“İnsanlar,
(sâdece) ‘îman ettik’ (ve müslüman olduk) diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını
mı sandılar?”
(Ankebût 2).
“Asra
andolsun!; gerçekten insan, ziyandadır. Ancak îman edip sâlih amellerde
bulunanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye
edenler başka” (Asr
Sûresi).
İslâm, sâdece
Peygamberimiz Hz. Muhammed’e indirilen dînin özel adı değil, Allah’ın, Hz.
Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar tüm peygamberlere indirdiği dînin ve yolun genel
adıdır. İnsanların çoğu İslâm’ı sâdece Hz. Muhammed’e indirilen dînin adı
zannederler. Çünkü aslında İslâm’ın ne demek olduğunu bilmezler. Peki İslâm ne
demektir?. İslâm; “hem tüm kâinatın hem de insanların, sorgusuz-suâlsiz,
koşulsuz-şartsız tam bir îman, güven ve teslîmiyetle “sâdece Allah’a” îman edip
güvenmeleri ve teslîm olmaları, sâdece Allah’ı tek ilah olarak bilmeleri ve
sâdece O’na ibâdet edip sâdece O’ndan yardım istemeleri, sonuçta da mutlak ve
kesin anlamda sâdece O’nun kânunlarına uyarak sâdece O’nun dediği gibi hareket
etmeleri”dir. İşte İslâm budur ve tektir. Tüm zamanlar, tüm mekânlar ve tüm
mahlûkat için bundan başka bir sistem ve din yoktur. Göklerin ve yerin
yaratıcısı olan Allah, İslâm’dan başka bir sistem de, İslâm’dan başka bir din
de indirmemiştir. Bu nedenle de İslâm’dan başka hiç-bir din kabûl edilmez. Zîrâ
İslâm’dan başka tüm dinler ve yollar bâtıldır, cehâlettir, küfürdür, şirktir ve
zulümdür.
İnsanların
geneli, İslâm’ı kabûl etmenin “Allah’ı kabûl etmek”, daha doğrusu, “tüm varlığı
yaratan bir yaratıcının vârlığının kabûl edilmesi” olduğunu sanıyorlar. “Allah’ı
kabûl ediyorum” demekle işin bittiğini ve mü’min olmak için bunu söylemenin
yeterli olduğunu zannediyorlar. Elbette Allah’ın varlığını kabûl etmek bir îman
umdesidir ve Allah îmanları zâyi edecek değildir. Fakat İslâmî anlamda Allah’ı
kabûl etmek yeterli değildir ve bu “İslâm’a girmiş olmak” demek değildir. Çünkü
İslâm’da, baştaki âyetin de dediği gibi, Allah’ı kabûl etmekle iş bitmez ve
zâten peygamberler ve vahiyler yâni İslâm, târih boyunca hep “Allah’ı en yüce
ilah olarak kabûl edenlere” gönderilmiştir. Peygamberler hep Allah’ı kabûl eden
kâfir ve müşriklere gönderilmiştir ki zâten müşrik olmak için Allah’ı kabûl
etmek şarttır. Çünkü şirk, Allah ile birlikte başkalarında yada başka şeylerde
de Allah gibi yada Allah’ın gücüne yakın bir güç olduğunu-olabileceğini
zannetmektir ki, Allah bunlara “tâğut” der. Şirk, “Allah’ın ekmeğini yiyip,
tâğutlara kulluk yapmak yâni hayâtı onların belirlemesine göre yaşamak”
demektir. Bu-bağlamda lâik-demokrasi, “Allah’ın yaratıcılığını kabûl edip, yöneticiliğini
reddetmek” demek olduğu için şirk ve küfür düzenidir.
Tüm
peygamberler gibi Peygamberimiz de, Allah’ı kabûl etmeyen değil, âhireti kabûl
etmeyen (En-âm 29) bir topluma gönderilmiştir. Târih
boyunca peygamberlerin tüm mücâdeleleri, “Allah’ı kabûl eden kâfir ve
müşrikler”le olmuştur. Çünkü İslâm’ın amacı tevhidtir ve tevhid,
Allah’ın, göklerde tek ilah olduğu gibi yeryüzünde de tek ilah olması demektir.
Yâni tevhid, “nasıl ki tüm kâinâtı Allah idâre ediyorsa ve tüm kâinât ‘sâdece
O’nun’ yasalarına göre döngüsünü sorunsuz bir şekilde sürdürüyorsa, insanlar
arasında da; sosyâl, kültüreli âilevî, ekonomik, hukûkî, kânûnî, askerî, siyâsî
vs. tüm alanlarda Allah’ın emir ve yasaklarına yâni ‘sâdece O’nun’
direktiflerine göre hayâtı belirlemek ve bu direktiflere göre yaşamak”
demektir. Bu, Allah’ın göklerde İlah olduğu gibi, yeryüzünde de İlah olarak
kabûl edilmesi ve sâdece O’nun yasalarıyla hükmedilmesidir. Allah’ı “tek yasa
koyucu” olarak kabûl etmeyenler, aslında Allah’ın ilahlığını tam anlamıyla
kabûl etmemiş olacakları için “Allah vardır ve O’na inanıyorum” demeleri pek
bir anlam ifâde etmez ve İslâm olmak bu demek değildir.
İslâm (yâni
Kur’ân ve Peygamber) “hayâtın istisnâsız her alanına nizam vermek için
gönderilmiş bir din”dir. İnsanlık târihi, bunun kabûlünün yada reddinin
savaşımının verildiği târihtir.
Ateistlerin
kabûl etmediği tanrı “tek ilâh” olan tanrıdır. Yoksa ateistler, politeist/pagan
ve çok-tanrılıdırlar. İlahlaştırdıkları bir-çok kişi ve şey vardır. Deizm de;
“Allah’ın dînini ve emirlerini kabûl etmez ve tınlamazken, Allah’ın mutlak
varlığına inandığını söyleme” küstahlığı ve yalanıdır. Deizm, Allah’ın
varlığını kabûl ettiğini söylemesine rağmen; âhireti, gaybı, vahyi, peygamberleri yâni İslâm’ı-dîni
kabûl etmemektir. O-hâlde tek-başına Allah’ın varlığını kabûl etmek kişiyi
İslâm dâiresine sokmuş olmaz yada bunun garantisi yoktur. Çünkü İslâm’ın asgarî
şartları; Allah’ı, âhireti, melekleri, peygamberleri ve kitapları kabûl etmeyi
gerektirir ki bu da sâdece “bunları kabûl ediyorum” demekle olan bir şey
değildir. İslâm olmak, “âhiret bilinci ve kaygısıyla ve Kur’ân/Sünnet-merkezli
olarak yaşamak” demektir. Bu da en asgarî olarak; Allah’ın tek-ilah olduğunu,
Hz. Muhammed’in, Allah’ın seçtiği bir peygamber olduğunu dillendirmeyi yada
onaylamayı, namaz kılmayı, oruç tutmayı, maddî duruma göre zekat vermeyi ve bir
yol bulabildiğinde hacca gitmeyi gerektirir. Fakat aslında İslâm olmak,
Kur’ân’da belirtildiği ve Peygamberimiz tarafından gösterildiği şekilde
ibâdetleri yapmayı ve İslâm-merkezli yaşamayı gerektirir. Çünkü İslâm; “Kur’ân
ne diyorsa o, Peygamberimiz nasıl yaptıysa öyle”dir.
Müşriklerin ve
kâfirlerin müşrik ve kâfir olduklarını kabûl etmemelerinin nedeni, İslâm’ı bilmedikleri
ve yaşamadıkları için, şirk içinde olduklarını bilmemeleri ve kabûl
etmemeleridir. Bu, eski müşrik ve kâfirler için geçerli olduğu gibi modern
kâfir ve müşrikler için de geçerlidir.
İnancının
gereklerini yerine getirmeyen ve inancına karşıt olarak gördüğü tutumları
dışlamayanlar, Allah’ın varlığına inansalar da İslâm’ı kabûl etmiş sayılmazlar.
Çünkü Allah’a inanmak “bir şey yapmamayı” değil “bir şey yapmayı” gerektirir ki
yapılacak olan şey, Allah’ın vahiy ile bildirdiği İslâm’ın gerekleridir.
İslâm’ı da
kabûl ettiğini söylemesine rağmen İslâm’ın gereklerini yerine getirmeyenler
İslâm’a “teorik olarak” inanıyorlar ama “pratik olarak” inanamıyorlar demektir.
Zîrâ teorik olarak Allah’a inandığını ve İslâm’ı kabûl ettiğini söyleyenlerde Allah’a
ve İslâm’a “güven” yoktur.
Allah’a inanmak yada inanmamak durumu vardır ama Allah bununla çok da
ilgilenmez. O, mü’min ve müşriklikle
ilgilenir ve vahyini de buna göre
indirir. İslâm’a göre mesele, “inanıp-inanmamak”tan ziyâde güvenip-güvenmemektir.
İnanıp da güvenenler olduğu gibi, inanıp da güvenmeyenler de vardır ki
“inanıyorum” diyenlerin çoğu inanmasına rağmen güvenmeyenlerdir. İslâm’ı kabûl
etmek ise, Allah’a inanmakla değil, güvenip-güvenmemekle alâkalıdır. Zîrâ
yapılması gerekeni, inandığında değil de güvendiğinde yapar.
İslâm, neye
nasıl inanıldığıyla değil, inanç uğruna ne yapıp-yapmadığınızla ilgilenir.
Zâten âhirette Allah, kişiyi amel-eylemine göre değerlendirecektir. İnanıyorum
demesine rağmen Allah yokmuş gibi yaşayanların inanmayanlardan farkı kalmaz.
İslâm bu nedenle ne dendiğine değil ne yapıldığına bakar.
İslâm’ı kabûl
ettiğinizde bir şeyler yapmak zorundasınız, ama İslâm’I kabûl etmiyorum
dediğinizde bir şey yapmak zorunda olmazsınız. Buradan şöyle bir sonuç da
çıkar; eğer İslâm adına bir şey yapıyorsanız İslâm’ı kabûl etmişsiniz, fakat
bir şey yapmıyorsanız İslâm’ı kabûl etmemişsiniz demektir. Çünkü İslâm,
uzak-doğu dinleri gibi boş laf dîni değildir ve ispât ister.
Unutmayın ki
cehenneme girecek olanların yüzde doksanı “Allah’a inanan fakat İslâm’ı kabûl
eden ve İslâm-merkezli yaşamayanlardan olacaktır.
İnsanların
çoğu, aslında “Allah’ın vâr olduğunu” kabûl etmekten ziyâde, “vâr olmadığını”
reddediyor. Allah’ın vâr olmadığını reddetmek, O’nun vâr olduğuna tam olarak îman
etmek demek değildir.
Allah, aklın
yada bilimin “var” demesiyle vâr olan bir varlık değildir. Îman, “imtihanı
kabûl etmek” demektir. O’nun varlığı, akıl ile değil, kâlp ile kabûl
edilebilir. Zâten ancak kâlpten îman edenler O’na hakkıyla kulluk yapabilirler.
Bu nedenle bir insanı, “Allah’ın müslüman kabûl etmesi” ile “müslüman bir
toplumun müslüman kabûl etmesi” aynı şey değildir.
Dîniniz,
“kabûl ettiğiniz”dir. Tabi îman, pasif bir
kabûlden ibâret bir şey değildir. Îman etmenin yaptırımları ve sorumlulukları
vardır. İslâm’ı seçerek “ben müslümanım” diyenler, İslâm’ın yüklediği
sorumlulukları kabûl etmiş olurlar. Müslümanlık iddiâsının ispâtı, bu
sorumlulukları yerine getirmekle olur.
Neyi kabûl
edip inanıyorsanız onu merkeze koyarsınız. Dîniniz “uğruna yaşadığınız şey”dir.
İslâm, sizi
değiştiren şeydir. İslâm’ı kabûl etmek, “Allah’ım beni değiştir” demektir. Îman
etmeden önceki hâl, tutum, düşünce, söylem ve davranışlarınız îman ettikten
sonra olumlu yönde ve belirgin şekilde değişmemişse, siz gerçek anlamda Îman
etmemişsiniz demektir. İslâmî yönde değişmiyorsanız, İslâm’ın o mesajını ya
anlayamamış yada “kabûl edemiyorsunuz” demektir. Bu da Allah’ı kabûl etmenizin
pek de bir anlamı olmadığını ve aslında İslâm’ı da kabûl etmediğinizi gösterir.
Zîrâ İslâm’ı kabûl etmiş olmanız, tasavvur, duygu, düşünce, söylem ve
eylemlerinizin değişmesini yada değişmeye başladığını gerektirir.
İslâm’ı kabûl
etmek, İslâm’ın zıddını terk-etmek demektir. Mü’min olmak için “Allah’ı kabûl
etmek” yetmez, Allah’ı kabûl ettikten sonra “tâğutu reddetmek” de kesin olarak
şarttır.
İslâm’da zorlama,
sâdece “dîne dâhil etme aşaması”nda olmaz ve yapılamaz. Dîne girdikten sonra
ise, çeşitli sorumluluklar ve zorluklar da kabûl edilmiş demektir ki, bu
sorumlulukların çoğu insanı çok zorlar. Zorluk, Dünyâ’nın kaderi olduğu gibi
İslâm’ın da gereğidir.
Tüm zamanlarda insanlar, dîni hayatta uygulamayı bırakıp, hayatta
“uygulanmakta olan”ı “din” olarak kabûl etmiştir. Fakat câhiller idrâk edemese ve fâsık, zâlim, kâfir,
müşrik, münâfık ve şerefsizler kabûl etmese de, Dünyâ ancak vahyin hükümleriyle
yâni İslâm ile düzene ve nizâma kavuşabilir.
İslâm
“muhâlefet” demektir, İslâm “kavga” demektir. İslâm; şeytanla, nefsle ve tâğutla
yapılan mücâdeledir. İnsanların ve “ben müslümanım” diyenlerin bir türlü kabûl
etmek istemedikleri hakîkat ve apaçık gerçek işte budur!.
Müslümanlığı
seçmek, hayâta 1-0 yenik başlamayı kabûl etmek ve göze almak demektir.
Müslümanlık “kısıtlanmayı kabûl etmek” demektir.
Bir insan
Allah’a inanıyor diye müslüman-müslim olmuş olmaz. Müslim olmanın ölçüsü “Allah’a
inanmak” değil, “Allah’a tam bir teslîmiyetle teslim olmak” ve “O’nun emir ve
yasaklarına uymak” demektir.
Îman,
“Allah vardır” şeklinde ifâde edilen akla âit ve ilgisiz bir önermeye inanmak
değildir. Îman bizâtihi “Allah’a inanmak, O’na teslim olmak ve bu teslîmiyete
göre sâlih amelde bulunmak” demektir.
Allah
Kur’ân’da; “namazlarınızı titizlikle yerine getirin”, “yalvara-yalvara duâ
edin”, “ana-babanıza “öf” bile demeyin” vs. gibi emirler verir. Peki bu
emirleri %100 olarak değil de, %90 olarak yerine getirdiğimizde, yaptıklarımız
kabûl edilmez ve boşa mı gider?. Şöyle ki; teori, -bâzı sınırlı zamanlar hâriç-
hiç-bir zaman %100 pratiğe dökülemez. Kur’ân’ın gösterdiği “ulaşılabilir olan”
bir “hedef” vardır. Fakat o hedefe bir-anda ulaşılamadığı gibi, çokları ulaşmaz
da. O-hâlde İslâm; o hedefe ulaşma yolunda tüm güçle samîmi bir şekilde gayret
sarf etmektir. Peygamber örnekliği bu konuda en büyük yardımcıdır.
Fakat.. bir
de “tevhid” vardır ki, tevhid ya %100 olur, yada %0. Tevhid yâni “şirksizlik”,
yarım-yamalak olacak şey değildir. Tevhid %100 olmadığında Allah’ın yardımının
ulaşması söz-konusu bile olmadığı gibi, azâbı her yönden kuşatır bizi. İslâm’ı
kabûl etmek, tevhid-merkezli yaşamak demektir vesselam..
En
doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ocak
2024
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder