“Allah’ın izni
olmaksızın, hiç kimse için îman etme (imkânı) yoktur. O, akıl erdiremeyenlerin
üzerine iğrenç bir pislik kılar”
(Yûnus 100)
Âyette, “Allah’ın izni
olmaksızın îman etmek yoktur” deniliyor da -meselâ- “aklını kullanmayanlar îman
edemezler” denmiyor. Bu, “îmânın akla değil de “Allah’ın izin vermesine” bağlı
olduğunu gösteriyor. Böylece îmânın akla değil de “Allah’ın izin vermesine”
ihtiyâcının olduğunu gösteriyor.
Peki Allah kime ve ne
olduğunda îman etmeye izin veriyor?. Allah, aklını kullanan, sorumluluğunu
bilen, takvâsını kuşanan ve îman etmenin yükünü omuzlamayı kabûl ederek
delikanlılığını ortaya koyabilenlere ve bunda samîmiyetini ispât edebilenlere
îman etme izni veriyor. Böyle insanları îman ile ödüllendiriyor. Yoksa ciddî,
samîmi, gayretli ve kararlı olmayanların ettiğini zannettiği îman sahih olmuyor
da o -sözde- îman kişiyi amel-eyleme, hakka-hakîkate ve adâlete ve ahlâka
yönlendirmiyor yada bunlarda sâbit tutmuyor.
Aklı olmayanların îman etme
ve îmânına göre edip-eyleme sorumluluğu elbette yoktur. Fakat îmânın mutlak
anlamda akla ihtiyâcı yoktur, fakat dolaylı yönden vardır. Îman edebilmek için
aklı en üst seviyede kullanmak şart değildir. Fakat gerçek anlamda îman
edebilmek için tam bir teslîmiyetle teslim olmak şarttır. Çünkü akıl kişiyi
ancak îmânın kapısına kadar getirebilir. Ondan sonra teslîmiyet devreye girer. Aklın
kişiyi getirdiği “îmân kapısı”ndaki insan teslîmiyet gösteremediğinde -ne kadar
üstün bir akla sâhip olursa-olsun- yine de îmân edemeyecek ve çeşitli
mâzeretler göstererek ve mantıklar yürüterek îmânın kapısından gerisin-geri
dönecektir. Îman etmek mutlak anlamda akıl ile olabilseydi ve imânın akla
ihtiyâcı mutlak olsaydı, tüm üstün akıllıların îman etmesi gerekirdi. Fakat
öyle olmuyor da, tam-aksine, aklını pek de kullanmayanlar sahih bir îmâna
ulaşabiliyorlar. Çünkü tam bir teslîmiyetle teslim olabiliyorlar.
Demek ki îmânın akla değil,
tam bir teslîmiyete ihtiyâcı vardır. İslâm’ın yükünü omuzlamayı kabûl edenlere
ve icâbında malından ve canından îmân için vazgeçebilmeyi göze alabilen
delikanlılara ve delikanlılığa ihtiyâcı var. Allah sahih îmânı işte bu
delikanlılara nasip ediyor. İnsanlık târihinde bu delikanlıların timsâlleri
peygamberlerdir. Tam değil de yarı-teslîmiyet gösterenlere ise:
“Azap size gelip çatmadan evvel, Rabbinize
yönelip-dönün ve O’na teslim olun. Sonra size yardım edilmez” (Zümer 54).
“Oysa onlar (kendilerini tümüyle Allah’a ve İslâm’a
teslim etmeyenler) bir ticâret yada bir eğlence gördükleri zaman, (hemen) ona
sökün ettiler ve seni ayakta bıraktılar. De ki: ‘Allah’ın katında bulunan,
eğlenceden ve ticâretten daha hayırlıdır. Allah, rızık verenlerin en
hayırlısıdır” (Cum’a 11).
Teslîmiyet akıldan daha
üstün ve daha önemlidir. Çünkü teslîmiyet hem îman etmede hem de îmânın
gereğini yapmada kişiyi yönlendirebilir. İnsan akıl yürütmeyle bir emri
savsaklayabilir ama teslîmiyet gösterenler savsaklayamaz, eteleyemez ve bir işi
yarım-yamalak yapamazlar.
Aklı kullanmak ve bilmek,
kişiyi îmân noktasına kadar getirir. Zâten aklın verilmesinin amacı budur. Bu
nedenle “aklınızı kullanmaz mısınız” denir. Zımnen: “Aklınızı kullanın da
îmânın kapısına kadar gelin” denmek istenir. Ayrıca îman ettikten sonra îmânın
gereğini yapmak için de akla ihtiyaç vardır. O kapıya ulaşınca da artık “yüreği
kullanmak” gerekecektir. Çünkü ancak yürekli olanlar îmâna ulaşacaklardır.
O-hâlde akla, îman etme ânında değil, îmânın kapısına varma ve îman ettikten
sonra amel-eylem noktasında ihtiyaç vardır.
Akıl kullanıldığında ve bir
bilme ortaya çıktığında, bu bilme her zaman kişiyi doğru amel-eyleme
yönlendirmez yada yanlış amele-eyleme de yönlendirebilir. Çünkü kuru-kuru
bilmenin o kadar etkisi yoktur. Zâten akıl ancak vahiy-merkezli olunca ve
vahyin kontrôlünde ve yönlendirmesinde olduğunda doğru ve hakka yönelik
kararlar verebilir. Aksi-durumda ise işe şeytan ve nefs karışacaktır. Fakat
îman kişiyi mutlakâ hakka-hakîkate ve buna göre olan sahih amele-eyleme ve
hayra yönlendirir. Îmânın o kendisine has gücü bunu yaptırır. Îmânın akla
üstünlüğü bu sebepledir. Zâten o yüzden “îman eden ve sâlih amel işleyenler”
deniyor da; “akledenler ve sâlih amel işleyenler” denmiyor. Çünkü akıl kişiyi
îmânın kapısına kadar getirip bırakıyor ve bundan sonra bir adım bile atamıyor.
Îman “gayba îman”dır. Gaybı
ise sâdece Allah bilir. Gayb bu nedenle sorgulanamaz. O-hâlde îman,
“sorgusuz-suâlsiz olan bir teslîmiyet”tir; Allah’a teslîmiyet. Akıl yoluyla
îmânın kapısına kadar gelip de gösterilmesi gereken bu teslîmiyeti
gösteremeyenler îmâna ulaşamazlar. Allah’ı akıl değil îman görür. Tabi bu
görme, “îmânî bir görme”dir. Akıl sâdece îmânın kapısına ulaştırır. Akılla
gaybı bilmeye çalışmak, “boşuna yorulmak”tır.
Îmân etmek demek, “kabûl
etmek” demektir. Îman etmek, “îmânın gereğini yapmak” demektir. Îman, “uğruna
çabaladığın şey”dir. Îman, bedel ödemeye zorlayan şeydir. Seni bedel ödemeye ve
harekete geçmeye zorlamıyorsa, îmânında sorun var demektir.
Akıl bir “yaratıcı” olduğunu
bilebilir, fakat O’nun mâhiyetini bilemez. Çünkü O’nun mâhiyetini bilmek diye
bir şey yoktur. O’nun emirlerini yerine getirmek ve teklif edilen yükü yüklenmeyi
kabûl etmek önemlidir.
Akıl ve aklı kullanmak çok
önemli olmasına rağmen, aklın da bir sınırı vardır ve akıl, daha varlık âlemini
bile kesin olarak idrâk edip de açıklayamaz. Çünkü evrende vâr olan şeyler
arasındaki sonsuz ilişki, insan zihninin kavrayışının ötesindedir. O-hâlde
akıl, ne olduğunu bilmediği ve bilemeyeceği îman için mutlak anlamda ihtiyaç
değildir.
Bizim gözümüz “mutlak olan”ı
görmeye programlanmadığı gibi, aklımız da “mutlak olan”ı idrâk etmeye programlı
değildir. Bu nedenle daha varlığı bile net olarak idrâk edip de açıklanamayan
akıldan, gaybî konuları açıklayabilmesini beklemek abestir. Bakın 1.400 yıldır
okunan Kur’ân, bir anlamda gayb ve dolayısıyla îman ile ilgili olduğundan, onu
anlama işi bitirilememiştir ve de bitirilemez. Gaybın özelliği budur. Gayb
çok-boyutlu ve derinlikli olduğundan dolayı, sâdece üç veyâ dört boyutlu olan
varlığı anlamlandırabilme kapasitesine sâhip olan akıl, gayb konusunda
çâresizdir. Zâten akıl, daha kendisinin yâni aklın ne olduğunu bile
açıklayamaz. Bu nedenle sâdece aklı kullanmakla Îman edilebileceğini söylemek
yanlıştır.
Bir milyon tâne akıl, bir
milyon yıl uğraşsa da, gayb hakkında “Allah’ın bildirdiğinden başka”sını
akledip de bilemez. Çünkü akıl gaybı idrâk edemez. Böyle bir yetisi ve gücü
yoktur. Bu nedenle de akıl gayba bağlıdır. Gayb demek “îman” demektir. Çünkü
îman “gabya îman”dır. Bu gayb meselâ vahiydir. Vahyin açıklamadıklarını ve
onaylamadıklarını akıl istediği kadar açıklamaya çalışsın, o açıklama yine de
yanlıştır ve geçersiz olacaktır.
Îman “gayba îman”dır ve gayb
akılla idrâk edilebilecek bir şey değildir:
“Allah sizi gayb üzerine
muttalî kılacak değildir” (Âl-i
İmran 179).
Akıl,
Allah’ı bulmak için değil, dîni idrâk edip uygulamak içindir. Akla, îman etmek
için değil, îmânın gereğini yapmak için ihtiyaç vardır.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Kasım 2023
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder