğini sana söylemedim mi?’. (Mûsâ:) ‘Beni, unuttuğumdan dolayı sorgulama ve bu işimden dolayı bana zorluk çıkarma’ dedi. Böylece ikisi (yine) yola koyuldular. Nitekim bir çocukla karşılaştılar, o hemen tutup onu öldürdü. (Mûsâ) dedi ki: ‘Bir cana karşılık olmaksızın, tertemiz bir canı mı öldürdün?. Andolsun, sen kötü bir iş yaptın’. Dedi ki: ‘Gerçekte benimle birlikte olma sabrını göstermeye kesinlikle güç yetiremeyeceğini sana söylemedim mi?’. (Mûsâ:) ‘Bundan sonra sana bir şey soracak olursam, artık benimle arkadaşlık etme. Benden yana bir özre ulaşmış olursun’ dedi. (Yine) böylece ikisi yola koyuldu. Nihâyet bir kasabaya gelip yemek istediler, fakat (kasaba halkı) onları konuklamaktan kaçındı. Onda (kasabada) yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar buldular, hemen onu inşâ etti. (Mûsâ) dedi ki: ‘Eğer isteseydin gerçekten buna karşılık bir ücret alabilirdin’. Dedi ki: ‘İşte bu, benimle senin aranda ayrılma (zamânı)mız.

 

Sana, üzerinde sabır göstermeye güç yetiremeyeceğin bir yorumu haber vereceğim. Gemi, denizde çalışan yoksullarındı, onu kusurlu yapmak istedim, (çünkü) ilerilerinde, her gemiyi zorbalıkla ele geçiren bir kral vardı. Çocuğa gelince, anne ve babası mü’min kimselerdi. Bundan dolayı, onun kendilerine azgınlık ve inkâr zorunu kullanmasından endişe edip-korktuk. Böylece, onlara Rablerinin ondan temiz olmak bakımından daha hayırlısı, merhâmet bakımından da daha yakın olanını vermesini diledik. Duvar ise, şehirde iki öksüz çocuğundu, altında onlara âit bir defîne vardı; babaları sâlih biriydi. Rabbin diledi ki, onlar erginlik çağına erişsinler ve kendi defînelerini çıkarsınlar; (bu,) Rabbinden bir rahmettir. Bunları ben, kendi işim (özel görüşüm) olarak yapmadım. İşte, senin sabır göstermeye güç yetiremediğin şeylerin yorumu” (Kehf 60-82).

 

“Özünü kavramaya kuşatıcı olamadığın şeye nasıl sabredebilirsin?” diyor. Çünkü anlatılanlar gaybî konulardır ve gaybı bilmek Allah’a mahsustur. Allah peygamberlere bile bu kadar ayrıntılı gayb bilgisi vermemiştir ve kimseye de vermez. Çünkü bu derece bir gayb bilgisine sâhip olmak -hâşâ- Allah olmak demektir.

 

Şöyle derler: “Ledün ilmi mânevî ilimdir ki Kur’ân’da ifâde edildiği şekliyle; îmânî noktada gönlünü nazargâhı ilâhî kılmış, takvâya,  doğruya ermiş olan insanlarda Allah-u Teâlâ’nın ilminin yansımaları ve bahşettikleridir”. İyi de Allah bu ilmi niye peygamberlere de vermiyor ve vermemiş?. Eğer verdiyse niçin onlar da Hızır gibi davranmıyorlar ledün ilminin gereğini yapmıyorlar-yapmamışlar?. Çünkü böylece işleri çok daha kolaylaşırdı.Oysa tüm peygamberler gibi Peygamberimiz de, “ben ancak bana vahyolunanı bilirim ve sâdece vahye ona uymakla görevliyim” diyor.

 

Şu da var ki, İslâm’da hakîkat apaçıktır, eksiksizdir ve herkes de hakîkate gayreti ve çabası nispetinde ulaşabilir. Ama tasavvufta hakîkate ulaşmak sâdece ledün ilmine sâhip olan birilerinin tekelindedir ama bunlar da kimdir belli değildir. Tasavvufta hakîkate herkes ulaşamaz. Çünkü tasavvufta hakîkat sırdır ve ona ancak ayrıcalıkla yavşaklar ulaşabilir. Oysa Kur’ân hakîkatin apaçık olduğunu söyler:

 

“Onlar, yalnızca zanna uymaktadırlar. Oysa gerçekte zan, haktan (ve hakîkatten) yana hiç-bir yarar sağlamaz” (Necm 28).

 

“Onların çoğunluğu zandan (kuruntu) başkasına uymaz. Gerçekten zan ise, haktan hiç-bir şeyi sağlayamaz.

 

Şüphesiz Allah, onların işlemekte olduklarını bilendir” (Yûnus 36).

 

“Hak geldi, bâtıl yok olup gitti; bâtıl her zaman yok olmaya mahkûmdur” (İsrâ 81).

 

Hakîkat; zan, kuruntu, bâtıl taşımayan ve “Hak’tan gelen” şeydir. Hak’tan gelen tek şey vardır, o da vahiydir ki vahyin en son güncellemesi de Kur’ân ile yapılmıştır.

 

Tüm peygamberler kendilerine indirileni, eksiksiz şekilde indiği gibi nakletmekle mükelleftirler ve bu zorunludur, zâten peygamberler tüm bilgilerini vahiyden almışlardır, onlara ayrıca ledün ilmi falan verilmiş de değildir. Üstelik peygamberler, kendilerine indirilen vahiyden önce bir şey bilmiyorlardı. Ledün ilmine sâhip olanlar ise, sözde o aracısız ulaştıkları zırvalıkları bir bokmuş ve babalarının malı gibi kendilerine saklıyorlar. Amaçları gizem yaratmaktan başkası değil. Saklayınca güyâ daha kıymetli oluyor ya..  

 

Kur’ân’da Hızır diye bir isim de geçmez. “Bir kul” denir ama onun da insan mı, melek mi, cin mi ne olduğu belli değildir.

 

İlm-i ledünün içeriğinin en olmadık mânalarla doldurulması en çok da şerefsizce işler yapan -sözde- gavs, kutup, efendi  vs.’lerin “biz ledün ilmine sâhibiz. Ledün ilminde iş nasıl ki zannettiğiniz gibi değilse, bizim işlerimizde ve yaptıklarımızda da iş zannettiğiniz gibi değildir. Bizim sırrımıza muttalî olunmaz ve ne duyarsanız ve ne görürseniz yanlış bilmiş ve görmüş olursunuz” terâneleridir. Hatâlarını, işledikleri haramları, günahlarını, suçları, ettikleri ayıpları ve yaptıkları şerefsizliklerini kapatmak için buldukları şerefsizce bir yoldur ilmî ledün denilen zırvalık. Sanki Hızır’ın yaptığı doğru ve hakmış gibi kendileri de benzer şeyleri yapıyorlar ve “Hızır da aynısını-benzerini yapmıştı” diyorlar. Kendilerini Hızır gibi yansıtanlar, karşılarındakilere, meseleye sabredemeyen Mûsâ gibi olmamalarını, tabi bu-arada vahiy-mahiy falan işine girmemelerini, kendileri gibi ilm-i ledüne vâkıf olanların karşısında, “gassalın önündeki meyyit gibi olmalarını” istemektedirler. Ne çok kullandılar-kullanıyorlar ilm-i ledünü be!. 

 

İslâm’da ise bırakın şeyhi, efendiyi, hoca-efendiyi vs. ne kadar sahtekâr varsa, peygamberlerin bile karşısında nesneleşmek yoktur. Şeyhinin karşısında gassalın yıkadığı ölü gibi olmak tam bir sömürüdür, kandırmacadır. Böyle olmayı kabûl edenler de câhil ve ahmaktırlar. Peygamberlere bile, tebliğ ettikleri vahiylere mutlak îmandan başka mutlak anlamda itaat yoktur. Sahabe, Peygamberimiz’e soru sormuş, sorgulamış, bâzı konularda fikrinin ve verdiği karârının uygun olmadığını söylemiş ve karşısında fikir beyân etmiştir. Zâten Peygamberimiz de bunları hoş karşılamıştır. Çünkü Kur’ân, Peygamberimiz’e “onlarla istişâre et” diye emretmiştir. İslâm’da Allah’tan başkasına mutlak teslîmiyet ve itaat yoktur.

 

Mürşid, az önce de işâret edildiği gibi, kendisine tâbi olunmak için âileden, yurttan, makam ve mevkiden, dost ve arkadaştan, kısacası her-şeyden vazgeçilen ve her hâlükârda kendisine sadâkat gösterilip hizmet edilmesi ve dâima yüceltilmesi gereken biridir. Sâhip olduğu hatmi ilmi (ilm-i ledün), entelektüel çaba sarf etmeksizin doğrudan-doğruya Allah’tan aldığı için, onun direktiflerine karşı çıkılması gibi bir durum aslâ düşünülemez. Bu îtibarla, sülûk/târikat adâbından biri de müridin, şeyhinin sözlerine, davranışlarına, oturup-kalkmasına hiç-bir îtirazda bulunmamasıdır. Velev ki şeyhinin söz ve davranışlarında aklî ve şer’i açıdan kabûl edilmesi mümkün olmayan bir şey görse bile. Bu gibi durumlarda şeyhini kınamamalı, onun hakkında kötü düşünceler beslememeli; aksine onun hakkında iyi şeyler düşünmeli ve şeyhinin doğru davranışlarda bulunduğuna, herhangi bir görüş belirtirken müctehid sıfatıyla ictihad ettiğine inanmalı; ‘eğer ortada bir yanlış varsa, bu benden, aklımın kıtlığından ve amelimin azlığından kaynaklanıyor’ demelidir”.

 

Bu-bağlamda, bir tasavvuf grubunun yanında otururken şöyle bir söz edilmişti: Mürid, mürşidini, karısının üstünde iken, ikisi de çırılçıplak olarak yakalasa, o mürid şöyle düşünmelidir: “Bu gördüğüm zâhirde belki böyledir ama bâtında gördüğüm gibi değildir. Bu nedenle mürşidime yanlış zanda bulunmamalıyım. Mürşidim sürekli bâtınî âlemlerde ve ilm-i ledünde gezdiğinden ve kim-bilir hangi mânevi hâllerde olduğundan, şu gördüğüm şey zâhiri ve aldatıcıdır ve hak değildir. Bu nedenle şeytanın zâhiri görünüş olarak beni ayartmasına kanmamalıyım ve gördüğümden etkilenmeyip hayra yormalıyım”. İşte insanları böyle aptallaştırıp sömürüyorlar. Len ahmak! “Şeyh-efendi” dediğin o şerefsiz, senin karıyı kafaya almış ve zînâ yapıyor ve birazdan da iş nihâyete erecek. Ne bâtınından-zâhirinden bahsediyorsun sen. Git de nâmusuna el uzatan o şerefsizin hakkından gel!.

 

Mûsâ-Hızır Kıssası, ilmin sınırından bahseder. Fakat ilmin sınırından sonra “ledün ilmi” başlar falan demez. Sâdece kıssadaki “kul” için “ledünden” yâni “katımızdan” der. Zîrâ Dünyâ’da hiç kimse böyle bir şey yapmaz, yapamaz. Çünkü Hızır’ın yaptıklarını anlamak ve kabûl edebilmek için bütünü yâni işin arkasını görmek gerekir ki, bu sâdece Allah’a mahsus bir şeydir.

 

Kur’ân’da kısasa-kısas vardır, bir şeye zarar vermek açıkça yanlıştır. Mûsâ’ya değil de Hızır’a uymak, vahyi, peygamberi, şeriatı yâni İslâm’ı yâni Allah’ı dinlememek ve bunlara aykırı davranmak anlamına gelir. Üstelik Hızır’a uymak akla-mantığa da aykırı davranmayı gerektirir. Allah’ın, peygamber’in, vahyin, şeriatın, İslâm’ın, aklın ve mantığın yok sayılıp bunlara aykırı davranıldığı yerde geriye sapıklıktan ve çirkeften başka bir şey kalmaz. Tüm bunları bir kenara atıp da “ilm-i ledün” diyerek bâtınî-tasavvûfî yorumları ve zırvalıkları din yapmak ve kabûl etmek ağır bir sapmışlık durumudur. Hızır’ın yaptığını savunmak ise, kişinin kafayı yemiş olduğunun bâriz göstergesidir. Zîrâ Hızır’ın yaptıklarını savunmak ve Mûsâ’yı değil de Hızır’ı haklı görmek ancak bir travmanın, şizofreninin ve psikolojik bir bozukluğun göstergesi olabilir. Kur’ân bu kıssa ile tasavvufçuların zannettiği şeyi değil tam tersini söyler ve zımnen der ki: “Ey insanlar!; Dünyâ’da böyle bir şey olmaz, böyle bir şeye bir peygamber bile sabır göster(e)mez. Böyle -sözde- mistik-bâtınî şeyler olacak iş değildir. Hüküm zâhire göre verilir ve zâten “işin bâtını” diye bir şey de yoktur”.

 

Mûsâ-Hızır kıssası “ilmin de bir sınırı olduğu”ndan bahseder. İlim, ilm-i ledün yâni Allah katından bir ilim olsa da, Dünyâ’da geçersizdir. Zîrâ sünnetullah vardır, imtihan vardır. Mûsâ-Hızır kıssası, tasavvufçular, “ilm-i ledün” diye bir ilmin ve bu ilme sâhip olanların olduğunu zırvalaya-dursun, Dünyâ’da hem böyle bir ilmin geçersiz olacağının ve hem de böyle bir ilme ulaşmanın mümkün olmadığının göstergesidir.

 

Fakat gelin görün ki tasavvuf yanılgı kabûl etmez. Çünkü -güyâ- bilgi kendilerine aracısız şekilde, herhangi bir zahmete girmeden, aynen vahiy gibi ama melek aracılığı olmadan direkt olarak Allah’tan tecelli eder. “Direkt olarak Allah’tan alınan bilgide bir yanılgı olmaz” derler. Bir yazıda bu bağlamda şunlar söylenir:

 

“Mutasavvıflar da şimdiye değin tanımlamaya çalışılan bilgi-türü olan kazanılmış (kesbî) bilgiye karşılık, ledünnî bilgiyi (bâtınî/tasavufî sezgiyi) öne çıkarmışlardır. Onlara göre ledünnî/tasavufî bilgi: ‘Kalbin Allah’ın nûruyla aydınlanması’dır ve bu bilgi sufinin kazancı değil, Allah’ın lütfudur’. Buna göre, tasavufî bilgide yanılma yoktur!. Bilgi doğrudan ilâhi kaynaktan alındığı için (hattâ ilâhi bilginin kendisi olduğu için) doğruluğu kesinlik ifâde etmektedir. Bu konuda kategorik olarak bilginin en üst değeri olan hakkâl-yakîn ögesini kendi anlayışlarına göre çarpıtan tasavvufa göre Hakkâl-yakîn bilgi: ‘Kulun Allah’ta fâni olması ve O’nunla yalnız ilmen değil, hem ilim, hem müşâhede, hem de hâl îtibâriyle bekâ (ebedîlik, sonu olmama) bulmasıdır’. İç müşâhede yoluyla elde edilen apaçık bilgidir”.

 

Mûsa varken Hızır’ın peşine düşmek gaflettir. Zâten Mûsâ-Hızır Kıssası, Hızır’ın yaptıklarının olacak şey olmadığını göstermek için inmiştir. Allah; mistiklere, bâtınîlere ve tasavvufçulara; “böyle şeyler Dünyâ’da olacak ve kabûl edilebilecek şeyler değildir, bu yüzden böyle boş işlerle uğraşmayın, bir yere varamazsınız, boşa yorulursunuz ve sapıtırsınız” mesajını verir. Mûsâ-Hızır Kıssası’nın olmasının nedeni ve anlatmak istediği şey budur. “Bakın bir peygamber bile kabûl edemiyor, siz de kabûl edemezsiniz” demeye getiriyor. Fakat gelin görün ki, başta tasavvufçular olmak üzere, apaçık Kur’ân âyetlerine ihtilâf ederek, Hızır’ın yaptıklarını “ledün ilmi”, “bâtınî ilim”, “tevhid ilmi” vs. gibi anlayışlarla te’vil ederler ve başlarlar kendileri de Hızır gibi yorumlar yapmaya. Tabi iş Hızır gibi davranmaya gelince öyle bir saçmalık yapan yoktur. İyi de, mâdem ki siz ledün ilmi denen şeyi anladınız, bâtınî olarak iş başkadır, o zaman niçin siz de Hızır gibi dîne, ilme, vahye, akla ve mantığa apaçık aykırı şeyler yapmıyorsunuz?. Vallâhi oturtuverirler kazığa.. 

 

“Ledün” demek “katımızdan” demektir, o kadar. Devenin altında buzağı aramaya gerek yok. “Ledün” denilen şeyi çok farklı ve üstün bir ilim olarak düşünmek yanlıştır. Öyle bir ilim yoktur. Varsa bile sâdece Allah’a mahsustur. Çünkü böyle bir ilim Dünyâ’ya ve kâinâtın formatına uygun değildir.

 

Diyeceğim o ki; kıssa bir meseldir ve bir misâl üzerinden; “Allah’ın âyetleri, yasaları ve kânunları ne diyorsa öyle olur. İşin mistik, bâtınî ve tasavvûfî yönü diye bir şey yoktur. Zâten Hızır diye biri de yoktur. Siz Hızır’a değil Mûsâ’ya uymakla yâni peygamberlerin getirdiği vahye ve onların güzel örnekliklerine uymakla mükellefsiniz. Gerisi lâf-ı güzaftır” mesajı verilir.

 

Mûsâ-Hızır Kıssası olarak bilinen kıssa, kıssada anlatıldığı şekilde bir işin olmasının mümkün olmadığını göstermek için indirilmiş olmasına rağmen; şeyh, efendi, üstad, hoca vs. olarak ortaya çıkan bâzı uyanıklar yada daha doğru bir ifâdeyle sahtekârlar, kıssayı, mürîd edindikleri kişilerin sorgusundan kurtulmak, müridleri mutlak itaat şeklinde kendilerine bağlamak ve maddî-mânevî olarak sömürmek için aşırı yoruma tâbi tutarak kullanmaktadırlar. Bu yapılan hem câhillik, hem sapıklık, hem günah, hem haram, hem ayıp, hem suç he de şerefsizliktir.

 

Ledün kelimesini öyle büyütmeye de gerek yoktur. Normâl bir kelimedir ve Kur’ân boyunca “katımızdan”=ledün kelimesi “Allah’tan”, “Allah’ın verdiği”, “Allah’ın ikrâmı” anlamında kullanılmıştır:

 

“Orda diledikleri her-şey onlarındır; katımızda (ledeyna) daha fazlası da var” (Kâf 35).

 

“(Çocuğun doğup büyümesinden sonra ona dedik ki:) ‘Ey Yahyâ, Kitabı kuvvetle tut’. Daha çocuk iken ona hikmet verdik. Katımızdan (ledunna) ona bir sevgi duyarlılığı ve temizlik (de verdik). O, çok takvâ-sâhibi biriydi” (Meryem 2-13).

 

“Sana geçmişlerin haberlerinden bir bölümünü böylece aktarıyoruz. Gerçekten, sana katımızdan (ledunna) bir zikir (vahiy-Kur’ân) verdik” (Tâ-hâ 99).

 

Görüldüğü gibi Allah zâten hep katından yâni ledünden veriyor. Ledün öyle çok farklı ve sâdece birlerine has bir şeylerin verildiği özel bir yer değildir ve Allah’ın katı, Allah’ın yanı demektir. İnsanlara iyilik nâmına ne geliyorsa ledünden yâni Allah’ın katından gelmiştir-gelmektedir. Başka nereden gelecekti ki!. Tüm peygamberle ve Peygamberimiz’e vahiyler ledünden yâni Allah’ın katından inmiştir ve gelmiştir. Peygamberimiz de gönderilen tüm peygamberler de ilm-i ledün sultanlarıdır. Yâni kendilerine vahiy inen o vahiyleri idrak eden ve de en ideâl şekilde yaşayan kişilerdir. Yoksa onların “ilm-i ledün” adıyla sihirli, gizli ve herkesçe bilinemeyecek kendilerine sakladıkları bir bilgi falan yoktur. Zâten böyle yapsalardı ağır bir cezâya çarptırılırlardı.

 

Evet; tasavvufçuların tekelinde tuttukları, sırlı, gizli ve üstün bir ilim falan yoktur. İlm-i ledün diye özel bir ilim yoktur yada ilm-i ledün denilen ilim vahiy ilminden başkası değildir ve dileyen Kur’ân’ı okuduğu anda ledün ilmine kolayca ulaşabilir. Çünkü Allah kendi katından yâni ledünden ancak vahiy indirmiştir ki onu da seçtiği ahlâk-timsali peygamberle indirmiştir. Onların kim oldukları da bellidir. Peygamberler kendilerine ledünden yâni Allah katından indirilen tüm vahiy bilgisini halka açıklamışlar ve bizzat bu ilmi ete-kemiğe büründürerek hayâtın tam ortasında örnekliğini de sergilemişlerdir. Yaptıkları açıklamalarda ve sergiledikleri amel-eylemde ilm-i ledün nâmına tasavvufçuların yaptığı gibi herhangi bir saçmalık, zırvalık ve şatahat denilen sapkınlıklar yoktur. Zîrâ ledün ilmi yâni Allah katından gelen ilim vahiyden başkası değildir ve vahiylerde öyle saçmalıklar ve sapıklıklar olmaz.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ağustos 2024

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder