30 Kasım 2023 Perşembe

Düşünce ve Amel

 

“(Bu Kur’ân,) âyetlerini, iyiden-iyiye düşünsünler ve temiz akıl-sâhipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz mübârek bir kitaptır” (Sâd 29).

 

“Andolsun Biz Kur’ân’ı zikr (öğüt alıp düşünmek) için kolaylaştırdık. Fakat öğüt alıp-düşünen var mı?” (Kamer 17, 22, 32, 40).

 

İnsanı diğer varlıklardan ayıran şey düşüncedir. Bu nedenle Kur’ân boyunca “düşünenler için..”, “düşünmez misiniz?”, “düşünmeniz için” gibi ifâdeler kullanılır ve mü’minler yoğun bir şekilde düşünmeye sevk edilir. Düşünmeye bu kadar yer ayrılmasının nedeni elbette sâdece kuru-kuru düşünmek değil, İslâmî düşünceye göre amel-eylemde bulunma ve İslâmî düşünceyi hayâta hâkim kılma hedefidir.

 

 İnsanlar düşüncelerine göre amel-eylemde bulunuyorlar yâni hareket ediyorlar gibi bir düşünce olsa da, aslında kendilerine öğretilen ve çevresinden gördüğü gibi hareket eder. Düşündüğü ile amel-eylemi farklı olur. Çünkü her düşündüğünün hayatta bir karşılığı yoktur yada düşündüğü gibi olmaz. Bu nedenle de insanlar düşünce ile ameli ayırırlar ve düşüncenin başka amelin ise başka bir şey olduğunu zannederler. Öyle ki özellikle modern insanın ve müslümanın düşüncesi “dînî” iken ameli ve eylemi “seküler” olabilmektedir ki modernist-seküler ilâhiyatçıların alâmet-i fârikası bu olmuştur. Kur’ân’ı okuyorlar ve hattâ “Kur’ân’ı sâdece Kurân’a göre yorumlamak” gerektiğini söylüyorlar fakat iş amele-eyleme gelince onu lâik-seküler-demokratik Allahsız uygulamaların belirlemesine ve düşüncesine bırakıyorlar. Böyle yapmakla Allah’ı ve dîni hayâta karıştırmamış ve Allahsız-dinsiz bir davranışın ve hayâtın ortaya çıkmasına neden olmuş oluyorlar. Bu, amel-eylemin Allah’a yâni vahye göre değil de insana yâni akla göre olmasını istemek demektir ki küfür, şirk ve zulüm işte bu noktada açığa çıkar.

 

Düşünce ikiye ayrılır; 1-Akıl-merkezli düşünce; 2-Vahiy-merkezli düşünce. Akıl, vahiy-merkezli olunca düşünce de meşrû olur. Aksi-hâlde akıl nefis-merkezli olur ki bu aklın ürettiği düşünce hiç-bir zaman kesin ve net olamaz. Kesin ve net olmayan düşünce ise, insana yakın-uzak vâdede mutlakâ sıkıntı ve zorluk olarak geri döner.

 

İslâm konusunda insanların ne düşündüğü ve ne dediği değil, Kur’ân’ın ne dediği ve Peygamber’in nasıl yaptığı önemlidir. İslâm bir “anket dîni” değildir. İslâm vahiy-merkezli düşünce, ilim ve amel-eylem dînidir. Zâten hak düşünce ve iyi amel-eylem ancak böyle olduğunda ortaya çıkar. Amele-eyleme dönük olmayan hayattan ve pratiklikten uzak düşünceler “uygulanabilir olmayan” düşüncelerdir ki ancak zihnin eğlencesidir. Modern düşüncenin çoğu böyle düşüncelerdir.  Modern yâni Allahsız düşünce ya uygulanabilir değildir yada uygulandığında faydasız veyâ “herkes için faydalı olmayan” sonuçlar üretir. Modern insanın düşündüklerinin, söylediklerinin, yazdıklarının, plânladıklarının ve hayâl ettiklerinin %90’ı “uygulanabilir” değildir. Kalan %10’u ise arzu ettiği ve beklediği gibi olmaz.

 

Modern düşünce ve uygulamalar tüm Dünyâ’ya yayıldığı ve her yeri kuşattığı için ve kendisine şirk koşulmasına katlanamadığından dolayı, modern müslümanlar da bundan etkilenmişlerdir, bu da, modern paradigmaya uygun olmayan İslâmî düşünceyi, aşırı yoruma tâbi tutup değiştirmeden kabûl edememelerine neden olmaktadır. Modern müslümanların ilmî çalışmaları, batı’nın “din tekâmül ve terakkiye mânidir” düşüncesine yapılmış şerhlerden ve düşülmüş dipnotlardan ibâret olmaya başlamıştır.

 

“Müslümanım” diyor fakat, “İslâm’a göre” değil de “seküler sisteme göre” yiyor-içiyor, giyinip-kuşanıyor ve tabî ki sekülere göre düşünüp-konuşuyor. Böylece düşüncesinden sonra amelini-eylemini-söylemini de seküler sistem belirliyor. Çünkü müslümanlar Kur’ân’a bakarak hayâtı yorumlamıyor ve düzenlemiyorlar; mevcut hayâta, modern düşünceye yâni konjonktüre bakarak Kur’ân’ı yorumluyorlar ve ona göre eylemde bulunuyorlar. Ellerinde Kur’ân olmasına rağmen düşüncelerini ve eylemlerini Kur’ân değil, konjonktür belirliyor. Eylemlerini ekonomileri belirliyor; partileri belirliyor; üstadları belirliyor; malları-mülkleri, sevdikleri, işleri  vs. belirliyor. İşte şirk budur!.

 

İnsanlar “akıllarına göre” düşünceler ürettiklerini sanırlar. Oysaki ürettikleri bu düşüncelerin büyük bir çoğunluğu, “nefislerine göre” ürettikleri düşüncelerdir. Düşünceleri nefislerine göre olduğu için davranışları da nefislerine göre oluyor.

 

İnsanlar tüketme-şekline göre düşünürler ve hareket ederler. Bu aslında “paraya ve paranın miktârına göre düşünmek” demektir. Para, “adanmış” mü’minlerin dışında, kişilerin düşüncelerini değiştirip şekillendirir. Ne kadar çok para harcarsanız, o kadar az düşünürsünüz. O düşündüğünüz az şey de İslâmî düşünce olmaz.

 

Aklı ve düşünceyi Allah’tan bağımsızlaştırmak, seküler aklı ve düşünceyi ilahlaştırmak ve hatta “en yüce ilah yapmak” anlamına gelir.

 

İslâm, uzak-doğu dinleri gibi salt soyut “düşünce dîni” değildir. Aksine İslâm, “somut”a dönüşmeyi hedef edinen bir dindir. Bu-bağlamda, kişisel şartları ve toplumsal şartları değiştirmeyi düşünmeden okunan Kur’ân, ancak tâğutlara alan açar. Kur’ân-Kur’ân deyip durmalarına rağmen, Kur’ân’ı hayâta hâkim kılma hayâli, düşüncesi ve çalışması olmayanlar, ya câhildirler yada yalancı.

 

Kur’ân’ın bir zihniyeti var. Kişi, hayâtında o zihniyet ile düşünüp, edip-eyleyen biri değilse Kur’ân’ı idrâk edemez ve “mushaf incelemeleri”nden öte bir-şey yapmış olmaz. Bu da eksik düşüncelerin açığa çıkmasına eden olur. Bu düşüncelerin eleştirisinin yapılmamasının nedeni, bu düşüncelerin amel-eyleme dönük olmaması yada pratiğe dökme çabasının olmamasındandır. Kur’ân hakkında düşüncelerimizdeki yanlışlar, sağlamasını yapmadığımız yâni vahyi pratiğe dökmediğimiz için açığa çıkmıyor. Üstelik eyleme geçmeyen düşünce ve bilgi, sonsuz soruların kuşatmasından da kurtulamıyor. Böylece İslâm, “tartışma dîni” olup çıkıyor.

 

Bir düşüncenin sağlamasının doğru olarak yapabilmesinin tek yolu, o düşüncenin amel-eylemde nasıl tezâhür ettiğine-edeceğine göre olabilir ancak. Yoksa bir düşüncenin başka bir düşünceyle doğru olarak sınanması zordur. Zîrâ o bir düşünceyi sınayacak olan düşüncenin de sınanmaya ihtiyâcı vardır. O-hâlde amel ve eylemle sınanmamış düşüncelerin “kesin doğruluğuna” güvenilemez. Dört duvar arasına sıkıştırılan düşünceler, mutlaka bâtıla meyleder.

 

Maddî âlemde “düşünce” bakımından “en ideâl olan” düşünülür. Fakat pratikte, düşünüldüğü gibi çıkmaz. Çünkü maddî olan, en ideâl olandan daha az ideâldir. Bir düşüncenin, sözün, eleştirinin, pratiğe döndüğünde teorik etkisi azalır, pratik etkisi artar. Fakat bu durum cennet için tam tersidir. O düşündüğümüzden ve düşünebileceğimizden çok-çok daha ideâl bir yerdir.

 

Modernizm materyâlizmdir. Materyâlizm ise, “her-şeyi madde ile düşünmek” demektir. Fakat madde sınırlı bir şey olduğundan, madde-merkezli düşünce de sınırlı oluyor. Modern düşünce sınırlı bir düşüncedir. Bu nedenle de “herkes için” bir fayda ortaya koyamadığı gibi, “hârika eserler” de çıkmıyor ortaya. Zîrâ modern düşünce, tanımını yapamadığı şeyi yok kabûl ediyor. Bu onu eksik bırakıyor, kısır yapıyor.

 

Modernizm kendine göre bir sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik hayat-şekli, belli bir düşünce-şekli oluşturuyor ve o kişi artık ona göre düşünüyor ve hareket ediyor. Vahiy ise, müslümanlar için tüm durumlarda düşünce ve amel-eylemin kaynağıdır.

 

Genel anlamda batı: Siyâsette Roma, düşüncede Yunan’dır. Yunan düşüncesi pagan/çok-tanrılı; Roma siyâseti de emperyâlisttir. Batı bu iki olguyu modernleştirmiştir. Fakat sonuçları aynı olmuştur/oluyor. Muhâfazakârlarla lâiklerin buluştuğu yer, “batı-merkezli tasavvur, düşünce, refah ve eylem şekli”dir.

 

Demokrasi, tüm insanlara demokrat bir düşünme-şekli dayatan baskıcı bir yönetim-şeklidir. Demokrasi: Herkesin aynı düşündüğü, davrandığı bir ideolojidir.

 

Bâzıları, felsefe ve sosyolojiyi gereksiz alanlar olarak görüyorlar ve matematiğe yönelinmesini savunuyorlar. Bilmiyorlar ki, Dünyâ şu-anda, 1.700 ve 1.800’lü yıllarda yaşayan filozof ve sosyologların düşünceleriyle yönetiliyor. Bu düşünceler elbette Allahsız ve İslâmsız düşüncelerdir ve uzun vâdede sapkın eylemlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Bu nedenle gayri-İslâmî düşüncelerle mücâdele etmeyenler, bir zaman sonra mecbûren “gayri-meşrû eylemler”le mücâdele etmek zorunda kalıyorlar. Zîrâ eleştirilmeyen düşüncelerin hem kendileri hem de açığa çıkarttığı davranışlar sapmaya başlar.

 

Bir düşünce ve inanç kişiyi eyleme yönlendirmiyorsa, o düşünce ve inanç samîmi değildir. Bu samîmiyetsizliğin ilk göstergesi ve cezâsı “tâviz vermek” olur. Dâvâsından tâviz verenler, kısa bir süre sonra, tâviz verdikleri düşünceyi, hizbi, ideolojiyi ve eylemi savunmaya başlarlar.

 

Vahyin bilincine erememiş olan insan, eşyâya göre düşünür. Çünkü düşünceler hayattan kopuk ve yaşam-tarzlarından bağımsız olamaz. Fakat yaşantılarımızla çelişen düşüncelerimiz de vardır.

 

Bir din, inanç, düşünüş ve felsefe “basit ve uygulanabilir” değilse, “hak” değildir, “Hak’tan” gelmemiştir, Hak’ka da götürmez. İnsanı yarı-yolda bırakır.

 

Bir düşüncenin yada davranışın doğru olup-olmadığının sağlaması, eleştirmek ve eleştirilmekle yapılabilir.

 

İnsan ya düşüncelerine göre, ya duygularına göre yada dürtülerine göre yaşar.

 

İnsanın düşüncesi, amaçladığı hedef ile şekillenir. Hedefi olmayanın ise, zâten düşüncesi de yoktur.

 

Bizi “içimizden geçen” değil, “içimizde kalan” düşünce günaha sokar.

 

Düşüncede tutarlı gibi gözüken nice önermeler ve teoriler vardır ki, pratiğe döküldüğünde kısa sürede çöküp moloz hâline gelir.

 

Descartes’in “düşünüyorum öyleyse varım” sözü, “düşünüyorum, öyleyse tanrıya ihtiyâcım yok” anlamındadır.

 

Düşünceleriniz ve eylemleriniz kime yarıyorsa ona hizmet ediyorsunuz demektir. “Kime-neye hizmet ediyorsanız, onun ve o şeyin dînindensiniz” demektir.

 

Düşünmekle konuşmak aynı şeydir. Ne düşünüyorsanız onu konuşursunuz.

 

Düşünce-suçu, aslında “düşündüğünü söyleme ve yazma suçu”dur.

 

Felsefe, “Allah’ı hesâba katmadan” düşünme, konuşma ve yazma sanatıdır.

 

İnsanlar, işlerine gelen bir konuyu, etraflıca düşünmeden konuşur.

 

İnsanın “ölüm hakkında düşünmek”ten başka “ölüm” için yapabileceği hiç-bir şey yoktur.

 

İnsanın kutsalı ne ise ona göre düşünür, konuşur ve amel-eylemde bulunur. Günümüzün kutsalı “görsellik”tir. Aşırı görsellik, düşünselliği blôke ettiği için modern insanın düşüncesi “düşüncesizlik” olmuştur.

 

İnsanlar, düşüncelerine, görüşlerine ve davranışlarına hiç eleştiri ve îtirâz almadıkları için, düşüncelerinin ve yaptıklarının doğru ve sorunsuz olduğunu zannediyorlar.

 

Pratiğe dönük olmayan düşünceler, unutulmaya mahkûmdur.

 

İnsan, “bildiğine” göre değil, “yaşadığına” göre düşünür, konuşur ve edip-eyler.

 

İnsan, inkâr etmesi gerekirken inkâr etmediği şeyin/kişinin/düşüncenin kulvarına girer ve onunla birlikte koşturmaya başlar.

 

Her düşüncenin hayatta ille de bir karşılığının olacağı garanti değildir. Bu nedenle “hayatta bir karşılığı olan düşünceler” insanları etkiler

 

Allah’ın zâtı düşünüldükçe Allah inancı zayıflar, oysa yaratılmış varlık düşünüldükçe inanç artar.

 

İnsanlık târihi boyunca Allah’ın zâtı için yapılan düşünce ve araştırmalar alanında bir arpa-boyu bile yol alınamamıştır, alınamaz.

 

Düşmeyen düşünemez.

 

Kur’ân: “…Ne az öğüt-alıp düşünüyorsunuz” (Neml 62) der. Bu zımnen, “düşünceniz yok ki ona göre amel-eyleminiz olsun” demektir.

 

Yüce bir hedef-amaç üzere olmayanlar, ya hazzın kuşatması, yada ölümü düşünmenin buhrânı içinde yaşarlar ve ölüp giderler.

 

Kuru-kuru düşünüp de düşündüğünü gerçekleştirmeyi düşünmeyenlerin âhirette yaşayacağı pişmanlık Kur’ân’da şöyle târif edilir:

 

“O gün, cehennem de getirilmiştir. İnsan o gün düşünüp-hatırlar, ancak (bu) hatırlamadan ona ne fayda.. Der ki: Keşke hayâtım için, (önceden bir şeyler) takdim edebilseydim” (Fecr 23-24).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2023

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder