“Dediler
ki: Sen yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiç-bir bilgimiz yok. Gerçekten
sen, her-şeyi bilen, hüküm ve hikmet sâhibi olansın” (Bakara 32).
Şunu hemen söyleyelim ki, Allah, bilmenin ve
bulmanın konusu değil, îman etmenin konusudur. Îmânın bizzat varlığı, bilmeye
ve bulmaya ihtiyaç bırakmaz. Îmân edip sâlih ameller işleyenler için Allah’ı
bilmek ve bulmak hiç gündemlerinde değildir. Zîrâ insanın ulaşabileceği en üst
sınır, “hakkıyla îman etmek ve bu îmâna göre sâlih amel işlemek”tir. Allah’ın
kullarından beklediği şey budur: “Îman
edip sâlih amellerde bulunanlar; ne mutlu onlara. Varılacak yerin güzel olanı
(onlarındır)” (Ra’d
29).
İslâm’da
“Allah’ı bilmek” diye bir şey yoktur. Allah hiç-bir yerde kullarına böyle bir
emir ve görev vermez ve sorumluluk yüklemez. Allah, Kendisinin bilinmesi için
çalışılmasını hiç-bir zaman emretmemiş, istememiş ve insanlardan böyle bir şey
beklememiştir. Zîrâ Allah’ı bilmek imkânsız bir şeydir. Allah’ın ancak yine
Kendisi bilebilir. İnsanlar, trilyonlarca yıl boyunca sürekli olarak Allah’ı
bilme ve bulma yolunda çalışsalar, bir arpa-boyu yol bile alamazlar. Zâten insanlık-târihi
boyunca Allah’ı bilmek yolunda bir arpa-boyu bile yol alınamamıştır, alınamaz
da.
Bilinen hiç-bir şey Allah’ın zâtı, yâni
“mutlak varlığı” ile ilgili değildir. Allah’ın zâtını boşu-boşuna idrâk etmekle,
bilmekle ve bulmakla uğraşırsanız, hiç-bir zaman O’na hakkıyla îman
edemezsiniz. Hakkıyla îman ettiğinizdeyse, O’nu bilmeye ve bulmaya çalışmakla
uğraşmazsınız. Çünkü Allah’ın zâtını idrâk etmek mümkün olmadığı gibi, Allah’ın
zâtını idrâk etmenin bir anlamı da yoktur. Bilmek yoktur, îman etmek ve
hakkıyla kul olmak vardır.
Modernizm bir “hadsizlik uygarlığı” olduğu
gibi modern insan da hadsiz bir varlıktır. Haddini bilmeyenler her-şeyi bilmek
isterler. Modern insan, Allah da dâhil her-şeyin bilinebileceğini zanneden bir
zavallıdır. Bir-kaç şeyi bildi diye her-şeyi bileceğini zannetmektedir. Bu nedenle
de Allah’ı da bilmek ister, bilemediğinde ise O’nu çeşitli şekillerde inkâr
etmeye başlar. Allah’ı arama, bulma ve bilme çabalarının sonu inkâr ile
sonuçlanır. Zîrâ hiç-bir şey bulunmaz. Çünkü dediğimiz gibi, O’nu bilmek-bulmak
değil, O’na îman etmek vardır.
Bilmek daha doğrusu bilmeye çalışmak yada
bildiğini sanmak îmânı azaltır. Çünkü her-şeyi bilirseniz ve bilmeye
kalkarsanız yada bildiğinizi veyâ bilinebileceğini sanırsanız, geriye îman
edecek bir şey kalmaz. Bu “îmansızlaşma”yı ortaya çıkarır ki aklı ve bilgiyi
ilahlaştırmış olan modernizmin îmansızlığı ve modern insanın îmânının bitme
noktasına gelmesinin nedeni budur. Bir insan Allah’ın zikri yâni Kur’ân ile
tatmin olmuyorsa, hiç-bir şeyle tatmin olmaz. İnsanı îman etmekten başka bir şey
iknâ edemeyeceği gibi, sâlih amel işlemekten başka bir şey de tatmin edemez. Her-şeyi
bilmeye gerek yoktur. Yeterince bilmek ve bildiğinle amel etmek yeterlidir.
Daha genel anlamda söylersek, gayb, bilmenin
konusu değildir. Allah, âhiret, melekler, vahiy, peygamberlik, Kur’ân ve İslâm
gaybın konusu olduğu için akıl bu noktada yetersiz ve çâresiz kalır. Burada
devreye îman girmediğinde gaybı kabûl edebilmek mümkün olmaz.
Gerçek bilme, amel-eylem hâlindeyken olur. Meselâ
Kur’ân’ı bilmek yetmez, “Kur’ân’ı hakkıyla bilmek” gerekir ki bu, ancak
amel-eylem hâlinde iken olur. Okuma-araştırma ile bir şeyin
ne olduğu “tam anlamıyla” bilinemez. Tam anlamıyla bilinebilmesi için o şeyin
içinde “yaşanması” gerekir. Bilmek, yaşamaktır ve ancak yaşayanlar bilir. Çünkü
yaşanmadan bilinmez.
İnsanın bir şeyi görmesi ve bilmesi için o
şeyin tüm varlığıyla kâinâtın ve Dünyâ’nın içinde bulunuyor olması gerekir.
Çünkü görecek ve bilecek olan akıl ancak varlık içinde olanı görebilir ve
bilebilir. Allah’ı da görebilmesi ve bilebilmesi için O’nun da varlığın içinde
bulunuyor olması gerekir. Oysa Allah mekândan münezzehtir. Bu-bağlamda Allah
zâtıyla ve mutlak varlığıyla kâinâtın hiç-bir yerinde yoktur. O, kâinatta,
yaratma sanatıyla ve yasalarıyla vardır ve böylece tüm kâinâtı kuşatmıştır ve
her-şeye hâkimdir. Ne yana bakılsa -tasavvufun zannettiği gibi- O’nun zâtı ve
mutlak varlığı değil, yaratma sanatı ve yasaları görülür.
Bir yerde yada şeyde Allah’ın olması ve
bulunması demek, o şeyin yada yerin sonsuz (bâkî) olması anlamına gelir. Allah
Bâkî’dir ama varlık bâkî değildir. Bâkî olmayan bir şeyin Bâki olan ile
bir-arada bulunması mümkün değildir. Çünkü Bâkî olan Allah’ın zâtının ve mutlak
varlığının, fânî olan kâinâtın içinde olduğunu söylemek, fânî olan varlık “fân”
olduğunda yâni yok olduğunda, -hâşâ- Bâkî olan Allah da yok olmuş olacağı fakat
böyle bir şey söz-konusu olmayacağı için, Allah kâinâtın hiç-bir yerinde zâtı
ve mutlak varlığı ile yoktur fakat “yaratma sanatı ve yasalarıyla” vardır. Bildiğimiz
şeylerin içinde fânî ve yok olmayacak bir şey olmadığına göre, bildiğimiz
hiç-bir şeyin içinde Allah yok demektir. Bu, “hiç-bir şeyin Allah olmaması”
anlamına da gelir.
Sürekli olarak Allah’ın zâtı hakkında; “ne
zaman, nerede ve nasıl?” sorusu üzerinde düşünülüyor. Oysa Allah’ın zâtı düşünüldükçe
Allah inancı zayıflar ve zamanla bitip gider. Allah’ın zâtını düşünmek ve O’nu
zâtıyla bilmeye çalışmak, “O’nu sınırlamak” demektir. Zîrâ insanın görmesi,
duyması ve bilmesi ancak sınırlayarak olur. Çünkü göz, kulak ve akıl ancak “sınırı
olanı” görebilir, duyabilir ve bilebilir. Peki Allah sınırsız olduğuna göre
O’nu neyle ve nasıl bilebilecektir?.
Allah kâinâtın hiç-bir yerinde zâtıyla ve
mutlak varlığı ile yoktur. Fakat Allah, kâinâtın tamâmında sanatıyla,
kânunlarıyla ve yaratıp durmasıyla vardır. Allah’ı bilmek, görmek ve duymak
mümkün ve önemli değildir ama O’na inanmak önemlidir. Bu da ancak ve ancak,
Allah’ın yarattıklarını, sanatını ve kânunlarını bilmekle, görmekle ve duymakla
olabilir. Allah’a olan inanç ve îman, O’nun yarattıklarına bakarak başlar ve
artar. Allah’ın yarattıklarına yâni sanatına baktıkça ve sünnetullah denen
kânunlarını gördükçe insan düşünmeye başlar ve inat etmeyi bıraktığında, tüm bu
muhteşem düzenin, nizâmın ve fevkalâdeliğin gerçek anlamda ancak Allah ile
açıklanabileceğini idrâk eder ve der ki: “Evet, Allah yaratmıştır”. Böylece
îman başlar. İdrâk ettikçe îman ve inanç artar ve “Allah’a neden inanıyorum?”
sorusuna bir cümle ile cevap verir: “Çünkü varlığı, Allah dışında bir şey ile
açıklamak mümkün değildir”.
Görmek ve bilmek için bakılan şeyin görülür ve
bilinir cinsten olması gerekir. İnsanın görebileceği ve bilebileceği şey ise ancak
bir cisim olabilir. Yâni insan ancak maddî olan bir şeyi görebilir ve
bilebilir. İnsan ancak kendisi gibi fâni olanı görebilir ve bilebilir. Fâni
olanların içinde de maddî olan maddeden müteşekkil olan bir şeyi
görüp-bilebilir ki onu bile mutlak anlamda görüp-bilemez. O-hâlde âlemlerin
Rabbi olan Allah’ın görülmesi ve bilinmesi söz-konusu bile değildir.
Bu-bağlamda gaybî varlıklar olan cinleri ve melekleri de göremez ve bilemez. Allah
-hâşâ- bir madde ve cisim olmadığı için, ancak sınırlı görebilme ve bilebilme yeteneği
olan insan Allah’ı görebilmesi ve bilebilmesi mümkün değildir.
Varlığı
bilme yolunda olmak iyidir tabî ki ama bunları bilmek demek “Allah’ı bilmek”
demek değildir. Zâten “Allah’ı bilmek” diye bir şey yoktur. “O’na hakkıyla
kulluk etmek” vardır ki bu da “Allah’ın vahiyle bildirdiği kadarını bilmek” ve
vahyin emrettiklerini “güzel örnekliğimiz” olan “Peygamberimiz’i örnek olarak
yapmak”la olur. Tasavvuf ve bâtınîlik, varlığı bilince Allah’ın da bilineceğini
zannetmektedir.
Müslümanlar
arasında “Allah’ı bilmek” düşüncesi, panteizm yada vahdet-i vücût teorisine
göre “Allah’tan başka bir varlık yoktur” yada “varlığın tümü aslında Allah’tır”
sapık ve şirk düşüncesiyle ortaya çıkmıştır. Her-şey -hâşâ- Allah olunca, “neyi
bilirsen bil Allah’ı bilmiş olursun” düşüncesine gelinir. Oysa kâinatta yada
varlığın hiç-bir noktasında Allah mutlak varlığı yada zâtıyla yoktur. Kâinatta
yada varlıkta Allah, yaratma sanatı yada sünnetullahıyla vardır.
Allah
bizi, idrâk etmemiz gereken kadar bir hakîkat ile sorumlu tutar. Zâten ötesine
gücümüz yetmez. Bu hakîkate ise ancak vahiy ile ulaşılabilir ve vahiyle idrâk edilebilir.
O-hâlde hakîkat ancak Allah’ın bildirdiği kadardır. Tabi hakîkati bilmek demek
onu “sâdece bilmek” demek değildir, hakîkati idrâk ettikten sonra onu dile
getirip haykırmak ve onunla amel etmek de önemlidir ki hakîkat ancak o zaman kâlplere
yerleşir ve tezâhür eder.
Şu da var ki, bir her duyduğumuzu, gördüğümüzü ve düşündüğümüzü
anlamlandıramayız yâni bilemeyiz. Aslında insan normâlde göremeyeceği bir şeyi
bir-anlığına görse bile, gözüyle gördüğü hâlde onu hem anlamlandıramaz hem de
gördüğü şeyin ne oluğunu bilip anlatamaz. Meselâ Nûr Sûresi 35. âyette Allah
kendini şöyle tanıtır:
“Allah,
göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nûrunun misâli, içinde çerağ bulunan bir
kandil gibidir; çerağ bir sırça içerisindedir; sırça, sanki incimsi bir
yıldızdır ki, doğu’ya da batı’ya da âit olmayan kutlu bir zeytin ağacından
yakılır; (bu öyle bir ağaç ki) neredeyse ateş ona dokunmasa da yağı ışık verir.
(Bu,) nûr üstüne nûrdur. Allah, kimi dilerse onu kendi nûruna yöneltip-iletir.
Allah insanlar için örnekler verir. Allah her-şeyi bilendir” (Nûr 35).
Biz
bu âyette söylenenleri anlıyoruz, kelimeler bildiğimiz-tanıdığımız kelimeler
ama cümlenin bütünlüğüne baktığımızda ne dediğini yine de idrâk edemiyoruz.
Çünkü âyet, Allah’tan bahsediyor. Hiç
görmediğimiz ve hakîkatini kesin şekilde bilmediğimiz bir varlıktan
bahsediliyor. Apaçık şekilde anlatmasına rağmen o kelimelere anlam vermiyoruz.
Bu âyet 1.400 yıldır tefsir ve te’vil ediliyor ama net ve kesin bir yorumu
yapılamıyor. Yapılamaz da. Çünkü âyette anlatılan varlık, bizce neliği-nasıllığı
zinhar bilinemeyecek olan Allah’ın varlığıdır. Bu âyet Allah’ı bize ne ve nasıl
olduğunu anlatmak için değil, “söylesek de anlamazsınız”ı göstermek için
indirilmiştir. İşte bunun gibi, Allah gökte kendini bize apaçık bir şekilde
gösterse bile, biz bir şeyler görürüz ama gördüğümüz şeye bir anlam verip de
gördüğümüz şeyin ne olduğunu idrâk edip de bilemeyiz ve anlatamayız. Üstelik
her gören farklı bir şey söyler ve böylece görülen şey hakkında hiç kimse net
bir şey söylememiş olur. Allah’ın zâtını ve mutlak varlığını görmek bir işe
yaramayacağı gibi O’nu bilmek de bir işe yaramaz. O’nun yaratma sanatını ve
“sünnetullah” denen yasalarını görmek ve bilmek ve bu bilinçle yaşayıp
şükretmek önemlidir.
Akıl
ancak yaratılmış olanı bilebilir, Yaratan’ı değil. Allah,
yarattığı şeyin kendisi olamaz. Çünkü o zaman “Allah’ın yaratılmasından”
bahsedilmiş olur. Allah’ı
akılla bildiğini yada Allah’ın akılla bilinebileceğini zannedenler, O’na îman
edemezler. Akıl, Allah’ı bilmek ve bulmak için değil, O’nun emir ve yasaklarını idrâk edip
uygulamak için vardır.
Akıl, Allah’ı, “O’nun ne
olduğunu bilerek” değil, “ne olmadığını bilerek” idrâk edebilir.
Akıl,
“kuşatarak” bilebilir. Allah ise kuşatılacak bir varlık değildir ve tam-aksine
O her-şeyi kuşatmıştır. Allah her-şeyi bilir ama biz Allah’ı bilemeyiz. Zâten “Allah’ı
bilmek” diye bir sorumluluğumuz ve görevimiz yoktur. Allah’ı bilmek değil, Allah’tan başka
ilah olmadığını bilmek, yaratmanın ve yaşatmanın O’na has olduğunu bilmek ve Allah’ı
“tek yasa koyucu” olarak
bilmek önemlidir.
“Nefsini bilen rabbini bilir” sözü bomboş
bir sözdür. İnsanın kendini bilmesi, ilim ile değil, kendini tutmasıyla olur.
“Kendini bilmek”, “kendini tutmak” demektir. İnsanın kendini bilmesi, haddini
bilmesiyle olur. İnsanın, Allah’ın bilinebileceğini yada O’nu bildiğini iddiâ
etmesi gibi bir hadsizlik, insanın ne kadar câhil olduğunun en iyi
göstergesidir.
Gnostssizmin ve tasavvufun çok sevdiği bir
-sözde- hadis vardır: “Ben bilinmeyen gizli bir hazîne idim, bilinmek istedim,
bilineyim diye halkı (kâinat) yarattım” (Aclûnî, Keşfü’l-hafâ, II, 132). Keşfü’l-Hafâ
genelde uydurma hadisleri toplamış bir kitaptır. Zâten tasavvufçular bile;
“nakil açısından sâbit değilse de ‘keşfen’ sahih bir hadistir” derler. Bu görüş
bütün mutasavvıflar tarafından benimsenmiştir. “Keşfen” sahihmiş. Özrü
kabahatinden büyük bir söz.
Oysa Allah her-şeyi yaratmasının nedenini,
“bilinmek için” değil -ki bu zâten mümkün değildir- Kur’ân’ın ifâdesiyle: “Ben, cinleri ve insanları ‘sâdece bana’ ibâdet etsinler diye yarattım”
(Zâriyât 56) diyerek
apaçık bir şekilde belirtir.
Allah’ı görüp-bilemeyişimizin bir nedeni de
O’nun zıddının-çiftinin olmaması ve Allah’ın “tek” olmasıdır. Tek olan
görülemez ve bilinemez. Zîrâ zıddı olmayan şey görülemez-bilinemez. Tek olan,
bildiğimiz varlıkların hiç-birisinin çifti yada zıddı değildir. İnsan, zıddı
yada çifti olmayan bir şeyi göremez ve idrâk edemez. Hattâ üstünde akıl da yürütemez.
Allah’ı bilmek değil, “duymak” önemlidir. O’nun
indirdiği vahyi duymak, bilmek ve bu istikâmette yaşamak önemlidir
İnsanlar, bırakın Allah’ı bilmeyi; Allah’ı bilmenin
ne demek olduğunu bile bilemezler.
Mücâdele, “Allah’ı bilmek”
değil, “Allah’ın dînini yeryüzüne hâkim kılma mücâdelesi”dir. Gerisi boş iş, oyalanma
ve şeytan tarafından kandırılmadır.
Allah’ı
bilememek eksik bilgiden dolayı değildir. İnsan her-şeyi bilmiş olsa bile yine
de Allah’ı bilmiş olmaz.
Mü’minlerin görevi “Allah’ı aramak” yada “O’nu
bulmak-bilmek” değil, “O’na hakkıyla kul olabilmek”tir.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn
Görmüş
Ocak 2024
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder