“Kendilerinden önce o yurdu (Medîne’yi)
hazırlayıp îmânı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret edenleri severler ve
onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde
bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler.
Kim nefsinin cimri ve bencil tutkularından korunmuşsa, işte onlar felâh
(kurtuluş) bulanlardır” (Haşr
9).
“Sözlükte
‘bir şeyi veyâ bir kimseyi diğerine üstün tutma, tercih etme’ mânâsına
gelen îsâr, ahlâk terimi
olarak ‘bir kimsenin, kendisi ihtiyaç içinde bulunsa bile sâhip olduğu
imkânları başkalarının ihtiyâcını karşılamak üzere kullanması, başkasının
yarârı için fedâkârlıkta bulunması’ demektir. Cürcânî, îsârı, ‘kişinin
başkasının yarar ve çıkarını kendi çıkarına tercih etmesi veyâ bir zarardan
öncelikle onu koruması’ şeklinde târif ederek bu anlayışın din-kardeşliğinin en
ileri derecesi olduğunu belirtir. Îsâr için batı dillerinde Altruizm, Arapça’da
daha çok ‘gayriyye’,
Türkçe’de ise ‘diğerkâmlık ve özgecilik’ terimleri
kullanılmaktadır” (TDV İslam Ansiklopedisi).
İslâm’ın
bir uygulaması olarak “îsâr”, “kişinin bir şeye muhtâç olmasına rağmen o şeyi
Allah rızâsı için başkasına vermesi”dir.
Şu kesin ki, Dünyâ’yı cennetin bir
şûbesi gibi yapmanın tek-yolu, -vahiy-merkezli olarak- “herkesin kendisi için
yaşamayı bırakıp, başkası için yaşamaya başlaması”dır. Çünkü ancak böyle olunca
hırs, tamahkârlık, bencillik ve çıkarcılık dizginlenebilir ve önlenebilir. Eğer
bu “nefse zulüm” olarak görülecekse, o zaman herkesin, kendisi için istediğini
başkası için de istemesi ve bunun için de maddî ve mânevî şekilde başkasına
destek olması gerekir. Devlet politikaları da bunu kolaylaştırıcı olmalıdır ki
İslâm zâten îsârı övdüğü için İslâm devleti de bunu sağlamaya çalışır.
Ne
yapmak gerektiğini mi soruyorsunuz: “Herkes bir başkası için yaşayacak” yada
kendisi için istediğini başkası için de isteyecek. Dünyâ ancak böyle olursa adâletin,
eşitliğin, ahlâkın, hakkın ve hakîkatin hâkim olduğu “barış yurdu”na dönebilir.
Baştaki âyette de söylendiği gibi, ensar’ın
muhâcirleri koruması ve misâfirliği, örnek bir davranış şeklidir. Öyle ki ensar
kendi ihtiyaçlarına rağmen muhâcirleri yâni göç-hicret edenleri sevmiş ve
onlara verebileceklerini seve-seve vermişlerdir. İslâm’da buna “îsar” denir.
Muhâcirler de Medîne’ye hem bereket hem de barış getirmişlerdir. Evs ve Hazreç
kavimleri, muhâcirler gelmeden önce birbirleriyle can düşman idiler, ama İslâm
ve muhâcirler geldikten sonra kardeş oldular. Şimdi de İslâm ülkeleri, hicretten
önceki Evs ve Hazreç gibidirler ve birbirlerini öldürmekle meşgûller. Yâni
“ateş çukuru”nun tam kenarında duruyorlar. Çünkü birbirlerini sevmiyorlar ve
birbirlerine katlanamıyorlar. İşte bunu tersine döndürmenin tek-yolu “îsâr”dır.
Allah’ın
sosyolojik bir kuralıdır: Birileri kendilerini paralamadıkça, sınırlamadıkça ve
kendinden ödün vermedikçe, diğerleri rahata kavuşamaz. Sünnetullaha göre, biri biraz
zayıflamadıkça, diğeri biraz irileşemez.
Kur’ân’da îsâr ve vefâ göstermek emredilir fakat bunu kabûl
edip de uygulamak herkesin harcı değildir. Bu ancak, İslâm’ı ve Kur’ân’ı hakkıyla
ve tam bir teslîmiyetle kabûl edip yaşayanlara zor gelmez. İslâm’ı ve de
Kur’ân’ı “olduğu gibi” kabûl edip de yaşayamayanlar ise mecbûren bu âyetleri
aşırı yoruma boğarak âyetlere işkence yapacaklar ve de nefislerini iknâ edene
kadar yorumlayacaklardır. Ortaya çıkacak îsâr âyetlerinin yorumları ise keyfî
yorumlar olmaktan kurtulamayacaktır.
Müslümanların
yaşadığı bir devlette biri geçim sıkıntısı yaşıyorken, bir diğeri bolluk içinde
yaşıyorsa, orada bir kardeşlik oluşmaz. Paylaşma olmadan kardeşlik oluşmaz.
Kardeşliğin oluşmadığı yerden de bir hayrın çıkması söz-konusu değildir. Yine;
müslümanların yaşadığı bir devlette yaşam zorluk içinde sürerken, diğer bir
müslüman devlet refah içinde yüzüyorsa, o ülkenin insanları ve yönetimi gerçek anlamda
müslüman, daha doğrusu müslim ve mü’min değildirler.
Hiç
öyle çeşitli bahaneler getirmeyin ve çıkarınıza yönelik yorumlar yapmayın.
İnsan kendinde olanı elden çıkarmadan, başkasının elinde olması gereken şey
için kaygılanamaz. Bu nedenle de eyleme geçemez.
İnsanlar
2’ye ayrılır: 1-Başkası için malını ve canını verenler; 2-Kendisi için
başkasının malını ve canını alanlar. İşte îsâr, “Allah rızâsı için gerektiğinde
başkası uğruna malını ve canını ortaya koyabilmek” demektir.
Çok
ürkütücü ve acıtıcı bir âyet ve uygulama değil mi?. Zîrâ mal canın yongasıdır
ve üstelik insan mala-mülke çok düşkün bir varlıktır. Fakat Dünyâ cennet değil
ki!. Dünyâ geçici bir imtihan dünyâsıdır ve imtihan bâzen çok zorlu geçer ve
ağır olur. Fakat varlığı yaratan Varlık’ın takdiri böyledir. Tabi bu durum
hayat-boyu böyle sürmez ve sürmemelidir. Îsâr hayâta geçirildiğinde ve hâkîm
olduğunda belli bir süre sonra işler yoluna girer ve her-şey normâlleşir.
Tabi
“îsâr yapıyorum” diye insanın kendisini ve âilesini zor durumda bırakması da
doğru olmaz ve zâten mü’minlerden böyle bir şey de istenmez. Allah bakın bu
noktada bize nasıl güzel öğütler veriyor:
“Akrabâya hakkını ver, yoksula ve yolda
kalmışa da. İsrâf ederek saçıp-savurma. Çünkü saçıp-savuranlar, şeytanın kardeşleri
olmuşlardır; şeytan ise Rabbine karşı nankördür. Eğer Rabbinden ummakta olduğun bir rahmeti
beklerken (darlıkta olduğundan) onlara sırt çevirecek olursan, bu durumda
onlara yumuşak söz söyle. Elini boynunda bağlanmış olarak kılma, büsbütün de açık tutma. Sonra
kınanır, hasret (pişmanlık) içinde kalakalırsın. Şüphesiz senin Rabbin, rızkı dilediğine
-genişletir- yayar ve daraltır. Gerçekten O, kullarından
haberi olandır, görendir”
(İsrâ 26-30).
Îsâr konusunda, cömertliği
ile tanınan Peygamberimiz’in örnek davranışları (Sünnet) ve hadisleri vardır:
Enes şöyle anlatır: “Resûlullah,
İslâm için kendisinden ne istenirse onu mutlakâ verirdi. Hele bir keresinde,
yanına gelen bir adama, büyük bir koyun sürüsü vermişti. Adam kabîlesine
dönünce: ‘Ey milletim!;
(koşun) müslüman olun. Çünkü Muhammed, fakirlik ve ihtiyaç korkusu duymadan çok
büyük ikram ve ihsanlarda bulunuyor’ dedi. Hattâ kimileri,
sırf dünyâlık elde etmek için müslüman olurlardı. Fakat çok geçmeden
müslümanlık onların gözünde, Dünyâ’dan ve Dünyâ üzerindeki her-şeyden daha
değerli hâle gelirdi” (Müslim, Fedâil, 57-58).
Yine Enes b. Mâlik’ten rivayet
edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Sizden biriniz kendisi için
istediğini mü’min kardeşi için de istemedikçe îman etmiş olmaz” (Tirmizî,
Sıfatü’l-kıyâme, 59).
İnsan,
“tercihlerinin sonucunu yaşayan varlık”tır. Hakkı ve hayrı tercih eden hem
Dünyâ’da hem âhirette hakkı ve hayrı, şerri tercih edenler de hem Dünyâ’da hem
de âhirette şerri göreceklerdir.
Dünyâ
âhirete tercih edildiğinde ve baskın çıktığında insanlardaki îsâr bilinci ve
uygulaması azalmış yada bitmiş demektir. Allah bu nedenle bizi şöyle
uyarmaktadır:
“Hayır
siz, dünyâ-hayâtını seçip üstün tutuyorsunuz. Âhiret ise daha hayırlı ve daha
süreklidir” (A’lâ 16-17).
“Artık kim taşkınlık edip-azarsa ve
dünyâ-hayâtını seçerse, şüphesiz cehennem, (onun için) bir barınma yeridir. Kim
Rabbinin makâmından korkar ve nefsi hevâ (istek ve tutkular)dan sakındırırsa, artık
şüphesiz cennet, (onun için) bir barınma yeridir”
(Nâziât 37-41).
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn
Görmüş
Ocak 2024
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder