30 Kasım 2023 Perşembe

Îmânın Akla İhtiyâcı Var Mıdır?

 

“Allah’ın izni olmaksızın, hiç kimse için îman etme (imkânı) yoktur. O, akıl erdiremeyenlerin üzerine iğrenç bir pislik kılar” (Yûnus 100)

 

Âyette, “Allah’ın izni olmaksızın îman etmek yoktur” deniliyor da -meselâ- “aklını kullanmayanlar îman edemezler” denmiyor. Bu, “îmânın akla değil de “Allah’ın izin vermesine” bağlı olduğunu gösteriyor. Böylece îmânın akla değil de “Allah’ın izin vermesine” ihtiyâcının olduğunu gösteriyor.

 

Peki Allah kime ve ne olduğunda îman etmeye izin veriyor?. Allah, aklını kullanan, sorumluluğunu bilen, takvâsını kuşanan ve îman etmenin yükünü omuzlamayı kabûl ederek delikanlılığını ortaya koyabilenlere ve bunda samîmiyetini ispât edebilenlere îman etme izni veriyor. Böyle insanları îman ile ödüllendiriyor. Yoksa ciddî, samîmi, gayretli ve kararlı olmayanların ettiğini zannettiği îman sahih olmuyor da o -sözde- îman kişiyi amel-eyleme, hakka-hakîkate ve adâlete ve ahlâka yönlendirmiyor yada bunlarda sâbit tutmuyor.

 

Aklı olmayanların îman etme ve îmânına göre edip-eyleme sorumluluğu elbette yoktur. Fakat îmânın mutlak anlamda akla ihtiyâcı yoktur, fakat dolaylı yönden vardır. Îman edebilmek için aklı en üst seviyede kullanmak şart değildir. Fakat gerçek anlamda îman edebilmek için tam bir teslîmiyetle teslim olmak şarttır. Çünkü akıl kişiyi ancak îmânın kapısına kadar getirebilir. Ondan sonra teslîmiyet devreye girer. Aklın kişiyi getirdiği “îmân kapısı”ndaki insan teslîmiyet gösteremediğinde -ne kadar üstün bir akla sâhip olursa-olsun- yine de îmân edemeyecek ve çeşitli mâzeretler göstererek ve mantıklar yürüterek îmânın kapısından gerisin-geri dönecektir. Îman etmek mutlak anlamda akıl ile olabilseydi ve imânın akla ihtiyâcı mutlak olsaydı, tüm üstün akıllıların îman etmesi gerekirdi. Fakat öyle olmuyor da, tam-aksine, aklını pek de kullanmayanlar sahih bir îmâna ulaşabiliyorlar. Çünkü tam bir teslîmiyetle teslim olabiliyorlar.

 

Demek ki îmânın akla değil, tam bir teslîmiyete ihtiyâcı vardır. İslâm’ın yükünü omuzlamayı kabûl edenlere ve icâbında malından ve canından îmân için vazgeçebilmeyi göze alabilen delikanlılara ve delikanlılığa ihtiyâcı var. Allah sahih îmânı işte bu delikanlılara nasip ediyor. İnsanlık târihinde bu delikanlıların timsâlleri peygamberlerdir. Tam değil de yarı-teslîmiyet gösterenlere ise:

 

“Azap size gelip çatmadan evvel, Rabbinize yönelip-dönün ve O’na teslim olun. Sonra size yardım edilmez” (Zümer 54).

 

“Oysa onlar (kendilerini tümüyle Allah’a ve İslâm’a teslim etmeyenler) bir ticâret yada bir eğlence gördükleri zaman, (hemen) ona sökün ettiler ve seni ayakta bıraktılar. De ki: ‘Allah’ın katında bulunan, eğlenceden ve ticâretten daha hayırlıdır. Allah, rızık verenlerin en hayırlısıdır” (Cum’a 11).

 

Teslîmiyet akıldan daha üstün ve daha önemlidir. Çünkü teslîmiyet hem îman etmede hem de îmânın gereğini yapmada kişiyi yönlendirebilir. İnsan akıl yürütmeyle bir emri savsaklayabilir ama teslîmiyet gösterenler savsaklayamaz, eteleyemez ve bir işi yarım-yamalak yapamazlar.  

 

Aklı kullanmak ve bilmek, kişiyi îmân noktasına kadar getirir. Zâten aklın verilmesinin amacı budur. Bu nedenle “aklınızı kullanmaz mısınız” denir. Zımnen: “Aklınızı kullanın da îmânın kapısına kadar gelin” denmek istenir. Ayrıca îman ettikten sonra îmânın gereğini yapmak için de akla ihtiyaç vardır. O kapıya ulaşınca da artık “yüreği kullanmak” gerekecektir. Çünkü ancak yürekli olanlar îmâna ulaşacaklardır. O-hâlde akla, îman etme ânında değil, îmânın kapısına varma ve îman ettikten sonra amel-eylem noktasında ihtiyaç vardır.

 

Akıl kullanıldığında ve bir bilme ortaya çıktığında, bu bilme her zaman kişiyi doğru amel-eyleme yönlendirmez yada yanlış amele-eyleme de yönlendirebilir. Çünkü kuru-kuru bilmenin o kadar etkisi yoktur. Zâten akıl ancak vahiy-merkezli olunca ve vahyin kontrôlünde ve yönlendirmesinde olduğunda doğru ve hakka yönelik kararlar verebilir. Aksi-durumda ise işe şeytan ve nefs karışacaktır. Fakat îman kişiyi mutlakâ hakka-hakîkate ve buna göre olan sahih amele-eyleme ve hayra yönlendirir. Îmânın o kendisine has gücü bunu yaptırır. Îmânın akla üstünlüğü bu sebepledir. Zâten o yüzden “îman eden ve sâlih amel işleyenler” deniyor da; “akledenler ve sâlih amel işleyenler” denmiyor. Çünkü akıl kişiyi îmânın kapısına kadar getirip bırakıyor ve bundan sonra bir adım bile atamıyor.

 

Îman “gayba îman”dır. Gaybı ise sâdece Allah bilir. Gayb bu nedenle sorgulanamaz. O-hâlde îman, “sorgusuz-suâlsiz olan bir teslîmiyet”tir; Allah’a teslîmiyet. Akıl yoluyla îmânın kapısına kadar gelip de gösterilmesi gereken bu teslîmiyeti gösteremeyenler îmâna ulaşamazlar. Allah’ı akıl değil îman görür. Tabi bu görme, “îmânî bir görme”dir. Akıl sâdece îmânın kapısına ulaştırır. Akılla gaybı bilmeye çalışmak, “boşuna yorulmak”tır.

 

Îmân etmek demek, “kabûl etmek” demektir. Îman etmek, “îmânın gereğini yapmak” demektir. Îman, “uğruna çabaladığın şey”dir. Îman, bedel ödemeye zorlayan şeydir. Seni bedel ödemeye ve harekete geçmeye zorlamıyorsa, îmânında sorun var demektir.

 

Akıl bir “yaratıcı” olduğunu bilebilir, fakat O’nun mâhiyetini bilemez. Çünkü O’nun mâhiyetini bilmek diye bir şey yoktur. O’nun emirlerini yerine getirmek ve teklif edilen yükü yüklenmeyi kabûl etmek önemlidir.

 

Akıl ve aklı kullanmak çok önemli olmasına rağmen, aklın da bir sınırı vardır ve akıl, daha varlık âlemini bile kesin olarak idrâk edip de açıklayamaz. Çünkü evrende vâr olan şeyler arasındaki sonsuz ilişki, insan zihninin kavrayışının ötesindedir. O-hâlde akıl, ne olduğunu bilmediği ve bilemeyeceği îman için mutlak anlamda ihtiyaç değildir.

 

Bizim gözümüz “mutlak olan”ı görmeye programlanmadığı gibi, aklımız da “mutlak olan”ı idrâk etmeye programlı değildir. Bu nedenle daha varlığı bile net olarak idrâk edip de açıklanamayan akıldan, gaybî konuları açıklayabilmesini beklemek abestir. Bakın 1.400 yıldır okunan Kur’ân, bir anlamda gayb ve dolayısıyla îman ile ilgili olduğundan, onu anlama işi bitirilememiştir ve de bitirilemez. Gaybın özelliği budur. Gayb çok-boyutlu ve derinlikli olduğundan dolayı, sâdece üç veyâ dört boyutlu olan varlığı anlamlandırabilme kapasitesine sâhip olan akıl, gayb konusunda çâresizdir. Zâten akıl, daha kendisinin yâni aklın ne olduğunu bile açıklayamaz. Bu nedenle sâdece aklı kullanmakla Îman edilebileceğini söylemek yanlıştır.

 

Bir milyon tâne akıl, bir milyon yıl uğraşsa da, gayb hakkında “Allah’ın bildirdiğinden başka”sını akledip de bilemez. Çünkü akıl gaybı idrâk edemez. Böyle bir yetisi ve gücü yoktur. Bu nedenle de akıl gayba bağlıdır. Gayb demek “îman” demektir. Çünkü îman “gabya îman”dır. Bu gayb meselâ vahiydir. Vahyin açıklamadıklarını ve onaylamadıklarını akıl istediği kadar açıklamaya çalışsın, o açıklama yine de yanlıştır ve geçersiz olacaktır.

 

Îman “gayba îman”dır ve gayb akılla idrâk edilebilecek bir şey değildir:

 

“Allah sizi gayb üzerine muttalî kılacak değildir” (Âl-i İmran 179).

 

Akıl, Allah’ı bulmak için değil, dîni idrâk edip uygulamak içindir. Akla, îman etmek için değil, îmânın gereğini yapmak için ihtiyaç vardır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2023

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder