16 Kasım 2023 Perşembe

Din İle Dünyâ’yı Ayırmak

 


“Yoksa siz, Kitab’ın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz?. Artık sizden böyle yapanların dünyâ-hayâtındaki cezâsı aşağılık olmaktan başka değildir; kıyâmet gününde de azâbın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir” (Bakara 85).

 

Allah katında tek hak din İslâm’dır ve Hz. Âdem’den Peygamberimiz Hz. Muhammed’e kadar tüm peygamberler İslâm üzeredirler ve İslâm aynı-zamanda dîni ve Dünyâ’yı birleştiren tek din’dir. Bâtıl dinler ya “sâdece Dünyâ’ya” yada “sâdece âhirete” dönüktür. İslâm hâricindeki dinler-yollar-felsefeler daha çok âhirete dönüktür ve Dünyâ’ya karışmaz ve Dünyâ’yı dinden dolayısı ile Allah’tan uzak tutarak meydanı lâik, seküler, demokratik Allahsızlığa bırakarak Dünyâ’yı şeytana bırakırlar.

 

Din ile Dünyâ’yı ayırmak “madde ile mânâyı ayırmak” demektir. Materyâlist-pozitivist bilim, madde ile mânâyı, arasına derin uçurumlar koyarak ayırmıştır. Artık modern insana göre madde başka bir şey, mânâ başka bir şey olmuştur. Hâlbuki bir ağaca baktığınızda eğer “odun” görüyorsanız maddeyi, ağaca baktığınızda “hârika bir sanat” görüyorsanız mânâyı görmüş olursunuz. İşte modern insan bu bakış-açısını kaybetti. Ya odun görür oldu yada ağacı ilahlaştırmaya başladı. Hâlbuki ikisini birlikte görseydi ondaki ilâhî sanatı ve insanlar için çeşitli faydaları birlikte görebilirdi. Fakat modernizm bir ayırma ve parçalama uygarlığıdır. Her-şeyi parçalamak ve bölmek ister ki parçaladıktan sonra kolayca kendine göre kurgulasın ve kullansın.

 

Peki İslâm neyi ayırır?. İslâm, hak ile bâtılı kaynaştıran değil; hak ile bâtılın arasını “uzlaşmaz bir şekilde” ayıran bir din’dir ve bu konuda tâvizsizdir. Zâten İslâm’ın söyleminde “hak geldiğinde bâtıl yok olur gider” vardır: (İsrâ 81).

 

İlim ile ameli ayırdığınızda, amelin sağlamasından ve denetiminden uzak kalan bilgi ve mâlûmat, sapıklığa doğru meyleder. Çünkü İslâm ilim tek-başına kaldığında ve amele-eyleme dönmediğinde zehirlenmeye başlar. Zîrâ amel, ilmin tuzudur ve fermente olmasını önler. Aksi-takdirde ilim amele dönmediğinde yorum yapıla-yapıla farklılaşır ve ortaya çıkan her yorum birbiriyle çatışır hâle gelir. Modern müslümanlar işte bununla mâlûldür.

 

İlmin amele-eyleme dönmesi, elbette “en güzel örneklik” göz-önüne alınarak Ahzâb Sûresi 21. olacaktır ki buna Sünnet denir ki Sünnet denilen şey zâten budur ve başka bir şey değildir. Fakat müslümanlar ilim ile amelin arasını ayırınca Kur’ân ile Peygamber’in arasını da ayırdılar ve “sâdece Kur’ân” sloganıyla masa-başına, dört duvar arasına ve kitapların içine gömüldüler Kur’ân’ı da kâlplere-vicdanlara-zihinlere hapsettiler. Oysa Kur’ân mü’minleri sürekli olarak amele-eyleme yönlendirir. Çünkü Kur’ân sâdece okuma kitabı değildir.    

 

Kur’ân’a yapılacak en büyük zulüm, onu Sünnet’ten ayırmakla olur-oldu. Böylece İslâm teoriye, kâlplere ve vicdanlara has kılındı. Oysa onun bir pratikliği ve güzel örnekliği de vardır. Bu Mekke’den çok Medîne de açığa çıktığı için Mekke ile Medîne’yi ayırdılar ve Medenî âyetleri ya aşırı yoruma boğarak başkalaştırdılar yada düpedüz inkâr ettiler. Zîrâ din ile Dünyâ’yı ayırdıklari için teori ile pratiği yâni Mekke ile Medîne’yi ayırdılar ve Medîne’yi târihsel kabûl ettiler. “Bize Mekkî âyetler yeter” demeye getirdiler.  

 

Sünnet, Kur’ân’ın amel-eylem şeklinde yansımasıdır. Bu-bağlamda Kur’ân ve Sünnet (yada İslâm geleneği) ayrılamaz. Modernite ise parçalayıcıdır ve bölücüdür. Modernite, kendi yandaşları, hayranları ve bağlıları aracılığı Kur’ân ile Sünnet’i yâni İslâm geleneğini de, “eski”ye olan nefretinden dolayı (çünkü hayâtiyetini bundan almaktadır) ayırıp-bölmüş ve böylece geleneği kötü göstermiştir-göstermektedir. 

 

Modern müslümanların en büyük sorunu, “îman” ile “itaat”i ayırmasıdır. Îman ettiğini söylüyor ama itaat etmiyor. Bu-bağlamda resûl ile nebîyi ayırdılar. Resûl ve nebî’yi ayırmak, “Kur’ân’ı inkâr etmeye başlama projesi”dir ve sonunda Kur’ân ya düpedüz inkâr edilir ve “olmasa da olur” olarak görülür yada aşırı yorumla işkence edilerek bambaşka bir hâle sokulur.

 

Resûl ile ilmi kabûl edenler, nebî ile ameli kabûl etmiyorlar. Çünkü amelin yorumu yapılamadığı ve amel de apaçık ortada olduğu için bu, mevcut paradigmaya uymuyor ve ters geliyor. Bir türlü istenilen sonuca ulaşılamıyor. Resûle uymanın şart olduğunu söylerlerken nebîye uymanın zorunlu olmadığı dile getirilmektedir. Zîrâ din ile Dünyâ’yı ayırmışlar ve Dünyâ’yı tâğutlara ve lâik, seküler demokrasiye bıraktıkları için nebîyi ayırmaktadırlar yada çok da takmamaktadırlar. Kur’ân böyle bire ayırım yapmamaktadır ve sâdece dil açısından farklı ifâdeler kullanmaktadır. Hattâ Kur’ân, peygamberler arasında ayırım yapmayı kâfirlik olarak görür: Deyin ki: ‘Biz Allah’a; bize indirilene, İbrâhim, İsmâil, İshak, Yâkub ve torunlarına indirilene, Mûsâ ve Îsâ’ya verilen ile peygamberlere Rabbinden verilene îman ettik. Onlardan hiç-birini diğerlerinden ayırdetmeyiz ve biz O’na teslim olmuşlarız” (Bakara 136).

 

İslam'da din ve Dünyâ birbirinden zinhar ayrılamaz. Çünkü din yâni İslâm “uygulanan” bir şeydir ki elbette Dünyâ’da uygulanacaktır. Bu uygulama mevcut paradigmaya göre değil, bizzat İslâm’ın kendi iç-dinamiğine ve kurallarına göre olacaktır. O-hâlde İslâm, bırakın Dünyâ’yı ayırmayı, Dünyâ’ya hâkim olmak ister. Çünkü İslâm Dünyâ’ya hâkim olmadıkça tam olarak uygulanamaz yada hakkıyla uygulanamaz-uygulanamıyor. İslâm din ile Dünyâ’yı ayırmaz, ama insanlara Dünyâ’da dîne yer ayrılmasını emreder.

 

Allah’ın birleştirilmesini istediği iki şeyi ayırdığınızda, o iki şey de “körü-körüne tapınmanın nesnesi” olur. Modernitenin, dîni Dünyâ’dan yada aklı mânâdan ayırmasıyla başlayan ifsâd, yapılan iki Dünyâ savaşıyla zirveye çıktı. İşte modern insanın bunalımının ve paramparça oluşunun nedeni bundan dolayıdır.

 

Lâiklik, Allah ile aklı ayırarak, aklı maddeye yönlendirir ve zımnen aklın yönünün maddî olanda olduğunu söyler. Tabi böylece Allah da, akılsızlara kalır. Lâik demokrasiye tapanlar şöyle derler: “Hilâfet ve hâkimiyet meselesi, dînî olmaktan ziyâde dünyevî ve siyâsî bir meseledir. Doğrudan-doğruya milletin işidir. Onun içindir ki, şeriatta bu mesele hakkında tafsilat yoktur. İnsanlığın siyâsî alanda doktriner tartışmalarda ve uygulamada kat-ettiği gelişmelere ve tartışmalara bakıldığında siyâsî lîderlik sorunu her-şeyden önce bütün insanların ve toplumların sorunudur. Geleneksel toplumlarda siyâsî lîderlik, karizmatik egemenlik yoluyla temsil ediliyordu. Günümüzde toplumu yönetme işi, özel eğitim ve uzmanlığı gerekli kılan bir sanat ve meslek hâline gelmiştir. Siyâsî lîderler ve toplumun temsilcileri, toplumun irâdesiyle seçilmektedir. Bunun sağlıklı işleyebilmesi için düşünce özgürlüğü, ifâde özgürlüğü ve fırsat eşitliğinin güçlendirilmesine ve de din-siyâset ilişkisinin sınırlarının belirlenmesine ihtiyaç vardır. Siyâsî lîderlik sorununun çözümü, aynı-şekilde toplumun demokrasi kültürünün, seçme ve seçilme haklarının geliştirilmesiyle gerçekleştirilebilecek bir konudur. Siyâsî lîderin egemenliği, halkın irâdesine dayalı olursa meşrûdur”.

 

Görüldüğü gibi siyâsî, dolayısıyla da ekonomik, hukûkî, kânûnî, sosyâl, kültürel, âilevî her-şey Allah’tan koparılarak topluma, insana, akla vs. verilmekte ve din ile Dünyâ işte böyle ayrılmaktadır. Tabi ayrılınca da bölünüp parçalanmakta ve bir türlü rayına oturamamaktadır. Şirk, küfür, adâletsizlik, ahlâksızlık ve zulüm işte bu nedenle ortaya çıkmakta ve tevhid düşüncesi hayattan uzaklaştırılmaktadır. Oysa Mekke’li müşrikler de işe Allah’ı karıştırmıyorlardı ve Dünyâ’yı ve hayatlarını, dayandıkları insan ürünü fâni şeylere bağlıyorlardı. Fakat Allah bundan râzı olmadığı için bir Peygamber seçti ve ona vahyetti. İndirilen vahiyler, her-şeyin vahye yâni Allah’a göre olmasını istiyordu ki Peygamberimiz de Medîne’de bunu sağladı ve düsturu tüm Dünyâ’ya yaymayı başlattı. Allah yerine yada Allah ile birlikte putlara tapan Mekke’liler, hayatlarını da elbette Allah’a göre değil, putlar üzerinden kendi kurallarına ve kânunlarına, daha doğrusu -tüm zamanlarda ve günümüzdeki müşrikler gibi- şeytana, nefislerine tâğutların istekleri doğrultusunda çıkarlarına göre yapıyorlardı. Onlar o zaman tahtadan-taştan putlara taparlarken, şimdiki putperestler ise ideolojiden oluşan putlara tapıyorlar. Onların şirk koştukları putları tahtadan-taştandı, şimdikilerin putları ise ideolojilerden, sistemlerden ve şeytânî düşüncelerden oluşmuş durumda.

 

Modernler, sorunu “başa kimin geçeceği”ne indirgiyorlar ve tek-kişinin yönetimine -sözde- karşı çıkıyorlar. Oysa sorun başta kimin bulunacağı ve oraya nasıl geleceği sorunu değildir. Sorun hükmü kimin vereceğidir.

 

Müslümanlar dinlerini parçalayıp ayırmışlar ve her-biri kendi dînini övüp duruyor. Dinlerini ayırdıkları için din ile Dünyâ’yı ayırıyorlar. Bunun sonucunda da vatanlarını-ülkelerini ayırıyorlar. Kendi vatanları dışındaki zulümleri görmezden geliyorlar. Fakat bu-arada mâsumlar ölüyor, yaralanıyor, aç, susuz, evsiz ve çıplak kalıyor. Bir taraf fizîken ölürken, diğer taraf ise mânen ve rûhen ölüyor ve ölmüş hâldeler. Dolayısı ile müslümanlar “yaşayan ölüler” hâline gelmiş durumda. Hâl-i pür melâllerinin nedeni bu ayrılık, bölünmüşlük ve parçalanmışlıktır.

 

Müslümanlar birlik hâlinde olmadıkları için kendi aralarında savaşıyorlar ve ümmetin ayrılığını körüklüyorlar. Çünkü: “Kendi dinlerini fırkalara ayırmış ve kendileri de parça-parça olmuşlardır; ki her grup kendi elindekiyle övünüp sevinç duymaktadır” (Rum 32). Artık zilletten kurtulmak mümkün değildir. Birilerinin maşası olmak kaçınılmazdır. “Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin ve çekişip bir-birinize düşmeyin, yoksa çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle berâberdir” (Enfâl 46).

 

İşte tüm bunların temel sebebi, Din ile Dünyâ’yı ayırmaktır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Kasım 2023

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder