27 Ağustos 2024 Salı

Akılsızlar ve Çok Akıllılar

 

“… O, akıl erdir(e)meyenlerin üzerine iğrenç bir pislik kılar” (Yûnus 100).

 

“Çünkü o bir düşündü, ölçtü biçti. Kahrolası, nasıl ölçüp biçti. Sonra (yine) kahrolası nasıl ölçüp biçti. Sonra bir baktı. Sonra kaşlarını çattı ve yüzünü ekşitti. Sonra da sırt çevirdi ve büyüklük tasladı (istikbar). Böylece: ‘Bu, yalnızca aktarılarak öğrenilen bir büyüdür’ dedi. ‘Bu, bir beşer sözünden başkası değildir’ dedi” (Müddesir 18-25).

 

Akıllı adamı severim ama hem akılsız adamdan hem de çok akıllı adamdan nefret ederim. Neden mi? Çünkü Dünyâ’yı çekilmez hâle getirenler, işte bu “akılsızlar” ve “çok akıllı olanlar”dır.

 

Hem akılsızlar hem de çok akıllılar, ikisi de Kur’ân’a uymamak ve Kur’ân-merkezli olmamak bakımından suçludurlar ve bu tutumları şeytanın Dünyâ’da sağlam bir iktidâr kurmasına, nefsin alabildiğine kışkırmasına ve tâğutların da büyük güçler elde etmelerine neden olmaktadırlar.

 

Akılsızlar, Allah’ın onları akılsız yaratmış olmasından dolayı akılsız değil, Yûnus Sûresi 100. âyete uymamalarının bir sonucu olarak akılsız kalarak pislik içine batmaları ve bu pislik içinde ömürlerini geçirirken ve de hiç-bir şeyin farkında olmadan bataklık içinde debelenirlerken, çok akıllı olanlar da yine akıllarını vahiy-merkezli olarak kullanmadıkları ve bu yüzden mecbûren şeytan, nefs ve tâğutların merkezinde kullanınca, şeytânî bir zekâya sahip olmaktadırlar. Tabi böyle bir zeka ile ancak, şeytanın ilhâmıyla tâğutların açtığı yolda, nefislerini alabildiğine kışkırtmak ve günlerini gün edebilme yoluna girebilmektedirler.

 

Bu iki kesimden akılsızlar iyi niyetli oldukları için iyi şeyler dilemelerine rağmen niyet tek-başına yetmez ve akıllarını kullanmamalarının sonucunda gayri İslâmî sistemlere uymak ve onları desteklemek zorunda kalırlar. Bu şeytânî sistemleri destekleyerek Dünyâ’nın ve insanların çoğunun anasının ağlamasına neden oluyorlar. Çok akıllı olanlar ise zâten bencil oldukları ve bencillikleri nedeniyle kendi çıkarlarından başkasını düşünmedikleri için akılsızların akılsız olarak kalmalarından memnundurlar ve tüm parsayı şeytânî zekâlarıyla kendileri toplamak istemektedirler. Tabi bu durum Dünyâ’nın kaynakları ve imkânları sınırlı olduğu için sâdece şeytânî zekâya sâhip bir azınlığın işine yaramaktadır. Şeytan böylelerini dost edindikten başka, suyun başını tutmuş olan tâğutlar da her alanda bu şeytânî zekâya sâhip olan kişilerle iş-birliği içine giriyorlar ve dümenlerini hep birlikte döndürüyorlar. Tabi bu-arada olan, bizim akılsızlara ve aklını vahiy-merkezli kullanan ama yeterli çoğunluğa ve imkâna ulaşamadığı için atağa geçemeyen ve hareket için bir alan bulamayan samîmi insanlara oluyor.

 

Aslında aptallık ve zekîlik diye bir şey yoktur. Eğer beyin ile ilgili bir sorun yoksa Allah kimseyi aptal yaratmaz. İnsanlar akıllarını kullanmaya-kullanmaya aptallaşmaya başlarlar, olan şey budur. Çünkü kullanılmayan organ körelir. Böylece burunlar pislikten kurtulmaz. Çünkü, sünnetullahtır; Allah akıllarını kullanmayanların üzerine pisliği yağdırır. Bu hep böyle olmuştur ve böyle olacaktır. Zekîlik diye de bir şey yoktur. Allah bâzı insanları çok akıllı yâni zekî olarak yaratmış falan değildir. Aklını vahiy-merkezli kullanmayıp da sürekli olarak şeytanın fısıldamaları, nefsinin arzuları ve tâğutların sistemleri doğrultusunda çalıştıranların akılları haddinden fazla çalışında zekaya döner ki zekâ şeytandadır. Aklını vahiy-merkezli kullananlar nasıl ki sürekli olarak Allah’ın desteğini görüyorlarsa, bu kişiler de düşündüklerinde, konuştuklarında ve yapıp-etmelerinde şeytan, nefs ve tâğut-merkezli oldukları için -bunun farkında olsunlar yada olmasınlar- şeytanın, nefsin ve tâğutların sürekli desteğini görürler. Tabi herkes böyle olamaz. Çünkü çok akıllı yâni zekî olmak için bencil hattâ şerefsiz olmayı göze alabilmek gerekir.

 

İkisinin ortası ise, aklını her alanda vahiy-merkezli olarak kullanan, vahyi aklın önünde tutan, akla tapmayan ve bencilleşerek zekî kişilere dönüşmeyen samîmi mü’minlerdir ki, en kârlı değil ama, en doğru düşünce, en doğru konuşma, en doğru amel-eylem işte onlarınkidir. Zîrâ akıllarını her işlerinde vahiy-merkezli olarak kullanırlar ve Allah’tan hem bu dünyâ hem de âhiret için sürekli olarak destek görürler. İmtihan ve işin raconu gereğince bu kişiler her zaman azınlıkta olmuştur ve öyle olacaktır.

 

Tüm peygamberler de öyle idi. “Biz sâdece bize vahyoluna uyarız yâni biz vahyi merkeze alırız ve aklımızı da ona uydurarak işletiriz” derlerdi. Zâten akıl ancak vahiy-merkezli olarak kullanıldığında doğru çalışır ve iyi işler yapabilir. Akıl ancak vahiy-merkezli olarak kullanıldığında ve işletildiğinde pislikten kurtulur ve en ideâl hâline gelebilir. Aksi-hâlde ya akılsızlar yâni aklını hiç kullanmayanlar gibi yada çok akıllı olan zekîler yâni aklına tapanlar gibi madden yada mânen pislik içinde kalmak kaçınılmazdır.

 

Evet; demem o ki Allah kimseyi akılsız ve aptal olarak da yaratmaz, çok akılı ve zekî olarak da yaratmaz. Allah insanlara akıl potansiyeli vermiştir ve bu aklın da vahiy-merkezli kullanılmasını emretmiştir ki tüm peygamberler bunun en ideâl örneklikleridirler. Fakat buna rağmen aklını hiç kullanmayarak akılsızlaşanlar ve pislik içinde kalanlar oluğu gibi, aklını, şeytanın, nefsin ve tâğutların merkezinde sivrilterek zekîleşen ve bencilleşen güruh vardır ki bunlar da görebilenler için pislik içinde yüzmektedirler.

 

Akılsız olmak da zekî olmak da ancak bir cezâ olabilir.

 

Aklını kullanmadığı için akılsız kalanlar pislik içinde yüzerlerken, akıllarını vahiy-merkezli olarak değil de şeytan, nefs ve tâğut-merkezli kullandığı için sivrilterek çok akıllı olanlar da pislik içinde yüzmektedirler. Bu pislik onları Dünyâ’da rezillikten-rezilliğe sürüklerken, âhirette ise acı azap içinde bırakacak, akılsızlıkları da zekâları da onları kurtaramayacaktır. 

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ağustos 2024

 

Devamını Oku »

26 Ağustos 2024 Pazartesi

İlm-i Ledün Nedir?

 

“Gerçekten Biz onu, belki aklınızı kullanırsınız diye Arapça bir Kur’ân kıldık. Şüphesiz o, Bizim katımızda (ledeyna) olan Ana Kitap’tadır; çok yücedir, hüküm ve hikmet doludur. Siz ölçüyü aşan bir kavimsiniz diye, şimdi o zikri (öğüt ve hatırlatma dolu Kur’ân’ı) sizden (uzaklaştırıp) bir yana mı bırakalım?” (Zuhrûf 3-5).

 

“Apaçık Kitaba Andolsun!; gerçekten Biz onu mübârek bir gecede indirdik, gerçekten biz uyaranlarız. Ki onda (o gecede) her hikmetli iş ayrılır. Katımızdan (indina) bir emir ile; doğrusu biz, (insanlara elçi) gönderenleriz” (Duhân 2-5).

 

Ledün: Arapça ladun. “Ta, öte” sözcüğünden + i ekiyle türetilmiştir. Ledüni: Gâipten olan. Ledüniyat: Anlaşılmaz esrar ve hükm. Ledün. Allah’ın huzûru, Allah katı. Sâdece cenâb-ı Hakk’a mâlûm olan, belli bir sınırda dilediği peygamber ve velîlerine öğrettiği vahiy bilgisi. Ledünnî kelimesinin tamlamalarda ortaya çıkan aynı mânâdaki müennes şekli: “Mevâhib-i ledünniyye: Allah tarafından ihsân edilen ilimler”.

 

Ledün ilmi -sözde- Allah katından melek veyâ peygamber aracılığı olmadan Allah’ın dilediği kuluna verdiği ilim olup, bu ilimden sâdece o ilme sâhip olan kul sorumludur. Oysa Kur’ân’da Allah’ın, bir kul ile aracısız konuşmasının söz-konusu olmayacağı çok açık ve net şekilde söylenir.

 

Kendisiyle Allah’ın konuşması, bir beşer için olacak (şey) değildir; ancak bir vahy ile yada perde arkasından veyâ bir elçi gönderip kendi izniyle dilediğine vahyetmesi (durumu) başka. Gerçekten O, yücedir, hüküm ve hikmet sâhibidir” (Şûrâ 51).

 

Şunu hemen baştan söyleyelim ki, Kehf Sûresi’nde anlatılan Ashâb-ı Kehf kıssası hâriç diğer anlatılanların hepsi de meseldir ve târihsel bir karşılığı yoktur. Bahçe sâhibi de, Zükarneyn de ve Mûsâ-Kul kıssası da yaşanmış olaylar değil, üzerinden örnek ve ders verilen anlatılardır.

 

İlm-i ledün diye bir ilim yoktur, olamaz. “Hızır’ın ilmi” denilen sözde ilim, birileri tarafından uydurulmuş bir olanaksızlıktır. Zâten Hızır diye ölümsüz ve her zaman her yerde hazır ve nâzır olan biri de yoktur. Çünkü Allah hem hiç kimseye ölümsüzlük vermemiştir: Senden önce hiç-bir beşere ölümsüzlüğü vermedik; şimdi sen ölürsen onlar ölümsüz mü kalacaklar? (Enbiyâ 35), hem de insana her zaman yakın olan ve yasalarıyla ve yaratma sanatıyla her yerde her zaman hazır ve nâzır olan tek varlık Allah’tır: “…Biz ona şahdamarından daha yakınız” (Kâf 16).

 

Ledün ilmi, “lâ dînî ilim”dir. Çünkü dîne uygun değildir ve aykırıdır. Hızır’ın yaptıkları hiç-bir şartta kabûl edilebilecek şeyler değildir. Bu nedenle dîne bırakın uygun olmasını, din zâten böyle şeyleri ifşâ ve iptâl etmek için vardır. Zâten bu anlatıda söylenmek istenen şey, İslâm’dan önce de vâr olan bu gibi mistik, ezoterik, bâtınî sapık konulara zinhar girilip de manyakça şeyler yapılmamasıdır. Kur’ân bu anlatıyla apaçık şekilde, “bu konulara girmeyin, çünkü neyin ne olduğunu yâni gaybî konuları yalnızca Allah bilir, gayb ilmine muttali ve vâkıf olduğunu söyleyen şarlatanlara ve yavşaklara falan da kanmayın” mesajı ve uyarısıdır. Çünkü böyle bir şey olmaz, olamaz, zîrâ kimin ne zaman ne olacağını bilebilecek olan sâdece Allah’tır. Zâten O da yaptıklarını usturupluca yapar. Aksi-hâlde kıssada anlatılan şeyleri yapan Hızır da olsa, adamın götünü keserler.

 

Almışlar koca Kur’ân’dan, böyle sapkınlıklardan sakındırmak için anlatılan bir örneği, Kur’ân’ın diğer hiç-bir âyetini tınlamadan sâdece anlatılan kıssayı hakîkat olarak kabûl ediyorlar ve meydanı boş buldukları için tüm düşlünce sistemlerini bunun üzerine kuruyorlar. Peki neden bu kıssa?. Çünkü normâlde de düşünceleri, konuşmaları ve amel-eylemleri de zâten Hızır’ın yaptıklarına benziyor. Fıtrata, doğala, normâle, Kur’ân’a ve Sünnet’e hep aykırı oldukları için, Kur’ân ve Sünnet yâni İslâm yolunda sâbit-kadem gidemedikleri ve gitmek de istemedikleri için bu aykırılıkları yaslayacakları ve dayanacakları bir dayanak arıyorlar ve onu da -güyâ- Mûsâ-Kul kıssasında buluyorlar. Böylece düşündükleri, konuştukları ve yaptıkları aykırılıkları dayandıracakları bir şey bulmuş oluyorlar. “Hızır’ın yaptıkları da normâl değildi ama yaptı, üstelik bu ledün ilmi olduğu için ve ledün ilmi çok az insana nasip olduğu için bu meseleye bir peygamber bile katlanamadı” diyorlar. Bir peygamberin idrâk edemediğini ve katlanamadığını, hiç-bir zahmete girmeden, tasavvufçu denen pek muhterem puşt takımı idrâk edebiliyor ve katlanabiliyor. Neden acaba?. Yoksa Hızır ile bir nesep ilgisi falan mı var?.

 

Kıssa şu şekilde:

 

“Hani Mûsâ genç yardımcısına demişti: İki denizin birleştiği yere ulaşıncaya kadar gideceğim yada uzun zamanlar geçireceğim. Böylece ikisi, iki (deniz)in birleştiği yere ulaşınca balıklarını unutuverdiler; (balık) denizde bir akıntıya doğru (veyâ bir menfez bulup) kendi yolunu tuttu. (Varmaları gereken yere gelip) geçtiklerinde (Mûsâ) genç-yardımcısına dedi ki: ‘Yemeğimizi getir bize, andolsun, bu yaptığımız-yolculuktan gerçekten yorulduk’. (Genç-yardımcısı) dedi ki: ‘Gördün mü, kayaya sığındığımızda balığı unuttum. Onu hatırlamamı şeytandan başkası bana unutturmadı; o da şaşılacak tarzda denizde kendi yolunu tuttu’. (Mûsâ) dedi ki: ‘Bizim de aradığımız buydu’. Böylelikle ikisi izleri üzerinde geriye doğru gittiler.

 

Derken, katımızdan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve tarafımızdan kendisine bir ilim öğrettiğimiz kullarımızdan bir kulu buldular. Mûsâ ona dedi ki: ‘Doğru yol (rüşd) olarak sana öğretilenden bana öğretmen için sana tâbi olabilir miyim?’. Dedi ki: ‘Gerçekten sen, benimle birlikte olma sabrını göstermeye güç yetiremezsin. (Böyleyken) özünü kavramaya kuşatıcı olamadığın şeye nasıl sabredebilirsin?’. (Mûsâ:) ‘İnşaallah, beni sabreden (biri olarak) bulacaksın. Hiç-bir işte sana karşı gelmeyeceğim’ dedi. Dedi ki: ‘Eğer bana uyacak olursan, hiç-bir şey hakkında bana soru sorma, ben sana öğütle-anlatıp söz edinceye kadar’.

 

Böylece ikisi yola koyuldu. Nitekim bir gemiye binince, o bunu (gemiyi) deliverdi. (Mûsâ) dedi ki: ‘İçindekileri batırmak için mi onu deldin?. Andolsun, sen şaşırtıcı bir iş yaptın’. Dedi ki: ‘Gerçekten benimle birlikte olma sabrını göstermeye kesinlikle güç yetiremeyeceğini sana söylemedim mi?’. (Mûsâ:) ‘Beni, unuttuğumdan dolayı sorgulama ve bu işimden dolayı bana zorluk çıkarma’ dedi. Böylece ikisi (yine) yola koyuldular. Nitekim bir çocukla karşılaştılar, o hemen tutup onu öldürdü. (Mûsâ) dedi ki: ‘Bir cana karşılık olmaksızın, tertemiz bir canı mı öldürdün?. Andolsun, sen kötü bir iş yaptın’. Dedi ki: ‘Gerçekte benimle birlikte olma sabrını göstermeye kesinlikle güç yetiremeyeceğini sana söylemedim mi?’. (Mûsâ:) ‘Bundan sonra sana bir şey soracak olursam, artık benimle arkadaşlık etme. Benden yana bir özre ulaşmış olursun’ dedi. (Yine) böylece ikisi yola koyuldu. Nihâyet bir kasabaya gelip yemek istediler, fakat (kasaba halkı) onları konuklamaktan kaçındı. Onda (kasabada) yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar buldular, hemen onu inşâ etti. (Mûsâ) dedi ki: ‘Eğer isteseydin gerçekten buna karşılık bir ücret alabilirdin’. Dedi ki: ‘İşte bu, benimle senin aranda ayrılma (zamânı)mız.

 

Sana, üzerinde sabır göstermeye güç yetiremeyeceğin bir yorumu haber vereceğim. Gemi, denizde çalışan yoksullarındı, onu kusurlu yapmak istedim, (çünkü) ilerilerinde, her gemiyi zorbalıkla ele geçiren bir kral vardı. Çocuğa gelince, anne ve babası mü’min kimselerdi. Bundan dolayı, onun kendilerine azgınlık ve inkâr zorunu kullanmasından endişe edip-korktuk. Böylece, onlara Rablerinin ondan temiz olmak bakımından daha hayırlısı, merhâmet bakımından da daha yakın olanını vermesini diledik. Duvar ise, şehirde iki öksüz çocuğundu, altında onlara âit bir defîne vardı; babaları sâlih biriydi. Rabbin diledi ki, onlar erginlik çağına erişsinler ve kendi defînelerini çıkarsınlar; (bu,) Rabbinden bir rahmettir. Bunları ben, kendi işim (özel görüşüm) olarak yapmadım. İşte, senin sabır göstermeye güç yetiremediğin şeylerin yorumu” (Kehf 60-82).

 

“Özünü kavramaya kuşatıcı olamadığın şeye nasıl sabredebilirsin?” diyor. Çünkü anlatılanlar gaybî konulardır ve gaybı bilmek Allah’a mahsustur. Allah peygamberlere bile bu kadar ayrıntılı gayb bilgisi vermemiştir ve kimseye de vermez. Çünkü bu derece bir gayb bilgisine sâhip olmak -hâşâ- Allah olmak demektir.

 

Şöyle derler: “Ledün ilmi mânevî ilimdir ki Kur’ân’da ifâde edildiği şekliyle; îmânî noktada gönlünü nazargâhı ilâhî kılmış, takvâya,  doğruya ermiş olan insanlarda Allah-u Teâlâ’nın ilminin yansımaları ve bahşettikleridir”. İyi de Allah bu ilmi niye peygamberlere de vermiyor ve vermemiş?. Eğer verdiyse niçin onlar da Hızır gibi davranmıyorlar ledün ilminin gereğini yapmıyorlar-yapmamışlar?. Çünkü böylece işleri çok daha kolaylaşırdı.Oysa tüm peygamberler gibi Peygamberimiz de, “ben ancak bana vahyolunanı bilirim ve sâdece vahye ona uymakla görevliyim” diyor.

 

Şu da var ki, İslâm’da hakîkat apaçıktır, eksiksizdir ve herkes de hakîkate gayreti ve çabası nispetinde ulaşabilir. Ama tasavvufta hakîkate ulaşmak sâdece ledün ilmine sâhip olan birilerinin tekelindedir ama bunlar da kimdir belli değildir. Tasavvufta hakîkate herkes ulaşamaz. Çünkü tasavvufta hakîkat sırdır ve ona ancak ayrıcalıkla yavşaklar ulaşabilir. Oysa Kur’ân hakîkatin apaçık olduğunu söyler:

 

“Onlar, yalnızca zanna uymaktadırlar. Oysa gerçekte zan, haktan (ve hakîkatten) yana hiç-bir yarar sağlamaz” (Necm 28).

 

“Onların çoğunluğu zandan (kuruntu) başkasına uymaz. Gerçekten zan ise, haktan hiç-bir şeyi sağlayamaz.

 

Şüphesiz Allah, onların işlemekte olduklarını bilendir” (Yûnus 36).

 

“Hak geldi, bâtıl yok olup gitti; bâtıl her zaman yok olmaya mahkûmdur” (İsrâ 81).

 

Hakîkat; zan, kuruntu, bâtıl taşımayan ve “Hak’tan gelen” şeydir. Hak’tan gelen tek şey vardır, o da vahiydir ki vahyin en son güncellemesi de Kur’ân ile yapılmıştır.

 

Tüm peygamberler kendilerine indirileni, eksiksiz şekilde indiği gibi nakletmekle mükelleftirler ve bu zorunludur, zâten peygamberler tüm bilgilerini vahiyden almışlardır, onlara ayrıca ledün ilmi falan verilmiş de değildir. Üstelik peygamberler, kendilerine indirilen vahiyden önce bir şey bilmiyorlardı. Ledün ilmine sâhip olanlar ise, sözde o aracısız ulaştıkları zırvalıkları bir bokmuş ve babalarının malı gibi kendilerine saklıyorlar. Amaçları gizem yaratmaktan başkası değil. Saklayınca güyâ daha kıymetli oluyor ya..  

 

Kur’ân’da Hızır diye bir isim de geçmez. “Bir kul” denir ama onun da insan mı, melek mi, cin mi ne olduğu belli değildir.

 

İlm-i ledünün içeriğinin en olmadık mânalarla doldurulması en çok da şerefsizce işler yapan -sözde- gavs, kutup, efendi  vs.’lerin “biz ledün ilmine sâhibiz. Ledün ilminde iş nasıl ki zannettiğiniz gibi değilse, bizim işlerimizde ve yaptıklarımızda da iş zannettiğiniz gibi değildir. Bizim sırrımıza muttalî olunmaz ve ne duyarsanız ve ne görürseniz yanlış bilmiş ve görmüş olursunuz” terâneleridir. Hatâlarını, işledikleri haramları, günahlarını, suçları, ettikleri ayıpları ve yaptıkları şerefsizliklerini kapatmak için buldukları şerefsizce bir yoldur ilmî ledün denilen zırvalık. Sanki Hızır’ın yaptığı doğru ve hakmış gibi kendileri de benzer şeyleri yapıyorlar ve “Hızır da aynısını-benzerini yapmıştı” diyorlar. Kendilerini Hızır gibi yansıtanlar, karşılarındakilere, meseleye sabredemeyen Mûsâ gibi olmamalarını, tabi bu-arada vahiy-mahiy falan işine girmemelerini, kendileri gibi ilm-i ledüne vâkıf olanların karşısında, “gassalın önündeki meyyit gibi olmalarını” istemektedirler. Ne çok kullandılar-kullanıyorlar ilm-i ledünü be!. 

 

İslâm’da ise bırakın şeyhi, efendiyi, hoca-efendiyi vs. ne kadar sahtekâr varsa, peygamberlerin bile karşısında nesneleşmek yoktur. Şeyhinin karşısında gassalın yıkadığı ölü gibi olmak tam bir sömürüdür, kandırmacadır. Böyle olmayı kabûl edenler de câhil ve ahmaktırlar. Peygamberlere bile, tebliğ ettikleri vahiylere mutlak îmandan başka mutlak anlamda itaat yoktur. Sahabe, Peygamberimiz’e soru sormuş, sorgulamış, bâzı konularda fikrinin ve verdiği karârının uygun olmadığını söylemiş ve karşısında fikir beyân etmiştir. Zâten Peygamberimiz de bunları hoş karşılamıştır. Çünkü Kur’ân, Peygamberimiz’e “onlarla istişâre et” diye emretmiştir. İslâm’da Allah’tan başkasına mutlak teslîmiyet ve itaat yoktur.

 

Mürşid, az önce de işâret edildiği gibi, kendisine tâbi olunmak için âileden, yurttan, makam ve mevkiden, dost ve arkadaştan, kısacası her-şeyden vazgeçilen ve her hâlükârda kendisine sadâkat gösterilip hizmet edilmesi ve dâima yüceltilmesi gereken biridir. Sâhip olduğu hatmi ilmi (ilm-i ledün), entelektüel çaba sarf etmeksizin doğrudan-doğruya Allah’tan aldığı için, onun direktiflerine karşı çıkılması gibi bir durum aslâ düşünülemez. Bu îtibarla, sülûk/târikat adâbından biri de müridin, şeyhinin sözlerine, davranışlarına, oturup-kalkmasına hiç-bir îtirazda bulunmamasıdır. Velev ki şeyhinin söz ve davranışlarında aklî ve şer’i açıdan kabûl edilmesi mümkün olmayan bir şey görse bile. Bu gibi durumlarda şeyhini kınamamalı, onun hakkında kötü düşünceler beslememeli; aksine onun hakkında iyi şeyler düşünmeli ve şeyhinin doğru davranışlarda bulunduğuna, herhangi bir görüş belirtirken müctehid sıfatıyla ictihad ettiğine inanmalı; ‘eğer ortada bir yanlış varsa, bu benden, aklımın kıtlığından ve amelimin azlığından kaynaklanıyor’ demelidir”.

 

Bu-bağlamda, bir tasavvuf grubunun yanında otururken şöyle bir söz edilmişti: Mürid, mürşidini, karısının üstünde iken, ikisi de çırılçıplak olarak yakalasa, o mürid şöyle düşünmelidir: “Bu gördüğüm zâhirde belki böyledir ama bâtında gördüğüm gibi değildir. Bu nedenle mürşidime yanlış zanda bulunmamalıyım. Mürşidim sürekli bâtınî âlemlerde ve ilm-i ledünde gezdiğinden ve kim-bilir hangi mânevi hâllerde olduğundan, şu gördüğüm şey zâhiri ve aldatıcıdır ve hak değildir. Bu nedenle şeytanın zâhiri görünüş olarak beni ayartmasına kanmamalıyım ve gördüğümden etkilenmeyip hayra yormalıyım”. İşte insanları böyle aptallaştırıp sömürüyorlar. Len ahmak! “Şeyh-efendi” dediğin o şerefsiz, senin karıyı kafaya almış ve zînâ yapıyor ve birazdan da iş nihâyete erecek. Ne bâtınından-zâhirinden bahsediyorsun sen. Git de nâmusuna el uzatan o şerefsizin hakkından gel!.

 

Mûsâ-Hızır Kıssası, ilmin sınırından bahseder. Fakat ilmin sınırından sonra “ledün ilmi” başlar falan demez. Sâdece kıssadaki “kul” için “ledünden” yâni “katımızdan” der. Zîrâ Dünyâ’da hiç kimse böyle bir şey yapmaz, yapamaz. Çünkü Hızır’ın yaptıklarını anlamak ve kabûl edebilmek için bütünü yâni işin arkasını görmek gerekir ki, bu sâdece Allah’a mahsus bir şeydir.

 

Kur’ân’da kısasa-kısas vardır, bir şeye zarar vermek açıkça yanlıştır. Mûsâ’ya değil de Hızır’a uymak, vahyi, peygamberi, şeriatı yâni İslâm’ı yâni Allah’ı dinlememek ve bunlara aykırı davranmak anlamına gelir. Üstelik Hızır’a uymak akla-mantığa da aykırı davranmayı gerektirir. Allah’ın, peygamber’in, vahyin, şeriatın, İslâm’ın, aklın ve mantığın yok sayılıp bunlara aykırı davranıldığı yerde geriye sapıklıktan ve çirkeften başka bir şey kalmaz. Tüm bunları bir kenara atıp da “ilm-i ledün” diyerek bâtınî-tasavvûfî yorumları ve zırvalıkları din yapmak ve kabûl etmek ağır bir sapmışlık durumudur. Hızır’ın yaptığını savunmak ise, kişinin kafayı yemiş olduğunun bâriz göstergesidir. Zîrâ Hızır’ın yaptıklarını savunmak ve Mûsâ’yı değil de Hızır’ı haklı görmek ancak bir travmanın, şizofreninin ve psikolojik bir bozukluğun göstergesi olabilir. Kur’ân bu kıssa ile tasavvufçuların zannettiği şeyi değil tam tersini söyler ve zımnen der ki: “Ey insanlar!; Dünyâ’da böyle bir şey olmaz, böyle bir şeye bir peygamber bile sabır göster(e)mez. Böyle -sözde- mistik-bâtınî şeyler olacak iş değildir. Hüküm zâhire göre verilir ve zâten “işin bâtını” diye bir şey de yoktur”.

 

Mûsâ-Hızır kıssası “ilmin de bir sınırı olduğu”ndan bahseder. İlim, ilm-i ledün yâni Allah katından bir ilim olsa da, Dünyâ’da geçersizdir. Zîrâ sünnetullah vardır, imtihan vardır. Mûsâ-Hızır kıssası, tasavvufçular, “ilm-i ledün” diye bir ilmin ve bu ilme sâhip olanların olduğunu zırvalaya-dursun, Dünyâ’da hem böyle bir ilmin geçersiz olacağının ve hem de böyle bir ilme ulaşmanın mümkün olmadığının göstergesidir.

 

Fakat gelin görün ki tasavvuf yanılgı kabûl etmez. Çünkü -güyâ- bilgi kendilerine aracısız şekilde, herhangi bir zahmete girmeden, aynen vahiy gibi ama melek aracılığı olmadan direkt olarak Allah’tan tecelli eder. “Direkt olarak Allah’tan alınan bilgide bir yanılgı olmaz” derler. Bir yazıda bu bağlamda şunlar söylenir:

 

“Mutasavvıflar da şimdiye değin tanımlamaya çalışılan bilgi-türü olan kazanılmış (kesbî) bilgiye karşılık, ledünnî bilgiyi (bâtınî/tasavufî sezgiyi) öne çıkarmışlardır. Onlara göre ledünnî/tasavufî bilgi: ‘Kalbin Allah’ın nûruyla aydınlanması’dır ve bu bilgi sufinin kazancı değil, Allah’ın lütfudur’. Buna göre, tasavufî bilgide yanılma yoktur!. Bilgi doğrudan ilâhi kaynaktan alındığı için (hattâ ilâhi bilginin kendisi olduğu için) doğruluğu kesinlik ifâde etmektedir. Bu konuda kategorik olarak bilginin en üst değeri olan hakkâl-yakîn ögesini kendi anlayışlarına göre çarpıtan tasavvufa göre Hakkâl-yakîn bilgi: ‘Kulun Allah’ta fâni olması ve O’nunla yalnız ilmen değil, hem ilim, hem müşâhede, hem de hâl îtibâriyle bekâ (ebedîlik, sonu olmama) bulmasıdır’. İç müşâhede yoluyla elde edilen apaçık bilgidir”.

 

Mûsa varken Hızır’ın peşine düşmek gaflettir. Zâten Mûsâ-Hızır Kıssası, Hızır’ın yaptıklarının olacak şey olmadığını göstermek için inmiştir. Allah; mistiklere, bâtınîlere ve tasavvufçulara; “böyle şeyler Dünyâ’da olacak ve kabûl edilebilecek şeyler değildir, bu yüzden böyle boş işlerle uğraşmayın, bir yere varamazsınız, boşa yorulursunuz ve sapıtırsınız” mesajını verir. Mûsâ-Hızır Kıssası’nın olmasının nedeni ve anlatmak istediği şey budur. “Bakın bir peygamber bile kabûl edemiyor, siz de kabûl edemezsiniz” demeye getiriyor. Fakat gelin görün ki, başta tasavvufçular olmak üzere, apaçık Kur’ân âyetlerine ihtilâf ederek, Hızır’ın yaptıklarını “ledün ilmi”, “bâtınî ilim”, “tevhid ilmi” vs. gibi anlayışlarla te’vil ederler ve başlarlar kendileri de Hızır gibi yorumlar yapmaya. Tabi iş Hızır gibi davranmaya gelince öyle bir saçmalık yapan yoktur. İyi de, mâdem ki siz ledün ilmi denen şeyi anladınız, bâtınî olarak iş başkadır, o zaman niçin siz de Hızır gibi dîne, ilme, vahye, akla ve mantığa apaçık aykırı şeyler yapmıyorsunuz?. Vallâhi oturtuverirler kazığa.. 

 

“Ledün” demek “katımızdan” demektir, o kadar. Devenin altında buzağı aramaya gerek yok. “Ledün” denilen şeyi çok farklı ve üstün bir ilim olarak düşünmek yanlıştır. Öyle bir ilim yoktur. Varsa bile sâdece Allah’a mahsustur. Çünkü böyle bir ilim Dünyâ’ya ve kâinâtın formatına uygun değildir.

 

Diyeceğim o ki; kıssa bir meseldir ve bir misâl üzerinden; “Allah’ın âyetleri, yasaları ve kânunları ne diyorsa öyle olur. İşin mistik, bâtınî ve tasavvûfî yönü diye bir şey yoktur. Zâten Hızır diye biri de yoktur. Siz Hızır’a değil Mûsâ’ya uymakla yâni peygamberlerin getirdiği vahye ve onların güzel örnekliklerine uymakla mükellefsiniz. Gerisi lâf-ı güzaftır” mesajı verilir.

 

Mûsâ-Hızır Kıssası olarak bilinen kıssa, kıssada anlatıldığı şekilde bir işin olmasının mümkün olmadığını göstermek için indirilmiş olmasına rağmen; şeyh, efendi, üstad, hoca vs. olarak ortaya çıkan bâzı uyanıklar yada daha doğru bir ifâdeyle sahtekârlar, kıssayı, mürîd edindikleri kişilerin sorgusundan kurtulmak, müridleri mutlak itaat şeklinde kendilerine bağlamak ve maddî-mânevî olarak sömürmek için aşırı yoruma tâbi tutarak kullanmaktadırlar. Bu yapılan hem câhillik, hem sapıklık, hem günah, hem haram, hem ayıp, hem suç he de şerefsizliktir.

 

Ledün kelimesini öyle büyütmeye de gerek yoktur. Normâl bir kelimedir ve Kur’ân boyunca “katımızdan”=ledün kelimesi “Allah’tan”, “Allah’ın verdiği”, “Allah’ın ikrâmı” anlamında kullanılmıştır:

 

“Orda diledikleri her-şey onlarındır; katımızda (ledeyna) daha fazlası da var” (Kâf 35).

 

“(Çocuğun doğup büyümesinden sonra ona dedik ki:) ‘Ey Yahyâ, Kitabı kuvvetle tut’. Daha çocuk iken ona hikmet verdik. Katımızdan (ledunna) ona bir sevgi duyarlılığı ve temizlik (de verdik). O, çok takvâ-sâhibi biriydi” (Meryem 2-13).

 

“Sana geçmişlerin haberlerinden bir bölümünü böylece aktarıyoruz. Gerçekten, sana katımızdan (ledunna) bir zikir (vahiy-Kur’ân) verdik” (Tâ-hâ 99).

 

Görüldüğü gibi Allah zâten hep katından yâni ledünden veriyor. Ledün öyle çok farklı ve sâdece birlerine has bir şeylerin verildiği özel bir yer değildir ve Allah’ın katı, Allah’ın yanı demektir. İnsanlara iyilik nâmına ne geliyorsa ledünden yâni Allah’ın katından gelmiştir-gelmektedir. Başka nereden gelecekti ki!. Tüm peygamberle ve Peygamberimiz’e vahiyler ledünden yâni Allah’ın katından inmiştir ve gelmiştir. Peygamberimiz de gönderilen tüm peygamberler de ilm-i ledün sultanlarıdır. Yâni kendilerine vahiy inen o vahiyleri idrak eden ve de en ideâl şekilde yaşayan kişilerdir. Yoksa onların “ilm-i ledün” adıyla sihirli, gizli ve herkesçe bilinemeyecek kendilerine sakladıkları bir bilgi falan yoktur. Zâten böyle yapsalardı ağır bir cezâya çarptırılırlardı.

 

Evet; tasavvufçuların tekelinde tuttukları, sırlı, gizli ve üstün bir ilim falan yoktur. İlm-i ledün diye özel bir ilim yoktur yada ilm-i ledün denilen ilim vahiy ilminden başkası değildir ve dileyen Kur’ân’ı okuduğu anda ledün ilmine kolayca ulaşabilir. Çünkü Allah kendi katından yâni ledünden ancak vahiy indirmiştir ki onu da seçtiği ahlâk-timsali peygamberle indirmiştir. Onların kim oldukları da bellidir. Peygamberler kendilerine ledünden yâni Allah katından indirilen tüm vahiy bilgisini halka açıklamışlar ve bizzat bu ilmi ete-kemiğe büründürerek hayâtın tam ortasında örnekliğini de sergilemişlerdir. Yaptıkları açıklamalarda ve sergiledikleri amel-eylemde ilm-i ledün nâmına tasavvufçuların yaptığı gibi herhangi bir saçmalık, zırvalık ve şatahat denilen sapkınlıklar yoktur. Zîrâ ledün ilmi yâni Allah katından gelen ilim vahiyden başkası değildir ve vahiylerde öyle saçmalıklar ve sapıklıklar olmaz.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ağustos 2024

Devamını Oku »

24 Ağustos 2024 Cumartesi

Zahmetsiz Müslümanlık

 

“İnsanlar, (sâdece) ‘îman ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2).

 

Kâinatta zahmetsiz olan hiç-bir hareket ve iş yoktur. Hareket demek “zahmet” demektir. Zahmete girmeden hareket etmek yâni yaşamak mümkün değildir. Bir tek Allah, “ol” demesiyle yaptıklarını zahmet çekmeden yapar ama yaratmada yâni yoktan vâr etmede de bir sanat, yasa ve düzen-nizam vardır. 

 

Kâinattaki tüm cansız varlıklar, bitkiler, hayvanlar ve insanlar, hayatlarını bir döngü ve hareket ile sürdürdükleri için, maddî yönden zahmete girmek kaçınılmazdır. Yemek-içmek bile bir zahmet gerektirir. Varlığın maddî yapısı hayâtiyetini zahmet-merkezli olarak sürdürür. Peki ya mânevî yapı?.

 

Âhiret, din, îman, peygamber ve vahiy tanımayan deistlerin Allah’a -sözde- inanıyor olması herhangi bir zahmet gerektiriyor mu?. Allah’a kuru-kuruya sâdece inanmak  bir zahmete girmeyi gerektiriyor mu?. Allah her-şeyi yaratıp bir kenara çekildiyse o zaman O’na inanıp-inanmamanın da farkı ortadan kalkacağı için, herhangi bir zahmet söz-konusu olmayacaktır.

 

Peki; “kurban olduğum Allah”, “şefaatine muhtaç olduğumuz peygamberimiz” gibi laflar kullanıp da Allah’ın indirdiğine uygun olarak bilgi ve bilinç üzere olmayanlar yada Peygamberimiz’in örneklediği gibi bir bilinç ve yaşam-tarzı üzere olmayanlar yâni müslümanlık iddiâsında bulunmasına yada inancına laf söyletmemesine rağmen din adına herhangi bir şey yapmayanlar için bir zahmetten bahsedilebilir mi?. 

 

Peki, İslâm’ı, Kur’ân’ı, Sünnet’i idrâk etmek için didinen, çözümleme yapmak için bir yerlerini yırtan, düşünen, fikir üreten, konuşan, yazan vs. sürekli İslâmî ilim ile uğraşmasına rağmen iş amel-eyleme gelince, bedel ödemeye gelince, yapılması gerekeni yapmaya gelince hiç-bir varlık göstermeyenlerin girdiği zahmet övülmeye değer mi?. Bir yaraya merhem olmayan ve olmayacak olan bir çözümleme ne işe yarar ve yaramaktadır?. Boş laf üretmek Allah için bir zahmete girme durumu mudur?. Nasıl ki şirk işlendiğinde tüm yapılanlar boşa gidiyorsa, -sözde- Allah için ilim yolunda olmak ama iş amel-eylem-hareket ve bedel ödemeye gelince yerine çakılmak da aynı-şekilde sonuçlanır ve ömür-boyu yapılan okuma-araştırma-yazma çalışmaları da boşa gider, çünkü bir yaraya merhem olmaz. Üstelik bu durum -hâşâ- Allah’ın ilminin bir yaraya merhem olmadığı düşüncesini de açığa çıkarır.

 

Çok net olarak söylüyorum; İslâm’ı kabûl etmek, “zahmete girmeyi kabûl etmek” demektir. Üstelik bu zahmet icâbında tüm malı ve canı ortaya koymayı bile gerektirebilir:

 

Andolsun, mallarınızla ve canlarınızla imtihan edileceksiniz ve sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve şirk koşmakta olanlardan elbette çok eziyet verici (sözler) işiteceksiniz. Eğer sabreder ve sakınırsanız (bu) emirlere olan azimdendir”  (Âl-i İmran 186).

 

“Hiç şüphesiz Allah, mü’minlerden -karşılığında onlara mutlakâ cenneti vermek üzere- canlarını ve mallarını satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler; (bu,) Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’ân’da O’nun üzerine gerçek olan bir vaâddir. Allah’tan daha çok ahdine vefâ gösterecek olan kimdir?. Şu-hâlde yaptığınız bu alış-verişten dolayı sevinip-müjdeleşiniz. İşte ‘büyük kurtuluş ve mutluluk’ budur” (Tevbe 111).

 

Demek ki İslâm’da zahmetsizlik diye bir şey söz-konusu bile değildir ve “zahmetsiz müslümanlık” diye bir şey olmaz ve olamaz. Çünkü İslâm “zahmete dönük” bir din’dir. İslâm mistik, ezoterik, bâtınî, uzak ve yakın-doğu dinleri gibi hiç-bir şey yapmadan sessizlik ve hareketsizlikle tezâhür eden bir din değildir ki!. İslâm ilim ve ameldir, yâni iç ve dış-âlemde zahmete girmek demektir. İslâm ilim, bilgi, bilinç, sabır direniş, vazgeçiş, hicret, toplum, devlet, cihad, şehâdet  ve medeniyettir ve bunlara dönük olan bir dindir ki zaten bu özelliklere sâhip olan tek din, “Allah katındaki tek hak din” olan İslâm’dır. Böyle olduğu için zahmetsiz bir Müslümanlık nasıl olacak?. Zinhar böyle bir şey mümkün değildir. İslâm takvâ-merkezli bir din’dir ki takvâ, “sorumluluk bilincinden dolayı zahmeti yüklenmek” demektir.

 

Hak katındaki tek hak din olan ve tüm peygamberlerin üzerinde olduğu İslâm Dîni, geçici dünyâ-hayâtında çalışıp-çabalamadan, yorulmadan ve zahmetsizce dünyevî şeyler elde etmeyi bile normâl görmezken, ebedî âlem için hiç-bir şey yapmamayı ve bir zahmete girmemeyi zinhar onaylamaz. Böyle bir îmânı da kabûl etmez. Çünkü İslâm’da îman, “sâdece îman” şeklinde değildir ve olamaz. İslâm’da îman, “îman etmek ve sâlih amel işlemek” yâni “îman etmek îmâna göre bir zahmete girmek” demektir. İslâm, insanın zahmetsiz bir durumda kalmasını bile hoş görmez de, hiç-bir şey yapmamak yerine zahmet verdiği şeyde değişikliğin olmasını tavsiye ve emreder: “O-hâlde, bir işten boş kaldığında yeni bir işe koyulup yorul” (İnşirâh 7).

 

Modernizm bir “zahmetsizlik uygarlığı”dır ve zahmeti yok etmeye çalışır. Şeytan, nefs ve tâğutların tüm derdi zahmeti yok etmeye çalışmak ve insanı ıskartaya çıkarmaya çalışmaktır. Bir insan nasıl olur da “sıfır zahmet”i hayâl edebilir, anlaşılır gibi değildir. Oysa modern insanı bitiren şey, gün geçtikçe zahmetten uzaklaşması ve mahrûm kalmasıdır. Bu mahrûmiyet onu günden-güne madden ve mânen tüketip bitirmektedir.   

 

Zahmetten kaçmak, târih boyunca hiç olmadığı oranda insanı büyük bir tüketici yapmıştır. Modern insan sâdece tüketme zahmetine katlanabilir hâle gelmiştir. Klâsik insan, değerini girdiği zahmet ve verdiği emekten alırken, modern insan ise değerini tüketmekten alıyor. Tüketerek sözde îtibar kazananlar, değer-merkezli bir derinlikten yoksun olduklarından yada buna emek harcama zahmetine katlan(a)madıklarından dolayı açıklarını sürekli “alarak” ve “tüketerek” kazanmaya çalışırlar.

 

Ne namaz, ne oruç, ne hac, ne zekat, ne infâk, ne ilim, ne amel vs. hiç-bir şey yapmadığı ve İslâm adına hiç-bir zahmete girmediği hâlde kendini “herkesten daha iyi ve üstün müslüman” olarak gören gevşek ve yavşakları bir kıyıya-kenara attıktan sonra işin daha da kötüsünden bahsedelim.

 

Bilindiği gibi tüm peygamberler ve onların tâkipçileri çok yoğun bir zahmet ve emek vererek hem ilim hem de amel-eylem noktasında kendilerini paralarcasına çalışmışlar ve çabalamışlar, İslâm’ı iç-âlemde ve dış-âlemde ikâme etmek ve hâkim kılmak için var-güçleriyle çalışmışlardır. Peki neden böyle bunca zahmete girmişlerdir?. Çünkü işin raconu budur. İslâm ancak üstün ve gayretli bir çalışmanın ve çabalamanın sonucunda ilk-önce iç-âlemlerde sonra da dış-âlemde hak-hakîkat, adâlet-eşitlik ve ahlâk-tevhid hâkim kılınabilir. Bunun başka bir yolu ve yöntemi yoktur. Eğer olsaydı Allah onu emrederdi ve peygamberler de onu yapardı. Fakat hakkın ve hakîkatin, sünnetullah ve imtihan gereğince zahmetsiz, emeksiz ve gayretsiz bir şekilde ortaya çıkması söz-konusu bile değildir.    

 

Peki buna rağmen mistisizm, ezoterizm, bâtınîlik ve tasavvuf ne diyor ve ne yapıyor?. Hiç-bir şey. Oturuyorlar bir köşeye, ellerinde tellendirdikleri sigaralar, hattâ bâzen de içki masalarında meşk ederken yaptıkları muhabbetler ve atıp-tutmalar sırasında, Allah’tan, hem de aracısız ve direkt olarak mesajlar alıyorlar, “tecelli” dedikleri vahiyler iniyor kendilerine ve zevkler ediniyorlar. Hem de herhangi bir zahmete girmeden ve emek vermeden. Cigaralarını tellendirirken, rakılarını-içkilerini yudumlarken, kirli hesaplar yaparlarken falan Allah onlara vahyediyor(!). Kendilerine bir şey mi soruldu, Allah hemen tecelli ediyor ve ilhâmını yolluyor bunlara. Onlar da bilmedikleri bir şeyi bile, herhangi bir ilmi sürece girmeden ânında ve zahmetsizce bilir hâle geliyorlar. Oysa şeytan onlara fısıldayıp durmakta ve düpedüz taşak geçmektedir. Tecelli zannettikleri şeyler de şeytanın zırvalıklarından başkası değildir. Bakın, Muhyiddin İbn-i Arâbi, Fahruddin Râzi’ye gönderdiği bir mektupta kendisine ne diyor:   

 

“Ey dost!; ilimde kemâl derecesine ulaşmak için nakil ve hoca aracılığı olmadan bilgileri vâsıtasız olarak Allah’tan almak lâzımdır. Bilgisi nakle ve hocaya dayananlar ömürlerini hâdis ve mahlûk varlıklarla uğraşarak tüketirler. Rablerinden haz ve nasip alamazlar. Bir ömür harcarlar, yine de ilmin hakîkatini kavrayamazlar. Bir şeyhe intisab ederek tasavvuf yoluna girsen, hiç yorulmadan ve zahmet çekmeden, Hızır gibi ilham-yolu ile sıhhatli bilgiler alırsın. Nazara, fikre, zanna ve tahmine dayanan bilgiler değil, sâdece keşf ve şuhûda dayanan bilgiler ilimdir”.

 

Şerefsizin evlâdına bak sen!. Bir tarafta ilim yolunda günlerce, aylarca ve yıllarca kendini paralayan, göz-nuru döken ve uykusuz geceler geçirenlerin yaptıkları, “boş işler” oluyor, verdikleri emekler ve girdikleri zahmetlerin hiç-bir değeri olmuyor ve işe de yaramıyor, ama kendileri, oturup durdukları yerde, hiç-bir delile dayanmadan ve dayanmayacak olan bilgileri aracısız bir şekilde ânında alıveriyorlar da hiç zahmete girmeden allâme oluveriyorlar. Bu hem, ilim yolunca olanlara yapılan çok ağır bir hakârettir, hem de Allah’ın sünnetullah denen  yasalarına ve imtihan bilincine aykırı düşen bir ahlâksızlık ve şerefsizliktir. Oysa bunlar kendi dünyevî çıkarları için her türlü zahmete girebilmektedirler. 

 

Tasavvufçular Allah’tan, fâizciler ise devletten zahmetsizce geçinebiliyorlar. Mistikler, ezoterikler, bâtınîler, tasavvufçular, târikatçılar, bâzı cemaatler vs. içinde birileri -güyâ- bilgiyi-ilmi-hakîkati en doğru, hatâsız ve şaşmaz bir şekilde Allah’tan bedâvaya hiç-bir zahmete girmeden alabildiklerine inandırdıklarının sırtından geçinirlerken, “devlet bizim paramızı kullanıyor ve bu parayla durumu kurtarıyor, devleti biz sırtımızda taşıyoruz, elbette bunun bir karşılığı olacak” diyen fâizciler de yine emekli, işçi ve emekçi insanların sırtından bedâvaya geçiniyorlar.

 

İnsanlara hurâfeleri duymak, hakîkati duymaktan daha kolay geliyor. Bu nedenle de hakîkat yerine hurâfelere ve bâtıla inanıp ona göre yaşıyorlar. İnsanlar, doğru, gerçek ve hakîkat olduğuna inandıkları ve kabûl ettikleri şeyleri değiştirmek istemezler. Bu nedenle inanıp kabûl ettikleri şeyler üzerinde eleştiri yapmazlar ve onları sorgulamazlar. Çünkü yanlış da olsa inanılan ve kabûl edilen düşünceleri ve davranışları değiştirmek kolay değildir. Çünkü bir kere en azından kafa-konforunun bozulması gerekir. Hakîkati bilmek, kafayı yeniden formatlamayı gerektirir. Bunun için de zihnen ve de bedenen zahmete girmek gerekir ki bu zahmet bâzen çok yoğun ve ağır da olabilmektedir. Bu nedenle hakîkat için de olsa bu zahmete girmek istemeyenler, bâtıl da olsa inandıklarını ve kabûl ettikleri üzerinde kalmaya devâm ederler.

 

Emek olmadan yemek olmayacağı gibi, zahmet olmadan rahmet de olmaz, müslümanlık da olmaz.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ağustos 2024

 

 

Devamını Oku »

Namaz ve Teslîmiyet


“Sabır ve namazla yardım dileyin. Bu, şüphesiz, huşû duyanların dışındakiler için ağır (bir yük)dır” (Bakara 45).

 

“Eğer seninle çekişip-tartışırlarsa, de ki: ‘Ben, bana uyanlarla birlikte, kendimi Allah’a teslim ettim’. Ve kitap verilenlerle ümmilere de ki: ‘Siz de teslim oldunuz mu?’. Eğer teslim oldularsa, gerçekten hidâyete ermişlerdir. Fakat yüz çevirdilerse, artık sana düşen yalnızca tebliğ(etmek)dir. Allah, kulları hakkıyla görendir” (Âl-i İmran 20).

 

Teslîmiyet, İslâmiyetin kişide ete-kemiğe bürünmesi hâlidir. T-eslimiyet=İslâmiyettir. Müslüman olmak, “teslim olmak” demektir. Bu teslîmiyet “sâdece Allah’a olan ve O’ndan başkasına olmayan” teslîmiyettir. İslâm kelimesinin başına “t” harfi konduğunda “teslimiyet” olur. Teslim=T-eslim olmadan İslâm olun(a)maz. İslâm olmak t-eslim olmak demektir. Müslüman olduğunu söylediği hâlde bir türlü teslim olamayanların müslümanlık iddiâsı laftan öteye gidemez. Zîrâ müslüman olmak teslim olmayı gerektirir. Teslîmiyet olmadan İslâmiyet olmaz.

 

Peki teslîmiyet kime olacaktır?. Tabî ki de teslimiyet sâdece, âlemlerin rabbi olan Allah’a yapılacaktır. Çünkü Yaratıcı kim ise, teslîmiyet yâni kulluk da ona yapılmalıdır. Zâten kulluğun göstergesi olan teslîmiyeti hak eden tek varlık Allah’tır. Teslîmiyet kelimesi birileri tarafından kötü bilinmekte ve pasiflik olarak görülmektedir. Teslîmiyet eğer Allah’tan başkasına yapılıyorsa pasifliktir, küfürdür, şirktir ve âcizliktir. Teslîmiyet sâdece Yaratıcıya yapılır. 

 

Allah’a karşı gösterilmeyen teslîmiyet, mutlakâ başkalarına yada başka şeylere karşı gösterilmeye başlanır. O zaman da kula-kulluk kaçınılmaz olur ki zulmün en âlâsı olan şirk budur. Allah’tan başka hiç kimse kendisine teslîmiyet gösterilmeye lâyık değildir ve bunu hak-etmez. Peygamberlere ve “bizden olan emir sâhipleri”ne de itaat edilir ama bu, Allah’a olan teslîmiyet şeklindeki gibi bir itaat değildir. Yâni “mutlak itaat” anlamındaki teslîmiyet “sâdece Allah’a” gösterilir. İşte böyle bir teslîmiyettir insanı gerçek anlamda insan ve mü’min kılan, ona gerçek değeri veren.

 

İslâm “sâdece Allah’a olan teslîmiyet”tir ki bu teslîmiyet ilk önce iç-âlemlerde, zihinlerde ve kâlpte başlar ama orada durmaz ve dış-âlemde de tezâhür eder. Bu tezâhür en ideâl şekilde ancak namaz ile gösterilebilir. “Namaz Arapçada salât demektir” diyelim de “İslâm’da namaz yoktur salât vardır” diyen çok-bilmişlerin ağızlarını kapayalım. Namazdaki kıyam, rükû ve secde hâli, teslîmiyetin en ideâl duruşları ve göstergeleridir. Hele secde hâli “kulun         Allah’a en yakın olduğu an” olmak bakımından teslîmiyetin kemâlidir. Çünkü secde hâlindeyken kişinin ilahlık taslaması, kibir göstermesi ve isyân etmesi mümkün değildir. Allah’a teslîmiyet gösteremediği için itaat edemeyen ve isyân edenlerin bir türlü namaz kılamamalarının arkasında bu vardır. Namaz bir teslîmiyet göstergesidir ve teslîm olamayanlar elbette namaz kılamazlar. O-hâlde namaz, kişinin Allah’a karşı teslim olup-olmadığını ve teslîmiyet derecesini gösteren en ideâl ibâdet biçimidir. Teslîmiyet tâviz verilemeyecek bir şey olduğu için günde beş vakit olarak namaz kılmakla “sâdece Allah’a karşı teslim olma”nın idmanı yapılmalıdır ki  O’ndan başkasına teslim olunmasın da hem küfre ve şirke düşülmesin hem de insan kendini komik bir duruma ve acziyet içine düşürmesin.

 

Kişinin teslîmiyet derecesi, namaza karşı olan tutumuna göre belli olur. Namaza olan meyil yada ilgisizlik teslîmiyetin derecesini gösterir. Teslîmiyet göster(e)meyenler namaz kılmadıkları gibi, yeterli teslîmiyete sâhip olmayanlar da namaza üşene-üşene kalkarlar:  

 

“Gerçek şu ki, münâfıklar (sözde), Allah’ı aldatmaktadırlar. Oysa O, onları aldatandır. Namaza kalktıkları zaman isteksizce kalkarlar. İnsanlara gösteriş yaparlar ve Allah’ı ancak çok az anarlar” (Nîsâ 142).

 

Evet; kişinin İslâm üzere olup-olmadığı yâni müslüman olup-olmadığı “sâdece Allah’a olan” teslîmiyetine göre ölçülür. Sâdece Allah’a teslim olmayanlar Allah’tan başka her-şeye teslim olurlar, olmak zorunda kalırlar. Çünkü teslim olunacak üçüncü bir şık yoktur. Sâdece Allah’a olan teslîmiyetin olmaması durumu namazsızlık olarak yada yeterli teslîmiyetin yokluğunda, namazın gevşetilmesi olarak görünür. Namaz ile teslîmiyetin yan-yana anılmasının nedeni, teslîmiyetin en iyi şekilde ancak namaz ile kanıtlanabileceği, bu nedenle de namazın “dînin direği” olmasından dolayıdır.     

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ağustos 2024

 

 

Devamını Oku »

Acziyet İçinde Yaşamak

 

“Yeryüzünde gezip dolaşmıyorlar mı ki, kendilerinden öncekilerin nasıl bir sona uğradıklarını görsünler; üstelik onlar kuvvet bakımından kendilerinden daha güçlüydüler. Göklerde ve yerde Allah’ı âciz bırakacak hiç-bir şey yoktur. Şüphesiz O, bilendir, güç yetirendir” (Fâtır).

 

“Yaratılmış” olmak, âciz olmayı zorunlu kılar. Âcizlikten müstesnâ olan tek varlık Allah’tır. Ancak Yaratıcı âciz olmaz. Yaratılan ise “yaratılmış” olduğu için az da olsa acziyet taşır. O-hâlde acziyet varlığın kaderdir.

 

Âciz olan ancak “âciz olmayan”a bağlandığında acziyetten dolayı kendisinde bir eziklik duymaz. Allah’a bağlanmayan yada O’nu kabûl etmeyenlerin bir acziyet durumunda çağıracakları ve sığınacakları bir mercî olmaz.

 

Kanımca varlık içinde en âciz varlık insandır:

 

“Allah (ağır yükleri) sizden hafifletmek ister: (Çünkü) insan zayıf olarak yaratılmıştır” (Nîsâ 28).

 

İnsan zayıf olarak yaratıldığı gibi, sünnetullah ve imtihan nedeniyle zorluklar arasında yaratılmıştır:

 

“Andolsun, biz insanı bir zorluklar arasında yarattık” (Beled 4).

 

İnsanın zayıflığı, çevreye ve hayâta çabuk uyum sağlayamaması ve sürekli olarak birilerinin yardımına ihtiyaç duyması nedeniyledir. İnsan âciz olarak doğar, âciz olarak yaşar ve âciz olarak ölür.

 

Tabi bu sâdece maddî yönden böyledir. Fakat insan tek-kutuplu bir varlık değildir ve insana has olan bir rûh, kâlp, akıl, bilgi ve bilinç sâhibidir. Eğer insan bunları kullanmazsa gerçekten acziyet içinde kalır. Bu saydıklarımız kullanması durumunda ise Dünyâ’yı bile değiştirebilecek güçte bir varlıktır. Meselâ Peygamberimiz “âlemlere rahmettir” ve Dünyâ’yı değiştirmiş yada değişimi başlatmıştır. Bunu ise maddî yönden ziyâde mânevî yönünü kullanarak yapmıştır. İnsan rûhunu, kâlbini, aklını ve bilincini kullanarak devleşirken, bunları kullanmadığında, sınırlı güce sâhip olan, üstelik zayıf yaratılışa sâhip olan maddî yönüyle ölmemek için çırpınır durur. Öyle ki maddî bedenin istekleri ve ihtiyaçları hiç-bir zaman bitmez de bu ihtiyaçları karşılamak için ömür-boyu didinir durur.       

 

Modern insan, acziyetinin farkında olmadan, “küçük dağları ben yarattım” havasındadır. Kendini ilah gibi görmesinin ve elde ettikleriyle övünmesinin arkasında, kendisinden daha âciz olanları öldürmesi, köleleştirmesi ve sömürmesi vardır. Modern insanın elinde bir miktar güç biriktirmesinin arkasında, kızıl-derilileri öldürmesi ve mallarını yağmalaması, kara-derilileri köleleştirmesi ve karın-tokluğuna bile olmayan şartlarda çalıştırması ve sarı-derilileri de sömürdükçe sömürmesi vardır. Yâni modern AB ve ABD acziyetten kurtulmayı Allah’a bağlanmakla ve O’na sığınmakla değil de Dünyâ’yı elde etmekle aşabileceğini düşünmeye başladıktan sonra, insanların çoğunu acziyet içinde bırakarak belli bir gücü elde edebilmiştir. Bu gücü elbette insanlık yararına ve Allah rızâsı için değil, şeytanı, nefsi ve tâğutları râzı etmek için kullanmaktadır. Zâten hırsızlıkla ve yolsuzlukla elde edilen ancak şeytan yolunda kullanılabilir. 

 

Modernizmin en çok âciz bıraktığı toplumlar, modernizme meydan okuyan doğulu ve müslüman toplumlardır. Modernizme karşı bilinçli bir karşı çıkışın arkasında, “rûhen acziyet içinde kalmak”tansa “madden acziyet içinde kalmayı seçmek” düşüncesi ve inancı vardır. Tabi bu rûhen acziyet içinde olanların anlayabileceği bir şey değildir.

  

İnsan, fakirlik, hastalık, yetim ve öksüzlük, yalnızlık, belki nasipsizlik vs. gibi nedenlerle kısa bir süreliğine yada bâzen ömür-boyu acziyet içinde kalabilir ve bundan kurtulamaz da hayat-boyu acziyet içinde yaşamak zorunda kalabilir. Acziyet içinde yaşamak ne kadar da zordur. Meselâ kas-iskelet sistemi hastalıkları, felç, körlük, sağırlık, dilsizlik vs. gibi çeşitli eksiklik durumlarında olan kişiler kendilerini ağır bir şekilde âciz hissederler. Hele mevcut durumdan kurtulmanın imkansızlığı gerçeği buna tuz-biber eker. Fakat bu kişiler bile acziyeti bir noktadan sonra kabûl etmeyip, bir de rûh, kâlp ve bilinç sâhibi olduklarını hatırlayarak yapabileceklerini en azından bunlar üzerinden yapmayı sürdürebilmelidirler. Böylece acziyeti büyük oranda aşabileceklerdir. Çünkü bedenen nice acziyet içinde olanlar vardır ki Dünyâ’ya meydan okuyabilecek cesârete sâhip olabilmektedirler. Nice iri-yarı olan sağlıklı ve varlıklı kişilerin korkup ürktükleri şeyleri hiç çekinmeden yapabilmektedirler.    

 

Modern insan kendini “insanlığın gelebileceği en ileri uygarlık seviyesinde göre-dursun, aslında târih boyunca hiç olmayacak şekilde acziyet içindedir. Öyle ki âciz olan küçücük bir bebeğe bile bakamamakta ve ondan kurtulmak için çeşitli çâreler aramış ve bulmuştur. Modern insan bebeklerine de yaşlılarına da bakamıyor da kreşleri ve huzur-evleri denen huzursuzluk merkezlerini çâre olarak görüyor. Bu çok büyük bir acziyettir. Modern insan, âciz olanlarla uğraşmak istemiyor. Zîrâ âcizler kendisine acizliğini hatırlatıyor.

 

İnsanlar her-şeye alıştıkları gibi zillete, âcizliğe ve hakârete de alışır. Fakat mü’minler için bu yasaktır. Çünkü Allah varsa, îman varsa mutlakâ bir imkân ve sığınılacak bir liman da vardır. İslâm, insanları âcizlikten kurtarmak için vardır. Tüm peygamberler de insanları âcziyetten kurtarmak ve yol göstermek için gönderilmişlerdir. Tamam, insan “yaratılmış” olduğu için acziyetten tümüyle kurtulamaz ve bu Allah’a sığınmak için de bir vesîledir. Fakat insan mutlak anlamda acziyete düşmemelidir ve acziyetten kurtulmak için Allah’a sığınmalı ve Allah’ın kendisine verdiği artı özellikleri kullanarak âcizliği yenmelidir. Çünkü insan ancak madden âcizken mânen de âcziyet içine düşerse kaybeder. İşte o zaman acziyet içinde yaşamaya başlar.    

 

Acziyetten kurtulmak öyle kerâmetle yada mûcizeyle falan da olmaz. Bir şeyler yapmak şarttır. Halkın “büyük” saydığı meşhûr evliyâlar(!), işlerini hep kerâmetle yapmışlardır. Çünkü kerâmetten başka somut olarak yaptıkları bir şey yoktur. İki taşı üst-üste koymaktan âciz olanların ünleri, sözde “gösterdikleri kerâmetleri” nedeniyledir. Oysa kerâmet göstermek bile kerem-ikrâm etmekle olabilecek bir şeydir. Siz ne kadar cömert ve ikrâm-sâhibi yâni kerâmet ehli olursanız işte o zaman kerâmet göstermiş olursunuz. Kerâmet göstermek için olağan-üstü değil, olağan ve mümkün olan bir şeyler yapmak gerekir.

 

Mûcize ise zâten “aklı âciz bırakan” demektir. Âciz bırakan bir şeyi yaparak âcizlikten kurtulamazsının. Dolayısıyla mûcize ve kerâmet denilen şey kişiyi âcizlikten kurtarmaz da daha çok acze düşürür ve âciz bırakır. Zîrâ mûcizeler, aklın değil, îmânın konusudur.

 

Acziyet, sürece tâbi olmakla alâkalıdır. Allah ise sürece tâbi değildir ve bir şeyin olmasını istediğinde o şeye sâdece “ol” der ve o şey derhâl oluverir. Sicistâni; Allah’ın, yıldızları-göğü-yeri belli bir süreç içinde yaratması düşüncesini bir acziyet olarak telâkki etmiştir. Allah için bir “süreç”ten bahsedilemez. Allah “süreç” ile kayıtlanamaz. Süreç; acziyet sâhibi insan/mahlûk için geçerlidir. Bu nedenle de bir sürece tâbi olarak ortaya atılan kâinâtın ve insanın yaratılış süreçleri teorileri (Big-Bang ve Evrim Teorisi), âciz olan insanların âciz kafaları ve yargılarıyla acziyete yönelik olarak ortaya attıkları zırvalıklardan başkası değildir. Âcizlikten berî olan Allah, âciz olmadığı için “ol” dediği anda her-şey bir-anda kendini olmuş buluverir. Âciz olanlar bunu idrâk edemezler.  

 

Evet; tüm yaratılmış varlık gibi insan da bir yerden sonra mecbûren âcizdir. Bu acziyet hayâtının her noktasında karşısına çıkar. Fakat bu âcziyetten kurtulmak da mümkündür. Bunun yolu ise “sâdece Allah’a bağlanmak ve sığınmak” ve Allah’ın insana verdiği artı özellikleri kullanarak bir ferâsetle ve cüretle adâletsizliğe, eşitsizliğe, haksızlığa, ahlâksızlığa, küfre, şirke ve zulme bir eleştiri getirmek, îtiraz etmek ve isyân yükseltmektir. 

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ağustos 2024

 

Devamını Oku »