“Asra
andolsun; Gerçekten insan, ziyandadır. Ancak îman edip sâlih amellerde
bulunanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye
edenler başka” (Asr 1-3).
Akıl “bağ
kuran” olarak her-şeyle bağ kurabilir. Eğer vahyin kontrôlü ve yönlendirmesinde
değilse aklın her-şeyle bağ kurması kaçınılmazdır. Bu nedenle de insan akıl
yönüyle değil, amel-eylem yönüyle gerçek anlamda tanınabilir. Tabi amel-eylem
İslâm-merkezli olunca Allah’ın râzı olduğu amel ve eylem olunca ki hele bu amel
ve eylem vahiy-merkezli olarak inşâ olmuş olan akılla yapılıyorsa kemâle erer
ki Allah da insanları işte böyle bir amel eyleme yönlendirir.
Davranışlarda
ve amel-eylemde üçüncü bir şık yoktur ve amel-eylemde ya îman edenler gibi yada
inkâr edenler gibi davranışlarda bulunursunuz ve ikisinden birine göre yaşarsınız
ki bu sizin aslında ne ve kim olduğunuzu ortaya apaçık şekilde koyar. Hakîkat davranışlarla
ortaya konulduktan sonra siz istediğiniz iddiâyı savunun yine de değişen bir
şey olmayacaktır. Çünkü insanlar sizin davranışlara bakacağı gibi, Allah da
değerlendirmede amel-eyleminize bakar.
Hani “cephede
kazandık ama masada kaybettik” sözü var ya; Müslümanlar, dindarlar ve bir dîne
bağlı olanlar için bu her alanda böyledir. İlmî alanda da böyledir. Dîne
bağlılık akıldan ve ilimden ziyâde amele-eyleme bağlılıktır. İnsan, amel-eylemi
bırakıp da modernizmin bir dayatması olarak ve amelden koparak bilgiyi merkeze alması
ile amel-eyleme alan kalmayınca geriye bilgi ve ilim kalmıştır. Dindarlar elbette
işin lafazanlığını yapmayı hem sevmezler hem de sonuç alınamayacak olan ve her
yöne çekilip esnetilebilecek olan bilgiyle sınırlı ölçüde ilgilenirler. Diğerleri
ise amel-eylem ile değil de bilgi ile ilgilendikleri için çoğunluğun yaptığı
beyin fırtınalarıyla ortaya çıkan zırvalıklara meyletmezler. Mesele budur.
İlminiz
ve amel-eyleminiz arasında bir çelişki olmazsa siz ilminiz ile de tanınırsınız.
Fakat ne ve kim olduğunuz ilimden ziyâde amel-eyleminiz ile açığa çıkar. “Âyinesi
iştir kişinin lafa bakılmaz, şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde” sözü vardır.
Bu sözde “bir kişinin aklının seviyesi yaptığı işte görünür” anlamındadır. Zîrâ
laf ve söz üzerine yorum yapılabilir ama amel ve eylemin yorumu olmaz ve amel
ve eylem ne ise odur. O-hâlde insan hem insanlar hem de Allah açısından
söylediklerinize göre değil, yaptıklarınıza göre değerlendirilir.
Yaşam-şekliniz
ve yaptıklarınız şüphe kaldırmaz, ne yapıyorsanız osonuzdur çünkü rôl yapmak da
sürekli olacak bir şey değildir. Küpün içinde ne olduğu, “sızdırdıklarına göre”
anlaşılır, yoksa küpün üstünde, içeriği hakkında yazılan şeye bakılarak değil.
Söz
ve laf eğilip-bükülebilen bir şeydir, lafı istediğiniz gibi çevirebilirsiniz.
Dürüstlük lafa bakılarak anlaşılamaz ve kabûl edilmez, amel-eylem, hele sürekli
yapılan davranışlar insanın tanınmasını sağlayan asıl görüntülerdir.
Söylem
ve eylemler birbirlerini tuttuklarında ise her-şey netleşir ve bir kişinin ne
olduğu apaçık şekilde ortaya çıkar ve insanın ne olduğu belli olur. Zâten bir
kişi yaptığı şeyi sürekli yapıyorsa o kişiye o şeye inanıp-inanmadığı bile
sorulmaz, ama söylemine rağmen söylemine uygun davranmıyorsa ondan herkes şüphe
eder.
Agnostikler
“biz teist değiliz ama ateist de değiliz, çünkü tanrının var yada yok olduğunu bilemeyeceğimizi
söylüyoruz” derler. Böylece iki taraftan da olmadıklarını söylerler. Fakat davranışta
tesitler gibi değil de ateistler gibi yaşıyorlar ve davranıyorlar. Hâlbuki emin
değilseniz ve “ikisi de olabilir” diyorsanız, o zaman düzenli olmasa ve
ara-sıra da olsa teistler gibi en azından bâzı ibâdetleri yapmanız gerekir.
Fakat böyle yapmıyorlar ve tam da ateistler gibi yaşıyorlar. Lâkin ben sizin lafınıza
niye güveneyim ki!. Ben sizin ne olduğunuzu anlamak için amel, eylem ve
davranışlarınıza bakarım. Çünkü insanın ne olduğu lafına değil, amel-eylemine
bakılarak ortaya çıkar ve anlaşılır. Amel ve eylem ya îmâna göre yada
îmansızlığa göre olur, üçüncü bir seçenek yoktur. Peki agnostiklere soralım;
“bilemeyiz” diyerek üçüncü bir ihtimâl ortaya atıyorsunuz da, niçin amel, eylem
ve davranış olarak üçüncü bir şıkınız yok?. Olamaz da ondan. Çünkü amel-eylemde
üçüncü bir şık yoktur. Zîrâ amel-eylem yoruma açık değildir ve neyse odur. Bu
nedenle de amel-eyleminiz sizin ne olduğunuzu gösterir. O-hâlde bana
amel-eyleminizi söyleyin, sizin kim olduğunuzu söyleyeyim.
Demek
ki pratik hayatta agnostisizm geçersizdir. Çünkü o bir iş-güzarlıktır ve sâdece
laf-ebeliği yapmak için kullanılabilir. Bir türlü iknâ ve tatmin olamayan ve
bir türlü îman etmeye yanaşmayanların sarıldığı bir safsatadan başka bir şey
değildir. Agnostikler bildiğiniz ateistlerdir. Çünkü ateist gibi
yaşamaktadırlar.
“Protagoras’a göre her insan, başka bir insan olduğu
için ve kimse Dünyâ’ya aynı perspektiften bakmadığı, aynı kişi olmadığı için,
her insan kendi doğrusunu tecrübe eder. Dolayısıyla, ortada ne kadar çok insan
varsa, o kadar çok doğru ve yanlış vardır” derler. Fakat amel-eylemde iş
değişir. Amel ve eylemde herkesin farklı bir amel-eylemi olmaz. Çünkü
amel-eylem o kadar da çeşitlenemez. Zâten amelin yorumu olmaz, çünkü hem tek
başına hem de toplu olarak aynı amel işlenebilir. Meselâ cemaatle kılanların
hepsinin değişik görüşü olabilir ama yaptıkları şeyler aynı yada benzer olduğu
için herkesin görüşü birbirlerinden tam zıt olacak şekilde ayrı olamaz.
“Söz uçar yazı kalır” derler fakat söz uçup
gittiği gibi yazı da yanıp gidebilir. Fakat amel-eyleme bir şey olmaz. Çünkü ameli
eylem ve davranışlarınız kalıcıdır ve bu nedenle de Allah sizi amel-eyleminize
göre değerlendirip hesâbınızı da ona göre yapacaktır. Siz ölmüş olsanız bile
yaptıklarınızı yapmamış olamazsınız. Düşünceleriniz, fikirleriniz, söylemleriniz,
yazdıklarınız vs. hepsi yok olur ve unutulur gider ama yaptıklarınız kalıcıdır.
Bu en azından Allah için böyledir. Gün gelir bildiklerinizi bilmez durumuna
düşebilirsiniz, fakat hiç-bir zaman yaptıklarınızı yapmamış durumuna
düşemezsiniz.
Hayâtında
hiç limon görmemiş ama limon hakkında bir milyon tâne kitap okumuş kişinin
limon hakkındaki bilgisi, herhangi birinin limonu bir kere yalaması kadar olamaz.
Hakîkî ve kesin bilgi limonu bir kere yalayıvermekle kazanılırken, hiç limon
görmemiş yada hiç limon yalamamış bir kişi, bir milyon tâne kitap bilgisine
sâhip olunsa da o bilgiyi kazanılamaz. Çünkü limonu yalamak, onun hakkında
bilgi-sâhibi olmaktan üstündür. Zîrâ amel, bilmeden ve ilimden üstündür. Tek bir
amel-eylem, milyonlarca boş lafa bedeldir.
Kur’ân
Arapça ve herkesin anlayabileceği kolaylıkta bir kitaptır ama zekâ seviyesinde problem
olan yada daha düşük anlayışa sâhip olanlar için ortada bir adaletsizlik ve
dezavantaj olmaz. yoktur. Çünkü İslâm Dîni’nin bir Peygamberi vardır ve o, dîni
hayatta uygulamakla ve “güzel örneklik”i ortaya koymakla görevlidir. Peygamberimiz,
Kur’ân’ın “en güzle örneklik” dediği şekilde Kur’ân’ı hayatta uygulamış ve
hâkim kılmıştır ki, amel-eylem olarak bu uygulama herkes için aynıdır. O-hâlde
akıl-zekâ seviyesi düşük olanlar, eğer “güzel örneklik” denilen Sünnet’e
uyuyorlarsa ve ona göre amel ve eylemde bulunuyorlarsa, o kişi İslâm’ı en
şekilde yaşamış olacağı için bir sorun kalmaz. Çünkü ilim de amel-eylem ortaya
koymak için vardır. Zâten amel ve eylemin, ilmin pratiği yapıldığı için ilim kazandırma özelliği de vardır ama, ilmin
amele-eyleme yöneltme yönü olsa da bu çok fazla olmaz. İşte bu nedenle İslâm
târihinde Kur’ân’dan ziyâde Sünnet’e uymak yaygınlaşmıştır. Çünkü insanların çoğunun
ilim yoluna düşmesi hem mümkün değildir hem de çoğu insan buna yatkın değildir.
Sünnet, tam da “Kur’ân’a göre bir yaşayış” olduğu için ortada bir sorun
görülmemiştir. Tabi “sünnet” diyerek uydurulan bir-çok herze de olmuştur.
İslâm
söze karşı îmânı ve sâlih ameli ortaya koyarlar. Mekke müşriklerinin o kadar
dalga geçmelerine ve mantık yürütmelerine karşı yapılan şey polemiğe
girmektense amel-eylem ortaya koymak olmuştur. Sonunda müslümanlar gün geçtikçe
büyürken, müşrikler ise zayıflayıp gitmiştir. İşte şimdi de sorun budur. Müslümanlar
amel-eylemden koparak bilgi alanına geçiyorlar yada çekiliyorlar fakat bu alanda
hem azınlık oldular hem de ortama geç girdikleri için zayıf kalmaktadırlar.
Hâlbuki amel-eyleme dönülse ve ahlâk, adâlet ve hakîkat ikâme edilse her-şey
bambaşka olabilecektir.
Öyle
bilgiç-bilgiç konuşanlara bakıp da onlara çok da imrenmeyin. Eğer bildikleri
ile amel etmiyorlarsa söylediklerinin çok da bir anlamı ve önemi yoktur. Çünkü
bilgilerinin sağlaması henüz yapılmamıştır. Bilginin sağlaması ise ancak amel
ve eylem ile yapılabilir. Kur’ân böyleleri için şöyle der.
“Onları
gördüğün zaman cüsseli yapıları beğenini kazanmaktadır. Konuştukları zaman da
onları dinlersin. (Oysa) sanki onlar (sütun gibi) dayandırılmış ahşap-kütük
gibidirler. (Bu dayanıksızlıklarından dolayı da) her çağrıyı kendileri
aleyhinde sanırlar. Onlar düşmandırlar, bu yüzden onlardan kaçınıp-sakının.
Allah onları kahretsin; nasıl da çevriliyorlar” (Münâfikûn 4).
Neden “kütük gibidirler” diyor?. Çünkü amale-eyleme
dönmeyen şeyin ancak odun kadar değeri olur.
Bir önermenin “pratikte geçerli” olmasıyla, “teoride
geçerli” olması arasında fark vardır. Teoride geçerli olan pratikte geçerli olmayabilir. Bu nedenle Allah amel,
eylem ve davranışlarımıza balar.
Bilenlerle bilmeyenler bir olmaz ve bilmek ve ilim
elbette çok ön emlidir. Fakat amel ilimden üstündür. Çünkü kişinin ve bir
fikrin ne olduğu ancak amel-eyleme döndüğünde ve davranış olarak gözüktüğünde
belli olur. Demek ki insanı tanımanın en doğru ve kesin yolu, o kişinin lafına
değil de amel, eylem ve davranışlarına bakarak anlaşılabilir.
O-hâlde bana amelini söyle ki, sana kim olduğunu söyleyeyim.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ağustos 2024
Rahman ve Rahim olan Allâh’ın adıyla
YanıtlaSilEy iman sahipleri! Allah'a ve âhıret gününe inanmadığı halde, insanlara riya için malını infak eden kişi gibi, sadakalarınızı başa kakmak ve eza etmek suretiyle boşa çıkarmayın. Böylesinin durumu, üzerinde biraz toprak varken tepesine şiddetli bir yağmur inip kendisini cascavlak bırakmış yalçın bir kayanın haline benzer. Böyleleri, kazandıklarından hiç bir şey elde edemezler. Allah, küfre sapan bir topluluğu doğruya ve güzele kılavuzlamaz.
( 2 - BAKARA 286/264. Ayet )
Ebû Ümâme el-Bâhilî"nin naklettiğine göre, bir adam Hz. Peygamber"e (sav) geldi (ve bazı sorular sordu)... Sonra Resûlullah (sav) şöyle buyurdu: “Allah sadece samimi bir şekilde ve kendi rızası gözetilerek yapılan amelleri kabul eder.”
(Nesâî, Cihâd, 24)