“Yoksa siz, Kitab’ın bir
bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz?. Artık sizden böyle
yapanların dünyâ-hayâtındaki cezâsı aşağılık olmaktan başka değildir; kıyâmet
gününde de azâbın en şiddetli olanına uğratılacaklardır. Allah,
yaptıklarınızdan habersiz değildir”
(Bakara 85).
Allah
katında tek hak din İslâm’dır ve Hz. Âdem’den Peygamberimiz Hz. Muhammed’e
kadar tüm peygamberler İslâm üzeredirler ve İslâm aynı-zamanda dîni ve Dünyâ’yı
birleştiren tek din’dir. Bâtıl dinler ya “sâdece Dünyâ’ya” yada “sâdece
âhirete” dönüktür. İslâm hâricindeki dinler-yollar-felsefeler daha çok âhirete
dönüktür ve Dünyâ’ya karışmaz ve Dünyâ’yı dinden dolayısı ile Allah’tan uzak
tutarak meydanı lâik, seküler, demokratik Allahsızlığa bırakarak Dünyâ’yı
şeytana bırakırlar.
Din ile
Dünyâ’yı ayırmak “madde ile mânâyı ayırmak” demektir. Materyâlist-pozitivist
bilim, madde ile mânâyı, arasına derin uçurumlar koyarak ayırmıştır. Artık
modern insana göre madde başka bir şey, mânâ başka bir şey olmuştur. Hâlbuki
bir ağaca baktığınızda eğer “odun” görüyorsanız maddeyi, ağaca baktığınızda
“hârika bir sanat” görüyorsanız mânâyı görmüş olursunuz. İşte modern insan bu
bakış-açısını kaybetti. Ya odun görür oldu yada ağacı ilahlaştırmaya başladı.
Hâlbuki ikisini birlikte görseydi ondaki ilâhî sanatı ve insanlar için çeşitli
faydaları birlikte görebilirdi. Fakat modernizm bir ayırma ve parçalama uygarlığıdır.
Her-şeyi parçalamak ve bölmek ister ki parçaladıktan sonra kolayca kendine göre
kurgulasın ve kullansın.
Peki
İslâm neyi ayırır?. İslâm, hak ile bâtılı kaynaştıran değil; hak ile bâtılın
arasını “uzlaşmaz bir şekilde” ayıran bir din’dir ve bu konuda tâvizsizdir. Zâten
İslâm’ın söyleminde “hak geldiğinde bâtıl yok olur gider” vardır: (İsrâ 81).
İlim ile ameli
ayırdığınızda, amelin sağlamasından ve denetiminden uzak kalan bilgi ve
mâlûmat, sapıklığa doğru meyleder. Çünkü İslâm ilim tek-başına kaldığında ve
amele-eyleme dönmediğinde zehirlenmeye başlar. Zîrâ amel, ilmin tuzudur ve
fermente olmasını önler. Aksi-takdirde ilim amele dönmediğinde yorum
yapıla-yapıla farklılaşır ve ortaya çıkan her yorum birbiriyle çatışır hâle
gelir. Modern müslümanlar işte bununla mâlûldür.
İlmin amele-eyleme dönmesi,
elbette “en güzel örneklik” göz-önüne alınarak Ahzâb Sûresi 21. olacaktır ki buna
Sünnet denir ki Sünnet denilen şey zâten budur ve başka bir şey değildir. Fakat
müslümanlar ilim ile amelin arasını ayırınca Kur’ân ile Peygamber’in arasını da
ayırdılar ve “sâdece Kur’ân” sloganıyla masa-başına, dört duvar arasına ve
kitapların içine gömüldüler Kur’ân’ı da kâlplere-vicdanlara-zihinlere
hapsettiler. Oysa Kur’ân mü’minleri sürekli olarak amele-eyleme yönlendirir.
Çünkü Kur’ân sâdece okuma kitabı değildir.
Kur’ân’a yapılacak en büyük zulüm, onu Sünnet’ten ayırmakla
olur-oldu. Böylece İslâm teoriye, kâlplere ve vicdanlara has kılındı. Oysa onun
bir pratikliği ve güzel örnekliği de vardır. Bu Mekke’den çok Medîne de açığa
çıktığı için Mekke ile Medîne’yi ayırdılar ve Medenî âyetleri ya aşırı yoruma
boğarak başkalaştırdılar yada düpedüz inkâr ettiler. Zîrâ din ile Dünyâ’yı ayırdıklari
için teori ile pratiği yâni Mekke ile Medîne’yi ayırdılar ve Medîne’yi târihsel
kabûl ettiler. “Bize Mekkî âyetler yeter” demeye getirdiler.
Sünnet, Kur’ân’ın amel-eylem
şeklinde yansımasıdır. Bu-bağlamda Kur’ân ve Sünnet (yada İslâm geleneği)
ayrılamaz. Modernite ise parçalayıcıdır ve bölücüdür. Modernite, kendi
yandaşları, hayranları ve bağlıları aracılığı Kur’ân ile Sünnet’i yâni İslâm
geleneğini de, “eski”ye olan nefretinden dolayı (çünkü hayâtiyetini bundan
almaktadır) ayırıp-bölmüş ve böylece geleneği kötü
göstermiştir-göstermektedir.
Modern
müslümanların en büyük sorunu, “îman” ile “itaat”i ayırmasıdır. Îman ettiğini
söylüyor ama itaat etmiyor. Bu-bağlamda resûl ile
nebîyi ayırdılar. Resûl ve nebî’yi ayırmak, “Kur’ân’ı inkâr etmeye
başlama projesi”dir ve sonunda Kur’ân ya düpedüz inkâr edilir ve “olmasa da
olur” olarak görülür yada aşırı yorumla işkence edilerek bambaşka bir hâle
sokulur.
Resûl
ile ilmi kabûl edenler, nebî ile ameli kabûl etmiyorlar. Çünkü amelin yorumu
yapılamadığı ve amel de apaçık ortada olduğu için bu, mevcut paradigmaya uymuyor
ve ters geliyor. Bir türlü istenilen sonuca ulaşılamıyor. Resûle uymanın şart
olduğunu söylerlerken nebîye uymanın zorunlu olmadığı dile getirilmektedir. Zîrâ
din ile Dünyâ’yı ayırmışlar ve Dünyâ’yı tâğutlara ve lâik, seküler demokrasiye
bıraktıkları için nebîyi ayırmaktadırlar yada çok da takmamaktadırlar. Kur’ân
böyle bire ayırım yapmamaktadır ve sâdece dil açısından farklı ifâdeler
kullanmaktadır. Hattâ Kur’ân, peygamberler arasında ayırım yapmayı kâfirlik
olarak görür: “Deyin ki: ‘Biz
Allah’a; bize indirilene, İbrâhim, İsmâil, İshak, Yâkub ve torunlarına
indirilene, Mûsâ ve Îsâ’ya verilen ile peygamberlere Rabbinden verilene îman
ettik. Onlardan hiç-birini diğerlerinden ayırdetmeyiz ve biz O’na teslim
olmuşlarız” (Bakara 136).
İslam'da din ve Dünyâ
birbirinden zinhar ayrılamaz. Çünkü din yâni İslâm “uygulanan” bir şeydir ki
elbette Dünyâ’da uygulanacaktır. Bu uygulama mevcut paradigmaya göre değil,
bizzat İslâm’ın kendi iç-dinamiğine ve kurallarına göre olacaktır. O-hâlde
İslâm, bırakın Dünyâ’yı ayırmayı, Dünyâ’ya hâkim olmak ister. Çünkü İslâm
Dünyâ’ya hâkim olmadıkça tam olarak uygulanamaz yada hakkıyla
uygulanamaz-uygulanamıyor. İslâm din ile Dünyâ’yı ayırmaz, ama insanlara Dünyâ’da dîne
yer ayrılmasını emreder.
Allah’ın
birleştirilmesini istediği iki şeyi ayırdığınızda, o iki şey de “körü-körüne tapınmanın
nesnesi” olur. Modernitenin, dîni Dünyâ’dan yada aklı mânâdan ayırmasıyla
başlayan ifsâd, yapılan iki Dünyâ savaşıyla zirveye çıktı. İşte modern insanın
bunalımının ve paramparça oluşunun nedeni bundan dolayıdır.
Lâiklik, Allah ile aklı ayırarak, aklı maddeye yönlendirir ve
zımnen aklın yönünün maddî olanda olduğunu söyler. Tabi böylece Allah da,
akılsızlara kalır. Lâik demokrasiye tapanlar
şöyle derler: “Hilâfet ve hâkimiyet meselesi, dînî olmaktan ziyâde dünyevî
ve siyâsî bir meseledir. Doğrudan-doğruya milletin işidir. Onun içindir ki, şeriatta
bu mesele hakkında tafsilat yoktur. İnsanlığın siyâsî alanda doktriner
tartışmalarda ve uygulamada kat-ettiği gelişmelere ve tartışmalara bakıldığında
siyâsî lîderlik sorunu her-şeyden önce bütün insanların ve toplumların sorunudur.
Geleneksel toplumlarda siyâsî lîderlik, karizmatik egemenlik yoluyla temsil
ediliyordu. Günümüzde toplumu yönetme işi, özel eğitim ve uzmanlığı gerekli
kılan bir sanat ve meslek hâline gelmiştir. Siyâsî lîderler ve toplumun temsilcileri,
toplumun irâdesiyle seçilmektedir. Bunun sağlıklı işleyebilmesi için düşünce
özgürlüğü, ifâde özgürlüğü ve fırsat eşitliğinin güçlendirilmesine ve de
din-siyâset ilişkisinin sınırlarının belirlenmesine ihtiyaç vardır. Siyâsî lîderlik
sorununun çözümü, aynı-şekilde toplumun demokrasi kültürünün, seçme ve seçilme
haklarının geliştirilmesiyle gerçekleştirilebilecek bir konudur. Siyâsî lîderin
egemenliği, halkın irâdesine dayalı olursa meşrûdur”.
Görüldüğü
gibi siyâsî, dolayısıyla da ekonomik, hukûkî, kânûnî, sosyâl, kültürel, âilevî
her-şey Allah’tan koparılarak topluma, insana, akla vs. verilmekte ve din ile
Dünyâ işte böyle ayrılmaktadır. Tabi ayrılınca da bölünüp parçalanmakta ve bir
türlü rayına oturamamaktadır. Şirk, küfür, adâletsizlik, ahlâksızlık ve zulüm
işte bu nedenle ortaya çıkmakta ve tevhid düşüncesi hayattan uzaklaştırılmaktadır.
Oysa Mekke’li müşrikler de işe Allah’ı karıştırmıyorlardı ve Dünyâ’yı ve
hayatlarını, dayandıkları insan ürünü fâni şeylere bağlıyorlardı. Fakat Allah
bundan râzı olmadığı için bir Peygamber seçti ve ona vahyetti. İndirilen
vahiyler, her-şeyin vahye yâni Allah’a göre olmasını istiyordu ki Peygamberimiz
de Medîne’de bunu sağladı ve düsturu tüm Dünyâ’ya yaymayı başlattı. Allah
yerine yada Allah ile birlikte putlara tapan Mekke’liler, hayatlarını da
elbette Allah’a göre değil, putlar üzerinden kendi kurallarına ve kânunlarına,
daha doğrusu -tüm zamanlarda ve günümüzdeki müşrikler gibi- şeytana,
nefislerine tâğutların istekleri doğrultusunda çıkarlarına göre yapıyorlardı.
Onlar o zaman tahtadan-taştan putlara taparlarken, şimdiki putperestler ise
ideolojiden oluşan putlara tapıyorlar. Onların şirk koştukları putları tahtadan-taştandı,
şimdikilerin putları ise ideolojilerden, sistemlerden ve şeytânî düşüncelerden
oluşmuş durumda.
Modernler,
sorunu “başa kimin geçeceği”ne indirgiyorlar ve tek-kişinin yönetimine -sözde-
karşı çıkıyorlar. Oysa sorun başta kimin bulunacağı ve oraya nasıl geleceği sorunu
değildir. Sorun hükmü kimin vereceğidir.
Müslümanlar
dinlerini parçalayıp ayırmışlar ve her-biri kendi dînini övüp duruyor.
Dinlerini ayırdıkları için din ile Dünyâ’yı ayırıyorlar. Bunun sonucunda da
vatanlarını-ülkelerini ayırıyorlar. Kendi vatanları dışındaki zulümleri
görmezden geliyorlar. Fakat bu-arada mâsumlar ölüyor, yaralanıyor, aç, susuz,
evsiz ve çıplak kalıyor. Bir taraf fizîken ölürken, diğer taraf ise mânen ve
rûhen ölüyor ve ölmüş hâldeler. Dolayısı ile müslümanlar “yaşayan ölüler”
hâline gelmiş durumda. Hâl-i pür melâllerinin nedeni bu ayrılık, bölünmüşlük ve
parçalanmışlıktır.
Müslümanlar
birlik hâlinde olmadıkları için kendi aralarında savaşıyorlar ve ümmetin
ayrılığını körüklüyorlar. Çünkü: “Kendi
dinlerini fırkalara ayırmış ve kendileri de parça-parça olmuşlardır; ki her
grup kendi elindekiyle övünüp sevinç duymaktadır” (Rum 32). Artık zilletten
kurtulmak mümkün değildir. Birilerinin maşası olmak kaçınılmazdır. “Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin ve çekişip
bir-birinize düşmeyin, yoksa çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin.
Şüphesiz Allah, sabredenlerle berâberdir” (Enfâl 46).
İşte
tüm bunların temel sebebi, Din ile Dünyâ’yı ayırmaktır.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn Görmüş
Kasım 2023
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder