“Gerçekten
Biz onu, belki aklınızı kullanırsınız diye Arapça bir Kur’ân kıldık. Şüphesiz
o, Bizim katımızda (ledeyna) olan Ana Kitap’tadır; çok yücedir, hüküm
ve hikmet doludur. Siz ölçüyü aşan bir kavimsiniz diye, şimdi o zikri (öğüt ve
hatırlatma dolu Kur’ân’ı) sizden (uzaklaştırıp) bir yana mı bırakalım?”
(Zuhrûf 3-5).
“Apaçık
Kitaba Andolsun!; gerçekten Biz onu mübârek bir gecede indirdik, gerçekten biz
uyaranlarız. Ki onda (o gecede) her hikmetli iş ayrılır. Katımızdan (indina) bir emir
ile; doğrusu biz, (insanlara elçi) gönderenleriz” (Duhân 2-5).
Ledün: Arapça ladun. “Ta, öte” sözcüğünden + i ekiyle
türetilmiştir. Ledüni: Gâipten olan. Ledüniyat: Anlaşılmaz esrar ve hükm. Ledün.
Allah’ın huzûru, Allah katı. Sâdece cenâb-ı Hakk’a mâlûm olan, belli bir
sınırda dilediği peygamber ve velîlerine öğrettiği vahiy bilgisi. Ledünnî
kelimesinin tamlamalarda ortaya çıkan aynı mânâdaki müennes şekli: “Mevâhib-i ledünniyye:
Allah tarafından ihsân edilen ilimler”.
Ledün ilmi -sözde- Allah katından melek veyâ peygamber
aracılığı olmadan Allah’ın dilediği kuluna verdiği ilim olup, bu ilimden sâdece
o ilme sâhip olan kul sorumludur. Oysa Kur’ân’da Allah’ın, bir kul ile aracısız
konuşmasının söz-konusu olmayacağı çok açık ve net şekilde söylenir.
“Kendisiyle Allah’ın
konuşması, bir beşer için olacak
(şey) değildir; ancak bir vahy ile yada perde arkasından veyâ bir elçi gönderip
kendi izniyle dilediğine vahyetmesi (durumu) başka. Gerçekten O, yücedir, hüküm ve
hikmet sâhibidir” (Şûrâ 51).
Şunu hemen baştan söyleyelim ki, Kehf Sûresi’nde anlatılan
Ashâb-ı Kehf kıssası hâriç diğer anlatılanların hepsi de meseldir ve târihsel
bir karşılığı yoktur. Bahçe sâhibi de, Zükarneyn de ve Mûsâ-Kul kıssası da yaşanmış
olaylar değil, üzerinden örnek ve ders verilen anlatılardır.
İlm-i ledün diye bir ilim yoktur, olamaz. “Hızır’ın ilmi”
denilen sözde ilim, birileri tarafından uydurulmuş bir olanaksızlıktır. Zâten
Hızır diye ölümsüz ve her zaman her yerde hazır ve nâzır olan biri de yoktur.
Çünkü Allah hem hiç kimseye ölümsüzlük vermemiştir: “Senden
önce hiç-bir beşere ölümsüzlüğü vermedik; şimdi sen ölürsen onlar ölümsüz mü
kalacaklar?” (Enbiyâ 35), hem de insana her zaman yakın olan ve
yasalarıyla ve yaratma sanatıyla her yerde her zaman hazır ve nâzır olan tek
varlık Allah’tır: “…Biz ona şahdamarından daha
yakınız” (Kâf 16).
Ledün ilmi, “lâ dînî ilim”dir. Çünkü dîne uygun değildir
ve aykırıdır. Hızır’ın yaptıkları hiç-bir şartta kabûl edilebilecek şeyler
değildir. Bu nedenle dîne bırakın uygun olmasını, din zâten böyle şeyleri ifşâ
ve iptâl etmek için vardır. Zâten bu anlatıda söylenmek istenen şey, İslâm’dan
önce de vâr olan bu gibi mistik, ezoterik, bâtınî sapık konulara zinhar girilip
de manyakça şeyler yapılmamasıdır. Kur’ân bu anlatıyla apaçık şekilde, “bu
konulara girmeyin, çünkü neyin ne olduğunu yâni gaybî konuları yalnızca Allah
bilir, gayb ilmine muttali ve vâkıf olduğunu söyleyen şarlatanlara ve yavşaklara
falan da kanmayın” mesajı ve uyarısıdır. Çünkü böyle bir şey olmaz, olamaz,
zîrâ kimin ne zaman ne olacağını bilebilecek olan sâdece Allah’tır. Zâten O da
yaptıklarını usturupluca yapar. Aksi-hâlde kıssada anlatılan şeyleri yapan
Hızır da olsa, adamın götünü keserler.
Almışlar koca Kur’ân’dan, böyle sapkınlıklardan
sakındırmak için anlatılan bir örneği, Kur’ân’ın diğer hiç-bir âyetini
tınlamadan sâdece anlatılan kıssayı hakîkat olarak kabûl ediyorlar ve meydanı
boş buldukları için tüm düşlünce sistemlerini bunun üzerine kuruyorlar. Peki
neden bu kıssa?. Çünkü normâlde de düşünceleri, konuşmaları ve amel-eylemleri
de zâten Hızır’ın yaptıklarına benziyor. Fıtrata, doğala, normâle, Kur’ân’a ve
Sünnet’e hep aykırı oldukları için, Kur’ân ve Sünnet yâni İslâm yolunda
sâbit-kadem gidemedikleri ve gitmek de istemedikleri için bu aykırılıkları
yaslayacakları ve dayanacakları bir dayanak arıyorlar ve onu da -güyâ- Mûsâ-Kul
kıssasında buluyorlar. Böylece düşündükleri, konuştukları ve yaptıkları
aykırılıkları dayandıracakları bir şey bulmuş oluyorlar. “Hızır’ın yaptıkları
da normâl değildi ama yaptı, üstelik bu ledün ilmi olduğu için ve ledün ilmi
çok az insana nasip olduğu için bu meseleye bir peygamber bile katlanamadı”
diyorlar. Bir peygamberin idrâk edemediğini ve katlanamadığını, hiç-bir zahmete
girmeden, tasavvufçu denen pek muhterem puşt takımı idrâk edebiliyor ve
katlanabiliyor. Neden acaba?. Yoksa Hızır ile bir nesep ilgisi falan mı var?.
Kıssa şu şekilde:
“Hani
Mûsâ genç yardımcısına demişti: İki denizin birleştiği yere ulaşıncaya kadar
gideceğim yada uzun zamanlar geçireceğim. Böylece ikisi, iki (deniz)in
birleştiği yere ulaşınca balıklarını unutuverdiler; (balık) denizde bir
akıntıya doğru (veyâ bir menfez bulup) kendi yolunu tuttu. (Varmaları gereken
yere gelip) geçtiklerinde (Mûsâ) genç-yardımcısına dedi ki: ‘Yemeğimizi getir
bize, andolsun, bu yaptığımız-yolculuktan gerçekten yorulduk’. (Genç-yardımcısı)
dedi ki: ‘Gördün mü, kayaya sığındığımızda balığı unuttum. Onu hatırlamamı şeytandan
başkası bana unutturmadı; o da şaşılacak tarzda denizde kendi yolunu tuttu’.
(Mûsâ) dedi ki: ‘Bizim de aradığımız buydu’. Böylelikle ikisi izleri üzerinde geriye
doğru gittiler.
Derken,
katımızdan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve tarafımızdan kendisine bir ilim
öğrettiğimiz kullarımızdan bir kulu buldular. Mûsâ ona dedi ki: ‘Doğru yol
(rüşd) olarak sana öğretilenden bana öğretmen için sana tâbi olabilir miyim?’.
Dedi ki: ‘Gerçekten sen, benimle birlikte olma sabrını göstermeye güç
yetiremezsin. (Böyleyken) özünü kavramaya kuşatıcı olamadığın şeye nasıl
sabredebilirsin?’. (Mûsâ:) ‘İnşaallah, beni sabreden (biri olarak) bulacaksın.
Hiç-bir işte sana karşı gelmeyeceğim’ dedi. Dedi ki: ‘Eğer bana uyacak olursan,
hiç-bir şey hakkında bana soru sorma, ben sana öğütle-anlatıp söz edinceye
kadar’.
Böylece
ikisi yola koyuldu. Nitekim bir gemiye binince, o bunu (gemiyi) deliverdi.
(Mûsâ) dedi ki: ‘İçindekileri batırmak için mi onu deldin?. Andolsun, sen
şaşırtıcı bir iş yaptın’. Dedi ki: ‘Gerçekten benimle birlikte olma sabrını
göstermeye kesinlikle güç yetiremeyeceğini sana söylemedim mi?’. (Mûsâ:) ‘Beni,
unuttuğumdan dolayı sorgulama ve bu işimden dolayı bana zorluk çıkarma’ dedi.
Böylece ikisi (yine) yola koyuldular. Nitekim bir çocukla karşılaştılar, o
hemen tutup onu öldürdü. (Mûsâ) dedi ki: ‘Bir cana karşılık olmaksızın,
tertemiz bir canı mı öldürdün?. Andolsun, sen kötü bir iş yaptın’. Dedi ki:
‘Gerçekte benimle birlikte olma sabrını göstermeye kesinlikle güç
yetiremeyeceğini sana söylemedim mi?’. (Mûsâ:) ‘Bundan sonra sana bir şey
soracak olursam, artık benimle arkadaşlık etme. Benden yana bir özre ulaşmış
olursun’ dedi. (Yine) böylece ikisi yola koyuldu. Nihâyet bir kasabaya gelip
yemek istediler, fakat (kasaba halkı) onları konuklamaktan kaçındı. Onda
(kasabada) yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar buldular, hemen onu inşâ etti. (Mûsâ)
dedi ki: ‘Eğer isteseydin gerçekten buna karşılık bir ücret alabilirdin’. Dedi ki:
‘İşte bu, benimle senin aranda ayrılma (zamânı)mız.
Sana,
üzerinde sabır göstermeye güç yetiremeyeceğin bir yorumu haber vereceğim. Gemi,
denizde çalışan yoksullarındı, onu kusurlu yapmak istedim, (çünkü)
ilerilerinde, her gemiyi zorbalıkla ele geçiren bir kral vardı. Çocuğa gelince,
anne ve babası mü’min kimselerdi. Bundan dolayı, onun kendilerine azgınlık ve
inkâr zorunu kullanmasından endişe edip-korktuk. Böylece, onlara Rablerinin
ondan temiz olmak bakımından daha hayırlısı, merhâmet bakımından da daha yakın
olanını vermesini diledik. Duvar ise, şehirde iki öksüz çocuğundu, altında
onlara âit bir defîne vardı; babaları sâlih biriydi. Rabbin diledi ki, onlar
erginlik çağına erişsinler ve kendi defînelerini çıkarsınlar; (bu,) Rabbinden
bir rahmettir. Bunları ben, kendi işim (özel görüşüm) olarak yapmadım. İşte,
senin sabır göstermeye güç yetiremediğin şeylerin yorumu” (Kehf 60-82).
“Özünü kavramaya kuşatıcı olamadığın şeye nasıl
sabredebilirsin?” diyor. Çünkü anlatılanlar gaybî konulardır ve
gaybı bilmek Allah’a mahsustur. Allah peygamberlere bile bu kadar ayrıntılı
gayb bilgisi vermemiştir ve kimseye de vermez. Çünkü bu derece bir gayb
bilgisine sâhip olmak -hâşâ- Allah olmak demektir.
Şöyle
derler: “Ledün ilmi mânevî ilimdir ki Kur’ân’da ifâde
edildiği şekliyle; îmânî noktada gönlünü nazargâhı ilâhî kılmış, takvâya, doğruya ermiş olan insanlarda Allah-u
Teâlâ’nın ilminin yansımaları ve bahşettikleridir”. İyi de Allah bu ilmi niye peygamberlere de vermiyor ve
vermemiş?. Eğer verdiyse niçin onlar da Hızır gibi davranmıyorlar ledün ilminin
gereğini yapmıyorlar-yapmamışlar?. Çünkü böylece işleri çok daha
kolaylaşırdı.Oysa tüm peygamberler gibi Peygamberimiz de, “ben ancak bana
vahyolunanı bilirim ve sâdece vahye ona uymakla görevliyim” diyor.
Şu da var ki, İslâm’da hakîkat apaçıktır, eksiksizdir ve herkes
de hakîkate gayreti ve çabası nispetinde ulaşabilir. Ama tasavvufta hakîkate
ulaşmak sâdece ledün ilmine sâhip olan birilerinin tekelindedir ama bunlar da
kimdir belli değildir. Tasavvufta hakîkate herkes ulaşamaz. Çünkü tasavvufta
hakîkat sırdır ve ona ancak ayrıcalıkla yavşaklar ulaşabilir. Oysa Kur’ân
hakîkatin apaçık olduğunu söyler:
“Onlar, yalnızca zanna uymaktadırlar. Oysa
gerçekte zan, haktan (ve hakîkatten) yana hiç-bir yarar sağlamaz” (Necm 28).
“Onların
çoğunluğu zandan (kuruntu) başkasına uymaz. Gerçekten zan ise, haktan
hiç-bir şeyi sağlayamaz.
Şüphesiz
Allah, onların işlemekte olduklarını bilendir” (Yûnus 36).
“Hak
geldi, bâtıl yok olup gitti; bâtıl her zaman yok olmaya mahkûmdur” (İsrâ
81).
Hakîkat;
zan, kuruntu, bâtıl taşımayan ve “Hak’tan gelen” şeydir. Hak’tan gelen tek şey
vardır, o da vahiydir ki vahyin en son güncellemesi de Kur’ân ile yapılmıştır.
Tüm peygamberler kendilerine indirileni, eksiksiz şekilde
indiği gibi nakletmekle mükelleftirler ve bu zorunludur, zâten peygamberler tüm
bilgilerini vahiyden almışlardır, onlara ayrıca ledün ilmi falan verilmiş de
değildir. Üstelik peygamberler, kendilerine indirilen vahiyden önce bir şey
bilmiyorlardı. Ledün ilmine sâhip olanlar ise, sözde o aracısız ulaştıkları
zırvalıkları bir bokmuş ve babalarının malı gibi kendilerine saklıyorlar.
Amaçları gizem yaratmaktan başkası değil. Saklayınca güyâ daha kıymetli oluyor
ya..
Kur’ân’da Hızır diye bir isim de geçmez. “Bir kul” denir
ama onun da insan mı, melek mi, cin mi ne olduğu belli değildir.
İlm-i ledünün içeriğinin en olmadık mânalarla doldurulması
en çok da şerefsizce işler yapan -sözde- gavs, kutup, efendi vs.’lerin “biz ledün ilmine sâhibiz. Ledün
ilminde iş nasıl ki zannettiğiniz gibi değilse, bizim işlerimizde ve
yaptıklarımızda da iş zannettiğiniz gibi değildir. Bizim sırrımıza muttalî
olunmaz ve ne duyarsanız ve ne görürseniz yanlış bilmiş ve görmüş olursunuz”
terâneleridir. Hatâlarını, işledikleri haramları, günahlarını, suçları,
ettikleri ayıpları ve yaptıkları şerefsizliklerini kapatmak için buldukları şerefsizce
bir yoldur ilmî ledün denilen zırvalık. Sanki Hızır’ın yaptığı doğru ve hakmış
gibi kendileri de benzer şeyleri yapıyorlar ve “Hızır da aynısını-benzerini
yapmıştı” diyorlar. Kendilerini Hızır gibi yansıtanlar, karşılarındakilere,
meseleye sabredemeyen Mûsâ gibi olmamalarını, tabi bu-arada vahiy-mahiy falan
işine girmemelerini, kendileri gibi ilm-i ledüne vâkıf olanların karşısında,
“gassalın önündeki meyyit gibi olmalarını” istemektedirler. Ne çok
kullandılar-kullanıyorlar ilm-i ledünü be!.
İslâm’da ise bırakın şeyhi, efendiyi, hoca-efendiyi vs.
ne kadar sahtekâr varsa, peygamberlerin bile karşısında nesneleşmek yoktur.
Şeyhinin karşısında gassalın yıkadığı ölü gibi olmak tam bir sömürüdür,
kandırmacadır. Böyle olmayı kabûl edenler de câhil ve ahmaktırlar.
Peygamberlere bile, tebliğ ettikleri vahiylere mutlak îmandan başka mutlak
anlamda itaat yoktur. Sahabe, Peygamberimiz’e soru sormuş, sorgulamış, bâzı
konularda fikrinin ve verdiği karârının uygun olmadığını söylemiş ve karşısında
fikir beyân etmiştir. Zâten Peygamberimiz de bunları hoş karşılamıştır. Çünkü
Kur’ân, Peygamberimiz’e “onlarla istişâre et” diye emretmiştir. İslâm’da
Allah’tan başkasına mutlak teslîmiyet ve itaat yoktur.
Mürşid, az önce de işâret edildiği gibi, kendisine tâbi
olunmak için âileden, yurttan, makam ve mevkiden, dost ve arkadaştan, kısacası
her-şeyden vazgeçilen ve her hâlükârda kendisine sadâkat gösterilip hizmet
edilmesi ve dâima yüceltilmesi gereken biridir. Sâhip olduğu hatmi ilmi (ilm-i
ledün), entelektüel çaba sarf etmeksizin doğrudan-doğruya Allah’tan aldığı
için, onun direktiflerine karşı çıkılması gibi bir durum aslâ düşünülemez. Bu
îtibarla, sülûk/târikat adâbından biri de müridin, şeyhinin sözlerine,
davranışlarına, oturup-kalkmasına hiç-bir îtirazda bulunmamasıdır. Velev ki
şeyhinin söz ve davranışlarında aklî ve şer’i açıdan kabûl edilmesi mümkün
olmayan bir şey görse bile. Bu gibi durumlarda şeyhini kınamamalı, onun
hakkında kötü düşünceler beslememeli; aksine onun hakkında iyi şeyler düşünmeli
ve şeyhinin doğru davranışlarda bulunduğuna, herhangi bir görüş belirtirken
müctehid sıfatıyla ictihad ettiğine inanmalı; ‘eğer ortada bir yanlış varsa, bu
benden, aklımın kıtlığından ve amelimin azlığından kaynaklanıyor’ demelidir”.
Bu-bağlamda, bir tasavvuf grubunun yanında otururken
şöyle bir söz edilmişti: Mürid, mürşidini, karısının üstünde iken, ikisi de
çırılçıplak olarak yakalasa, o mürid şöyle düşünmelidir: “Bu gördüğüm zâhirde
belki böyledir ama bâtında gördüğüm gibi değildir. Bu nedenle mürşidime yanlış
zanda bulunmamalıyım. Mürşidim sürekli bâtınî âlemlerde ve ilm-i ledünde gezdiğinden
ve kim-bilir hangi mânevi hâllerde olduğundan, şu gördüğüm şey zâhiri ve
aldatıcıdır ve hak değildir. Bu nedenle şeytanın zâhiri görünüş olarak beni
ayartmasına kanmamalıyım ve gördüğümden etkilenmeyip hayra yormalıyım”. İşte
insanları böyle aptallaştırıp sömürüyorlar. Len ahmak! “Şeyh-efendi” dediğin o
şerefsiz, senin karıyı kafaya almış ve zînâ yapıyor ve birazdan da iş nihâyete
erecek. Ne bâtınından-zâhirinden bahsediyorsun sen. Git de nâmusuna el uzatan o
şerefsizin hakkından gel!.
Mûsâ-Hızır Kıssası, ilmin sınırından bahseder. Fakat
ilmin sınırından sonra “ledün ilmi” başlar falan demez. Sâdece kıssadaki “kul”
için “ledünden” yâni “katımızdan” der. Zîrâ Dünyâ’da hiç kimse böyle bir şey
yapmaz, yapamaz. Çünkü Hızır’ın yaptıklarını anlamak ve kabûl edebilmek için
bütünü yâni işin arkasını görmek gerekir ki, bu sâdece Allah’a mahsus bir
şeydir.
Kur’ân’da kısasa-kısas vardır, bir şeye zarar vermek
açıkça yanlıştır. Mûsâ’ya değil de Hızır’a uymak, vahyi, peygamberi, şeriatı
yâni İslâm’ı yâni Allah’ı dinlememek ve bunlara aykırı davranmak anlamına
gelir. Üstelik Hızır’a uymak akla-mantığa da aykırı davranmayı gerektirir.
Allah’ın, peygamber’in, vahyin, şeriatın, İslâm’ın, aklın ve mantığın yok
sayılıp bunlara aykırı davranıldığı yerde geriye sapıklıktan ve çirkeften başka
bir şey kalmaz. Tüm bunları bir kenara atıp da “ilm-i ledün” diyerek
bâtınî-tasavvûfî yorumları ve zırvalıkları din yapmak ve kabûl etmek ağır bir
sapmışlık durumudur. Hızır’ın yaptığını savunmak ise, kişinin kafayı yemiş
olduğunun bâriz göstergesidir. Zîrâ Hızır’ın yaptıklarını savunmak ve Mûsâ’yı
değil de Hızır’ı haklı görmek ancak bir travmanın, şizofreninin ve psikolojik
bir bozukluğun göstergesi olabilir. Kur’ân bu kıssa ile tasavvufçuların
zannettiği şeyi değil tam tersini söyler ve zımnen der ki: “Ey insanlar!;
Dünyâ’da böyle bir şey olmaz, böyle bir şeye bir peygamber bile sabır
göster(e)mez. Böyle -sözde- mistik-bâtınî şeyler olacak iş değildir. Hüküm
zâhire göre verilir ve zâten “işin bâtını” diye bir şey de yoktur”.
Mûsâ-Hızır kıssası “ilmin de bir sınırı olduğu”ndan
bahseder. İlim, ilm-i ledün yâni Allah katından bir ilim olsa da, Dünyâ’da
geçersizdir. Zîrâ sünnetullah vardır, imtihan vardır. Mûsâ-Hızır kıssası,
tasavvufçular, “ilm-i ledün” diye bir ilmin ve bu ilme sâhip olanların olduğunu
zırvalaya-dursun, Dünyâ’da hem böyle bir ilmin geçersiz olacağının ve hem de
böyle bir ilme ulaşmanın mümkün olmadığının göstergesidir.
Fakat gelin görün ki tasavvuf yanılgı kabûl etmez. Çünkü
-güyâ- bilgi kendilerine aracısız şekilde, herhangi bir zahmete girmeden, aynen
vahiy gibi ama melek aracılığı olmadan direkt olarak Allah’tan tecelli eder. “Direkt
olarak Allah’tan alınan bilgide bir yanılgı olmaz” derler. Bir yazıda bu
bağlamda şunlar söylenir:
“Mutasavvıflar da şimdiye değin tanımlamaya çalışılan
bilgi-türü olan kazanılmış (kesbî) bilgiye karşılık, ledünnî bilgiyi
(bâtınî/tasavufî sezgiyi) öne çıkarmışlardır. Onlara göre ledünnî/tasavufî
bilgi: ‘Kalbin Allah’ın nûruyla aydınlanması’dır ve bu bilgi sufinin kazancı
değil, Allah’ın lütfudur’. Buna göre, tasavufî bilgide yanılma yoktur!. Bilgi
doğrudan ilâhi kaynaktan alındığı için (hattâ ilâhi bilginin kendisi olduğu
için) doğruluğu kesinlik ifâde etmektedir. Bu konuda kategorik olarak bilginin
en üst değeri olan hakkâl-yakîn ögesini kendi anlayışlarına göre çarpıtan
tasavvufa göre Hakkâl-yakîn bilgi: ‘Kulun Allah’ta fâni olması ve O’nunla
yalnız ilmen değil, hem ilim, hem müşâhede, hem de hâl îtibâriyle bekâ (ebedîlik,
sonu olmama) bulmasıdır’. İç müşâhede yoluyla elde edilen apaçık bilgidir”.
Mûsa varken Hızır’ın peşine düşmek gaflettir. Zâten
Mûsâ-Hızır Kıssası, Hızır’ın yaptıklarının olacak şey olmadığını göstermek için
inmiştir. Allah; mistiklere, bâtınîlere ve tasavvufçulara; “böyle şeyler
Dünyâ’da olacak ve kabûl edilebilecek şeyler değildir, bu yüzden böyle boş
işlerle uğraşmayın, bir yere varamazsınız, boşa yorulursunuz ve sapıtırsınız”
mesajını verir. Mûsâ-Hızır Kıssası’nın olmasının nedeni ve anlatmak istediği
şey budur. “Bakın bir peygamber bile kabûl edemiyor, siz de kabûl edemezsiniz”
demeye getiriyor. Fakat gelin görün ki, başta tasavvufçular olmak üzere, apaçık
Kur’ân âyetlerine ihtilâf ederek, Hızır’ın yaptıklarını “ledün ilmi”, “bâtınî
ilim”, “tevhid ilmi” vs. gibi anlayışlarla te’vil ederler ve başlarlar
kendileri de Hızır gibi yorumlar yapmaya. Tabi iş Hızır gibi davranmaya gelince
öyle bir saçmalık yapan yoktur. İyi de, mâdem ki siz ledün ilmi denen şeyi
anladınız, bâtınî olarak iş başkadır, o zaman niçin siz de Hızır gibi dîne,
ilme, vahye, akla ve mantığa apaçık aykırı şeyler yapmıyorsunuz?. Vallâhi
oturtuverirler kazığa..
“Ledün” demek “katımızdan” demektir, o kadar. Devenin
altında buzağı aramaya gerek yok. “Ledün” denilen şeyi çok farklı ve üstün bir
ilim olarak düşünmek yanlıştır. Öyle bir ilim yoktur. Varsa bile sâdece Allah’a
mahsustur. Çünkü böyle bir ilim Dünyâ’ya ve kâinâtın formatına uygun değildir.
Diyeceğim o ki; kıssa bir meseldir ve bir misâl
üzerinden; “Allah’ın âyetleri, yasaları ve kânunları ne diyorsa öyle olur. İşin
mistik, bâtınî ve tasavvûfî yönü diye bir şey yoktur. Zâten Hızır diye biri de
yoktur. Siz Hızır’a değil Mûsâ’ya uymakla yâni peygamberlerin getirdiği vahye
ve onların güzel örnekliklerine uymakla mükellefsiniz. Gerisi lâf-ı güzaftır”
mesajı verilir.
Mûsâ-Hızır Kıssası olarak bilinen kıssa, kıssada
anlatıldığı şekilde bir işin olmasının mümkün olmadığını göstermek için
indirilmiş olmasına rağmen; şeyh, efendi, üstad, hoca vs. olarak ortaya çıkan
bâzı uyanıklar yada daha doğru bir ifâdeyle sahtekârlar, kıssayı, mürîd
edindikleri kişilerin sorgusundan kurtulmak, müridleri mutlak itaat şeklinde
kendilerine bağlamak ve maddî-mânevî olarak sömürmek için aşırı yoruma tâbi
tutarak kullanmaktadırlar. Bu yapılan hem câhillik, hem sapıklık, hem günah,
hem haram, hem ayıp, hem suç he de şerefsizliktir.
Ledün kelimesini öyle büyütmeye de gerek yoktur. Normâl
bir kelimedir ve Kur’ân boyunca “katımızdan”=ledün kelimesi “Allah’tan”,
“Allah’ın verdiği”, “Allah’ın ikrâmı” anlamında kullanılmıştır:
“Orda
diledikleri her-şey onlarındır; katımızda (ledeyna) daha fazlası da var” (Kâf 35).
“(Çocuğun
doğup büyümesinden sonra ona dedik ki:) ‘Ey Yahyâ, Kitabı kuvvetle tut’. Daha çocuk
iken ona hikmet verdik. Katımızdan (ledunna) ona bir sevgi duyarlılığı ve temizlik (de
verdik). O, çok takvâ-sâhibi biriydi” (Meryem 2-13).
“Sana
geçmişlerin haberlerinden bir bölümünü böylece aktarıyoruz. Gerçekten, sana
katımızdan (ledunna)
bir zikir (vahiy-Kur’ân) verdik” (Tâ-hâ 99).
Görüldüğü gibi Allah zâten hep katından yâni ledünden
veriyor. Ledün öyle çok farklı ve sâdece birlerine has bir şeylerin verildiği
özel bir yer değildir ve Allah’ın katı, Allah’ın yanı demektir. İnsanlara
iyilik nâmına ne geliyorsa ledünden yâni Allah’ın katından gelmiştir-gelmektedir.
Başka nereden gelecekti ki!. Tüm peygamberle ve Peygamberimiz’e vahiyler
ledünden yâni Allah’ın katından inmiştir ve gelmiştir. Peygamberimiz de
gönderilen tüm peygamberler de ilm-i ledün sultanlarıdır. Yâni kendilerine
vahiy inen o vahiyleri idrak eden ve de en ideâl şekilde yaşayan kişilerdir.
Yoksa onların “ilm-i ledün” adıyla sihirli, gizli ve herkesçe bilinemeyecek
kendilerine sakladıkları bir bilgi falan yoktur. Zâten böyle yapsalardı ağır
bir cezâya çarptırılırlardı.
Evet; tasavvufçuların tekelinde tuttukları, sırlı, gizli
ve üstün bir ilim falan yoktur. İlm-i ledün diye özel bir ilim yoktur yada
ilm-i ledün denilen ilim vahiy ilminden başkası değildir ve dileyen Kur’ân’ı
okuduğu anda ledün ilmine kolayca ulaşabilir. Çünkü Allah kendi katından yâni
ledünden ancak vahiy indirmiştir ki onu da seçtiği ahlâk-timsali peygamberle
indirmiştir. Onların kim oldukları da bellidir. Peygamberler kendilerine
ledünden yâni Allah katından indirilen tüm vahiy bilgisini halka açıklamışlar
ve bizzat bu ilmi ete-kemiğe büründürerek hayâtın tam ortasında örnekliğini de
sergilemişlerdir. Yaptıkları açıklamalarda ve sergiledikleri amel-eylemde ilm-i
ledün nâmına tasavvufçuların yaptığı gibi herhangi bir saçmalık, zırvalık ve
şatahat denilen sapkınlıklar yoktur. Zîrâ ledün ilmi yâni Allah katından gelen
ilim vahiyden başkası değildir ve vahiylerde öyle saçmalıklar ve sapıklıklar
olmaz.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ağustos
2024
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder