“Kendilerinden
önce o yurdu (Medîne’yi) hazırlayıp îmânı (gönüllerine) yerleştirenler ise,
hicret/göç edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir
ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile
(kardeşlerini) öz-nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin ‘cimri ve bencil
tutkularından’ korunmuşsa, işte onlar felâh (kurtuluş) bulanlardır” (Haşr 9).
İnsanlık-târihi,
“göç-târihi”dir. İnsanın cennetten kovulmayla yada çıkarılmayla başladığı göç
hâlen sürmektedir. İnsanların göçü, “insanlık için ilk kurulmuş olan ev” olan
Mekke’deki Kâbe’den, Mezopotamya ve çevresine doğru yayılmayla başlamış ve zamanla
şimdiki duruma kadar gelmiştir. Yâni insanlar göç ede-ede Dünyâ’nın her yanına
gitmişler ve oraları yurt edinmişlerdir ve bu “bir yerden başka bir yere gitmek”
demek olan göç hâlen de sürmektedir.
Allah’ın,
göçü insanların kaderi yapması, insanın göç etmedikçe hâlinin, bilgisinin,
bilicinin, görgüsünün, geleneğinin ve genel durumunun değişmeyeceği, göç
etmedikçe bir toplum ve devlet ve en nihâyetinde de bir medeniyete sâhip
olmasının mümkün olmamasından dolayıdır. İnsanı hayvandan ayıran en önemli unsuru
bir devlet-medeniyet sâhibi olmaktır. Bu-nedenle insanlık sürekli göç hâlinde olmuştur
ve olmaktadır.
Aslında
yaşanan göçlerin %90’ı mecbûrî göçlerdir. Bu-bağlamda Ekrem Memiş göç hakkında
şunları söyler:
“Göçün tanımı şöyle yapılabilir:
İnsanların, doğdukları yerden başka yerlere geçici yada sürekli olmak üzere
taşınmasına göç denir. Göç kelimesi, dînî, iktisâdî, siyâsî, sosyâl ve diğer
sebeplerle insan topluluklarının bir yerden bir başka yere gitmesi olarak da
tanımlanmaktadır. Göçler, iç-göçler ve dış-göçler olmak üzere iki ana-başlık
altında ele alınabilir. Ülke içerisinde, nüfûsun yer değiştirmesine iç-göç
denir. İç-göçlerle bir ülkenin toplam nüfûsunda değişme olmaz. Sâdece,
bölgelerin ve illerin nüfûsunda artma yada azalma meydana gelir.
Medeniyetlerin oluşumundaki en önemli
faktörlerden biri göçlerdir. Geçmişten günümüze uzanan zaman-dilimi içerisinde
Dünyâ coğrafyası sayısız göç hareketlerine sahne olmuştur. Açlık, kıtlık, sel
felâketi,
deprem, kuraklık, toprak yetmezliği, otlak yetmezliği, iç çekişmeler, dış
baskılar, ırksal ve dinsel dayatmalar başta olmak üzere, çeşitli nedenlerle
meydana gelen göçler bir-çok yıkımlara yol açmakla birlikte, yepyeni
medeniyetlerin doğmasına da zemin hazırlamışlardır. Aslına bakılacak olursa, insanoğlunun
Adem’le Havva’nın cennetten kovulmasıyla başlayan göç serüveni, günümüzde de
bütün hızıyla devâm etmektedir. Ancak günümüzün ulaşım şartları insanların bir
yerden başka bir yere göç etmesi hadisesinde fazla bir zaman-kaybına yol
açmazken, günümüzden binlerce yıl önce insanların yada toplumların bir yerden
başka bir yere göç etmesi aylarca, hattâ yıllarca sürebiliyordu.
Hz. Muhammed’in 622 yılında Mekke’den
Medîne’ye Hicret Etmesi ve Oğuz Göçleri
gibi, dünyâ-târihinin önemli dönüm-noktaları olarak kabûl edilen hadiseler ele
alınmıştır. Bir insan yada bir toplum yaşadığı yeri niçin terk eder?. İnsanların,
alıştıkları bir yeri, şartlar zorlamadığı sürece bırakıp gittikleri görülmemiştir.
Demek oluyor ki, aslında her göç hareketinin görünen yada görünmeyen nedenleri
vardır. Açlık, kıtlık, sel felâketi, deprem, toprak yetmezliği, işsizlik, iç
çekişmeler ve dış baskılar başta olmak üzere, çeşitli nedenlerle meydana gelen
göçler bir-çok yıkımlara yol açmakla birlikte, yepyeni medeniyetlerin doğmasına
da zemin hazırlamışlardır. Medeniyetlerin ortaya çıkmasında
göçlerin önemli bir payı vardır”.
Tabi insanlar
iç-göçe bile tahammül edememekte, nüfus olarak çoğalan topluluklardan, “ilerisi
için” korkmaktadır.
Göç etmenin
sebepleri vardır. Bunlar; kuraklık yâni ekonomik sebepler, doğal âfet, salgın,
çeşitli baskılar ve en önemlisi ve yaygını, savaş gibi sebeplerdir. Hattâ târih
boyunca yaşanan göçlerin en büyük sebebi savaşlar olmuştur. Savaş sonucu
ölmemek yada zarar görmemek için insanlar yaşadıkları toprakları bırakıp
güvenli olduğunu düşündükleri yerlere göç edip gitmişler ve oralarda yaşamaya
başlamışlardır. Tabi göç edenler göç ettikleri yerlerde de çeşitli baskılara ve
sıkıntılara mâruz kalmışlardır. Zîrâ yerleşikler göçerleri sevmezler ve yanı-başlarında
istemezler. Bu nedenle de sürekli olarak göçebelerle mücâdele etmişler ve onları
geldikleri yere geri dönmeleri için zorlamışlardır. Bu bir tek İslâm’da böyle
değildir. Çünkü İslâm’a göre yeryüzü Allah’ındır ve müslümanlar da kardeştir.
Zâten İslâm’da ülkeler arasında sınır falan da yoktur, olamaz. Sâdece sûnî
sorumluluk alanları belirlenmiştir. O-hâlde müslümanların, çeşitli baskılar ve
zorluklar nedeniyle göç etmiş olanları hakir görmesi ve onların, ülkelerinden
def olup gitmelerini istemeleri söz-konusu olmamalıdır. Fakat göçebeleri,
geldikleri ülkenin durumunu düzeltip her-şeyine alışkın oldukları vatanlarında
yeniden emniyetli bir şekilde yaşamalarını sağlamaya yâni onları yeniden
vatanlarına kavuşturmak için çalışmaları gerekir.
İslâm’ın
yayılması ve hâkim duruma gelmesi de bir göçün sonucunda başlamış ve
gerçekleşmiştir. Peygamberimiz ve sahabenin Medîne’ye gelmesi birilerini
rahatsız etmiştir ve birileri “nerden geldi bunlar, durumumuzu bozdular”
demiştir. Hicret yâni Mekke’den Medîne’ye göç İslâm’ın önemli bir süreci ve
dönüm noktalarından biridir. Hicret tüm peygamberlerin yaşadığı bir şeydir.
Hicreti diğer göçlerden ayıran şey, yapılan göçün “din için” olmasıdır. Bedir Savaşı’nda
330 kişiden oluşan İslâm ordusunun mevcudu, 6 yıl sonra gerçekleştirilen
Mekke’nin Fethi esnasında 10.000 kişiye ulaşmıştır. Üstelik bu sayı sâdece eli
silah tutan ve savaşan erkeklerden oluşmaktadır. Yaşlılar ile kadın ve çocuklar
bu sayıya dâhil değildir. Demek oluyor ki, Hicret’ten sonra müslümanların
sayısında umulanın çok-çok üzerinde bir
artış gerçekleşmiştir. Hâlbuki Hz. Muhammed, Mekke’den
Medîne’ye göç etmeseydi, İslâzm Dîni’nin hızlı yayılması mümkün olmazdı.
Mekke’nin Fethi’nden sonra müslümanların sayısı daha da artmıştır.
Nitekim 632 yılındaki Veda Haccı’nda Hz. Muhammed’in son hutbesine 124.000 müslüman
tanıklık etmiştir.
Baştaki âyette
de gösterildiği gibi, ensar’ın muhâcirleri koruması ve misâfirliği örnek bir
davranış şeklidir. Öyle ki ensar kendi ihtiyaçlarına rağmen muhâcirleri yâni
göç-hicret edenleri sevmişler ve onlara verebileceklerini seve-seve
vermişlerdir. İslâm’da buna “îsar” denir. Muhâcirler de Medîne’ye hem bereket
hem de barış getirmişlerdir. Evs ve Hazreç kavimleri, muhâcirler gelmeden önce
birbirleriyle can düşman idiler, ama İslâm ve muhâcirler geldikten sonra kardeş
oldular. Şimdi de İslâm ülkeleri, hicretten önceki Evs ve Hazreç gibiler ve birbirlerini
öldürmekle meşgûller. Yâni “ateş çukuru”nun tam kenarında duruyorlar. Çünkü
birbirlerini sevmiyorlar ve birbirlerine katlanamıyorlar.
Günümüzde
(2023) savaştan kaçan Sûriyelilere de aynı gözle bakılıyor ve onlara
katlanılamıyor. Bu sâdece onların taşkınlıkları nedeniyle değildir. Türklerde
lâiklikten kaynaklanan bir Arap, müslüman ve doğu’lu düşmanlığı vardır. Bu da
Sûriyelî Arap, müslüman ve doğu’lu halka karşı bir ön-yargı oluşturuyor. Oysa
Türkiye’ye başka yerlerden, savaş ve ekonomik nedenlerden dolayı göç edenler de
vardır. Meselâ ekonomik nedenlerden dolayı Afganistan’dan gelenler vardır ve
onlara karşı da bir ön-yargı vardır Türklerde. Oysa şu-anda (2023) Türkiye’de
savaş nedeniyle ülkelerini terk eden ve sayıları ilk başta 100.000 üzerindeyken
sonradan başka ülkelere dağıldıkları için sayıları 50-60.000’e inen mâvi gözlü
ve sarı saçlı olan batı’lı-hristiyan Ukraynalılar da vardır. Peki Ukraynalılar
niçin gündem yapılmıyor ve “ülkelerine def olup gitsinler” denilmiyor?. Tabî ki
de denilmesin. Fakat demek istediğimiz şey, insanların çoğunun bilgisizce ve
birilerinin ağzına bakarak Sûriyeli ve doğu’lu müslümanlara “gitsin” denirken,
Ukraynalılara “gitsin” denilmemesinin nedeni, göçebelerin sâdece Türkiye’yi ve
Türkleri sosyâl ve ekonomik olarak etkilemesi değildir. Bir ön-yargı ve
bilgisizlik vardır. Tabi, göç edenleri
barındırmanın da bedelleri ve zorlukları vardır, fakat yeryüzü ve mülk
de Allah’ındır. Adâlet gereğince ödül ve cezâ göçebelere de uygulanacaktır ve
durumu bir-an önce normâlleştirmek için çalışılacaktır. Lâkin şu iyi bilinsin
ki müslümanlar göçebelere bâzen zulüm derecesine varan baskılar yapmamalıdırlar
ve yapamazlar da.
Şu da var ki,
uluslar-arası hukûka göre bir mülteciyi zorla ülkeden göndermek yasaktır. Geri
göndermeme ilkesine göre, sığınma talebinde bulunan kişi, yaşam ve özgürlüğünün
tehlike altında olacağı varsayılan bir ülkeye geri gönderilemez. Türkiye’nin de
onayladığı 6458 Sayılı Yabancılar ve
Uluslararası Koruma Kanunu (YUKK)’a göre “kânun kapsamındaki hiç kimse,
işkenceye, insanlık-dışı yada onur-kırıcı cezâ veyâ muâmeleye tâbi tutulacağı
veyâ ırkı, dîni, tâbiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensûbiyeti veyâ siyâsî
fikirleri dolayısıyla hayâtının veyâ hürriyetinin tehdit altında bulunacağı bir
yere gönderilemez”. Tabi siyâsilerin de bu durumu kullanmaya kalkıp da
göçebelerden oy ve rant devşirmeye çalışmaları kabûl edilemez. Eğer her-şey
müsâitse göçebeler yada mülteciler ülkelerine güvenli bir şekilde geri
gönderilmelidir ve bu konuda onlara her türlü destek sağlanmalıdır. İnsanlık ve
İslâmlık bunu gerektirir.
Yaşanan savaş
ile birlikte evsiz ve emniyetsiz kalan Sûriyeliler mecbûren Lübnan ve Türkiye
gibi en yakın ülkelere göç etmişlerdir. Tabi göç edenlerin çok sayıda olması
ister-istemez düzende değişikliğe ve bâzı rahatsızlıkların ortaya çıkmasına neden
olmuştur ve olmaktadır. Bu doğaldır. Fakat yerleşiklerin ve özellikle İslâmî
duyarlılığı olmayan bilgisiz câhillerin, İslâm’ın bu konudaki uygulamalarını
bilmeden ve hiç hesâba katmadan söyledikleri sözler ve yaptıkları baskılar
karşısında söylenecek sözler vardır…
Şöyle ki,
insanların içinde göç yaşamamış bir kavim yoktur. Gerek Kavimler-Göçü gerekse
Amerika’nın keşfini yada göçüyle günümüzde Dünyâ’ya tahakküm kurmuş olan ABD-AB
bir göçün sonucudur. Roma’yı yıkan yada Roma’nın
yıkılmasından sonra Avrupa’yı şekillendiren şey Kavimler Göçü’ydü. Çinliler bile M.Ö. 200’lü yıllarda
göçler yaşamışlardır. Hintliler de en azından kendi ülke ve bölgeleri içinde iç-göçler
yaşamışlardır. Göçebe ve yarı-göçebe Türkler ise târihte en çok göç eden
kavimlerden biri hattâ belki birincisidir. Unutulmasın ki Anadolu Türklerin
kadim yurdu değildir ve Türklerin Anadolu mâzisi en fazla 1.000 yıla dayanır.
“Türkler 10.000 bin sene önce de Anadolu’da
yaşıyorlardı, Çatalhöyük’ü Türkler kurdu” gibi boş lafları uydurma teorileri
hiç hesâba bile katmıyoruz.
Bilindiği gibi
Türkler, ana-yurtları olarak kabûl edilen Ural-Altay dağlarında yaşarken çoğaldıkça
geniş alanlara ihtiyaç duydukları için göç etmiş ve çevreye yayılmışlardır. Fakat
son 1.500 yıllık târihte Türklerin batı’ya, Îran’a ve Anadolu’ya doğru gelişlerinin
nedeni Çin savaşları ve özellikle de Moğol yayılmacılığı ve işgâllerinin bir
sonucudur. Moğollar acımasız oldukları için önlerine gelene kıyım yaptıklarından
dolayı halklar onların önünden kaçıp çeşitli bölgelere gelmişlerdir. İşte
Türkler de Moğollardan kaçarak batı’ya ve özellikle de Anadolu’ya doğru
göçmüşlerdir. Aslında ondan önce de Çin’den kaçmışlardı ve kaçışın
başlangıcı aslında Çinlilerden kaçıştı. Bu kaçış hep batıya doru olmuştur. Zîrâ
doğu genelde Çin idi. Hattâ, Türkler büyük ihtimâlle, Hiung-nu denilen Hun ve
Hint-Avrupa ırkının, Rusya’nın güneyinde bir yerlerde karşılaşması onlarla olan
ilişkilerinin sonucunda ortaya çıkan ve adına Turâniler denilen ırktır. Yâni
Türklerin ortaya çıkışı bile, batı’ya doğru göç eden bir kavimle olan
ilişkilerinin sonucudur.
Tabi Anadolu’ya
geldiklerinde Anadolu bomboş bir yer değildi ki zâten hiç boş olmamıştı.
Türkler Anadolu’ya geldiklerinde orada Roma-Bizans vatandaşları olan rumlar
vardı. Rumlar bu yeni gelen göçebeleri elbette iyi karşılamadılar, kabûl
etmediler ve onları sevmediler. Hattâ ilk başta Malazgirt ile sonra da
Miryokefalon savaşları ile Türkleri geldikleri yere göndermek için savaştılar.
Onları “geldikleri, Orta-Asya’ya geri gönderme” politikaları hep uygulandı ve
bu söz bir motto oldu ki şimdilerde bile yunanlılar ve batı’lılar tarafından “Türkleri
geldikleri Orta-Asya’ya kadar geri gönderme”nin söylemleri hâlen yapılmaktadır.
Güçleri yetecek olsa bunu yapmak için harekete de geçerler. Yâni demem o ki,
Sûriyelilerin gelişinden hoşnut olmayarak (haklı sebepler elbette vardır) onları
bir-an önce Sûriye’ye geri göndermek düşüncesinde olan Türkler de bir zamanlar ve
hattâ şimdilerde bile aynı sözlere ve baskılara mâruz kalıyorlardı ki aslında
bu tüm ırklar, kavimler ve halkalar için de geçerlidir. Göçün sebeplerinden
biri ve en önemli sebebi, bahsettiğimiz “savaşlar” nedeniyledir ki göçün başka
sebepleri de vardır..
İkinci sebep
ise doğal âfetler ve kuraklık yâni ekonomidir. Yeryüzü Allah’ın olduğuna, mülk
de tümüyle Allah’a âit olduğuna ve Allah nîmetlerini tüm insanlar için eşit olmak
üzere yarattığına göre, savaş ve işgâlden başka âfet ve kuraklık, geçim-mâişet
sıkıntısı yâni ekonomik nedenlerle de insanlar kendi yurtlarından başka yerlere
göç etmişlerdir ve edebilirler. Bu Allah için bir sorun değildir. Zîrâ
dediğimiz gibi, yeryüzü de O’nundur, mülk de O’nundur ve O nîmetlerini herkes
eşit şekilde yararlansın diye yarattığını söylemektedir: “Orada (yerde) onun
üstünde sarsılmaz dağlar vâr etti, onda bereketler yarattı ve isteyip-arayanlar
için eşit olmak üzere oradaki rızıkları dört günde takdir etti”
(Fussilet10).
Üçüncü sebep
siyâsîdir. İnsanlar düşüncelerini, haklı ve doğru gördüklerini söylemekten,
yazmaktan ve uygulamaktan yasaklanırlarsa elbette başka bir yurda göç
edeceklerdir. Günümüzde bu “ilticâ” şeklinde olmaktadır. Çünkü düşünceyi
söylemek, yazmak ve uygulamak yasağı, insanı kahreden şeylerden biridir ve genellikle
küçük kitleler hâlinde bu sebeple göçler
yaşanmıştır.
Dördüncüsü
sosyolojik nedenlerdir. İnsanlar bir uygarlık ve medeniyet içinde yaşamak
isterler. Böylece sosyâl, kültürel, ekonomik, siyâsî, hukûkî, kânûnî her alanda
daha iyi ve geniş koşullar içinde olmayı isterler. Bu doğal bir şeydir. Kendi
ülkelerinde ve yurtlarında bu sağlanamadığında bunu sağlamış olan başka yurtlara
ve ülkelere gitmek isterler ve bunun
için de göç ederler. Savaş, işgâl, âfet, kuraklık, adâletsizlik, siyâsî vs. nedenlerle
ilkel şartlar içinde yada kısıtlı olarak yaşayanların göç sebeplerinden biri de
budur ve bu doğal ve normâl bir şeydir.
Beşinci sebep
ise dînî nedenlerdir. Şirk, küfür, ahlâksızlık, zulüm ve baskı gibi nedenlerle
dinlerini istedikleri gibi yaşayamayanlar ve yayamayanlar başka yerlere ve ülkelere
göç ederler ve etmelidirler. Çünkü bu Allah’ın emridir:
“Allah
yolunda hicret eden, yeryüzünde barınacak çok yer de bulur, genişlik (ve
bolluk) da. Allah’a ve Resûlü’ne hicret etmek üzere evinden çıkan, sonra
kendisine ölüm gelen kişinin ecri şüphesiz Allah’a düşmüştür. Allah,
bağışlayıcıdır, esirgeyicidir”
(Nîsâ 100).
“Zulme uğradıktan sonra Allah yolunda hicret edenlere
gelince, onları Dünyâ’da güzel bir şekilde yerleştireceğiz. Eğer bilirlerse
âhiretin mükâfatı elbette daha büyüktür”
(Nâhl 41).
Hattâ bu
uğurda vatanını-yurdunu, malını-mülkünü ve yakınlarını terk ederek gitmek
zorunda kalanların, yolda yada gittikleri yerde başlarına bir şey gelip de
hayatlarını kaybettiklerinde, bunun âhirette telâfi edileceği söylenir:
“Allah yolunda
hicret edip öldürülen veyâ ölenlere gelince; muhakkak Allah, onları güzel bir
rızıkla rızıklandıracaktır. Şüphesiz Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır.
Onları, kendisinden gerçekten hoşnut kalacakları bir yere sokacaktır. Şüphesiz
Allah bilendir, halimdir”
(Hac 58-59).
Zâten tüm
peygamber din nedeniyle göç yâni hicret etmiştir ki, hicret ve göç etmeyen hiç-bir
peygamber yoktur. Allah katındaki tek din olan İslâm’ın raconu budur. Hiç-bir
peygamber doğduğu memleketinde peygamberlik etmemiştir. Her peygamber, onlara
inananlarla birlikte hicret edip yurt değiştirmiştir. Çünkü medeniyet din ile
ilgilidir ve medeniyeti kurmak için dînîn hakkıyla yaşanabileceği bir yere
gitmek gerekir. O-hâlde İslâm’ı kabûl edenlerin icâbında hicreti ve göçü de
göze alabilmeleri gerekir. Vatan sevgisi ile
“hicret” bir-arada bulunamaz. Müslümanların perişân hâllerinin sebebi,
“Mekke’den Medîne’ye” hicret edemeyişlerindendir. Bir-türlü Mekke’den
çıkamıyorlar. Şehir, insanları bir-birlerinden koparıyor. Şehirler “en ufak bir
yardım”ın bile esirgendiği yerlerdir.
Sistemden
vazgeçmeden “sistem” içinde kalarak sistemi eleştirmek ve sisteme îtirâz etmek,
çok da samîmi bir şey olmasa gerek. Çünkü -bir yerden sonra- “sistem” içinde
kalarak sistemle mücâdele etmek mümkün olabilseydi, bu mücâdeleyi en iyi
şekilde Peygamberimiz yapardı. Hicret, sistem içinde kalarak sistemle
“hakkıyla” bir mücâdelenin yapılamayacağının delîlidir.
Hicret yani
göç bir “kültür değişimi”dir. Hicret etmeden medenî olmak, yâni göçmeden bir
devlet-medeniyet kurmak mümkün değildir. Hicret, insanlığın kaderidir.
Göçebelikten
yerleşikliğe geçildikçe, etten sebzeye doğru bir geçiş olur. Bu kişide bir
yumuşaklık ve bencillik oluşturur. Bu da yabancılara karşı tepkili olmayı
getirir. Kahramanmaraş ve Hatay-merkezli depremlerin sonucunda geçici olarak
büyük şehirlere gelmek zorunda olanlar bile, oranın yerli halkınca sorun ve
dert olarak görülmüştür ve “bir-an önce gitseler” diye söylenenler olmuştur.
Kendi vatandaşlarının bile göç ederek yanlarına gelmelerinden rahatsız olanlar
olmuştur. Zîrâ yeryüzünün ve mülkün Allah’ın olduğunu ve Allah’ın mülkü ve
nîmetlerini tüm insanlar için eşit olmak üzere yarattığının bilincinde
değildirler. Mü’minlerin ise böyle bir şey söylemesi mümkün olamaz.
Göçebe ve yarı-göçebeler
her zaman dışlanmışlardır. Yörükler hep dışlanırlar. Çadırlarda yaşayan
göçebeler dışlanırlar ve düzen-bozucu ve rahatsız-edici olarak görülürler. Oysa
göçebelikte misâfir-perverlik çok önemlidir. Hattâ göçebeler misâfirlerini hayatları
pahasına korurlar.
Hayvanlar
da göç ederler. Hattâ göç etmeyen bir hayvan yoktur. Mevsimlere göre hayvanlar
bir yerden bir yere uçarak, yüzerek ve yürüyerek yer değiştirir ve göç ederler.
Bir de doğal
ve mecbûrî olandan başka, insanlara şeytânî plânlar çerçevesinde yapılan daha
doğrusu yaptırılan göçler vardır. Köyden kente göçüş, köylünün kentlerde
“modern sömürüye tabi tutulması projesi” olarak en başta gelen şeytânî göç
plânıdır.
Teoman Duralı, târihte meydana gelen göçleri anlatırken
özetle şunları söylüyor:
“Târihte
uzun mesâfeli kavimler göçü vardır. Bunlardan en eskisi insanlığın Afrika’dan
çıkışıdır. Yaklaşık 100 bin yıl önce cereyan eden bir olaydır ve daha sonra
defâlarca büyük göçler oluyor. Meselâ, 17 bininci yılda İç Asya’dan Amerika’ya
Kızılderili dediklerimizin göçü var. 3. Binde Avrasya kıta-bütünlüğünde yeniden
büyük bir Kavimler Göçü var. Burada 3. Binde büyük bir göç baş gösteriyor. Bugünkü Rusya’nın güney
kesimlerinde yaşayan bir kavim var: Hint-Avrupa dilini kullanan Arîler. Göç
eden Hint-Avrupalılar birkaç yöne sapmışlardır. Bir kısmı doğu’ya gidiyor,
doğu’ya gidenler ikiye ayrılıyorlar. Bir kısmı Orta Asya üzerinden Îran
yaylasına iniyorlar. Bunlar Perslerle Medlerin -Medler bugün kaybolmuş durumda
ama Persler duruyor- atalarıdır. Öbür bir kısmı Hint Yarımadası’na iniyor.
Bunlar Hindistan’ın iki esas ahâlisinden birini teşkil ediyorlar: Ak-tenli
Arîler, öbürleri de kara-tenli Dravidler. Bir başka kol Kafkas üzerinden
Anadolu’nun doğusuna geliyor ve Ermenilerin atalarını oluşturuyor. Diğer bir
kol Balkan dağlarını aşarak Yunan Yarımadası’na ve oradan da güneye Mora’ya
(Peloponnesos) iniyor. Öteki kollar Avrupa’ya yöneliyorlar: Keltler, Germenler,
Latinler ve Slavlar”.
Göçün olmadığı ve olmayacağı bir zaman hiç-bir zaman
olmadı ve olmayacaktır. İnsanlar ya savaşlardan ya doğal âfetlerden yada
iklimden vs. dolayı sürekli olarak yer değiştirecek ve Dünyâ’nın çeşitli
yerlerinde yaşayacaklardır. Çünkü göç insanlığın hem kaderi hem de
sigortasıdır.
Sanki bir plân dâhilinde bir güç insanları Dünyâ’da
döndürüp durmakta ve zaman içinde Dünyâ’nın her yerinde yaşatmaktadır.
Göç insanın
hiç değişmeyecek kaderidir. Göç ile başlayan hayâtı yine zorunlu bir göç ile
bitecek ve en sonunda da ebedî diyâra göç edecektir.
En doğrusunu
sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Kasım 2023
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder