19 Nisan 2024 Cuma

Tüm Zamanların Bahanesi: Bu Zamanda Olmaz

 

 

“Ey insanlar!; siz Allah’a (karşı fakir olan) muhtâçlarsınız; Allah ise, Ğaniy (hiç-bir şeye ihtiyâcı olmayan)dır, Hamid (övülmeye lâyık)tır” (Fâtır 15).

 

Allah insana bir şeyi emrediyor yada yasaklıyorsa, bu Kendisi için değil, insanın iyiliği içindir. Çünkü O’nun hiç-bir şeye ihtiyâcı yoktur, hiç-bir şeye muhtaç değildir. Allah bir şeye ihtiyaç duymaktan münezzehtir. Zîrâ Allah eşsiz Yaratıcıdır, Hallâk’tır, sürekli yaratır. İstediğini her-an yaratan Allah’ın bir şeye ihtiyâcı olması söz-konusu olmaz. Fakat Allah yarattıklarına karşı ilgisiz ve duyarsız değildir. Yarattıklarının iyiliği için onlara emir ve yasaklarını bildirir ve onları Dünyâ’da âhirette iyiliğe kavuşturmak ister. Lâkin insan bu emir ve yasaklara uymak istemez de sürekli olarak bahaneler üretir durur. Târih boyunca insanın emir ve yasaklara karşı sürekli bahane, “bu zamanda olmaz” sözüdür. İyi de ilk-baştan bêri bu bahaneye sığınılıyorsa ve “bu zamanda olmaz” deniliyorsa, peki ne zaman olur?. El-cevap: Hiç-bir zaman. “Bu zamanda olmaz” demek, aslında “hiç-bir zaman olmaz” demektir.   

 

Allah, zamandan ve mekândan münezzehtir; fakat yasaları ve sanatı ile her yerde hazır ve nâzırdır. Vahiy de, zamandan ve mekândan etkilenmez. O-hâlde vahyin tüm emir ve yasakları tüm zamanlarda ve tüm mekânlarda uygulanabilir ve hattâ hayâta hâkim kılınabilir. Fakat zamandan ve mekândan insanlar etkilenmektedirler ve bu nedenle de “bu zamanda olmaz” ve “şimdi sırası değil” vs. demektedirler. “peki sıra ne zaman gelecek?” dediğinizde de, “şartlar uygun hâle geldiğinde” diye cevap verirler. Şartların uygun hâle gelmesi önemlidir ve gerçekten de şartlar hiç uygun değilse, yapmaya çalışsanız da olmaz. Fakat şartları uygun hâle getirecek olan Allah, şartları niçin ve nasıl uygun hâle getirir?. Buna; “insanlar o şartlara lâyık oldukları zaman” diye cevap verilebilir. O-hâlde şartların uygun hâle gelmesi de imtihan ve sünnetullah gereğince yine insanın davranışları ve çabalarıyla alâkalıdır.     

 

Tabi İslâm dîni ve Kur’ân, klâsik veyâ modern, hiç-bir zamanda ve mekânda sınırlandırılamaz. Her şartta idrâk edilip uygulanabilir ve hattâ İslâm’ı hayâta hâkim kılma yoluna girilebilir. Sonuç alınamasa bile etkili bir süreç yaşanabilir. Allah için şartlar önemli değildir. Allah’ın rızâsını kazanıp yardımını celb-edebilmek için özel zamanlar, mekânlara ve şartlara gerek yoktur. O, rızâsını ve yardımını hak edenlere yardımını gönderir ve yardımını alanlar mutlakâ gâlip gelirler ve İslâm’ı hayâta hâkim kılabilirler. Demek ki “bu zamanda olmaz” sözü boş bir sözdür ve tüm zamanlarda olur. İslâm’ın emir ve yasakları tüm zamanlar, tüm mekânlar ve tüm şartlar için cârîdir. 

 

Şu da var ki, aslında zamânın aslî bir varlığı yoktur. Zaman, maddenin hareketinin bir sonucudur. Bir maddeyi bir yerden alıp başka bir yere koyduğunuzda yâni hareket ettirdiğinizde zaman başlar ve sürer gider. Zamânın izâfî olması, daha doğrusu izâfi sanılmasının nedeni budur. Maddenin çeşitli hareketleri zamânı da algılayış olarak farklı kılar. Tabi bu bir yanılsamadır. Yâni bir kişiye belli bir zaman süreci çok kısa yada uzun gelmiş olabilir ama saat bildiğimiz saattir. Yâni gerçek anlamda kişiye göre değişmez, izâfi değildir. Değişen şey kişinin algısıdır. Kişinin o-günkü yada o-anki algısına göre zaman yavaş yada hızlı gibi akar gibi olur.

 

Zamânın mutlak ve bağımsız bir varlığı yoktur. Çünkü “hakîki” bir varlığı yoktur. Madde ile kâimdir zaman. Evrendeki maddeyi/hareketi bir-anda durdursak, yada maddeyi kozmik bir süpürgeyle süpürsek ve ortada hareket yada madde kalmasa zaman da kalmaz/olmaz. Süpürülme işleminden sonra görülen/kalan şeyin (mekân) ne olduğunu her-hâlde Allah’tan başka kimse bilemez. Mekâna (hâşâ, “post vahdet-i vücûd”çuluk yapıp) “Allah” demeyeceksek, mekân da yok olucudur. Belki de bu yok-oluş süpürülmeyle birlikte gerçekleşir. Geriye ne kalacağını ancak O bilir. Bir de “saf-zaman” denen bir zaman da var mıdır?.. o da ayrı bir düşüncenin konusudur. Gerçi bu saf-zaman ben vâr-olduğum müddetçe; hareket vâr-olduğu müddetçe görülemeyecek/bilinemeyecek/idrâk edilemeyecektir. Bu yüzden bizi çok da ilgilendirmiyor. İdrâk edemeyiz çünkü.

 

Hani sık-sık, “bu zamanda olacak şey değil” diye söylenen söz var ya, aslında o sözle, “bu mekânda olacak şey değil” denmek isteniyor. Yoksa zamanda bir değişme yoktur. O sâdece, bir yanılsama olarak insana daha farklı akıyor gibi geliyor. “Bu zamanda olmaz” dediğinizde, “bu mekânda yapılamaz” demiş olursunuz. Çünkü bir şeyin yapılabilmesi için mekânın uygun olması gerekir. Meselâ “kaymak gibi” asfalt bir yolda at ile yolculuk yapmak çok da olacak şey değildir. “Bu zamanda at ile yolculuk mu yapılır” sözü, “bu mekânda (yolda) at ile yolculuk yapılmaz” anlamındadır.

 

Mekân, aslında “maddenin bulunduğu yer”dir. Madde olmasa belki mekân da olmayacak yada kalmayacaktır. Kâinattaki tüm maddeyi kozmik bir süpürgeyle süpürsek, belki de ortada mekân diye bir şey de kalmayacaktır. Aristoteles, “hiç-bir cismin bulunmadığı yerde zaman ve uzay da bulunmaz” der. Biz, maddenin bulunduğu yere ve ortama “mekân” diyoruz. Tabi kâinâta dışarıdan bakamadığımız için maddenin nerede bulunduğunu anlayamıyoruz ve bilemiyoruz. Bu nedenle de mekânı madde bağlamında biliyor ve anlamlandırıyoruz. Zâten zaman da öyledir.

 

Kur’ân’ı mehcûr bırakmak (Furkân 30), sâdece okuma noktasında değil, aynı-zamanda uygulama noktasındadır da. Çünkü okumak, araştırmak ve yazmak için zaman her zaman uygun görülüyor ama uygulamak için tüm zamanlar uygun görülmüyor yada en azında yetersiz görülüyor. Uygulamak için özel zamanlar, özel mekânlar ve özel şartlar gerektiği düşünülüyor. Açıkçası bu bir bahanedir. Yapmamak için uydurulan ve arkasına sığınılan bir bahane. Peygamberler ise bahanelere sığınmazlar. Hiç-bir peygamber “bu zamanda olmaz, mekân ve şartlar uygun değil” dememiştir. Sonuca ister ulaşsınlar, isterse ulaşamasınlar, tüm peygamberler zamana, mekâna ve şartlara bakmadan Allah’ın sözünün idrâk edilip uygulanması ve Dünyâ’ya hakim kılınması için tam bir teslîmiyetle ve îmanla bu yola girmişler ve bunun için elerlinden gelenin  fazlasını yapmışlardır. İşin sonunu getirenler olduğu gibi getiremeyenler de olmuştur ve esâsen işin sonunu getiremeyenler daha fazladır. Fakat önemli olan bu değildir. Zamana, mekâna ve şartlara aldırmadan İslâm’ı idrâk etmek, uygulamak ve hâkim kılmak için çabalamışlardır. Çünkü Allah istese İslâm’ı kâlplere ve hayâta zorla da hâkim kılabilir fakat amaç o değildir. İmtihan ve sünnetullah gereğince Allah samîmi ve ciddî çabalara bakar ve insanları buna göre değerlendirir.

 

Farklı bir şey söylemeye yada yapmaya görün, birileri hemen: “bu devirde/bu zamanda böyle şey olur mu?” diyorlar. Ne var lan bu devirde!. Mü’minler Allah’a taparlar, ideâl zamâna, mekâna ve şartlara değil. Riske girmekten, vazgeçmekten ve kafa ve beden konforunun bozulmasından ödü kopanlar, Allah’a değil de devire-zamâna tapıyorlar ve diyorlar ki; “bu zamanda olmaz”. Lan şerefsiz!, sen hiç-bir zaman yapamazsın zâten. Çünkü “bu zamanda olmaz, yapılmaz, uygulanamaz” demekle sen aslında zımnen; “ben bu mevcut modern hayattan memnunum, niye değiştirmeye kalkıyoruz ki, boş-verin, mevcut zamânı, mekânı ve şartları kazanımımız olarak kabûl edelim ve böyle yaşayalım gidelim, riske girmeyelim, yumruk yemeyelim, canımız acımasın, aç, susuz, evsiz ve çıplak kalmayalım, bu genç yaşta canımızdan olmayalım, konforumuzu bozmayalım, yiyelim, içelim, zevk, neşe, haz ve refah içinde uzun bir süre yaşayalım ve sıcak yataklarımızda uykuya dalar gibi ölüp gidelim” demek istiyorsun. Peki öldükten sonra ne olacak?.

 

Hakkıyla îman eden, okuyan, öğrenen, idrâk eden, bilince eren ve kararlılık şuuru kazanan mü’minler, Allah’ın sözünü, zamâna, mekâna ve şartlara bakmadan ve de “bu zamanda olmaz” diye zinhar düşünmeden, idrâk edip tebliğ ve dâvet yoluna girer, İslâm’ı hayâta hâkim kılmaya çalışırlar. Zîrâ İslâm, îman etmek ve sâlih amel işlemekten başkası değildir. Allah, kendi rızâsı için çalışanları kurtuluş yollarına ulaştıracaktır. Apaçık olan şey budur: 

 

“Buna rağmen yüz çevirirseniz, artık size kendisiyle gönderildiğim şeyi tebliğ ettim. Rabbim de sizden başka bir kavmi yerinize geçirir. Siz O’na hiç-bir şeyle zarar veremezsiniz. Doğrusu benim Rabbim, her-şeyi gözetleyip-koruyandır” (Hûd 57).

 

O-hâlde ey müslimler ve mü’minler!:

 

“Fitne kalmayıncaya ve dînin hepsi Allah’ın oluncaya kadar onlarla (yâni küfür-kâfir ve şirk-müşrik) savaşın. Şâyet vazgeçecek olurlarsa, şüphesiz Allah, yaptıklarını görendir” (Enfâl 39).

 

“Şüphesiz, bu bir öğüttür. Artık dileyen Rabbine bir yol bulabilir” (Müzzemmil 19).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Nîsan 2024

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

Ayrıntılarda Boğulmak

 


“Hani Mûsâ kavmine: ‘Allah, muhakkak sizin bir sığır kesmenizi emrediyor’ demişti. ‘Bizi alaya mı alıyorsun?’ dediler. (Mûsâ) ‘Câhillerden olmaktan Allah’a sığınırım’ dedi. ‘Rabbine adımıza yalvar da, bize niteliklerini açıklasın’ dediler. (Mûsâ, Rabbine yalvardıktan sonra) ‘Şüphesiz Allah diyor ki: O ne pek geçkin, ne de pek genç, ikisi arası dinç(likte bir sığır olmalı)dır. Artık emrolunduğunuz şeyi yerine getirin’ dedi. (Bu sefer) dediler ki: ‘Rabbine adımıza yalvar da, bize rengini bildirsin’. O: ‘(Rabbim) diyor ki: O, bakanların içini ferahlatan sarı bir inektir’ dedi. (Onlar yine:) ‘Rabbine adımıza yalvar da, bize onun niteliklerini açıklasın. Çünkü bize göre sığırlar birbirine benzer. İnşâallah (Allah dilerse) biz doğruyu buluruz’ dediler. (Bunun üzerine Mûsâ, “Rabbim) diyor ki: O, yeri sürmek ve ekini sulamak için boyunduruğa alınmayan, salma ve alacası olmayan bir inektir’ dedi. (O zaman): ‘Şimdi gerçeği bildirdin’ dediler. Böylece ineği kestiler; ama neredeyse (bunu) yapmayacaklardı” (Bakara 67-71).

 

Ayrıntı: “Bir şeyin önemce ikinci ve daha geri derecede olan öğelerinden her biri. Detay, teferruat. Bir şeyin, ayrı olmakla birlikte kendisini bütünleyen ufak parçaları, bütünün öğelerinden her biri”.

 

“Şeytan ayrıntıda gizlidir”. Çünkü şeytan tâ baştan bêri insanı hep ayrıntılarla kandırmakta ve oyalamaktadır. Hz. Âdem ve Havvâ’yı bile, cennette o kadar çeşitli ve bol nîmetin içindelerken, üstelik Allah, “sakın hâ!” diyerek yasaklamışken, şeytan, yasaklanan ağaç hakkında ayrıntılara girip hurâfeler uydurarak o ağaçtan yemelerini sağlamakla kandırmıştı. Oysa hem onca ağaç içinde yasaklanan ağaç, hem de Allah’ın emri apaçık şekilde belliydi. Buna rağmen Âdem ve Havvâ yine de yasak olan o ağaca meyletti. Çünkü işe ayrıntılar karıştı.

 

Şeytan işte o günden bêri insanları hep ayrıntılarla kandırmakta ve oyalamaktadır. İnsanları ayrıntılara sokarak bâtıl içinde bırakmaktadır. Çünkü bir şey ilk yaratıldığı saf ve yalın hâlindeyken çok net ve kesin şekilde Yaratıcısı olan Allah’ı hatırlatır. Bu insanları dik ve diri tutar. Fakat işe ayrıntılar karıştıktan sonra işler karışmaya başlar ve şeytan da hemen devreye girer.    

 

Ayrıntı demek, bir şeyin fıtrî, doğal, normâl, yalın ve net hâlinden başka, “o şeye, -ilgili yada ilgisiz şekilde- yeni ve artı özellikler yüklemek” demektir. Ayrıntı, “bir şeye ek bilgiler yüklemek ve onu o ek bilgilerle açıklamak” demektir. O-hâlde ayrıntı, bilgi konusundadır. Ayrıntılara girmek, aslında “büyük çoğunluğu gereksiz olan yeni bilgiler üretmek” demektir. Ayrıntılar, birinci derece önemli olmayan ve aslında çoğu-zaman gereksiz olan bilgiler üretmek ve bunun üzerine konuşmak ve bir şeyi ayrıntılara göre açıklamaya çalışmaktır. İşte târih boyunca insanlar bu ayrıntılarda boğulmuşlar, böylece aslında çok açık olan şeyler, anlaşılmaz hâle gelmiştir. Sonra da o anlaşılmaz olan şeyleri anlayabilmek için yeni ayrıntılar üretilmiş ve sonunda da bir kısır-döngüye düşülerek, ayrıntılar hakîkatin yerine geçirilmiştir. Zîrâ şeytan idrâksizlikten ve sonunda da amel-eylemsizlikten beslenmektedir. Üstelik tartışmaya çok düşkün olan insan da ayrıntılardan hoşlanmaktadır. Tâğutlar da hîleli düzenlerini hep ayrıntılar üzerinden sürdürmektedirler. İnsanlar, ayrıntıyla yâni ek bilgilerle tanıştıktan sonra anlaşmazlığa düşmeye başlamışlardır:

 

“İnsanlar tek bir ümmetti. Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi ve berâberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere hak kitaplar indirdi. Oysa kendilerine apaçık âyetler (ilim) geldikten sonra, birbirlerine karşı olan ‘azgınlık ve kıskançlıkları’ yüzünden anlaşmazlığa düşenler, o, (Kitap) verilenlerden başkası değildir. Böylece Allah, îman edenleri, hakkında ayrılığa düştükleri gerçeğe kendi izniyle eriştirdi. Allah, kimi dilerse onu doğruya yöneltir” (Bakara 213).

 

Gerçek ve net ilim ve amel ile ortada bir sorun yokken, ayrıntılı bilgi ve amel-eylemsizlik durumu, insanları birbirine düşürmüştür-düşürmektedir. İnsanlık-târihinde ayrıntılarda boğulmak en çok da bir “ayrıntılar uygarlığı” olan modernizm ile birlikte zirveye ulaşmıştır. İnsanlık-târihinde üretilen tüm bilgilerin kat-kat fazlası modernizm ile birlikte ortaya çıkmıştır. Zîrâ modernizm bir ayrıntılar uygarlığıdır ve hayâtiyetini ayrıntılar üzerinden sürdürmekte ve devâm ettirmektedir. Fakat şu da bilinmelidir ki, ortaya çıkan tüm kötü düşünce, fikir, söylem ve eylemler de bu şeytan-işi ayrıntılar nedeniyle ortaya çıkmakta ve Dünyâ’yı fitneye düşürüp ifsâd etmektedir.

 

İnsanlık-târihi, yapılması gereken bir şeyi yapmamak için, yapılmaması gereken şeyleri yapmanın târihidir. Aynı-şekilde; bilinmesi gereken şeyleri bilmemek için, bilinmemesi gereken şeyleri bilmenin târihidir. Bilinmesi ve yapılması gereken şeyler apaçık olduğu, fakat bu nefse ağır geldiği için, yapmamak için ayrıntılara girilip durulmaktadır. Yapmamak için girilmedik ayrıntı kalmamıştır.

 

Oysa olması gereken şey, Allah’ın bildirdiği kadar bilmek ve bilinen şeyin gereğini yapmaktır. Zâten bilme de yapma da böyle tamamlanır. Lâkin amel-eylem hâlinde olmayınca ayrıntılarda boğulmak kaçınılmaz olmaktadır. Ancak amel-eylem hâlindeyken, şeyler farklı görülür ve doğru değerlendirilebilir. Yoksa ne bilgisiz amel ile ne de amelsiz bilgi ile bir şeyin net ve kesin olarak idrâk edilip yerine getirilebilmesi mümkün değildir.

 

En ayrıntısız bilgi, îmânın kazandırmış olduğu bilgi ve eminlik durumudur. Fakat bu şeytanın, nefsin ve tâğutların hoşuna gitmediği ve insanlar da bundan keyif almadıkları için, îman ile iknâ ve ihyâ olamayan ruhlar, sonsuz ayrıntılar arasında boğulmaya mahkûm oluyorlar.

 

Sorunumuz bilmek/anlamak/ayrıntılarda boğulmak değil; “inanmak ve yapmak”, sonunda da hem Dünyâ’da hem de âhirette iyiliğe kavuşmaktır. Fakat ayrıntılara girerek gereksiz çabalara düştüğümüz müddetçe aydınlığa çıkmamız mümkün olmayacaktır. Ayrıntıların bir sonu yoktur ve ayrıntılar bir oynama-oyalanma/hevâ-heves işidir. Hele ki mevcut dünyâ-şartlarında îmânî ve eylemsel işlere girişmeyip de gereksiz ayrıntılarla vakit isrâf etmek azap sebebidir. Zîrâ ayrıntılar, hiç-bir acıyı/zulmü/göz-yaşını/açlığı/susuzluğu/üşümeyi/ağlamayı/çığlığı/feryadı/dökülenkanları/mazlûmiyeti ve çâresizlerin alnına doğru gelen kahpe bir kurşunu bile engelleyememekte ve saptıramamakta yâni bir yara merhem olmamaktadır. Bakın müslüman coğrafyaya; 75 yıldır “İslâm’ı öğreniyorum-anlıyorum” diyerek aslında ayrıntılar içinde boğulmaktan başka bir şey yapmadıkları için Gazze yanıp-yıkılmaktadır ve kimse de bir şey yapamamaktadır. Çünkü net ve kesin bilgi, kararlılık, dik-duruş ve amel-eylem ortaya konulamamıştır ve hep ayrıntılar içinde boğulmuşlardır.     

 

Araştırma ayrıntılandırıldıkça hatâ ve yanlış artar. Böylece doğru bilgiye ve doğru amel-eyleme ulaşılamaz. Bu da ayrıntıların daha da fazlalaşmasına neden olur.

 

Dînin gerçek yönü pratiğinde kendini gösterir. Doğru bilginin sağlaması amel-eylem hâlinde ortaya çıkar. Fakat ayrıntılara düşüldüğü için İslâm’ın teorik yönü 1.400 yıldır tartışılıyor ama içinden çıkılamadığı için çelişki zamanla artmakta. Çünkü ayrıntılar nedeniyle ortaya çıkan karmaşa, yine yeni ayrıntılarla giderilmeye çalışılmaktadır. Oysa bunun tek ve kesin çözümü, İslâm’ı hayâta taşıyarak yâni yaşayarak bilmekten geçer. Yahudiler gibi, kitabın ana-temasını unutup lüzumsuz ayrıntılara dalmamak gerekir. Çünkü ayrıntılar bizi “kitap yüklü eşekler”e çevirmektedir.

 

Peygamberimize Kur’ân vahyedildiği anda, öğretilmiş de oluyordu. İnsanlar da, Peygamberimiz vahyi halka okuduğu-anda öğretmiş oluyordu. Ayrıca -bâzı sorular hâriç- ince ayrıntısına kadar açıklama yapmaya gerek görülmüyordu ve bilinenin gereğinin yapılmasına geçiliyordu.

 

Kur’ân Arapçası çok açık-seçik fâsih bir Arapçadır. Yâni Kur’ân’ı Kerim’i Rabbimiz her insanın kolayca anlayacağı şekilde indirmiştir. “Âyetün beyyinâtin” beyân edilmiş demek, “ayrıntısıyla kolayca anlaşılabilecek kadar açık ve anlaşılır kılınmak” demektir. Yâni Kur’ân zâten ayrıntısıyla indirilmiştir. Buna rağmen bir de yeniden ayrıntıya girmeye gerek yoktur. Çünkü bu, ayrıntılı açıklamaya, “yeni ayrıntılı açıklamalar yapmak” demek olacaktır:

 

“Bu Kur’ân, Allah’tan başkası tarafından yalan olarak uydurulmuş değildir. Ancak bu, önündekileri doğrulayan ve kitabı ayrıntılı olarak açıklayandır. Bunda hiç şüphe yoktur, âlemlerin Rabbindendir” (Yûnus 37).

 

O-hâlde Kur’ân’ı Kerim’i anladığımız ve aklettiğimiz dilde okuyup hayâtımıza geçirmeye çalışmalıyız, bu bize farzdır ve bizim için yeterlidir. Üstelik Kur’ân’da peygamberlerin mücâhede ve mücâdeleleri ayrıntıları ile anlatılıp dururken; “ne yapmalı?”, “nasıl yapmalı” sorularını sormak abestir, samîmiyetsizliktir. Kur’ân kıssaları, “İslâmî Hareket Metodu”dur.

 

Modern zamanlarda müslümanları en çok engelleyen şey “ne yapmalı?” sorusudur. Kur’ân, peygamber kıssaları ve “sünnet” ortadayken ve en ince ayrıntısına kadar biliniyorken, “ne yapmalı” sorusunu sormak, gayr-ı ciddî bir soru olsa gerek. “Ne yapmalı” sorusuna “muhteşem bir cevap” almayı mı bekliyorsunuz?. “Ne yapmalı” sorusunun cevâbı, “yapmalı”dır.

 

Ayrıntılar bâzen konuyu anlamamızın önüne geçer. Bu nedenle üzerinden belli bir zaman geçen yıllar, ayrıntıları elendiği için daha net görülür, değerlendirilir, iyi akılda kalır ve idrâk edilebilir. Kuş-bakışı bir bakışla olay çok net görülebilir.

 

Evet; ayrıntılar bizi yahudiler gibi Allah’ın emirlerini yerine getirme noktasında gevşetmekte, ha-bire ayrıntılara sokmakta ve yapılması gerekeni yapmaktan alıkoymaktadır. Ayrıntılar bizi ayrılıklarda bırakmakta ve aynı kararlılıkta birlik üzere olmamıza engel olmaktadır. Ayrıntılar geleneksel olanı da modern olanı da ayrıntıdır ve bizi oyalamakta ve boğmaktadır. 

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Nîsan 2024

 

Devamını Oku »

Dedeler, Babalar, Atalar


“Ne zaman onlara: ‘Allah’ın indirdiklerine uyun’ denilse, onlar: ‘Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye (geleneğe) uyarız’ derler. (Peki) Ya atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış idiyseler?” (Bakara 170).

 

Hakkıyla bilinmeyen ve uygulanmayan din, birileri tarafından “dedelerin, babalarının ve ataların malı” gibi kullanılmaya başlanır. Böyle din, “dedeler, babalar ve atalar dîni” olup çıkar.

 

Kanımca dedelerin, babaların ve ataların izinde gitmek, “tecrübenin izinde gitmek” olarak doğrudur ama bu sâdece yeme-içme, giyme, konuşma, davranma vs. gibi konulardadır. Dedeler, babalar ve atalar bu dünyevî konularda tecrübe ede-ede doğala, normâle ve fıtrata uygun olanı genelde bulmuşlar, bilmişler ve uygulamışlardır. Fakat dîni konular başkadır ve tecrübenin sonucunda ortaya çıkmaz. Din yâni Allah katındaki tek hak din olan İslâm, tecrübenin değil, Allah’ın bildirdiği ve peygamberlerin uyguladıkları gibidir. İslâm kısaca; “Allah ne dediyse o, peygamberler nasıl yaptıysa öyle”dir. Buna rağmen “dede”lerin, “baba”ların ve “ata”ların ifsâd ederek değiştirip başkalaştırdığı bâtıl düşünce, inanış, söylem ve eylemlerin hakîkatle hiç-bir ilgisi yoktur.

 

Tüm millet, ırk ve kavimlerde, gerek geleneksel gerekse modern anlamda inansalar hep dedelere, babalara ve atalara uymuşlardır-uymaktadırlar. Dedelere, babalara ve atalara uymak târihte kalmış bir şey değildir ve bu modern anlamda da devâm etmektedir. Modernizm denilen Allahsız sistem, aynen eski Allahsızlıklar gibi “dede”lere, “baba”lara ve “ata”lara uyma dînidir. Bakın modern toplumlarda ve devletlere; herkes yakın yada uzak geçmişteki dedelerine, babalarına yada atalarına uymaktadırlar ve onların izinde yürümektedirler. Üstelik modernler, dedelerine, babalarına ve atalarına tapan eski toplumlardan çok daha şiddetli bir şekilde dedelerine, babalarına ve atalarına tapmaktadırlar. Çünkü modernler de hep  eski şâşâlı günleri özlemektedirler. Zîrâ modern devletler ve toplumlar; ırkını, kavmini, dilini, etini, kanını, kemiğini ve eski kültürünü kutsamak demek olan milliyetçilik ve ulusalcılıkla mâlûldür. Bu durum tüm toplumlarda olduğu gibi Türk toplumunda da vardır ve belki de diğer toplumlara göre çok daha bârizdir.

 

Türkler içinde meselâ Türk ve Altay mitolojisinde Oğuz Kağan olarak bilinen Oğuz Ata’yı kutsamayan bir toplum yoktur. Oysa Oğuz Kağan diye birinin yaşayıp-yaşamadığı bile belli değildir. Üstelik Oğuz Han’ın aslında Mete Han olduğu iddiâları vardır ve Mete Han’ın babası Teoman’dır. Peki niye Teoman değil de Oğuz Han?. Bunun nedeni olsa-olsa Oğuz Kağan Destânı nedeniyledir. Tapmak ve uymak için bir ata arayan Türkler, onu Oğuz Kağan Destânı içinde bulmuşlardır. Putperest diye atalara tapmanın ve onlara uymanın şirk olduğunu söyleyen müslüman türkler, bir putperest olan Oğuz Kağan’ı kutsamaktan geri kalmazlar. Türklerde İslâm’dan önce dedelere ve atalara uymak ve onları izlemek yaygınken, İslâm’dan sonra daha çok “baba”lar öne çıkmıştır. İslâm’dan önce Oğuz Ata, Korkut Ata veyâ Dede Korkut, Ay Ata yada Ay Dede, Dedebaba, Alevi-Bektâşi dedeleri vs. öne çıkarken, İslâm ile birlikte dede-atadan baba-ataya dönmüştür.

 

İslâm’dan önce dede-atalar öne çıkarken -ki bunlar genelde şamandırlar-, İslâm’dan sonra ise baba-atalar öne çıkmıştır ki bu etki hâlen devâm etmektedir. Öyle ki Türkler cumhûriyet ile birlikte modern batı Avrupa uygarlığına dönmüş olmalarına rağmen hâlen “ata”larına uymaya, onun izinde gitmeye ve “ata”ya tapmaya devâm etmektedirler. Hâlbuki hayatta tek mürşidin ilim ve akıl olduğunu söyleyip durmaktadırlar. Bu-bağlamda Atatürk, Türklerin modern ata-babasıdır. Baba İlyas, Baba Resûl, Somuncu Baba, Oruç Baba, Barak Baba, Demir Baba hep, Türklerin dillerinden düşürmediği babalardır. Hâlbuki bunların dîni inançlarına bakıldığında, Kur’ân ve Sünnet-merkezli İslâm üzere değil, üzerine uydurmalardan müteşekkil müslüman soslarının döküldüğü şaman-merkezli bâtıl din, inanç ve düşüncelerde oldukları görülür. Zâten Türklerin kutsadığı tüm dedeler, babalar ve atalar hep bâtılın sözcülüğünü ve temsilciliğini yapmıştır- yapmaktadır, İslâm’ın değil.  

 

Bu-bağlamda genel anlamda tüm toplumlar, özel anlamda ise Türklerde ata-sözleri, Allah’ın ve peygamberlerin sözlerinden üstün tutulmuştur ve tutulmaktadır. Allah’ın indirdiği vahiyler değil de; Binbir Gece Masalları’ndaki, Dede Korkut Hikâyeleri’ndeki, Dîvân-ı Lûgâti't-Türk’teki, Kutadgu Bilig’teki, Kül Tigin, Bilge Kağan ve Tonyukuk Kitabeleri’ndeki sözler, Ahmet Yesevi, Hacı Bektaş, Mevlâna, Yûnus Emre ve Ata-türk’ün sözleri ve Nutuk Kitabı’ndaki söylemler üstün tutulmaktadır. Fakat unutulmasın ki bunların hepsi de “dede”lerin, “baba”ların ve “ata”ların sözleridir.

 

Bu-bağlamda birileri, hem sistemden hem de “yaşayan” insanlardan umûdunu kesince, türbelerden yâni ölülerden medet ummaya başlamaktadırlar. Bu türbeler ister klâsik ve geleneksel isterse de modern türbeler olsun fark etmez. Allah’a sığınacaklarına, âhirete ve vahye umut bağlayacaklarına “ata”lara, “baba”lara ve “dede”lere bel bağlamakta, sorunların çözümleri için “şirke düşerek” ölülerden medet ummaktadırlar. Çünkü dediğimiz gibi; din’den, dolayısıyla Allah’tan, âhiretten ve vahiyden umutlarını kesmişlerdir ve bunun sonucu ve -sünnetullah gereğince- cezâsı olarak da geçici olan kişilere ve şeylere umut bağlamaktadırlar. Çünkü insan mutlakâ bir şeye umut bağlamak zorunda olan bir varlıktır. Umut bağlanmaya değer tek varlık ise âlemlerin Rabbi olan Allah’tır. Zâten ancak Allah, kendisine bağlanan umutları istismâr etmez ve boşa çıkarmaz. 

 

Türkiye’de 15 Temmuz sonrası ortaya çıkan çâresizlik, “denize düşenin yılana sarılması” şeklindedir. Çünkü bir çâresizlik varsa, âcil bir durum varsa, halk aceleci davranır ve ortaya çıkan düşüncelere ve hareketlere çabuk kanar ve eklemlenir. Çünkü insan başına gelen bir sorunu hemen çözmek ister yada o sorundan bir-an önce kaçıp kurtulamaya bakar. İşte bu nedenle bu sorunlara çâre olduğunu söyleyen yapılara hemen bağlanabilir ve o-anda hem bir kriz durumu olduğu için hem de Kitap ve Sünnet-merkezli bir din-düşünce anlayışı olmadığı için bu hareketlere hemen inanıp bağlanabilirler ve hareketi benimseyebilirler. İşte 15 Temmuz’da olan da budur. Çok güvendikleri kişilerin yaptıkları karşısında şok olan genel halk, çâreyi o yapıdan uzaklaşmakta bulmuş fakat Allah yerine, yine kendilerinde hayâl kırıklığı oluşturan ve oluşturacak kişiler gibi benzer kişilere ve kurumlara sığınmışlardır. Bunu kurtuluş zannetmektedirler. Zîrâ o anki olağan-üstü durum karşısında doğru düşünememişler ve çâresiz bir durumda kalmışlardır. O çâresizlik durumu ve “sürekli cehâlet” onları doğru yola ulaştıramamıştır. Zâten “baba”lar, “dede”ler ve “ata”lar işte böyle zamanlarda ortaya çıkarlar ve birer kurtarıcı olarak kabûl edilip ünlenirler.

 

Ramazan’ın ilk gününde Oruç Baba Türbesi’ne gidip diz çöküp huşû ile duâda ve istekte bulunmak ile, ulusal bayramlarda ve özel günlerde Anıtkabir’e gitmek ve Ata’nın huzûruna çıkarak, yine huşû ve saygı ile dimdik durmak arasında, “hurâfe olmak bakımından” bir fark yoktur. İkisi de bir tapınmadır, şirktir, küfürdür. Allah’ın karşısında saygıyla durmayı ve O’na  eğilmeyi bağnazlık olarak görenler; dedelerin, babaların ve ataların karşısında huşû içinde saygı duruşunda bulunabilmektedirler. Mekke müşriklerinin, “biz sâdece atalarımıza uyarız” dedikleri gibi, modernler de “sâdece ata”larına uymaktadırlar. Değişen hiç-bir şey yoktur.  

 

Hz. İbrâhim’in babası, İbrâhim’i putlara kurbân edip ateşe atmak isterken, Hz. İbrâhim, oğlu İsmâil’i, Allah’a kurbân etmek istemişti. Babası ile arasındaki fark budur. Çünkü bir şeyin gerçek anlamda değişmesi, insan-merkezlilikten çıkıp Allah-merkezliliğe dönüş ile olur ancak. Peygamberler de zâten bunu bildirmek ve değiştirmek için gönderilmişlerdir:

 

“Babaları uyarılmamış, böylece kendileri de gâfil kalmış bir kavmi uyarman için (gönderildin)” (Yâsîn 6).

 

Şu da var ki, modern nesil, “atalara tapmayalım” sözünü abartınca, ataların (anne-baba, dede-nine) değeri kalmadı ve birer yük olarak görülmeye başladılar. Târih boyunca anne ve babasının iyi niyetini ve çabasını, modern gençlik gibi istismâr eden bir nesil hiç olmamıştır. Dedelere, babalara ve atalara uymaktan -sözde- vazgeçtikleri için, dedelerini-ninelerini, babalarını-analarını yâni atalarını sevmekten de vazgeçmek, “tersinden bir cehâlet”ten başkası değildir. Tecrübe önemlidir ve tecrübe-sâhibi olan ana-babanın sözünü dinlemeyince Dünyâ’da; Allah’ın sözünü dinlemeyince hem Dünyâ’da hem de âhirette azap olur.

 

İslâm’da atalara değil, vahye uymak ve peygamberleri tâkip etmek esastır, dedelere, babalara ve atalara uymak değil.  

 

Evet; şirk, “Allah’a inanmak ama atalara uymak”tır. Şirk, “Allah’ın ekmeğini yiyip, atalara tapmak”tır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Nîsan 2024

 

Devamını Oku »

İnandığını Sanmak

 

“İnsanlar, (sâdece) ‘îman ettik’ (ve müslüman olduk) diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2).

 

İnanmak ile inandığını sanmak çok farklı şeylerdir. İnanıyorum diyenlerin büyük çoğunluğu aslında inandığını sananlardır. Çünkü insanlar inanmayı “sâdece inanmak” zannediyor ve “inanıyorum”   dediklerinde işin bittiğini zannediyorlar. Hâlbuki inanmak, “îman etmek ve sâlih amel işlemek” demektir. Sâlih amel olmadan tek-başına sâdece inanmak “îman” olmadığı gibi, sağlam bir îman olmadan yapılan ameller de “sâlih amel” değildir. Îman etmek ve sâlih amel birlikte olduğunda tamamlanır ve anlamını-hedefini bulur. Çağdaş müslümanlarda amel-eylem olmadığı gibi amel-eylem düşüncesi bile olmadığı için, aslında “müslümanım” diyenlerin %90’ının inandığı falan yoktur ve sâdece inandıklarını zannetmektedirler. Îmân etmenin ne demek olduğunu bilmeden nasıl îman edilecek ki!. Ey îman edenler!, siz neye îman ediyorsunuz?.

 

Müslümanlar da dâhil inançlı insanlar, Dünyâ’da bulunmanın yegâne amacının imtihan ve sorumluluk değil de, “Dünyâ’dan olabildiğince zevk almak” ve “Dünyâ’nın tadının çıkarmak” olduğunu zannediyor. Buna rağmen yine de inandığını sanıyorlar.

 

Nice inançlılar vardır ki bâtıl yolda gitmelerine rağmen hak yolda olduklarını sanmaktadırlar. Çünkü insan dîne göre yaşamadığında, yaşadıklarını din zannetmeye başlar. Çünkü bir kere “inanıyorum” demiştir. Lâkin inanmayı başka, bilmeyi başa, yapmayı ise bambaşka şeyler sanmaktadır. Hak yola girmemenin yada hak yoldan çıkmanın Dünyâ’daki cezâsı, “bâtıl yolu hak zannetmek”tir.

 

Sapık bir yolda giden kişi, cehenneme girene kadar, gittiği yolun doğru ve hak olduğunu zanneder. Herkes farklı-farklı yollara sapmışken, yine de hak yolda olduğunu ve hakkıyla inandığını sanmaktadır. Oysa hakkın yolu birdir ve ondan başka tüm yollar, bâtıl yollardan biridir. 

 

İnanmak, Allah’ı varlığını kabûl ettikten sonra, O’nun kânunlarının en iyi kânun olduğunu kabûl etmek, Allah’ın kânunlarını savunmak ve hâkim kılmak istemek demektir. Allah’ın kânunları yerine beşerin çıkaracağı (sistem-içi) kânunlarla iyiliğe gidileceğini sanmak, derin bir cehâlet ve ağır bir ahmaklıktır. Bu-bağlamda muhâfazakâr partilerden birine oy vererek onu desteklemenin inanmak olduğunu sananlar vardır. Oysa bu düpedüz bir şirktir. Zîrâ oy kullanmak, Allah’ın kânunları yerine beşerin kânun çıkarmasını onaylamak demektir ki bu aynı-zamanda Allah’ın kânunlarını istememek anlamına gelir.

 

Şerefsiz-zâlim batı’nın felsefesini, ideolojilerini, düşüncelerini, bilimini, tekniğini ve sistemini İslâm ile birleştirmeyi inanmak sanan câhiller türemiştir. Üstelik bu argümanlar üzerinden sürekli olarak 1.400 yıllık İslâm târihine vuruyorlar. Bunu da “iyi müslümanlık” zannediyorlar. Batı’ya meftûn ve râm olanlar, İslâm’ı “kötülüğün kaynağı” zannetmeye başladılar, bir de böyle olmayı inanmak zannetmektedirler.

 

Birileri; Kur’ân’ı çok iyi anlayınca ahlâklı ve îmanlı bir insan-müslüman olacağını zannediyor. Lâkin ahlâkın bilgisi ahlâk olmadığı gibi, îmânın bilgisi de îman değildir. Îman, îman-amel birlikteliğidir. Îman ve ahlâk sahada ortaya çıkar ve ispatlanabilir.

 

“Kur’ân dilini ne kadar iyi bilirsem o kadar iyi müslüman olurum” zannedenler var. Kur’ân dili ile fazla uğraşıldığında, yâni kelimenin kökeni fazla araştırıldığında, kelime, bütünlüğünden koparıldığı için kelimenin ve sonuçta cümlenin anlamı değişiyor. Ortaya çıkan yeni anlam ise, “Kur’ân’ın asıl bilinmesi gereken gizli anlamı” zannediliyor. Bu gizli anlam ise, amele-eyleme dönmediği gibi, ancak mevcut hâkim paradigmayı kutsuyor.

 

Kur’ân’a orijinâl kendi bütünlüğü içinden bakmayıp da dışarıdan oluşturulmuş etkilerle (tasavvuf, ehl-i sünnet, târihselcilik, modernizm vs). etkilerle bakıldığında, Kur’ân’la ilişki bozuluyor ve bu bozulmayla berâber modern-bilime bakıldığında Kur’ân ile modern-bilimin aynı olduğu zannediliyor. Böyle olunca da Kur’ân’ı modern-bilime ne kadar uydurursa o derece îmanlı olacağını düşünenler ortaya çıkıyor.

 

Kur’ân’ı, “amel-eylem kitabı” değil de, kuru-kuruya sâdece “okuma kitabı” zannederek bilgi biriktirmenin inanmak anlamına  geldiği sanılıyor.

 

“Ne kadar çok bilirse o kadar imanlı olacağını” sananlar var. Çok bilmek daha doğrusu çok bilmeye çalışmak yada çok bildiğini sanmak îmânı azaltır. Çünkü her-şeyi bilirseniz ve bilmeye kalkarsanız yada bildiğinizi veyâ bilinebileceğini sanırsanız, geriye îman edecek bir şey kalmaz. Bu “îmansızlaşma”yı ortaya çıkarır ki aklı ve bilgiyi ilahlaştırmış olan modernizmin îmansızlığı ve modern insanın îmânının bitme noktasına gelmesinin nedeni budur. Fakat buna rağmen yine de inandığını sananlar var. 

 

Cemaatler, yaptıkları modern etkinlikleri, “dînî faaliyetler” zannediyorlar. Bu etkinliklere katılmayı inanmak sanıyorlar.

 

Bayramdan-bayrama ve cumâdan-cumâya namaz kılmayı, serin ve kısa günlerde oruç tutmayı, bir-kaç kuruş sadaka vermeyi vs. yeterli görerek bunları yapmayı inanmak sananlar var. İnsanların-Müslümanların büyük çoğunluğu, İslâm’ı “namaz ve oruçtan ibâret bir din” zannediyor. İlginçtir; bu düşüncede olanlara namaz ve oruç çok zor geliyor.

Kandil, bayram, özel gün ve gece mesajı atmayı dindarlık zannedenler  var ki bunlar bunu inandıkları için yaptıklarını sanmaktadırlar. Peki cep telefonlarının olmadığı zamanlarda bu tür mesajlaşmaları önemli ve olmazsa-olmaz olarak görüp de uzaktaki birine mektup yazarak kandilini kutlayan var mı?.

 

Modern müslüman, “çok” olanın “doğru” olduğunu zanneden ahmak kişidir. Bu-bağlamda, “ne kadar çok arttırırsam o kadar inançlı olurum” diye düşünenler var. Para ve mal-mülk biriktirmeyi dindarlık olarak görenler var.

 

Modern müslümanlar, “düzeltmek” için, hiç-bir şeyi kırıp-dökmeden, hiç gürültü-patırtı yapmadan bir düzeltmenin olabileceğini zannediyorlar. Oysa insanlık-târihinde sessiz-sedâsız yapılmış bir “düzeltme” örneği yoktur. Fakat buna rağmen sessiz kalmayı, hoş görmeyi, gevşek davranmayı inanmak sanıp, eleştiri, îtirâz ve isyân etmeyi yobazlık ve terör olarak görüyorlar. Müslümanların en büyük yanlışlarından biri de; “ancak siyâsetle çözülebilecek” olan şeyleri, eğitim-öğretim ile çözebileceklerini zannetmeleridir.

 

Modern müslümanlar; Dünyâ’nın ahlâkî, sosyâl, âilevî, ilmî, insânî, tıbbî, ekolojik vs. çöküntülerine rağmen, -görece- ekonomik ve maddî ilerlemeyi, “İslâm’ın ilerlemesi” zannediyor ve sırf bu çağda yaşadığı için kendini inançlı olarak görüyor.

 

Peygamberimiz’e îman ve itaat etmemeyi îman zanneden ahmaklar bile var. Peygamberimiz’i ne kadar adam yerine koymazsa o oranda kendini îmanlı sayanlar ortaya çıktı. Bunlar  Peygamber’i “dilsiz” zannediyor. Peki bu Peygamber hiç ağzını açıp da bir laf etmedi mi?. Hiç durmadan sürekli konuşan bir Peygamber olmadığı gibi, hiç konuşmayan bir Peygamber de yoktur.

 

Ahzâb Sûresi 21. âyetin de onayladığı gibi, Peygamber’in en ideâl örnekliği olan Sünnet’ini hesâba katmayanlar, İslâm’ın “uygulanamaz bir din” olduğunu zannediyorlar ve üstelik Peygaberimiz devre-dışı bırakmanın inanmak olduğunu sanıyorlar.

 

Akla mutlak anlamda uymayı ve onu vahyin de üstüne çıkarmayı inanmak sanıyorlar. Oysa akıl daha ziyâde uygulama noktasında geçerlidir. Peygamberimiz, modernistlerin zannettiği gibi Kur’ân’ın hiç-bir yerinde, “ben aklıma uyarım” demez, “ben bana vahyolunana uyarım” der.

 

Sünnet’i göz-ardı etmeyi ve takmamayı iyi müslümanlık olarak görenler var. Sünnet göz-ardı edildiği için, Kur’ân’ın “modern” yorumları, vahyin gerçek yorumları zannediliyor. Sünnet, 23 yıllık “ağır bir yaşanmışlık” örneğidir ki, Peygamberimiz’in saçlarını ağartırken, belini bükmüştür. Yoksa Sünnet, birilerinin zannettiği gibi; “misvak, kıl-tüy ve çabut” konuları değildir. Uydurulmuş rivâyetleri ve zırvalıkları “Sünnet” zannetmek ağır bir ahmaklıktır.

 

Peygamberlerin her yaptıklarını “mûcize” zannederek onların gösterdiği “üstün gayret”i yok saymayı iyi dindarlık zanneden câhiller var.

 

Seküler Allahsız sistemin başına inançsızlar yerine namaz kılanları getirmeyi inanmak ve dindarlık olarak görenler var. Peygamberlik öncesi Mekke’nin mazlumları, mazlumluktan kurtulma umûdunu, merhâmetli müşriklere bağlamışlardı. Şimdikiler de aynısını yapıyorlar; “diğeri” gelirse rahatlayacaklarını ve adâlete kavuşacaklarını zannediyorlar. Hâlbuki sorun kişilerde değil, “sistem”dedir. Sistem-değişikliği yapılmadığında, hiç-bir değişiklik de olmayacaktır.

 

İslâm’ı zamâna ve moderne uydurmayı inanmak sanıyorlar. Popüler câhil müslümanlık, zamânın değişmesiyle Kur’ân’ın da zamâna uydurulabileceğini zannediyor.

 

Bâzıları da içki sofrasında domuz eti yememeyi “dindarlık” ve “inanmak” zannediyor. Hak ile bâtılı karıştırmak ile inanmak arasında hiç-bir ilişki yoktur.

 

Peygamberimiz’e isnât edilerek uydurulan hadisleri, sözleri, rivâyetleri ve zırvalıkları baş-tâcı etmeyi, onları ezberlemeyi, her yerde söylemeyi ve yazmayı “inanmak” ve “iyi dindarlık” sanıyorlar. Gasvlara, kutuplara, şeyhlere, hocalara, efendilere, lîderlere, aslında şeytandan gelmesine rağmen Allah’tan geldiğini sandıkları tecellilere, rüyâlara, uçtu-kaçtı hikâyelere, saçmalıklara, boş gayretlere ve İslâm’ın yıktığı şeyleri din zannederek gayretle sürdürmeyi “inanmak” ve dindarlık sanıyorlar. Atalara ne kadar uyarlarsa o oranda dindar olacaklarını sananlar vardır. Oysa inanmak, vahye inanmak ve onun gereğini yapmak demektir.  

 

Târihselciler, modernistler, “sâdece Kur’ân’cılar, Sünnet ve Peygamber düşmanları, doğulu ve Arap düşmanlığı yapanlar, Kur’ân’ı felsefeye ve modern-bilime boğduranlar, filozofları peygamberlerden üstün tutanlar, bilim-adamlarını kutsallaştıranlar vs. kendilerini inanıyor sanmaktadırlar.

 

Klâsik ve geleneksel hurâfeleri yererken modern hurâfeleri ise övenler kendilerini inanıyor zannediyorlar.      

 

Küresel tâğutlar, yaptıkları şerefsizlikleri İslâm’a yıkarak sürdürüyorlar. Ahmaklar da “iyi olan ne varsa modernlikten dolayı”; “kötü olan ne varsa İslâm’dan dolayı” oluyor zannediyor. Böyle düşünmek ve bunu kabûl etmekle inandığını sanan ahmaklar vardır.

 

Îmânın hiç-bir gereğini yerine getirmediği ve hayâtını îman-merkezli olarak yaşamadığı hâlde yine de inandığını sanmak tam bir câhilliktir. Îman başka bir şey, inandığını sanmak ise bambaşka bir şeydir. Fakat bunu ancak gerçekten îman eden ve sâlih amel işleyenler görebilir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Nîsan 2024

Devamını Oku »

6 Nisan 2024 Cumartesi

Söz ve Amel

 

“Kim izzeti istiyorsa, artık bütün izzet Allah’ındır. Güzel söz O’na yükselir, sâlih amel de onu yükseltir. Kötülükleri tasarlayıp düzenleyenler ise; onlar için şiddetli bir azab vardır. Onların tasarladıkları ‘boşa çıkıp bozulur” (Fâtır 10).

 

“Îman edip sâlih amellerde bulunanlar; ne mutlu onlara. Varılacak yerin güzel olanı (onlarındır)” (Ra’d 29).

 

Îman söz ile başlar ama söz ile bitmez, çünkü söz ile ispatlanmaz. Îman bir iddiâdır ve ancak amel-eylem ile ispatlanabilir. İslâm, söz ve amel bütünlüğüdür.

 

Âyette denildiği gibi, Allah’a kötü sözler yükselmez ve sâdece güzel sözler yükselir. Fakat güzel sözleri de ancak sâlih ameller yükseltebilir. Yoksa güzel söz de kendi başına yükselemez. İnsan da öyledir; onu gerçek anlamda yükselten sözü değil, amelidir. Zâten insanın sözünü yükseltebilmesi ve têsir edebilmesi, söz-amel bütünlüğünden sonra olur.

 

“Kötü söz sâhibine âittir” denir. Doğrudur, kötü sözler sâhibine âittir, çünkü sâhibinden çıkmıştır ve yine sâhibine zarar verir. Küçükken söven bir çocuğa; “sen aslında kendine sövüyorsun ki!” derdik. Bize böyle öğretilmişti. Bu doğrudur. Söven sövgüyü kendine eder ve kendine zarar verir. Eğer sövgüyü, sövülen kişi duymuyorsa yada kendisine sövüldüğünden haberi olmuyorsa, her sövgü ve küfür, onu edene zarar verir ancak. Allah’a yapılan sövgüler ve kötü sözler de O’na yükselmeyeceği için, yine sâdece söveni olumsuz etkiler.

 

Allah’a küfretmek iki şekilde olur: 1-Söz ile küfretmek, 2-Eylem ile küfretmek. Nice, eylemleri ile Allah’a küfredenler vardır ki, Allah’a söz ile küfredenleri kınarlar. Eylem ile yapılan küfür aslında çok daha ağırdır, çünkü lafta kalmamıştır, fakat ilginçtir, eylem ile yapılan sövgü ve küfür, söz ile yapılan sövgü ve küfür gibi görülmüyor.

 

Bir şey söz ile daha iyi anlatılır fakat söz, yazıya geçince daha etkili olur. Çünkü amel daha etkilidir. Söz yaralar ama amel öldürür. 

 

Yükselteceğiniz söz “dünyâ sözü”dür ve onu “dünyâ ameli” ile yükseltebilirsiniz yâni sözü yükseltmeyi Dünyâ’da iken ve yaşıyorken yapabilirsiniz. Çünkü âhirette tüm söz Allah’ın olacaktır. Çünkü O din-gününün sâhibidir. (Mâliki yevmiddin).

 

Kur’ân sâdece “okunup geçilecek bir söz-yığını” değil, yerine getirilmesi gereken tâlimat-nâmeler manzûmesidir. Allah, sözü yâni Kur’ân’ı yere indirmiştir, bizim yapmamız gereken şey, o sözü amel yâni Sünnet ile taçlandırıp tekrar yükseltmektir. Çünkü biz âhirette, Dünyâ’dan gönderdiklerimize göre değerlendirileceğiz. 

 

Peygamberler sözü ve ameli yükselmek için gönderilmişlerdir. Ettikleri sözler hep amele dönüktür. Eyleme dökmeyecekleri sözleri etmezler ve “sâdece söylemiş olmak için” söz söylemezler:

 

“Ey îman edenler!; yapmayacağınız şeyi neden söylersiniz?. Yapmayacağınız şeyi söylemeniz, Allah katında bir gazab (konusu olması) bakımından büyüdü büyük bir suç teşkil etti” (Saff 2-3).

 

Allah, vahiy aracılığı ile peygamberler üzerinden; bir şahsiyet modeli, bir ahlâk modeli, bir duruş ve direniş modeli, bir İslâmî Hareket metodu-modeli, bir toplum modeli, bir devlet modeli ve bir medeniyet modeli ortaya koymuştur. Kıssalar, bu örnek modellerin anlatılarıdır. Bu “örnek model” son olarak Hz. Muhammed üzerinden ortaya konmuştur. İşte “usvetun hasenetun” yâni “güzel örneklik” denen ve literatürde “Sünnet” olarak bilinen şey, bu örnek modeldir. Bu “örnek model”, yapılan yanlışların Allah tarafından vahiyle düzeltilmesiyle meydana gelmiş en ideâl modeldir. “Allah kotrôlünde” ortaya konmuş bir modeldir. En ideâl örneklik ve “yaşanmışlık”tır (Ahzâb 21). Güzel örneklik, Kur’ân’ın ete-kemiğe ve söze bürünmüş hâlidir. Kur’ân’ın pratiği gösterilmiştir bu örneklikle. Söz, amel-eylem ile taçlanmıştır. Bu nedenle bu modelin-örnekliğin göz-ardı edilmesi yanlıştır. Bu “güzel örneklik”, “amel ve eylemin kaynağı” olmak bakımından kıyâmete kadar bağlayıcıdır. Kur’ân, “sözün, bilginin ve bilincin kaynağı” iken, Sünnet ise, “amel ve eylemin kaynağı”dır. İslâm, bu ikisinin toplamıdır.

 

Mebzûl miktarda tekrarlanıp duran; “Kur’ân bize yeter” sözü, eğer “salt Kur’ân”dan bahsediliyorsa yanlıştır. Çünkü bu, “bize sâdece söz yeter” anlamına gelir. Kur’ân bilgi ve bilincin kaynağı iken, amel ve eylemin kaynağı ise Sünnet’tir (hadis değil). O-hâlde bize yetecek olan ne salt söz yâni Kur’ân, ne de salt amel yâni Sünnet’tir. İkisinin birlikteliğidir. Modern zamanlarda müslümanların perişân hâllerinin nedeni, sözü yâni Kur’ân’ı okuyup da Sünnet örnekliği ile amelde-eylemde bulunmamaktır. Kur’ân bize yeter ise neden yetmiyor da müslümanlar perişân ve sefil bir hâlde yaşıyor ve aşağılanıp duruyor?.

 

Peygamberlerin söz ile söylediklerinden yâni hadislerinden ziyâde, fiîlen yaptıkları amel-eylem yâni Sünnet’i bağlayıcıdır. Zâten Sünnet, sahih hadislerin ete-kemiğe bürünmüş hâlidir. Sünnet söz değil, amel-eylemdir. Bu nedenle “gayr-ı metluv vahye” değil, “metluv vahye” dayanır. Bu nedenle söz ile yâni “müslümanım” demekle müslüman olunmaz, “müslümanlık yapmak”la müslüman olunur ve müslümanlık ispât edilmiş olur.

 

Tevrat’la amel edeceğine söz verip de “Cumartesi Yasağı”nı çiğneyerek sözünden dönen yahudiler, “maymun ve domuz” oldular. Şimdi müslüman(!) olarak sözümüzde durmadığımız için, biz de “maymun ve domuz” mu oluyoruz acaba?. Çünkü Allah’a verdikleri “söz”ü tutmayanlar maymunlaşırlar ve de domuzlaşırlar.

Allah’a ve âhirete inanmayanlar “sözünü tutmak” gibi bir sorumluluk duymazlar. Sözünü tutmak sözün gereğini yapmakla yâni amel-eylem ile olur.

 

Esâsen söz yâni Kur’ân Allah’a, amel-eylem yâni Sünnet bize âittir. Allah bize zımnen; “alın bu sözü de sâlih amel ile yükseltin” demiştir. Fakat müslümanlar Allah’ın sözü üstüne söz söylemekten fırsat bulup da sözün gereğini yerine getirmiyorlar. Zâten hâl-i pür melâllerinin nedeni budur. 

 

Ahzâb Sûresi 21. âyette bize örnek gösterilen şey, Peygamberimiz’in vahiy-merkezli olarak yaptığı amel-eylem yâni Sünnet’dir. Söz değil, amel örnek gösterilmiştir. Söz en azından ikinci plândadır. Fakat insanlar sözü öne çıkarıp ameli arka-plâna atıyorlar. Böylece sözün gereği yerine getirilmemiş oluyor ve söz de boşa çıkmış oluyor. Bakın son 75 yıldır okunan, yazılan ve söylenen sözler, amele-eyleme etkili bir şekilde dönmediğinden dolayı, Gazze için faydalı olmuyor. Esâsen son 75 yıldır yapılan “sözü yükseltme” çalışmaları amele-eyleme dönülmediği için boşa çıkmıştır ve yapılanların “sözü yükseltmek” değil,  “sesi yükseltmek” olduğu görülmüştür. Gazze Savaşı bize bunu çok net olarak göstermiştir.     

 

Allaha ancak güzel sözler yükselir ama güzel sözler de kendi-kendine yükselmezler. Güzel sözü yükseltecek olan şey sâlih ameldir. Hattâ îman etmek bile tek-başına yeterli olmaz da ardından sâlih amel işlemekten bahsedilir ki hem îman tamamlansın hem de îman Allah’a yükselsin.

 

Allah sözden ziyâde amele bakar. Çünkü O boş laflara kanmaz. Allah bizi âhirette bildiklerimiz ile değil de yaptıklarımızla yada yapmamız gerekirken yapmadıklarımızla yargılayacağı gibi, bu Dünyâ’da da böyledir; sözümüzden ziyâde amelimize-eylemimize bakar.

 

Âlim olan ve her-şeyi bilen Allah’a karşı sözümüz yâni bildiklerimizle övünmek hem küstahlık hem de ahmaklıktır. Tereciye tere mi satacağız!.

 

Hakîkati sert yada yumuşak sözlerle söylemek onun hakîkat olduğunu değiştirmez, hakîkat her zaman hakîkattir. Fakat hakîkatin têsir etmesi için onu güzel bir dille söylemek gerektiği gibi, yükseltmek için de sâlih amel gerekir.

 

Eylemin tohumu sözdür. Kötü ve iyi amel, konuşarak başlar. Kişinin ne  olduğu,  sözünden ziyâde, amel-eylem ile belli olur.

 

İhlâs ile söylenmeyen söz ve takvâ ile yapılmayan iş, etki de etmez, Allah’a da yükselmez.

 

İnsanlar o kadar ağır bir gaflet hâlindeler ki, artık onları güzellikle ve hafif-tatlı sözlerle uyandırmanız mümkün değildir. Dürtmeden uyandıramazsınız. İnsanlar artık sert sözlerle bile gafletten uyanamıyorlar. Artık, hak sözler edip sâlih ameller yapmak ve güzel sözü Allah’a yükseltmek ve böylece O’nun rızâsını kazanıp, desteğini ve yardımını celb-ederek bir şeyleri değiştirmek mümkün olacaktır. 

 

Modern zamanlarda çok fazla kullanılan “yapacak bir şey yok” sözü hem yanlıştır hem de samîmi-ciddî bir söz değildir. Yapacak bir-çok şey var fakat yapacak kişi/adam yok.

 

Müslümanlar, “dil”i (söz), “el”e (eylem) üstün tutuyorlar. “Dil” ve “el” birliği olmadıkça samîmiyet ve ciddiyet ispatlanamaz. İspatlanmayan şeyden Allah râzı olmaz. Allah, râzı olmadığı şey için yardımını göndermez. Bu yüzden bildiğimiz ve dile getirdiğimiz sözler amele-eyleme dönük olmalı ve sâlih amel ile sonlanmalıdır.

 

Sözün de bir nâmusu vardır ve sözün nâmusu; “Ey îman edenler!; yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz?” (Saff 2). âyetinde ifâdesini bulur.

 

İhtiyâcımız olan şey, “kırılgan olmayan” sözler ve sâlih amellerdir. Zîrâ Allah ancak bundan râzı olur ve ancak râzı olunca yardımını ulaştırır.

 

“Altı çizilecek sözler etmek”ten daha çok, “altı çizilecek eylemlerde bulunmak” önemlidir.

 

Kâlpler sâdece söz ile değil, söz ve amel bütünlüğü ile mutmain olur.

 

Gün gelir insan bildiklerini bilmez bir duruma gelebilir, fakat yaptıklarını hiç-bir zaman “yapmamış” durumuna gelemez. Bu nedenle âhirette bildiklerimizden değil yaptıklarımızdan-yapmadıklarımızdan sorulacağız.

 

En doğru söz Allah’ın sözüdür (Kur’ân), en doğru amel ise Peygamber’in amelidir (Sünnet).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Nîsan 2024

 

 

 

 

Devamını Oku »