6 Ocak 2024 Cumartesi

İslâm’ı Kabûl Etmek Ne Demektir?


“İnsanlar, (sâdece) ‘îman ettik’ (ve müslüman olduk) diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2).

 

“Asra andolsun!; gerçekten insan, ziyandadır. Ancak îman edip sâlih amellerde bulunanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka” (Asr Sûresi).

 

İslâm, sâdece Peygamberimiz Hz. Muhammed’e indirilen dînin özel adı değil, Allah’ın, Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar tüm peygamberlere indirdiği dînin ve yolun genel adıdır. İnsanların çoğu İslâm’ı sâdece Hz. Muhammed’e indirilen dînin adı zannederler. Çünkü aslında İslâm’ın ne demek olduğunu bilmezler. Peki İslâm ne demektir?. İslâm; “hem tüm kâinatın hem de insanların, sorgusuz-suâlsiz, koşulsuz-şartsız tam bir îman, güven ve teslîmiyetle “sâdece Allah’a” îman edip güvenmeleri ve teslîm olmaları, sâdece Allah’ı tek ilah olarak bilmeleri ve sâdece O’na ibâdet edip sâdece O’ndan yardım istemeleri, sonuçta da mutlak ve kesin anlamda sâdece O’nun kânunlarına uyarak sâdece O’nun dediği gibi hareket etmeleri”dir. İşte İslâm budur ve tektir. Tüm zamanlar, tüm mekânlar ve tüm mahlûkat için bundan başka bir sistem ve din yoktur. Göklerin ve yerin yaratıcısı olan Allah, İslâm’dan başka bir sistem de, İslâm’dan başka bir din de indirmemiştir. Bu nedenle de İslâm’dan başka hiç-bir din kabûl edilmez. Zîrâ İslâm’dan başka tüm dinler ve yollar bâtıldır, cehâlettir, küfürdür, şirktir ve zulümdür.      

 

İnsanların geneli, İslâm’ı kabûl etmenin “Allah’ı kabûl etmek”, daha doğrusu, “tüm varlığı yaratan bir yaratıcının vârlığının kabûl edilmesi” olduğunu sanıyorlar. “Allah’ı kabûl ediyorum” demekle işin bittiğini ve mü’min olmak için bunu söylemenin yeterli olduğunu zannediyorlar. Elbette Allah’ın varlığını kabûl etmek bir îman umdesidir ve Allah îmanları zâyi edecek değildir. Fakat İslâmî anlamda Allah’ı kabûl etmek yeterli değildir ve bu “İslâm’a girmiş olmak” demek değildir. Çünkü İslâm’da, baştaki âyetin de dediği gibi, Allah’ı kabûl etmekle iş bitmez ve zâten peygamberler ve vahiyler yâni İslâm, târih boyunca hep “Allah’ı en yüce ilah olarak kabûl edenlere” gönderilmiştir. Peygamberler hep Allah’ı kabûl eden kâfir ve müşriklere gönderilmiştir ki zâten müşrik olmak için Allah’ı kabûl etmek şarttır. Çünkü şirk, Allah ile birlikte başkalarında yada başka şeylerde de Allah gibi yada Allah’ın gücüne yakın bir güç olduğunu-olabileceğini zannetmektir ki, Allah bunlara “tâğut” der. Şirk, “Allah’ın ekmeğini yiyip, tâğutlara kulluk yapmak yâni hayâtı onların belirlemesine göre yaşamak” demektir. Bu-bağlamda lâik-demokrasi, “Allah’ın yaratıcılığını kabûl edip, yöneticiliğini reddetmek” demek olduğu için şirk ve küfür düzenidir.

 

Tüm peygamberler gibi Peygamberimiz de, Allah’ı kabûl etmeyen değil, âhireti kabûl etmeyen (En-âm 29) bir topluma gönderilmiştir. Târih boyunca peygamberlerin tüm mücâdeleleri, “Allah’ı kabûl eden kâfir ve müşrikler”le olmuştur. Çünkü İslâm’ın amacı tevhidtir ve tevhid, Allah’ın, göklerde tek ilah olduğu gibi yeryüzünde de tek ilah olması demektir. Yâni tevhid, “nasıl ki tüm kâinâtı Allah idâre ediyorsa ve tüm kâinât ‘sâdece O’nun’ yasalarına göre döngüsünü sorunsuz bir şekilde sürdürüyorsa, insanlar arasında da; sosyâl, kültüreli âilevî, ekonomik, hukûkî, kânûnî, askerî, siyâsî vs. tüm alanlarda Allah’ın emir ve yasaklarına yâni ‘sâdece O’nun’ direktiflerine göre hayâtı belirlemek ve bu direktiflere göre yaşamak” demektir. Bu, Allah’ın göklerde İlah olduğu gibi, yeryüzünde de İlah olarak kabûl edilmesi ve sâdece O’nun yasalarıyla hükmedilmesidir. Allah’ı “tek yasa koyucu” olarak kabûl etmeyenler, aslında Allah’ın ilahlığını tam anlamıyla kabûl etmemiş olacakları için “Allah vardır ve O’na inanıyorum” demeleri pek bir anlam ifâde etmez ve İslâm olmak bu demek değildir. 

 

İslâm (yâni Kur’ân ve Peygamber) “hayâtın istisnâsız her alanına nizam vermek için gönderilmiş bir din”dir. İnsanlık târihi, bunun kabûlünün yada reddinin savaşımının verildiği târihtir.

 

Ateistlerin kabûl etmediği tanrı “tek ilâh” olan tanrıdır. Yoksa ateistler, politeist/pagan ve çok-tanrılıdırlar. İlahlaştırdıkları bir-çok kişi ve şey vardır. Deizm de; “Allah’ın dînini ve emirlerini kabûl etmez ve tınlamazken, Allah’ın mutlak varlığına inandığını söyleme” küstahlığı ve yalanıdır. Deizm, Allah’ın varlığını kabûl ettiğini söylemesine rağmen;  âhireti, gaybı, vahyi, peygamberleri yâni İslâm’ı-dîni kabûl etmemektir. O-hâlde tek-başına Allah’ın varlığını kabûl etmek kişiyi İslâm dâiresine sokmuş olmaz yada bunun garantisi yoktur. Çünkü İslâm’ın asgarî şartları; Allah’ı, âhireti, melekleri, peygamberleri ve kitapları kabûl etmeyi gerektirir ki bu da sâdece “bunları kabûl ediyorum” demekle olan bir şey değildir. İslâm olmak, “âhiret bilinci ve kaygısıyla ve Kur’ân/Sünnet-merkezli olarak yaşamak” demektir. Bu da en asgarî olarak; Allah’ın tek-ilah olduğunu, Hz. Muhammed’in, Allah’ın seçtiği bir peygamber olduğunu dillendirmeyi yada onaylamayı, namaz kılmayı, oruç tutmayı, maddî duruma göre zekat vermeyi ve bir yol bulabildiğinde hacca gitmeyi gerektirir. Fakat aslında İslâm olmak, Kur’ân’da belirtildiği ve Peygamberimiz tarafından gösterildiği şekilde ibâdetleri yapmayı ve İslâm-merkezli yaşamayı gerektirir. Çünkü İslâm; “Kur’ân ne diyorsa o, Peygamberimiz nasıl yaptıysa öyle”dir. 

 

Müşriklerin ve kâfirlerin müşrik ve kâfir olduklarını kabûl etmemelerinin nedeni, İslâm’ı bilmedikleri ve yaşamadıkları için, şirk içinde olduklarını bilmemeleri ve kabûl etmemeleridir. Bu, eski müşrik ve kâfirler için geçerli olduğu gibi modern kâfir ve müşrikler için de geçerlidir.  

 

İnancının gereklerini yerine getirmeyen ve inancına karşıt olarak gördüğü tutumları dışlamayanlar, Allah’ın varlığına inansalar da İslâm’ı kabûl etmiş sayılmazlar. Çünkü Allah’a inanmak “bir şey yapmamayı” değil “bir şey yapmayı” gerektirir ki yapılacak olan şey, Allah’ın vahiy ile bildirdiği İslâm’ın gerekleridir.

 

İslâm’ı da kabûl ettiğini söylemesine rağmen İslâm’ın gereklerini yerine getirmeyenler İslâm’a “teorik olarak” inanıyorlar ama “pratik olarak” inanamıyorlar demektir. Zîrâ teorik olarak Allah’a inandığını ve İslâm’ı kabûl ettiğini söyleyenlerde Allah’a ve İslâm’a “güven” yoktur.

 

Allah’a inanmak yada inanmamak durumu vardır ama Allah bununla çok da ilgilenmez. O, mü’min  ve müşriklikle ilgilenir ve vahyini de buna  göre indirir. İslâm’a göre mesele, “inanıp-inanmamak”tan ziyâde güvenip-güvenmemektir. İnanıp da güvenenler olduğu gibi, inanıp da güvenmeyenler de vardır ki “inanıyorum” diyenlerin çoğu inanmasına rağmen güvenmeyenlerdir. İslâm’ı kabûl etmek ise, Allah’a inanmakla değil, güvenip-güvenmemekle alâkalıdır. Zîrâ yapılması gerekeni, inandığında değil de güvendiğinde yapar.  

 

İslâm, neye nasıl inanıldığıyla değil, inanç uğruna ne yapıp-yapmadığınızla ilgilenir. Zâten âhirette Allah, kişiyi amel-eylemine göre değerlendirecektir. İnanıyorum demesine rağmen Allah yokmuş gibi yaşayanların inanmayanlardan farkı kalmaz. İslâm bu nedenle ne dendiğine değil ne yapıldığına bakar.

 

İslâm’ı kabûl ettiğinizde bir şeyler yapmak zorundasınız, ama İslâm’I kabûl etmiyorum dediğinizde bir şey yapmak zorunda olmazsınız. Buradan şöyle bir sonuç da çıkar; eğer İslâm adına bir şey yapıyorsanız İslâm’ı kabûl etmişsiniz, fakat bir şey yapmıyorsanız İslâm’ı kabûl etmemişsiniz demektir. Çünkü İslâm, uzak-doğu dinleri gibi boş laf dîni değildir ve ispât ister.

 

Unutmayın ki cehenneme girecek olanların yüzde doksanı “Allah’a inanan fakat İslâm’ı kabûl eden ve İslâm-merkezli yaşamayanlardan olacaktır.

 

İnsanların çoğu, aslında “Allah’ın vâr olduğunu” kabûl etmekten ziyâde, “vâr olmadığını” reddediyor. Allah’ın vâr olmadığını reddetmek, O’nun vâr olduğuna tam olarak îman etmek demek değildir.

 

Allah, aklın yada bilimin “var” demesiyle vâr olan bir varlık değildir. Îman, “imtihanı kabûl etmek” demektir. O’nun varlığı, akıl ile değil, kâlp ile kabûl edilebilir. Zâten ancak kâlpten îman edenler O’na hakkıyla kulluk yapabilirler. Bu nedenle bir insanı, “Allah’ın müslüman kabûl etmesi” ile “müslüman bir toplumun müslüman kabûl etmesi” aynı şey değildir.

 

Dîniniz, “kabûl ettiğiniz”dir. Tabi îman, pasif bir kabûlden ibâret bir şey değildir. Îman etmenin yaptırımları ve sorumlulukları vardır. İslâm’ı seçerek “ben müslümanım” diyenler, İslâm’ın yüklediği sorumlulukları kabûl etmiş olurlar. Müslümanlık iddiâsının ispâtı, bu sorumlulukları yerine getirmekle olur.

 

Neyi kabûl edip inanıyorsanız onu merkeze koyarsınız. Dîniniz “uğruna yaşadığınız şey”dir.

 

İslâm, sizi değiştiren şeydir. İslâm’ı kabûl etmek, “Allah’ım beni değiştir” demektir. Îman etmeden önceki hâl, tutum, düşünce, söylem ve davranışlarınız îman ettikten sonra olumlu yönde ve belirgin şekilde değişmemişse, siz gerçek anlamda Îman etmemişsiniz demektir. İslâmî yönde değişmiyorsanız, İslâm’ın o mesajını ya anlayamamış yada “kabûl edemiyorsunuz” demektir. Bu da Allah’ı kabûl etmenizin pek de bir anlamı olmadığını ve aslında İslâm’ı da kabûl etmediğinizi gösterir. Zîrâ İslâm’ı kabûl etmiş olmanız, tasavvur, duygu, düşünce, söylem ve eylemlerinizin değişmesini yada değişmeye başladığını gerektirir.

 

İslâm’ı kabûl etmek, İslâm’ın zıddını terk-etmek demektir. Mü’min olmak için “Allah’ı kabûl etmek” yetmez, Allah’ı kabûl ettikten sonra “tâğutu reddetmek” de kesin olarak şarttır.

 

İslâm’da zorlama, sâdece “dîne dâhil etme aşaması”nda olmaz ve yapılamaz. Dîne girdikten sonra ise, çeşitli sorumluluklar ve zorluklar da kabûl edilmiş demektir ki, bu sorumlulukların çoğu insanı çok zorlar. Zorluk, Dünyâ’nın kaderi olduğu gibi İslâm’ın da gereğidir.

 

Tüm zamanlarda insanlar, dîni hayatta uygulamayı bırakıp, hayatta “uygulanmakta olan”ı “din” olarak kabûl etmiştir. Fakat câhiller idrâk edemese ve fâsık, zâlim, kâfir, müşrik, münâfık ve şerefsizler kabûl etmese de, Dünyâ ancak vahyin hükümleriyle yâni İslâm ile düzene ve nizâma kavuşabilir.

 

İslâm “muhâlefet” demektir, İslâm “kavga” demektir. İslâm; şeytanla, nefsle ve tâğutla yapılan mücâdeledir. İnsanların ve “ben müslümanım” diyenlerin bir türlü kabûl etmek istemedikleri hakîkat ve apaçık gerçek işte budur!.

 

Müslümanlığı seçmek, hayâta 1-0 yenik başlamayı kabûl etmek ve göze almak demektir. Müslümanlık “kısıtlanmayı kabûl etmek” demektir.

 

Bir insan Allah’a inanıyor diye müslüman-müslim olmuş olmaz. Müslim olmanın ölçüsü “Allah’a inanmak” değil, “Allah’a tam bir teslîmiyetle teslim olmak” ve “O’nun emir ve yasaklarına uymak” demektir.

 

Îman, “Allah vardır” şeklinde ifâde edilen akla âit ve ilgisiz bir önermeye inanmak değildir. Îman bizâtihi “Allah’a inanmak, O’na teslim olmak ve bu teslîmiyete göre sâlih amelde bulunmak” demektir.

 

Allah Kur’ân’da; “namazlarınızı titizlikle yerine getirin”, “yalvara-yalvara duâ edin”, “ana-babanıza “öf” bile demeyin” vs. gibi emirler verir. Peki bu emirleri %100 olarak değil de, %90 olarak yerine getirdiğimizde, yaptıklarımız kabûl edilmez ve boşa mı gider?. Şöyle ki; teori, -bâzı sınırlı zamanlar hâriç- hiç-bir zaman %100 pratiğe dökülemez. Kur’ân’ın gösterdiği “ulaşılabilir olan” bir “hedef” vardır. Fakat o hedefe bir-anda ulaşılamadığı gibi, çokları ulaşmaz da. O-hâlde İslâm; o hedefe ulaşma yolunda tüm güçle samîmi bir şekilde gayret sarf etmektir. Peygamber örnekliği bu konuda en büyük yardımcıdır.

 

Fakat.. bir de “tevhid” vardır ki, tevhid ya %100 olur, yada %0. Tevhid yâni “şirksizlik”, yarım-yamalak olacak şey değildir. Tevhid %100 olmadığında Allah’ın yardımının ulaşması söz-konusu bile olmadığı gibi, azâbı her yönden kuşatır bizi. İslâm’ı kabûl etmek, tevhid-merkezli yaşamak demektir vesselam..

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ocak 2024

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder