“(Bu Kur’ân,) âyetlerini,
iyiden-iyiye düşünsünler ve temiz akıl-sâhipleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz
mübârek bir kitaptır” (Sâd 29).
“Andolsun Biz Kur’ân’ı
zikr (öğüt alıp düşünmek) için kolaylaştırdık. Fakat öğüt alıp-düşünen var mı?” (Kamer 17, 22, 32, 40).
İnsanı diğer varlıklardan
ayıran şey düşüncedir. Bu nedenle Kur’ân boyunca “düşünenler için..”, “düşünmez
misiniz?”, “düşünmeniz için” gibi ifâdeler kullanılır ve mü’minler yoğun bir
şekilde düşünmeye sevk edilir. Düşünmeye bu kadar yer ayrılmasının nedeni
elbette sâdece kuru-kuru düşünmek değil, İslâmî düşünceye göre amel-eylemde
bulunma ve İslâmî düşünceyi hayâta hâkim kılma hedefidir.
İnsanlar düşüncelerine göre amel-eylemde
bulunuyorlar yâni hareket ediyorlar gibi bir düşünce olsa da, aslında
kendilerine öğretilen ve çevresinden gördüğü gibi hareket eder. Düşündüğü ile
amel-eylemi farklı olur. Çünkü her düşündüğünün hayatta bir karşılığı yoktur
yada düşündüğü gibi olmaz. Bu nedenle de insanlar düşünce ile ameli ayırırlar
ve düşüncenin başka amelin ise başka bir şey olduğunu zannederler. Öyle ki
özellikle modern insanın ve müslümanın düşüncesi “dînî” iken ameli ve eylemi
“seküler” olabilmektedir ki modernist-seküler ilâhiyatçıların alâmet-i fârikası
bu olmuştur. Kur’ân’ı okuyorlar ve hattâ “Kur’ân’ı sâdece Kurân’a göre
yorumlamak” gerektiğini söylüyorlar fakat iş amele-eyleme gelince onu
lâik-seküler-demokratik Allahsız uygulamaların belirlemesine ve düşüncesine
bırakıyorlar. Böyle yapmakla Allah’ı ve dîni hayâta karıştırmamış ve
Allahsız-dinsiz bir davranışın ve hayâtın ortaya çıkmasına neden olmuş
oluyorlar. Bu, amel-eylemin Allah’a yâni vahye göre değil de insana yâni akla
göre olmasını istemek demektir ki küfür, şirk ve zulüm işte bu noktada açığa
çıkar.
Düşünce ikiye ayrılır;
1-Akıl-merkezli düşünce; 2-Vahiy-merkezli düşünce. Akıl, vahiy-merkezli olunca
düşünce de meşrû olur. Aksi-hâlde akıl nefis-merkezli olur ki bu aklın ürettiği
düşünce hiç-bir zaman kesin ve net olamaz. Kesin ve net olmayan düşünce ise,
insana yakın-uzak vâdede mutlakâ sıkıntı ve zorluk olarak geri döner.
İslâm konusunda insanların
ne düşündüğü ve ne dediği değil, Kur’ân’ın ne dediği ve Peygamber’in nasıl
yaptığı önemlidir. İslâm bir “anket dîni” değildir. İslâm vahiy-merkezli
düşünce, ilim ve amel-eylem dînidir. Zâten hak düşünce ve iyi amel-eylem ancak
böyle olduğunda ortaya çıkar. Amele-eyleme dönük olmayan hayattan ve
pratiklikten uzak düşünceler “uygulanabilir olmayan” düşüncelerdir ki ancak
zihnin eğlencesidir. Modern düşüncenin çoğu böyle düşüncelerdir. Modern yâni Allahsız düşünce ya uygulanabilir
değildir yada uygulandığında faydasız veyâ “herkes için faydalı olmayan”
sonuçlar üretir. Modern insanın düşündüklerinin, söylediklerinin,
yazdıklarının, plânladıklarının ve hayâl ettiklerinin %90’ı “uygulanabilir”
değildir. Kalan %10’u ise arzu ettiği ve beklediği gibi olmaz.
Modern düşünce ve
uygulamalar tüm Dünyâ’ya yayıldığı ve her yeri kuşattığı için ve kendisine şirk
koşulmasına katlanamadığından dolayı, modern müslümanlar da bundan etkilenmişlerdir,
bu da, modern paradigmaya uygun olmayan İslâmî düşünceyi, aşırı yoruma tâbi
tutup değiştirmeden kabûl edememelerine neden olmaktadır. Modern müslümanların
ilmî çalışmaları, batı’nın “din tekâmül ve terakkiye mânidir” düşüncesine
yapılmış şerhlerden ve düşülmüş dipnotlardan ibâret olmaya başlamıştır.
“Müslümanım” diyor fakat,
“İslâm’a göre” değil de “seküler sisteme göre” yiyor-içiyor, giyinip-kuşanıyor
ve tabî ki sekülere göre düşünüp-konuşuyor. Böylece düşüncesinden sonra
amelini-eylemini-söylemini de seküler sistem belirliyor. Çünkü müslümanlar
Kur’ân’a bakarak hayâtı yorumlamıyor ve düzenlemiyorlar; mevcut hayâta, modern
düşünceye yâni konjonktüre bakarak Kur’ân’ı yorumluyorlar ve ona göre eylemde
bulunuyorlar. Ellerinde Kur’ân olmasına rağmen düşüncelerini ve eylemlerini
Kur’ân değil, konjonktür belirliyor. Eylemlerini ekonomileri belirliyor;
partileri belirliyor; üstadları belirliyor; malları-mülkleri, sevdikleri,
işleri vs. belirliyor. İşte şirk budur!.
İnsanlar “akıllarına göre”
düşünceler ürettiklerini sanırlar. Oysaki ürettikleri bu düşüncelerin büyük bir
çoğunluğu, “nefislerine göre” ürettikleri düşüncelerdir. Düşünceleri
nefislerine göre olduğu için davranışları da nefislerine göre oluyor.
İnsanlar tüketme-şekline
göre düşünürler ve hareket ederler. Bu aslında “paraya ve paranın miktârına
göre düşünmek” demektir. Para, “adanmış” mü’minlerin dışında, kişilerin
düşüncelerini değiştirip şekillendirir. Ne kadar çok para harcarsanız, o kadar
az düşünürsünüz. O düşündüğünüz az şey de İslâmî düşünce olmaz.
Aklı ve düşünceyi Allah’tan
bağımsızlaştırmak, seküler aklı ve düşünceyi ilahlaştırmak ve hatta “en yüce
ilah yapmak” anlamına gelir.
İslâm, uzak-doğu dinleri
gibi salt soyut “düşünce dîni” değildir. Aksine İslâm, “somut”a dönüşmeyi hedef
edinen bir dindir. Bu-bağlamda, kişisel şartları ve toplumsal şartları
değiştirmeyi düşünmeden okunan Kur’ân, ancak tâğutlara alan açar. Kur’ân-Kur’ân
deyip durmalarına rağmen, Kur’ân’ı hayâta hâkim kılma hayâli, düşüncesi ve
çalışması olmayanlar, ya câhildirler yada yalancı.
Kur’ân’ın bir zihniyeti var.
Kişi, hayâtında o zihniyet ile düşünüp, edip-eyleyen biri değilse Kur’ân’ı
idrâk edemez ve “mushaf incelemeleri”nden öte bir-şey yapmış olmaz. Bu da eksik
düşüncelerin açığa çıkmasına eden olur. Bu düşüncelerin eleştirisinin
yapılmamasının nedeni, bu düşüncelerin amel-eyleme dönük olmaması yada pratiğe
dökme çabasının olmamasındandır. Kur’ân hakkında düşüncelerimizdeki yanlışlar,
sağlamasını yapmadığımız yâni vahyi pratiğe dökmediğimiz için açığa çıkmıyor. Üstelik
eyleme geçmeyen düşünce ve bilgi, sonsuz soruların kuşatmasından da
kurtulamıyor. Böylece İslâm, “tartışma dîni” olup çıkıyor.
Bir düşüncenin sağlamasının
doğru olarak yapabilmesinin tek yolu, o düşüncenin amel-eylemde nasıl tezâhür
ettiğine-edeceğine göre olabilir ancak. Yoksa bir düşüncenin başka bir
düşünceyle doğru olarak sınanması zordur. Zîrâ o bir düşünceyi sınayacak olan düşüncenin
de sınanmaya ihtiyâcı vardır. O-hâlde amel ve
eylemle sınanmamış düşüncelerin “kesin doğruluğuna” güvenilemez. Dört
duvar arasına sıkıştırılan düşünceler, mutlaka bâtıla meyleder.
Maddî
âlemde “düşünce” bakımından “en ideâl olan” düşünülür. Fakat pratikte,
düşünüldüğü gibi çıkmaz. Çünkü maddî olan, en ideâl olandan daha az ideâldir. Bir düşüncenin, sözün, eleştirinin, pratiğe
döndüğünde teorik etkisi azalır, pratik etkisi artar. Fakat bu durum cennet için tam tersidir. O düşündüğümüzden ve düşünebileceğimizden
çok-çok daha ideâl bir yerdir.
Modernizm materyâlizmdir.
Materyâlizm ise, “her-şeyi madde ile düşünmek” demektir. Fakat madde sınırlı
bir şey olduğundan, madde-merkezli düşünce de sınırlı oluyor. Modern düşünce
sınırlı bir düşüncedir. Bu nedenle de “herkes için” bir fayda ortaya koyamadığı
gibi, “hârika eserler” de çıkmıyor ortaya. Zîrâ modern düşünce, tanımını
yapamadığı şeyi yok kabûl ediyor. Bu onu eksik bırakıyor, kısır yapıyor.
Modernizm kendine göre bir
sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik hayat-şekli, belli bir düşünce-şekli
oluşturuyor ve o kişi artık ona göre düşünüyor ve hareket ediyor. Vahiy ise, müslümanlar için tüm durumlarda düşünce ve
amel-eylemin kaynağıdır.
Genel anlamda batı:
Siyâsette Roma, düşüncede Yunan’dır. Yunan düşüncesi pagan/çok-tanrılı; Roma
siyâseti de emperyâlisttir. Batı bu iki olguyu modernleştirmiştir. Fakat
sonuçları aynı olmuştur/oluyor. Muhâfazakârlarla
lâiklerin buluştuğu yer, “batı-merkezli tasavvur, düşünce, refah ve eylem
şekli”dir.
Demokrasi, tüm insanlara
demokrat bir düşünme-şekli dayatan baskıcı bir yönetim-şeklidir. Demokrasi:
Herkesin aynı düşündüğü, davrandığı bir ideolojidir.
Bâzıları, felsefe ve
sosyolojiyi gereksiz alanlar olarak görüyorlar ve matematiğe yönelinmesini
savunuyorlar. Bilmiyorlar ki, Dünyâ şu-anda, 1.700 ve 1.800’lü yıllarda yaşayan
filozof ve sosyologların düşünceleriyle yönetiliyor. Bu düşünceler elbette
Allahsız ve İslâmsız düşüncelerdir ve uzun vâdede sapkın eylemlerin ortaya
çıkmasına neden olmuştur. Bu nedenle gayri-İslâmî düşüncelerle mücâdele
etmeyenler, bir zaman sonra mecbûren “gayri-meşrû eylemler”le mücâdele etmek
zorunda kalıyorlar. Zîrâ eleştirilmeyen düşüncelerin
hem kendileri hem de açığa çıkarttığı davranışlar sapmaya başlar.
Bir düşünce
ve inanç kişiyi eyleme yönlendirmiyorsa, o düşünce ve inanç samîmi değildir. Bu samîmiyetsizliğin ilk göstergesi ve cezâsı “tâviz
vermek” olur. Dâvâsından tâviz verenler, kısa bir süre sonra, tâviz verdikleri
düşünceyi, hizbi, ideolojiyi ve eylemi savunmaya başlarlar.
Vahyin
bilincine erememiş olan insan, eşyâya göre düşünür. Çünkü düşünceler hayattan kopuk ve yaşam-tarzlarından
bağımsız olamaz. Fakat yaşantılarımızla çelişen düşüncelerimiz de vardır.
Bir din, inanç, düşünüş ve
felsefe “basit ve uygulanabilir” değilse, “hak” değildir, “Hak’tan”
gelmemiştir, Hak’ka da götürmez. İnsanı yarı-yolda bırakır.
Bir düşüncenin yada
davranışın doğru olup-olmadığının sağlaması, eleştirmek ve eleştirilmekle
yapılabilir.
İnsan ya
düşüncelerine göre, ya duygularına göre yada dürtülerine göre yaşar.
İnsanın düşüncesi, amaçladığı hedef ile şekillenir.
Hedefi olmayanın ise, zâten düşüncesi de yoktur.
Bizi “içimizden geçen”
değil, “içimizde kalan” düşünce günaha sokar.
Düşüncede tutarlı gibi
gözüken nice önermeler ve teoriler vardır ki, pratiğe döküldüğünde kısa sürede
çöküp moloz hâline gelir.
Descartes’in “düşünüyorum
öyleyse varım” sözü, “düşünüyorum, öyleyse tanrıya ihtiyâcım yok” anlamındadır.
Düşünceleriniz ve
eylemleriniz kime yarıyorsa ona hizmet ediyorsunuz demektir. “Kime-neye hizmet
ediyorsanız, onun ve o şeyin dînindensiniz” demektir.
Düşünmekle konuşmak aynı
şeydir. Ne düşünüyorsanız onu konuşursunuz.
Düşünce-suçu,
aslında “düşündüğünü söyleme ve yazma suçu”dur.
Felsefe, “Allah’ı hesâba
katmadan” düşünme, konuşma ve yazma sanatıdır.
İnsanlar, işlerine gelen bir
konuyu, etraflıca düşünmeden konuşur.
İnsanın “ölüm hakkında
düşünmek”ten başka “ölüm” için yapabileceği hiç-bir şey yoktur.
İnsanın kutsalı ne ise ona
göre düşünür, konuşur ve amel-eylemde bulunur. Günümüzün kutsalı “görsellik”tir.
Aşırı görsellik, düşünselliği blôke ettiği için modern insanın düşüncesi
“düşüncesizlik” olmuştur.
İnsanlar, düşüncelerine,
görüşlerine ve davranışlarına hiç eleştiri ve îtirâz almadıkları için,
düşüncelerinin ve yaptıklarının doğru ve sorunsuz olduğunu zannediyorlar.
Pratiğe
dönük olmayan düşünceler, unutulmaya mahkûmdur.
İnsan, “bildiğine” göre
değil, “yaşadığına” göre düşünür, konuşur ve edip-eyler.
İnsan, inkâr etmesi
gerekirken inkâr etmediği şeyin/kişinin/düşüncenin kulvarına girer ve onunla
birlikte koşturmaya başlar.
Her düşüncenin hayatta ille
de bir karşılığının olacağı garanti değildir. Bu nedenle “hayatta bir karşılığı
olan düşünceler” insanları etkiler
Allah’ın zâtı düşünüldükçe
Allah inancı zayıflar, oysa yaratılmış varlık düşünüldükçe inanç artar.
İnsanlık târihi boyunca
Allah’ın zâtı için yapılan düşünce ve araştırmalar alanında bir arpa-boyu bile
yol alınamamıştır, alınamaz.
Düşmeyen düşünemez.
Kur’ân: “…Ne az öğüt-alıp
düşünüyorsunuz” (Neml 62) der. Bu zımnen, “düşünceniz yok ki ona göre
amel-eyleminiz olsun” demektir.
Yüce bir hedef-amaç üzere
olmayanlar, ya hazzın kuşatması, yada ölümü düşünmenin buhrânı içinde yaşarlar
ve ölüp giderler.
Kuru-kuru düşünüp de
düşündüğünü gerçekleştirmeyi düşünmeyenlerin âhirette yaşayacağı pişmanlık
Kur’ân’da şöyle târif edilir:
“O gün, cehennem de
getirilmiştir. İnsan o gün düşünüp-hatırlar, ancak (bu) hatırlamadan ona ne
fayda.. Der ki: Keşke hayâtım için, (önceden bir şeyler) takdim edebilseydim” (Fecr 23-24).
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Kasım 2023
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder