25 Aralık 2023 Pazartesi

İlimde Ayrışmak, Amelde Birleşmek


“İnsanlar tek bir ümmetti. Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi ve berâberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere hak kitaplar indirdi. Oysa kendilerine apaçık âyetler (ilim) geldikten sonra, birbirlerine karşı olan ‘azgınlık ve kıskançlıkları’ yüzünden anlaşmazlığa düşenler, o, (Kitap) verilenlerden başkası değildir. Böylece Allah, îman edenleri, hakkında ayrılığa düştükleri gerçeğe kendi izniyle eriştirdi. Allah, kimi dilerse onu doğruya yöneltir” (Bakara 213).

 

İnsanlar tâ ilk-baştan bêri ilim konusunda birleşememiş, ortak bir duygu, düşünce ve söylemde olamamışlardır. Çünkü hem ilim herkeste farklı duygu, düşünce ve söylem oluşturur, hem de ilim -imtihan ve sünnetullah gereğince- birleştirici özelliğe çok sâhip değildir. Bir düşünce, fikir, felsefe, ideoloji, din ve inanç etrâfında birleşenler bile tam anlamıyla birleşemezler de, o bağlı oldukları şey hakkında farklı düşünceleri ve sözleri olur. Hattâ bu, “tek hak din olan İslâm”da ilmi noktada bile böyledir.

 

Kur’ân metni indiği şekliyle korunmuştur ve muhâfaza edilmiştir fakat Kur’ân’ın âyetleri hakkında çok farklı hattâ birbirine birebir zıt düşünceler ve söylemler ortaya çıkabilmiştir. Mezhep, meşrep târikat, cemaat, hizip, grup, parti vs.’nin çok fazla sayıda olması ve çeşitlenmesi, tüm beşerî düşünce, sistem ve ideolojilerde olduğu gibi müslümanlar arasında da olmuştur. Çünkü bir şeyin bilgisi ve ilmi, insanları şaşmaz ortak bir zihinle bir-araya getirmez ve getiremez. İlim, -imtihan nedeniyle- temelde birleştirici olsa da ayrıntıda insanları farklılaştırır ve zıtlaştırır hâle getirir. Zîrâ ilim özü îtibârıyla yorumlamaya açık olduğundan dolayı ayrıştırıcıdır. 

 

Peki insanlar neyde birleşebilirler?. İster bâtıl, isterse hak, ne olursa-olsun, insanlar bağlı oldukları şeyin ilmî yönünde değil amelî yönünde birleşebilirler. Müslümanlar da vahyin ilmî yönünde değil, amelî yönünde birleşebilirler. Zâten bu kadar çok fırkalara ayrılmalarının nedeni budur. Müslümanların ilimde bu kadar çok ayrışmasının ve farklılaşmasının nedeni, “amelde birleşmemek”tir. Amelde birleşmeyi engelleyen şey “ilimde farklılaşmak”la başlar ama, ısrarla birlikte yapılan şeyler ilimdeki farklılaşmayı ve ayrışmayı blôke eder ve önler.

 

Meselâ aynı düşünce ve inanç etrâfında birleşmiş olan 10 kişilik bir grup bir yerde oturup konuşuyor olsalar, orada mutlakâ farklı düşünce ve fikirler açığa çıkar ve hattâ bu bâzen çok farklıklaşmaya, zıtlaşmaya ve ayrışmaya kadar gider. Zâten aynı yolun içinde farklılaşmaların ve ayrışmaların başlaması da bu nedenle başlar. Çünkü ilim ayrıştırır. Fakat o 10 kişilik gruba, biri gelse ve: “kardeşler!, arabam çalışmıyor, bir zahmet onu hep-birlikte itebilir miyiz?” dese, hep-birlikte aynı amaç için hareket edip arabanın çalışmasına yardım edebilirler ve arabayı çalışmasını sağlayabilirler. Amel-eylem ve iş gerektiren bir şeyi hiç farklılaşmadan hep berâber yapabilirler. Çünkü amel birleştiricidir. Yada meselâ yaşlı bir kadın gelse, o 10 kişilik gruptan yardım istese ve ancak 10 kişiyle kaldırılabilecek bir şeyin kaldırılıp yerine konulmasını istese, herkes o şeyin bir ucundan tutup el-birlik o şeyi kaldırıp yerine koyabilirler ve bu konuda bir tartışma ve anlaşmazlık da yaşamazlar. Üstelik o iş onlara zevk de verir. .

 

Bu neden böyledir?. Niçin ilim noktasında sürekli tartışmalar olur da amelde, eylemde ve iş konusunda olmaz?. Çünkü ilim, -o ilmin konusu Kur’ân vahyi olsa bile- yorumlanan şeydir. İlim yorumlanmaya açıktır ve zâten yorumlanmadan da konuşulacak, söylenecek ve yazılabilecek bir şey değildir. Lâkin herkes ilmi farklı idrâk eder ve yorumlar. Bu farklılık belli bir noktadan sonra tartışmaya dönebilir ve ayrışma başlatır. Oysa amelin ve eylemin yorumu olmadığı için amel ve eylem kolay-kolay bir tartışma ortaya çıkarmaz, çünkü amel nasıl ise öyledir. Amel hep aynıdır yada benzerdir. Nasıl olacağı bir kere öğrenildiğinde pek de değişmeden aynen devâm eder ve bu, ilim ile belirlenmiş olsa da, hayatta uygulayarak, deneyerek ve deneyimleyerek öğrenilip yapıldığı için nasıl olacağı herkes tarafından bilinir. Görerek öğrenilen amel-eylem yada bir iş, farklığa imkân vermez yada işi çok farklılaştırmaz. Böylece amel-eylem insanları ayrıştırmadığı için kolayca birleştirebilir. Hele bu temel ilkelere göre olan bir amel ve eylem ise birleşme çok daha kolay olur.

 

Kur’ân ve Sünnet konusunda da bu böyledir. Kur’ân’ı anlama ve yorumlama noktasında bir türlü anlaşamayanlar Sünnet konusunda daha kolay anlaşırlar. İşte bu nedenle halkın geneli daha çok Kur’ân’ın pratiği olarak bağlayıcı olan Sünnet ile İslâm’ı öğrenir, bilir ve yaşar. Zîrâ halkın büyük çoğunluğu fırsat bulamadığı için bilginin ilmin peşine düş(e)mez. Bu nedenle de halk uygulamaya-pratiğe bakar ki bu pratik “Sünnet” denilen “en güzel amel-eylem”dir. Müslümanlar 1.400 yıl boyunca genelde, Sünnet denilen bu uygulama ile İslâm’ı yaşamıştır.

 

Sünnet teori değil de pratik içerdiğinden dolayı yorumlanamaz. Bu da yorum farkı ve ayrışma çıkmaması demektir. Zîrâ Sünnet “bilinmiş olan” değil, “yapılmış olan”dır. Sünnet, “Kur’ân’a göre yapılmış olan”dır. Yapılmış olanı değiştiremezsiniz. Söylenmiş olanı “yanlış anlaşılmış” diye inkâr etmek daha kolay olabilir ama “yapılmış” olan şeyin yorumu ve inkârı olmaz ki!. O nasıl yapılmışsa öyledir. Kur’ân, çoğu-zaman aşırı zorlama yorumlarla moderniteye ve mevcûda uydurulmaya çalışılır ve câhiller için bu yanlış yorumlar doğru gibi görülebilir. Fakat pratik bir şekilde devâm ede-gelen bir şey nasıl yorumlanacak?. O şey aynen yapıldığı gibidir. Sünnet pratikliktir, “güzel örneklik”tir. “Yapılmış olan” ve “Peygamber tarafından yapılmış olan”dır. Bu nedenle de onu inkâr etmek ancak moderniteyi merkeze alanlar tarafından “sâdece Kur’ân” diyerek Sünnet’i inkâr etmekle olabilir. Sünnet inkâr edildiğinde ise, İslâm’ın temel düşüncesi yine kalır ama pratikliğinden kopulduğu için onun özelliği değişmiş olur ve uzak-doğu dinleri gibi sâdece zihinlerin ve kâlplerin tatmin ve orgazm aracına döner.

 

Verilen emri amel-eylem olarak yerine getirmemek ve verilen emri ilim ile yorumlamaya yönelmek şeytan ile başlamıştır. Allah’ın “Âdem’e secde edin” emrini tüm melekler kabûl edip secde ederlerken yâni tüm melekler hemen amele yönelirlerken ve böylece amelde birleşebilirlerken, şeytan ise bu emir karşısında ilmi öne çıkarıp Allah’ın apaçık emrini ilim ile sorgulamaya başladı ve secde etmedi. Böylece şeytanlaşarak bulunduğu yerden kovuldu. Şeytanı meleklerden ayrıştıran şey ilim idi, eğer secde etseydi yâni amel etseydi ayrışmayacak ve meleklerle birleşebilecekti.

 

Kâinattaki muhteşem âhenk, düzen, nizam ve kusursuz döngü de “sâdece ilim”e değil, ilim-merkezli amel-eyleme dayanır. İdraksiz madde, ilme yorum yapma yeteneğinden yoksun olduğu için amelde bu kadar kusursuz ve sorunsuz bir şekilde hareket edebilmektedir.

 

Yine; daha iki kişi bile bir konuda anlaşamaz ve uzlaşamazken, milyonlarca kişi, bir kişinin imamlığında Kâbe’de namaz kılabilmekte ve aynı hareketleri hiç şaşmadan hep-birlikte yapabilmektedirler. Zîrâ amel ve eylem birleştiricidir ve amel ve eylemin müthiş bir birleştirme gücü vardır.

 

Bu İslâm’ın tüm amel-eylem içeren ibâdetleri için geçerlidir. İlimde hep bir ayrışma oluyor ama insanlar amelde-eylemde hep birleşebiliyorlar. Zâten müslümanları hep ilimde ayrışmak birbirlerinden uzaklaştırmıştır ve birlik olamamaları da hep bu nedenledir. Fitne ve ifsâd hep ilimdeki ayrışmalar nedeniyle ortaya çıkmıştır-çıkmaktadır. Oysa amelde birleşseler, iş bambaşka olacak ve Dünyâ çok farklı bir yer hâline gelebilecektir.  

 

Îman da öyledir. Îman etmek, “îmânın gereğini yapmak” demektir, yoksa îmânın bilgisi ve ilmi  îman değildir. Bu ahlâk ve adâlet için de geçerlidir. Bir şeyin bilgisi ve ilmi, o şeyin kendisi değildir. O sâdece o şeyin bilgisidir. Bu nedenle bir şeyin bilgisi ve ilmi insanları birleştirmez yada yeterince birleştirmez, çünkü bir şeyin yorumunu herkes farklı yapar, fakat bir şeyin gereğini yapmak yâni emel-eylem aynı yada benzerdir. Amel ve eyleme yorum yapılamaz.

 

Yine bunun gibi; infâkın hesabını yapmak “infak” değildir. İnfak, oranı kaç olursa-olsun “infak yapmak”tır. İnfak, “bilmek” ile değil “yapmak” ile ilgilidir ki zâten İslâm’da hemen her-şey aslında böyledir. İnsanları infâkın oranının kaç olduğunda birleştiremezsiniz ama, amelinde yâni infak etmekte birleştirebilirsiniz.  

 

Bilmek ve yapmak farklı şeylerdir. Bir kişi okuma-yazma bilmesine rağmen okuma-yazma yapmıyorsa, “bildiğini yapmıyor” demektir. Allah bilmeye değil, yapmaya bakar. Çünkü bir şeyi gerçekten bilmek, onun hakkında bir şey yapmakla olur. Bir şey bilmek, bir şey yapmaktır. Hedef, anlamak ve bilmekten ziyâde “yapmak”tır. Derinlemesine anlamadan “yapmak”, derin bir şekilde anlayarak “yapmamak”tan kat-kat üstündür. Yine; “doğruyu  bilmek ve söylemek” yetmez, “doğruyu yapmak” da gerekir.

 

İslâm sâdece, “kötü-yanlış-çirkin olan şeyi yapmamak” demek değildir. İslâm; bir ilmin sonucunda “kötü-yanlış-çirkin” olan şeyi yapmaktan uzak durduktan sonra; “iyi-doğru-güzel” olan şeyi de yapmak demektir. Ancak o zaman Allah’ın emri “tamam” olur ve hakkıyla müslüman-mü’min olunur. Peygamberimiz peygamberlikten önce de; “kötü-çirkin-yanlış” olan şeyi yapmıyordu. Fakat, Allah için bu yeterli değildi. Bu nedenle de Peygamberimiz’e “ağır bir yük” yükledi. Allah, mü’minleri, kötü-çirkin-yanlış olan şeyleri yapmadıktan sonra; “iyi-doğru-güzel” olan şeyleri de yapmaya sevk-eder ve bunu emreder. İyi olmak için “kötülük yapmamak” yetmez, kötülük yapmadıktan sonra bir de “iyilik yapmak” gerekir.

 

Kur’ân, yorum yapılabilen bir kitaptır. Soyut olana yorum yapılır fakat somutun yorumu olmaz. Zîrâ eylemin (Sünnet) yorumu olmaz. Bu nedenle Sünnet “birleştirici” bir etkendir. Param-parça olmuş ümmet, Sünnet ile daha kolay birleştirilebilir.

 

Ha-bire “Kur’an’ı anlama” peşinde koşuluyor. Kur’ân okunuyor-okunuyor ama bir türlü anlaşılamıyor. 1.400 yıldır 360.000 bin kez tefsiri yapılan Kur’ân anlaşılamadı gitti. Ulan ne zor, ne anlaşılmaz bir kitapmış bu böyle(!).. Yok-yok; öyle değil. Kur’ân’ın “yap” dediğini yapmayanlar yada yapmak istemeyenler, “yapmamak için” sözde “Kur’an’ı anlama” yoluna düşmüşlerdir. Kur’ân’ın nasıl anlaşılacağını daha doğrusu nasıl idrâk edileceğini mi soruyorsunuz?. Kur’ân en iyi şekilde, bir zulme “dur” derken anlaşılır. Can boğaza gelip dayanmışken anlaşılır: “Mü’minler (düşman) birliklerini gördükleri zaman ise (korkuya kapılmadan) dediler ki: ‘Bu, Allah’ın ve Resûlü’nün bize vâdettiği şeydir; Allah ve Resûlü doğru söylemiştir’. Ve (bu,) yalnızca onların imanlarını ve teslimiyetlerini arttırdı” (Ahzâb 22). Kur’ân’ın idrâk edilmesi amel-eylem ile tamamlanır. Masa-başında sürekli okumakla Kur’ân’ı anlamak ve tam olarak idrâk etmek hiç-bir zaman bitmez.

 

Söz ile yâni “müslümanım” demekle müslüman olunmaz, “müslümanlık yapmak”la müslüman olunur.

 

İslâmî toplum ve hareket (cemaat), “tek başıma evimde yapamayacağım şeyi birlikte yapmak için” olmalıdır. Yoksa cemaatler, hep berâber Kur’ân okuyup onu anlamak için toplanılan yerler değildir. Herkes Kur’ân’ı okur ve sonra da cemaat olarak toplanıp ne yapılacaksa hep berâber yapılır.Cemaatin amacı ancak bu-şekilde yerine gelir. Plân yapmaktan ziyâde, plânı gerçekleştirebilmek önemlidir.

 

İlim arttı ama Dünyâ daha yaşanabilir bir yer hâline gelmedi yada insanlar daha medenî olmadılar. Tek-başına ilim bunu sağlamadı-sağlayamıyor-sağlamayacaktır. Bunhu sağlayacak olan şey, vahiy-merkezli “ilim ve amel bütünlüğü”dür.

 

Bir yoruma göre Hz. Âdem ve Havvâ’nın yediği ağaç “bilgi ağacı”dır ve bilgiyi elde ettikleri anda şeytan devreye girmiş onları bilgi ile kandırmış ve ayartmıştır. İşte o bilgiden sonradır ki Hz. Âdem, Havvâ ve onlarla birlikte olanlar “birbirlerine düşman olarak” cennetten çıkarılmışlar yada kovulmuşlardır. Zâten daha önce de şeytan, Allah’ın apaçık “secde edin” emrine karşı bir bilgi ortaya koyarak secde etmekten kaçınmıştı da bulunduğu yerden konulmuştu. Mâzeret olarak sunduğu saçma-sapan gerekçe onu “şeytan” yapmıştı.

 

Bilmek de elbette önemlidir. Kuran: “…De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?...” (Zümer 9) der. Fakat  Kur’ân: “Eğer yeryüzündeki ağaçların tümü kalem ve deniz de -onun ardından yedi deniz daha eklenerek- (mürekkep) olsa, yine de Allah'ın kelimeleri (yazmakla) tükenmez. Şüphesiz Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sâhibidir” (Lokmân 27) de diyerek ilmin tüketilemeyeceğini ve bitirilemeyeceğini de söyler. O-hâlde ilmin meyvesini toplamak önemlidir ki o meyve amel-eylemdir. Zâten Kur’ân da “îman ve ilim”den ziyâde “îman ve amel”e bakar:

 

“Ancak îman edip sâlih amellerde bulunanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka” (Asr 3).

 

Kur’ân-merkezli okumak, Kur’ân-merkezli “yapmak” demektir.

 

Bir işi zamânında yapmak, o işi yapmaktan daha önemlidir. Bir işi dört-dörtlük yapmak ise hepsinden önemlidir. Dünyâ’nın en zor işi “dört-dörtlük iş yapmak”tır.

 

“Kur’ân şöyle der” deyince pek de dikkat kesilmeyenler, “Peygamberimiz şöyle buyurdu” yada “şöyle yaptı” denince daha bir dikkat kesilirler. Bu da normâldir. Çünkü insanlar amele yönelik olanı dinlemeye ve yerine getirmeye daha müsâittirler. Bir “bilen”, bin kişiyi amele-eyleme sevk edebilir. Fakat “bin yapan” bir kişiyi bile ilme sevk edemeyebilir. Demek ki insanları aynı ve benzer şeyler yapmaya daha kolay yönelten şey ilimden ziyâde amel-eylemdir.

 

İlmî alanda bilgi işin içine girince bin parçaya bölünenler, berâber bir iş yapılacağı zaman hemen bir-araya gelip kolayca birleşebilirler.

 

Ne yapılması gerektiğini biliyoruz fakat “gereken”i yapmak için gönlümüzde derman yok. Gönlümüzde derman olmayınca dizimizde de derman olmuyor.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Aralık 2023

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder