30 Ocak 2024 Salı

Îsâr

 

 

“Kendilerinden önce o yurdu (Medîne’yi) hazırlayıp îmânı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin ‘cimri ve bencil tutkularından’ korunmuşsa, işte onlar felâh (kurtuluş) bulanlardır” (Haşr 9).

 

“Sözlükte ‘bir şeyi veyâ bir kimseyi diğerine üstün tutma, tercih etme’ mânâsına gelen îsâr, ahlâk terimi olarak ‘bir kimsenin, kendisi ihtiyaç içinde bulunsa bile sâhip olduğu imkânları başkalarının ihtiyâcını karşılamak üzere kullanması, başkasının yarârı için fedâkârlıkta bulunması’ demektir. Cürcânî, îsârı, ‘kişinin başkasının yarar ve çıkarını kendi çıkarına tercih etmesi veyâ bir zarardan öncelikle onu koruması’ şeklinde târif ederek bu anlayışın din-kardeşliğinin en ileri derecesi olduğunu belirtir. Îsâr için batı dillerinde Altruizm, Arapça’da daha çok ‘gayriyye’, Türkçe’de ise ‘diğerkâmlık ve özgecilik’ terimleri kullanılmaktadır” (TDV İslam Ansiklopedisi).

 

İslâm’ın bir uygulaması olarak “îsâr”, “kişinin bir şeye muhtâç olmasına rağmen o şeyi Allah için başkasına vermesi”dir.   

 

Şu kesin ki, Dünyâ’yı cennetin bir şûbesi gibi yapmanın tek-yolu, -vahiy-merkezli olarak- “herkesin kendisi için yaşamayı bırakıp başkası için yaşamaya başlaması”dır. Çünkü ancak böyle olunca hırs, tamahkârlık, bencillik ve çıkarcılık dizginlenebilir ve önlenebilir. Eğer bu “nefse zulüm” olarak görülecekse, o zaman herkesin, kendisi için istediğini başkası için de istemesi ve bunun için de maddî ve mânevî şekilde başkasına destek olması gerekir. Devlet politikaları da bunu kolaylaştırıcı olmalıdır ki İslâm zâten îsârı övdüğü için İslâm devleti de bunu sağlamaya çalışır.

 

Ne yapmak gerektiğini mi soruyorsunuz: “Herkes bir başkası için yaşayacak” yada kendisi içni istediğini başkası için de isteyecek. Dünyâ ancak böyle olursa adâletin, eşitliğin, ahlâkın, hakkın ve hakîkatin hâkim olduğu “barış yurdu”na dönebilir.

 

Baştaki âyette de söylendiği gibi, ensar’ın muhâcirleri koruması ve misâfirliği, örnek bir davranış şeklidir. Öyle ki ensar kendi ihtiyaçlarına rağmen muhâcirleri yâni göç-hicret edenleri sevmiş ve onlara verebileceklerini seve-seve vermişlerdir. İslâm’da buna “îsar” denir. Muhâcirler de Medîne’ye hem bereket hem de barış getirmişlerdir. Evs ve Hazreç kavimleri, muhâcirler gelmeden önce birbirleriyle can düşman idiler, ama İslâm ve muhâcirler geldikten sonra kardeş oldular. Şimdi de İslâm ülkeleri, hicretten önceki Evs ve Hazreç gibiler ve birbirlerini öldürmekle meşgûller. Yâni “ateş çukuru”nun tam kenarında duruyorlar. Çünkü birbirlerini sevmiyorlar ve birbirlerine katlanamıyorlar. İşte bunu tersine döndürmenin tek-yolu îsârdır.

 

Allah’ın sosyolojik bir kuralıdır: Birileri kendilerini paralamadıkça, sınırlamadıkça ve kendinden ödün vermedikçe, diğerleri rahata kavuşamaz. Sünnetullaha göre, biri biraz zayıflamadan diğeri biraz irileşemez.

 

Kur’ân’da îsâr ve vefâ göstermek emredilir fakat bunu kabûl edip de uygulamak herkesin harcı değildir. Bu ancak İslâm’ı ve İslâm’ı ve Kur’ân’ı hakkıyla ve tam bir teslîmiyetle kabûl edip yaşayanlara zor gelmez. İslâm’ı ve de Kur’ân’ı “olduğu gibi” kabûl edip de yaşayamayanlar ise mecbûren bu âyetleri aşırı yoruma boğarak âyetlere işkence yapacaklar ve de nefislerini iknâ edene kadar yorumlayacaklardır. Ortaya çıkacak îsâr âyetlerinin yorumları ise keyfî yorumlar olmaktan kurtulamayacaktır.

 

Müslümanların yaşadığı bir devlette biri geçim sıkıntısı yaşıyorken, bir diğeri bolluk içinde yaşıyorsa, orada bir kardeşlik oluşmaz. Paylaşma olmadan kardeşlik oluşmaz. Kardeşliğin oluşmadığı yerden de bir hayrın çıkması söz-konusu değildir. Yine; müslümanların yaşadığı bir devlette yaşam zorluk içinde sürerken, diğer bir müslüman devlet refah içinde yüzüyorsa, o ülkenin insanları ve yönetimi gerçek anlamda müslüman, daha doğrusu Müslim ve mü’min değildirler.

 

Hiç öyle çeşitli bahaneler getirmeyin ve çıkarınıza yönelik yorumlar yapmayın. İnsan kendinde olanı elden çıkarmadan, başkasının elinde olması gereken şey için kaygılanamaz. Bu nedenle de eyleme geçemez.

 

İnsanlar 2’ye ayrılır: 1-Başkası için malını ve canını verenler; 2-Kendisi için başkasının malını ve canını alanlar. İşte îsâr, “Allah rızâsı için gerektiğinde başkası uğruna malını ve canını ortaya koyabilmek” demektir.

 

Çok ürkütücü ve acıtıcı bir âyet ve uygulama değil mi?. Mal canın yongası. Üstelik insan mala-mülke çok düşkün bir varlık. Fakat Dünyâ cennet değil ki!. Dünyâ geçici bir imtihan dünyâsıdır ve imtihan bâzen çok zorlu geçer ve ağır olur. Fakat varlığı yaratan Varlık’ın takdiri böyledir. Tabi bu durum hayat-boyu böyle sürmez ve sürmemelidir. Îsâr hayâta geçirildiğinde ve hâkîm olduğunda belli bir süre sonra işler yoluna girer ve her-şey normâlleşir.

 

Tabi “îsâr yapıyorum” diye insanın kendisini ve âilesini zor durumda bırakması da doğru olmaz ve zâten mü’minlerden böyle bir şey de istenmez. Allah bakın bu noktada bize nasıl güzel öğütler veriyor:

 

“Akrabâya hakkını ver, yoksula ve yolda kalmışa da. İsrâf ederek saçıp-savurma. Çünkü saçıp-savuranlar, şeytanın kardeşleri olmuşlardır; şeytan ise Rabbine karşı nankördür. Eğer Rabbinden ummakta olduğun bir rahmeti beklerken (darlıkta olduğundan) onlara sırt çevirecek olursan, bu durumda onlara yumuşak söz söyle. Elini boynunda bağlanmış olarak kılma, büsbütün de açık tutma. Sonra kınanır, hasret (pişmanlık) içinde kalakalırsın. Şüphesiz senin Rabbin, rızkı dilediğine -genişletir- yayar ve daraltır. Gerçekten O, kullarından haberi olandır, görendir” (İsrâ 26-30).

 

Îsâr konusunda, cömertliği ile tanınan Peygamberimiz’in örnek davranışları (Sünnet) ve hadisleri vardır:

 

Hz. Enes şöyle anlatır: Resûlullah, İslâm için kendisinden ne istenirse onu mutlakâ verirdi. Hele bir keresinde, yanına gelen bir adama, büyük bir koyun sürüsü vermişti. Adam kabîlesine dönünce: “Ey milletim!; (koşun) müslüman olun. Çünkü Muhammed, fakirlik ve ihtiyaç korkusu duymadan çok büyük ikram ve ihsanlarda bulunuyor” dedi. Hattâ kimileri, sırf dünyâlık elde etmek için müslüman olurlardı. Fakat çok geçmeden müslümanlık onların gözünde, dünyâdan ve dünyâ üzerindeki her-şeyden daha değerli hâle gelirdi. (Müslim, Fedâil, 57-58).

 

Yine Enes b. Mâlik’ten rivayet edildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Sizden biriniz kendisi için istediğini mü’min kardeşi için de istemedikçe îman etmiş olmaz” (Tirmizî, Sıfatü’l-kıyâme, 59).

 

İnsan, “tercihlerinin sonucunu yaşayan varlık”tır. Hakkı ve hayrı tercih eden hem Dünyâ’da hem âhirette hakkı ve hayrı, şerri tercih edenler de hem Dünyâ’da hem de âhirette şerri göreceklerdir.

 

Dünyâ âhirete tercih edildiğinde ve baskın çıktığında insanlardaki îsâr bilinci ve uygulaması azalmış yada bitmiş demektir. Allah bu nedenle bizi şöyle uyarmaktadır: 

 

Hayır siz, dünyâ-hayâtını seçip üstün tutuyorsunuz. Âhiret ise daha hayırlı ve daha süreklidir” (A’lâ 16-17).

 

“Artık kim taşkınlık edip-azarsa ve dünyâ-hayâtını seçerse, şüphesiz cehennem, (onun için) bir barınma yeridir. Kim Rabbinin makâmından korkar ve nefsi hevâ (istek ve tutkular)dan sakındırırsa, artık şüphesiz cennet, (onun için) bir barınma yeridir” (Nâziât 37-41).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ocak 2024

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder