30 Kasım 2023 Perşembe

İnsanlığın Kaderi: Göç


“Kendilerinden önce o yurdu (Medîne’yi) hazırlayıp îmânı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret/göç edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz-nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin ‘cimri ve bencil tutkularından’ korunmuşsa, işte onlar felâh (kurtuluş) bulanlardır” (Haşr 9).

 

İnsanlık-târihi, “göç-târihi”dir. İnsanın cennetten kovulmayla yada çıkarılmayla başladığı göç hâlen sürmektedir. İnsanların göçü, “insanlık için ilk kurulmuş olan ev” olan Mekke’deki Kâbe’den, Mezopotamya ve çevresine doğru yayılmayla başlamış ve zamanla şimdiki duruma kadar gelmiştir. Yâni insanlar göç ede-ede Dünyâ’nın her yanına gitmişler ve oraları yurt edinmişlerdir ve bu “bir yerden başka bir yere gitmek” demek olan göç hâlen de sürmektedir.

 

Allah’ın, göçü insanların kaderi yapması, insanın göç etmedikçe hâlinin, bilgisinin, bilicinin, görgüsünün, geleneğinin ve genel durumunun değişmeyeceği, göç etmedikçe bir toplum ve devlet ve en nihâyetinde de bir medeniyete sâhip olmasının mümkün olmamasından dolayıdır. İnsanı hayvandan ayıran en önemli unsuru bir devlet-medeniyet sâhibi olmaktır. Bu-nedenle insanlık sürekli göç hâlinde olmuştur ve olmaktadır.

 

Aslında yaşanan göçlerin %90’ı mecbûrî göçlerdir. Bu-bağlamda Ekrem Memiş göç hakkında şunları söyler:

 

“Göçün tanımı şöyle yapılabilir: İnsanların, doğdukları yerden başka yerlere geçici yada sürekli olmak üzere taşınmasına göç denir. Göç kelimesi, dînî, iktisâdî, siyâsî, sosyâl ve diğer sebeplerle insan topluluklarının bir yerden bir başka yere gitmesi olarak da tanımlanmaktadır. Göçler, iç-göçler ve dış-göçler olmak üzere iki ana-başlık altında ele alınabilir. Ülke içerisinde, nüfûsun yer değiştirmesine iç-göç denir. İç-göçlerle bir ülkenin toplam nüfûsunda değişme olmaz. Sâdece, bölgelerin ve illerin nüfûsunda artma yada azalma meydana gelir.

 

Medeniyetlerin oluşumundaki en önemli faktörlerden biri göçlerdir. Geçmişten günümüze uzanan zaman-dilimi içerisinde Dünyâ coğrafyası sayısız göç hareketlerine sahne olmuştur. Açlık, kıtlık, sel felâketi, deprem, kuraklık, toprak yetmezliği, otlak yetmezliği, iç çekişmeler, dış baskılar, ırksal ve dinsel dayatmalar başta olmak üzere, çeşitli nedenlerle meydana gelen göçler bir-çok yıkımlara yol açmakla birlikte, yepyeni medeniyetlerin doğmasına da zemin hazırlamışlardır. Aslına bakılacak olursa, insanoğlunun Adem’le Havva’nın cennetten kovulmasıyla başlayan göç serüveni, günümüzde de bütün hızıyla devâm etmektedir. Ancak günümüzün ulaşım şartları insanların bir yerden başka bir yere göç etmesi hadisesinde fazla bir zaman-kaybına yol açmazken, günümüzden binlerce yıl önce insanların yada toplumların bir yerden başka bir yere göç etmesi aylarca, hattâ yıllarca sürebiliyordu.

 

Hz. Muhammed’in 622 yılında Mekke’den Medîne’ye Hicret Etmesi ve Oğuz Göçleri gibi, dünyâ-târihinin önemli dönüm-noktaları olarak kabûl edilen hadiseler ele alınmıştır. Bir insan yada bir toplum yaşadığı yeri niçin terk eder?. İnsanların, alıştıkları bir yeri, şartlar zorlamadığı sürece bırakıp gittikleri görülmemiştir. Demek oluyor ki, aslında her göç hareketinin görünen yada görünmeyen nedenleri vardır. Açlık, kıtlık, sel felâketi, deprem, toprak yetmezliği, işsizlik, iç çekişmeler ve dış baskılar başta olmak üzere, çeşitli nedenlerle meydana gelen göçler bir-çok yıkımlara yol açmakla birlikte, yepyeni medeniyetlerin doğmasına da zemin hazırlamışlardır. Medeniyetlerin ortaya çıkmasında göçlerin önemli bir payı vardır”.

 

Tabi insanlar iç-göçe bile tahammül edememekte, nüfus olarak çoğalan topluluklardan, “ilerisi için” korkmaktadır.

 

Göç etmenin sebepleri vardır. Bunlar; kuraklık yâni ekonomik sebepler, doğal âfet, salgın, çeşitli baskılar ve en önemlisi ve yaygını, savaş gibi sebeplerdir. Hattâ târih boyunca yaşanan göçlerin en büyük sebebi savaşlar olmuştur. Savaş sonucu ölmemek yada zarar görmemek için insanlar yaşadıkları toprakları bırakıp güvenli olduğunu düşündükleri yerlere göç edip gitmişler ve oralarda yaşamaya başlamışlardır. Tabi göç edenler göç ettikleri yerlerde de çeşitli baskılara ve sıkıntılara mâruz kalmışlardır. Zîrâ yerleşikler göçerleri sevmezler ve yanı-başlarında istemezler. Bu nedenle de sürekli olarak göçebelerle mücâdele etmişler ve onları geldikleri yere geri dönmeleri için zorlamışlardır. Bu bir tek İslâm’da böyle değildir. Çünkü İslâm’a göre yeryüzü Allah’ındır ve müslümanlar da kardeştir. Zâten İslâm’da ülkeler arasında sınır falan da yoktur, olamaz. Sâdece sûnî sorumluluk alanları belirlenmiştir. O-hâlde müslümanların, çeşitli baskılar ve zorluklar nedeniyle göç etmiş olanları hakir görmesi ve onların, ülkelerinden def olup gitmelerini istemeleri söz-konusu olmamalıdır. Fakat göçebeleri, geldikleri ülkenin durumunu düzeltip her-şeyine alışkın oldukları vatanlarında yeniden emniyetli bir şekilde yaşamalarını sağlamaya yâni onları yeniden vatanlarına kavuşturmak için çalışmaları gerekir.

 

İslâm’ın yayılması ve hâkim duruma gelmesi de bir göçün sonucunda başlamış ve gerçekleşmiştir. Peygamberimiz ve sahabenin Medîne’ye gelmesi birilerini rahatsız etmiştir ve birileri “nerden geldi bunlar, durumumuzu bozdular” demiştir. Hicret yâni Mekke’den Medîne’ye göç İslâm’ın önemli bir süreci ve dönüm noktalarından biridir. Hicret tüm peygamberlerin yaşadığı bir şeydir. Hicreti diğer göçlerden ayıran şey, yapılan göçün “din için” olmasıdır. Bedir Savaşı’nda 330 kişiden oluşan İslâm ordusunun mevcudu, 6 yıl sonra gerçekleştirilen Mekke’nin Fethi esnasında 10.000 kişiye ulaşmıştır. Üstelik bu sayı sâdece eli silah tutan ve savaşan erkeklerden oluşmaktadır. Yaşlılar ile kadın ve çocuklar bu sayıya dâhil değildir. Demek oluyor ki, Hicret’ten sonra müslümanların sayısında umulanın çok-çok  üzerinde bir artış gerçekleşmiştir. Hâlbuki Hz. Muhammed, Mekke’den Medîne’ye göç etmeseydi, İslâzm Dîni’nin hızlı yayılması mümkün olmazdı. Mekke’nin Fethi’nden sonra müslümanların sayısı daha da artmıştır. Nitekim 632 yılındaki Veda Haccı’nda Hz. Muhammed’in son hutbesine 124.000 müslüman tanıklık etmiştir.

 

Baştaki âyette de gösterildiği gibi, ensar’ın muhâcirleri koruması ve misâfirliği örnek bir davranış şeklidir. Öyle ki ensar kendi ihtiyaçlarına rağmen muhâcirleri yâni göç-hicret edenleri sevmişler ve onlara verebileceklerini seve-seve vermişlerdir. İslâm’da buna “îsar” denir. Muhâcirler de Medîne’ye hem bereket hem de barış getirmişlerdir. Evs ve Hazreç kavimleri, muhâcirler gelmeden önce birbirleriyle can düşman idiler, ama İslâm ve muhâcirler geldikten sonra kardeş oldular. Şimdi de İslâm ülkeleri, hicretten önceki Evs ve Hazreç gibiler ve birbirlerini öldürmekle meşgûller. Yâni “ateş çukuru”nun tam kenarında duruyorlar. Çünkü birbirlerini sevmiyorlar ve birbirlerine katlanamıyorlar.

 

Günümüzde (2023) savaştan kaçan Sûriyelilere de aynı gözle bakılıyor ve onlara katlanılamıyor. Bu sâdece onların taşkınlıkları nedeniyle değildir. Türklerde lâiklikten kaynaklanan bir Arap, müslüman ve doğu’lu düşmanlığı vardır. Bu da Sûriyelî Arap, müslüman ve doğu’lu halka karşı bir ön-yargı oluşturuyor. Oysa Türkiye’ye başka yerlerden, savaş ve ekonomik nedenlerden dolayı göç edenler de vardır. Meselâ ekonomik nedenlerden dolayı Afganistan’dan gelenler vardır ve onlara karşı da bir ön-yargı vardır Türklerde. Oysa şu-anda (2023) Türkiye’de savaş nedeniyle ülkelerini terk eden ve sayıları ilk başta 100.000 üzerindeyken sonradan başka ülkelere dağıldıkları için sayıları 50-60.000’e inen mâvi gözlü ve sarı saçlı olan batı’lı-hristiyan Ukraynalılar da vardır. Peki Ukraynalılar niçin gündem yapılmıyor ve “ülkelerine def olup gitsinler” denilmiyor?. Tabî ki de denilmesin. Fakat demek istediğimiz şey, insanların çoğunun bilgisizce ve birilerinin ağzına bakarak Sûriyeli ve doğu’lu müslümanlara “gitsin” denirken, Ukraynalılara “gitsin” denilmemesinin nedeni, göçebelerin sâdece Türkiye’yi ve Türkleri sosyâl ve ekonomik olarak etkilemesi değildir. Bir ön-yargı ve bilgisizlik vardır. Tabi, göç edenleri  barındırmanın da bedelleri ve zorlukları vardır, fakat yeryüzü ve mülk de Allah’ındır. Adâlet gereğince ödül ve cezâ göçebelere de uygulanacaktır ve durumu bir-an önce normâlleştirmek için çalışılacaktır. Lâkin şu iyi bilinsin ki müslümanlar göçebelere bâzen zulüm derecesine varan baskılar yapmamalıdırlar ve yapamazlar da.

 

Şu da var ki, uluslar-arası hukûka göre bir mülteciyi zorla ülkeden göndermek yasaktır. Geri göndermeme ilkesine göre, sığınma talebinde bulunan kişi, yaşam ve özgürlüğünün tehlike altında olacağı varsayılan bir ülkeye geri gönderilemez. Türkiye’nin de onayladığı 6458 Sayılı Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu (YUKK)’a göre “kânun kapsamındaki hiç kimse, işkenceye, insanlık-dışı yada onur-kırıcı cezâ veyâ muâmeleye tâbi tutulacağı veyâ ırkı, dîni, tâbiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensûbiyeti veyâ siyâsî fikirleri dolayısıyla hayâtının veyâ hürriyetinin tehdit altında bulunacağı bir yere gönderilemez”. Tabi siyâsilerin de bu durumu kullanmaya kalkıp da göçebelerden oy ve rant devşirmeye çalışmaları kabûl edilemez. Eğer her-şey müsâitse göçebeler yada mülteciler ülkelerine güvenli bir şekilde geri gönderilmelidir ve bu konuda onlara her türlü destek sağlanmalıdır. İnsanlık ve İslâmlık bunu gerektirir.   

 

Yaşanan savaş ile birlikte evsiz ve emniyetsiz kalan Sûriyeliler mecbûren Lübnan ve Türkiye gibi en yakın ülkelere göç etmişlerdir. Tabi göç edenlerin çok sayıda olması ister-istemez düzende değişikliğe ve bâzı rahatsızlıkların ortaya çıkmasına neden olmuştur ve olmaktadır. Bu doğaldır. Fakat yerleşiklerin ve özellikle İslâmî duyarlılığı olmayan bilgisiz câhillerin, İslâm’ın bu konudaki uygulamalarını bilmeden ve hiç hesâba katmadan söyledikleri sözler ve yaptıkları baskılar karşısında söylenecek sözler vardır…

 

Şöyle ki, insanların içinde göç yaşamamış bir kavim yoktur. Gerek Kavimler-Göçü gerekse Amerika’nın keşfini yada göçüyle günümüzde Dünyâ’ya tahakküm kurmuş olan ABD-AB bir göçün sonucudur. Roma’yı yıkan yada Roma’nın yıkılmasından sonra Avrupa’yı şekillendiren şey Kavimler Göçü’ydü. Çinliler bile M.Ö. 200’lü yıllarda göçler yaşamışlardır. Hintliler de en azından kendi ülke ve bölgeleri içinde iç-göçler yaşamışlardır. Göçebe ve yarı-göçebe Türkler ise târihte en çok göç eden kavimlerden biri hattâ belki birincisidir. Unutulmasın ki Anadolu Türklerin kadim yurdu değildir ve Türklerin Anadolu mâzisi en fazla 1.000 yıla dayanır. “Türkler 10.000  bin sene önce de Anadolu’da yaşıyorlardı, Çatalhöyük’ü Türkler kurdu” gibi boş lafları uydurma teorileri hiç hesâba bile katmıyoruz.

 

Bilindiği gibi Türkler, ana-yurtları olarak kabûl edilen Ural-Altay dağlarında yaşarken çoğaldıkça geniş alanlara ihtiyaç duydukları için göç etmiş ve çevreye yayılmışlardır. Fakat son 1.500 yıllık târihte Türklerin batı’ya, Îran’a ve Anadolu’ya doğru gelişlerinin nedeni Çin savaşları ve özellikle de Moğol yayılmacılığı ve işgâllerinin bir sonucudur. Moğollar acımasız oldukları için önlerine gelene kıyım yaptıklarından dolayı halklar onların önünden kaçıp çeşitli bölgelere gelmişlerdir. İşte Türkler de Moğollardan kaçarak batı’ya ve özellikle de Anadolu’ya doğru göçmüşlerdir. Aslında ondan önce de Çin’den kaçmışlardı ve kaçışın başlangıcı aslında Çinlilerden kaçıştı. Bu kaçış hep batıya doru olmuştur. Zîrâ doğu genelde Çin idi. Hattâ, Türkler büyük ihtimâlle, Hiung-nu denilen Hun ve Hint-Avrupa ırkının, Rusya’nın güneyinde bir yerlerde karşılaşması onlarla olan ilişkilerinin sonucunda ortaya çıkan ve adına Turâniler denilen ırktır. Yâni Türklerin ortaya çıkışı bile, batı’ya doğru göç eden bir kavimle olan ilişkilerinin sonucudur.

 

Tabi Anadolu’ya geldiklerinde Anadolu bomboş bir yer değildi ki zâten hiç boş olmamıştı. Türkler Anadolu’ya geldiklerinde orada Roma-Bizans vatandaşları olan rumlar vardı. Rumlar bu yeni gelen göçebeleri elbette iyi karşılamadılar, kabûl etmediler ve onları sevmediler. Hattâ ilk başta Malazgirt ile sonra da Miryokefalon savaşları ile Türkleri geldikleri yere göndermek için savaştılar. Onları “geldikleri, Orta-Asya’ya geri gönderme” politikaları hep uygulandı ve bu söz bir motto oldu ki şimdilerde bile yunanlılar ve batı’lılar tarafından “Türkleri geldikleri Orta-Asya’ya kadar geri gönderme”nin söylemleri hâlen yapılmaktadır. Güçleri yetecek olsa bunu yapmak için harekete de geçerler. Yâni demem o ki, Sûriyelilerin gelişinden hoşnut olmayarak (haklı sebepler elbette vardır) onları bir-an önce Sûriye’ye geri göndermek düşüncesinde olan Türkler de bir zamanlar ve hattâ şimdilerde bile aynı sözlere ve baskılara mâruz kalıyorlardı ki aslında bu tüm ırklar, kavimler ve halkalar için de geçerlidir. Göçün sebeplerinden biri ve en önemli sebebi, bahsettiğimiz “savaşlar” nedeniyledir ki göçün başka sebepleri de vardır..

 

İkinci sebep ise doğal âfetler ve kuraklık yâni ekonomidir. Yeryüzü Allah’ın olduğuna, mülk de tümüyle Allah’a âit olduğuna ve Allah nîmetlerini tüm insanlar için eşit olmak üzere yarattığına göre, savaş ve işgâlden başka âfet ve kuraklık, geçim-mâişet sıkıntısı yâni ekonomik nedenlerle de insanlar kendi yurtlarından başka yerlere göç etmişlerdir ve edebilirler. Bu Allah için bir sorun değildir. Zîrâ dediğimiz gibi, yeryüzü de O’nundur, mülk de O’nundur ve O nîmetlerini herkes eşit şekilde yararlansın diye yarattığını söylemektedir: “Orada (yerde) onun üstünde sarsılmaz dağlar vâr etti, onda bereketler yarattı ve isteyip-arayanlar için eşit olmak üzere oradaki rızıkları dört günde takdir etti” (Fussilet10).

 

Üçüncü sebep siyâsîdir. İnsanlar düşüncelerini, haklı ve doğru gördüklerini söylemekten, yazmaktan ve uygulamaktan yasaklanırlarsa elbette başka bir yurda göç edeceklerdir. Günümüzde bu “ilticâ” şeklinde olmaktadır. Çünkü düşünceyi söylemek, yazmak ve uygulamak yasağı, insanı kahreden şeylerden biridir ve genellikle küçük kitleler  hâlinde bu sebeple göçler yaşanmıştır.

 

Dördüncüsü sosyolojik nedenlerdir. İnsanlar bir uygarlık ve medeniyet içinde yaşamak isterler. Böylece sosyâl, kültürel, ekonomik, siyâsî, hukûkî, kânûnî her alanda daha iyi ve geniş koşullar içinde olmayı isterler. Bu doğal bir şeydir. Kendi ülkelerinde ve yurtlarında bu sağlanamadığında bunu sağlamış olan başka yurtlara ve ülkelere gitmek isterler  ve bunun için de göç ederler. Savaş, işgâl, âfet, kuraklık, adâletsizlik, siyâsî vs. nedenlerle ilkel şartlar içinde yada kısıtlı olarak yaşayanların göç sebeplerinden biri de budur ve bu doğal ve normâl bir şeydir.

 

Beşinci sebep ise dînî nedenlerdir. Şirk, küfür, ahlâksızlık, zulüm ve baskı gibi nedenlerle dinlerini istedikleri gibi yaşayamayanlar ve yayamayanlar başka yerlere ve ülkelere göç ederler ve etmelidirler. Çünkü bu Allah’ın emridir:

 

“Allah yolunda hicret eden, yeryüzünde barınacak çok yer de bulur, genişlik (ve bolluk) da. Allah’a ve Resûlü’ne hicret etmek üzere evinden çıkan, sonra kendisine ölüm gelen kişinin ecri şüphesiz Allah’a düşmüştür. Allah, bağışlayıcıdır, esirgeyicidir” (Nîsâ 100).

 

“Zulme uğradıktan sonra Allah yolunda hicret edenlere gelince, onları Dünyâ’da güzel bir şekilde yerleştireceğiz. Eğer bilirlerse âhiretin mükâfatı elbette daha büyüktür” (Nâhl 41).

 

Hattâ bu uğurda vatanını-yurdunu, malını-mülkünü ve yakınlarını terk ederek gitmek zorunda kalanların, yolda yada gittikleri yerde başlarına bir şey gelip de hayatlarını kaybettiklerinde, bunun âhirette telâfi edileceği söylenir:

 

“Allah yolunda hicret edip öldürülen veyâ ölenlere gelince; muhakkak Allah, onları güzel bir rızıkla rızıklandıracaktır. Şüphesiz Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır. Onları, kendisinden gerçekten hoşnut kalacakları bir yere sokacaktır. Şüphesiz Allah bilendir, halimdir” (Hac 58-59).

 

Zâten tüm peygamber din nedeniyle göç yâni hicret etmiştir ki, hicret ve göç etmeyen hiç-bir peygamber yoktur. Allah katındaki tek din olan İslâm’ın raconu budur. Hiç-bir peygamber doğduğu memleketinde peygamberlik etmemiştir. Her peygamber, onlara inananlarla birlikte hicret edip yurt değiştirmiştir. Çünkü medeniyet din ile ilgilidir ve medeniyeti kurmak için dînîn hakkıyla yaşanabileceği bir yere gitmek gerekir. O-hâlde İslâm’ı kabûl edenlerin icâbında hicreti ve göçü de göze alabilmeleri gerekir. Vatan sevgisi ile “hicret” bir-arada bulunamaz. Müslümanların perişân hâllerinin sebebi, “Mekke’den Medîne’ye” hicret edemeyişlerindendir. Bir-türlü Mekke’den çıkamıyorlar. Şehir, insanları bir-birlerinden koparıyor. Şehirler “en ufak bir yardım”ın bile esirgendiği yerlerdir.

 

Sistemden vazgeçmeden “sistem” içinde kalarak sistemi eleştirmek ve sisteme îtirâz etmek, çok da samîmi bir şey olmasa gerek. Çünkü -bir yerden sonra- “sistem” içinde kalarak sistemle mücâdele etmek mümkün olabilseydi, bu mücâdeleyi en iyi şekilde Peygamberimiz yapardı. Hicret, sistem içinde kalarak sistemle “hakkıyla” bir mücâdelenin yapılamayacağının delîlidir.

 

Hicret yani göç bir “kültür değişimi”dir. Hicret etmeden medenî olmak, yâni göçmeden bir devlet-medeniyet kurmak mümkün değildir. Hicret, insanlığın kaderidir.

 

Göçebelikten yerleşikliğe geçildikçe, etten sebzeye doğru bir geçiş olur. Bu kişide bir yumuşaklık ve bencillik oluşturur. Bu da yabancılara karşı tepkili olmayı getirir. Kahramanmaraş ve Hatay-merkezli depremlerin sonucunda geçici olarak büyük şehirlere gelmek zorunda olanlar bile, oranın yerli halkınca sorun ve dert olarak görülmüştür ve “bir-an önce gitseler” diye söylenenler olmuştur. Kendi vatandaşlarının bile göç ederek yanlarına gelmelerinden rahatsız olanlar olmuştur. Zîrâ yeryüzünün ve mülkün Allah’ın olduğunu ve Allah’ın mülkü ve nîmetlerini tüm insanlar için eşit olmak üzere yarattığının bilincinde değildirler. Mü’minlerin ise böyle bir şey söylemesi mümkün olamaz.

 

Göçebe ve yarı-göçebeler her zaman dışlanmışlardır. Yörükler hep dışlanırlar. Çadırlarda yaşayan göçebeler dışlanırlar ve düzen-bozucu ve rahatsız-edici olarak görülürler. Oysa göçebelikte misâfir-perverlik çok önemlidir. Hattâ göçebeler misâfirlerini hayatları pahasına korurlar.

 

Hayvanlar da göç ederler. Hattâ göç etmeyen bir hayvan yoktur. Mevsimlere göre hayvanlar bir yerden bir yere uçarak, yüzerek ve yürüyerek yer değiştirir ve göç ederler.

 

Bir de doğal ve mecbûrî olandan başka, insanlara şeytânî plânlar çerçevesinde yapılan daha doğrusu yaptırılan göçler vardır. Köyden kente göçüş, köylünün kentlerde “modern sömürüye tabi tutulması projesi” olarak en başta gelen şeytânî göç plânıdır.

 

Teoman Duralı, târihte meydana gelen göçleri anlatırken özetle şunları söylüyor:

 

“Târihte uzun mesâfeli kavimler göçü vardır. Bunlardan en eskisi insanlığın Afrika’dan çıkışıdır. Yaklaşık 100 bin yıl önce cereyan eden bir olaydır ve daha sonra defâlarca büyük göçler oluyor. Meselâ, 17 bininci yılda İç Asya’dan Amerika’ya Kızılderili dediklerimizin göçü var. 3. Binde Avrasya kıta-bütünlüğünde yeniden büyük bir Kavimler Göçü var. Burada 3. Binde büyük bir  göç baş gösteriyor. Bugünkü Rusya’nın güney kesimlerinde yaşayan bir kavim var: Hint-Avrupa dilini kullanan Arîler. Göç eden Hint-Avrupalılar birkaç yöne sapmışlardır. Bir kısmı doğu’ya gidiyor, doğu’ya gidenler ikiye ayrılıyorlar. Bir kısmı Orta Asya üzerinden Îran yaylasına iniyorlar. Bunlar Perslerle Medlerin -Medler bugün kaybolmuş durumda ama Persler duruyor- atalarıdır. Öbür bir kısmı Hint Yarımadası’na iniyor. Bunlar Hindistan’ın iki esas ahâlisinden birini teşkil ediyorlar: Ak-tenli Arîler, öbürleri de kara-tenli Dravidler. Bir başka kol Kafkas üzerinden Anadolu’nun doğusuna geliyor ve Ermenilerin atalarını oluşturuyor. Diğer bir kol Balkan dağlarını aşarak Yunan Yarımadası’na ve oradan da güneye Mora’ya (Peloponnesos) iniyor. Öteki kollar Avrupa’ya yöneliyorlar: Keltler, Germenler, Latinler ve Slavlar”.

 

Göçün olmadığı ve olmayacağı bir zaman hiç-bir zaman olmadı ve olmayacaktır. İnsanlar ya savaşlardan ya doğal âfetlerden yada iklimden vs. dolayı sürekli olarak yer değiştirecek ve Dünyâ’nın çeşitli yerlerinde yaşayacaklardır. Çünkü göç insanlığın hem kaderi hem de sigortasıdır.

 

Sanki bir plân dâhilinde bir güç insanları Dünyâ’da döndürüp durmakta ve zaman içinde Dünyâ’nın her yerinde yaşatmaktadır.

 

Göç insanın hiç değişmeyecek kaderidir. Göç ile başlayan hayâtı yine zorunlu bir göç ile bitecek ve en sonunda da ebedî diyâra göç edecektir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2023

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder