“İnsanlar tek bir
ümmetti. Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberler gönderdi ve
berâberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında
hüküm vermek üzere hak kitaplar indirdi. Oysa kendilerine apaçık âyetler (ilim)
geldikten sonra, birbirlerine karşı olan ‘azgınlık ve kıskançlıkları’ yüzünden
anlaşmazlığa düşenler, o, (Kitap) verilenlerden başkası değildir. Böylece
Allah, îman edenleri, hakkında ayrılığa düştükleri gerçeğe kendi izniyle
eriştirdi. Allah, kimi dilerse onu doğruya yöneltir” (Bakara 213).
İnsanlar tâ
ilk-baştan bêri ilim konusunda birleşememiş, ortak bir duygu, düşünce ve
söylemde olamamışlardır. Çünkü hem ilim herkeste farklı duygu, düşünce ve
söylem oluşturur, hem de ilim -imtihan ve sünnetullah gereğince- birleştirici
özelliğe çok sâhip değildir. Bir düşünce, fikir, felsefe, ideoloji, din ve
inanç etrâfında birleşenler bile tam anlamıyla birleşemezler de, o bağlı oldukları
şey hakkında farklı düşünceleri ve sözleri olur. Hattâ bu, “tek hak din olan
İslâm”da ilmi noktada bile böyledir.
Kur’ân metni
indiği şekliyle korunmuştur ve muhâfaza edilmiştir fakat Kur’ân’ın âyetleri
hakkında çok farklı hattâ birbirine birebir zıt düşünceler ve söylemler ortaya
çıkabilmiştir. Mezhep, meşrep târikat, cemaat, hizip, grup, parti vs.’nin çok
fazla sayıda olması ve çeşitlenmesi, tüm beşerî düşünce, sistem ve
ideolojilerde olduğu gibi müslümanlar arasında da olmuştur. Çünkü bir şeyin
bilgisi ve ilmi, insanları şaşmaz ortak bir zihinle bir-araya getirmez ve getiremez.
İlim, -imtihan nedeniyle- temelde birleştirici olsa da ayrıntıda insanları
farklılaştırır ve zıtlaştırır hâle getirir. Zîrâ ilim özü îtibârıyla yorumlamaya
açık olduğundan dolayı ayrıştırıcıdır.
Peki insanlar
neyde birleşebilirler?. İster bâtıl, isterse hak, ne olursa-olsun, insanlar
bağlı oldukları şeyin ilmî yönünde değil amelî yönünde birleşebilirler.
Müslümanlar da vahyin ilmî yönünde değil, amelî yönünde birleşebilirler. Zâten
bu kadar çok fırkalara ayrılmalarının nedeni budur. Müslümanların ilimde bu
kadar çok ayrışmasının ve farklılaşmasının nedeni, “amelde birleşmemek”tir. Amelde
birleşmeyi engelleyen şey “ilimde farklılaşmak”la başlar ama, ısrarla birlikte
yapılan şeyler ilimdeki farklılaşmayı ve ayrışmayı blôke eder ve önler.
Meselâ aynı
düşünce ve inanç etrâfında birleşmiş olan 10 kişilik bir grup bir yerde oturup
konuşuyor olsalar, orada mutlakâ farklı düşünce ve fikirler açığa çıkar ve hattâ
bu bâzen çok farklıklaşmaya, zıtlaşmaya ve ayrışmaya kadar gider. Zâten aynı
yolun içinde farklılaşmaların ve ayrışmaların başlaması da bu nedenle başlar. Çünkü
ilim ayrıştırır. Fakat o 10 kişilik gruba, biri gelse ve: “kardeşler!, arabam
çalışmıyor, bir zahmet onu hep-birlikte itebilir miyiz?” dese, hep-birlikte
aynı amaç için hareket edip arabanın çalışmasına yardım edebilirler ve arabayı
çalışmasını sağlayabilirler. Amel-eylem ve iş gerektiren bir şeyi hiç farklılaşmadan
hep berâber yapabilirler. Çünkü amel birleştiricidir. Yada meselâ yaşlı bir kadın
gelse, o 10 kişilik gruptan yardım istese ve ancak 10 kişiyle kaldırılabilecek
bir şeyin kaldırılıp yerine konulmasını istese, herkes o şeyin bir ucundan
tutup el-birlik o şeyi kaldırıp yerine koyabilirler ve bu konuda bir tartışma
ve anlaşmazlık da yaşamazlar. Üstelik o iş onlara zevk de verir. .
Bu neden
böyledir?. Niçin ilim noktasında sürekli tartışmalar olur da amelde, eylemde ve
iş konusunda olmaz?. Çünkü ilim, -o ilmin konusu Kur’ân vahyi olsa bile-
yorumlanan şeydir. İlim yorumlanmaya açıktır ve zâten yorumlanmadan da konuşulacak,
söylenecek ve yazılabilecek bir şey değildir. Lâkin herkes ilmi farklı idrâk
eder ve yorumlar. Bu farklılık belli bir noktadan sonra tartışmaya dönebilir ve
ayrışma başlatır. Oysa amelin ve eylemin yorumu olmadığı için amel ve eylem
kolay-kolay bir tartışma ortaya çıkarmaz, çünkü amel nasıl ise öyledir. Amel
hep aynıdır yada benzerdir. Nasıl olacağı bir kere öğrenildiğinde pek de
değişmeden aynen devâm eder ve bu, ilim ile belirlenmiş olsa da, hayatta
uygulayarak, deneyerek ve deneyimleyerek öğrenilip yapıldığı için nasıl olacağı
herkes tarafından bilinir. Görerek öğrenilen amel-eylem yada bir iş, farklığa
imkân vermez yada işi çok farklılaştırmaz. Böylece amel-eylem insanları
ayrıştırmadığı için kolayca birleştirebilir. Hele bu temel ilkelere göre olan
bir amel ve eylem ise birleşme çok daha kolay olur.
Kur’ân ve
Sünnet konusunda da bu böyledir. Kur’ân’ı anlama ve yorumlama noktasında bir
türlü anlaşamayanlar Sünnet konusunda daha kolay anlaşırlar. İşte bu nedenle halkın
geneli daha çok Kur’ân’ın pratiği olarak bağlayıcı olan Sünnet ile İslâm’ı öğrenir,
bilir ve yaşar. Zîrâ halkın büyük çoğunluğu fırsat bulamadığı için bilginin
ilmin peşine düş(e)mez. Bu nedenle de halk uygulamaya-pratiğe bakar ki bu
pratik “Sünnet” denilen “en güzel amel-eylem”dir. Müslümanlar 1.400 yıl boyunca
genelde, Sünnet denilen bu uygulama ile İslâm’ı yaşamıştır.
Sünnet teori değil de pratik
içerdiğinden dolayı yorumlanamaz. Bu da yorum farkı ve ayrışma çıkmaması
demektir. Zîrâ Sünnet “bilinmiş olan” değil, “yapılmış olan”dır. Sünnet,
“Kur’ân’a göre yapılmış olan”dır. Yapılmış olanı değiştiremezsiniz. Söylenmiş olanı
“yanlış anlaşılmış” diye inkâr etmek daha kolay olabilir ama “yapılmış” olan
şeyin yorumu ve inkârı olmaz ki!. O nasıl yapılmışsa öyledir. Kur’ân, çoğu-zaman
aşırı zorlama yorumlarla moderniteye ve mevcûda uydurulmaya çalışılır ve câhiller
için bu yanlış yorumlar doğru gibi görülebilir. Fakat pratik bir şekilde devâm ede-gelen
bir şey nasıl yorumlanacak?. O şey aynen yapıldığı gibidir. Sünnet pratikliktir,
“güzel örneklik”tir. “Yapılmış olan” ve “Peygamber tarafından yapılmış olan”dır.
Bu nedenle de onu inkâr etmek ancak moderniteyi merkeze alanlar tarafından “sâdece
Kur’ân” diyerek Sünnet’i inkâr etmekle olabilir. Sünnet inkâr edildiğinde ise,
İslâm’ın temel düşüncesi yine kalır ama pratikliğinden kopulduğu için onun
özelliği değişmiş olur ve uzak-doğu dinleri gibi sâdece zihinlerin ve kâlplerin
tatmin ve orgazm aracına döner.
Verilen emri
amel-eylem olarak yerine getirmemek ve verilen emri ilim ile yorumlamaya
yönelmek şeytan ile başlamıştır. Allah’ın “Âdem’e secde edin” emrini tüm melekler
kabûl edip secde ederlerken yâni tüm melekler hemen amele yönelirlerken ve
böylece amelde birleşebilirlerken, şeytan ise bu emir karşısında ilmi öne çıkarıp
Allah’ın apaçık emrini ilim ile sorgulamaya başladı ve secde etmedi. Böylece
şeytanlaşarak bulunduğu yerden kovuldu. Şeytanı meleklerden ayrıştıran şey ilim
idi, eğer secde etseydi yâni amel etseydi ayrışmayacak ve meleklerle birleşebilecekti.
Kâinattaki
muhteşem âhenk, düzen, nizam ve kusursuz döngü de “sâdece ilim”e değil, ilim-merkezli
amel-eyleme dayanır. İdraksiz madde, ilme yorum yapma yeteneğinden yoksun
olduğu için amelde bu kadar kusursuz ve sorunsuz bir şekilde hareket
edebilmektedir.
Yine; daha
iki kişi bile bir konuda anlaşamaz ve uzlaşamazken, milyonlarca kişi, bir
kişinin imamlığında Kâbe’de namaz kılabilmekte ve aynı hareketleri hiç şaşmadan
hep-birlikte yapabilmektedirler. Zîrâ amel ve eylem birleştiricidir ve amel ve
eylemin müthiş bir birleştirme gücü vardır.
Bu İslâm’ın
tüm amel-eylem içeren ibâdetleri için geçerlidir. İlimde hep bir ayrışma oluyor
ama insanlar amelde-eylemde hep birleşebiliyorlar. Zâten müslümanları hep
ilimde ayrışmak birbirlerinden uzaklaştırmıştır ve birlik olamamaları da hep bu
nedenledir. Fitne ve ifsâd hep ilimdeki ayrışmalar nedeniyle ortaya çıkmıştır-çıkmaktadır.
Oysa amelde birleşseler, iş bambaşka olacak ve Dünyâ çok farklı bir yer hâline
gelebilecektir.
Îman da
öyledir. Îman etmek, “îmânın gereğini yapmak” demektir, yoksa îmânın bilgisi ve
ilmi îman değildir. Bu ahlâk ve adâlet
için de geçerlidir. Bir şeyin bilgisi ve ilmi, o şeyin kendisi değildir. O sâdece
o şeyin bilgisidir. Bu nedenle bir şeyin bilgisi ve ilmi insanları birleştirmez
yada yeterince birleştirmez, çünkü bir şeyin yorumunu herkes farklı yapar,
fakat bir şeyin gereğini yapmak yâni emel-eylem aynı yada benzerdir. Amel ve
eyleme yorum yapılamaz.
Yine bunun
gibi; infâkın hesabını yapmak “infak” değildir. İnfak, oranı kaç olursa-olsun “infak
yapmak”tır. İnfak, “bilmek” ile değil “yapmak” ile ilgilidir ki zâten İslâm’da
hemen her-şey aslında böyledir. İnsanları infâkın oranının kaç olduğunda
birleştiremezsiniz ama, amelinde yâni infak etmekte birleştirebilirsiniz.
Bilmek ve yapmak farklı
şeylerdir. Bir kişi okuma-yazma bilmesine rağmen okuma-yazma yapmıyorsa,
“bildiğini yapmıyor” demektir. Allah bilmeye değil, yapmaya bakar. Çünkü bir
şeyi gerçekten bilmek, onun hakkında bir şey yapmakla olur. Bir şey bilmek, bir
şey yapmaktır. Hedef, anlamak ve bilmekten ziyâde “yapmak”tır. Derinlemesine
anlamadan “yapmak”, derin bir şekilde anlayarak “yapmamak”tan kat-kat üstündür.
Yine; “doğruyu bilmek ve söylemek”
yetmez, “doğruyu yapmak” da gerekir.
İslâm
sâdece, “kötü-yanlış-çirkin olan şeyi yapmamak” demek değildir. İslâm; bir ilmin
sonucunda “kötü-yanlış-çirkin” olan şeyi yapmaktan uzak durduktan sonra;
“iyi-doğru-güzel” olan şeyi de yapmak demektir. Ancak o zaman Allah’ın emri
“tamam” olur ve hakkıyla müslüman-mü’min olunur. Peygamberimiz peygamberlikten
önce de; “kötü-çirkin-yanlış” olan şeyi yapmıyordu. Fakat, Allah için bu
yeterli değildi. Bu nedenle de Peygamberimiz’e “ağır bir yük” yükledi. Allah,
mü’minleri, kötü-çirkin-yanlış olan şeyleri yapmadıktan sonra;
“iyi-doğru-güzel” olan şeyleri de yapmaya sevk-eder ve bunu emreder. İyi olmak için “kötülük yapmamak” yetmez, kötülük
yapmadıktan sonra bir de “iyilik yapmak” gerekir.
Kur’ân, yorum yapılabilen
bir kitaptır. Soyut olana yorum yapılır fakat somutun yorumu olmaz. Zîrâ
eylemin (Sünnet) yorumu olmaz. Bu nedenle Sünnet “birleştirici” bir etkendir.
Param-parça olmuş ümmet, Sünnet ile daha kolay birleştirilebilir.
Ha-bire “Kur’an’ı anlama”
peşinde koşuluyor. Kur’ân okunuyor-okunuyor ama bir türlü anlaşılamıyor. 1.400
yıldır 360.000 bin kez tefsiri yapılan Kur’ân anlaşılamadı gitti. Ulan ne zor,
ne anlaşılmaz bir kitapmış bu böyle(!).. Yok-yok; öyle değil. Kur’ân’ın “yap”
dediğini yapmayanlar yada yapmak istemeyenler, “yapmamak için” sözde “Kur’an’ı
anlama” yoluna düşmüşlerdir. Kur’ân’ın nasıl anlaşılacağını daha doğrusu nasıl
idrâk edileceğini mi soruyorsunuz?. Kur’ân en iyi şekilde, bir zulme “dur”
derken anlaşılır. Can boğaza gelip dayanmışken anlaşılır: “Mü’minler
(düşman) birliklerini gördükleri zaman ise (korkuya kapılmadan) dediler ki:
‘Bu, Allah’ın ve Resûlü’nün bize vâdettiği şeydir; Allah ve Resûlü doğru
söylemiştir’. Ve (bu,) yalnızca onların imanlarını ve teslimiyetlerini
arttırdı” (Ahzâb 22). Kur’ân’ın idrâk edilmesi amel-eylem ile tamamlanır.
Masa-başında sürekli okumakla Kur’ân’ı anlamak ve tam olarak idrâk etmek
hiç-bir zaman bitmez.
Söz ile yâni “müslümanım”
demekle müslüman olunmaz, “müslümanlık yapmak”la müslüman olunur.
İslâmî toplum ve hareket
(cemaat), “tek başıma evimde yapamayacağım şeyi birlikte yapmak için”
olmalıdır. Yoksa cemaatler, hep berâber Kur’ân okuyup onu anlamak için
toplanılan yerler değildir. Herkes Kur’ân’ı okur ve sonra da cemaat olarak
toplanıp ne yapılacaksa hep berâber yapılır.Cemaatin amacı ancak bu-şekilde
yerine gelir. Plân yapmaktan ziyâde, plânı gerçekleştirebilmek önemlidir.
İlim arttı ama Dünyâ daha
yaşanabilir bir yer hâline gelmedi yada insanlar daha medenî olmadılar.
Tek-başına ilim bunu sağlamadı-sağlayamıyor-sağlamayacaktır. Bunhu sağlayacak
olan şey, vahiy-merkezli “ilim ve amel bütünlüğü”dür.
Bir yoruma göre Hz. Âdem ve
Havvâ’nın yediği ağaç “bilgi ağacı”dır ve bilgiyi elde ettikleri anda şeytan
devreye girmiş onları bilgi ile kandırmış ve ayartmıştır. İşte o bilgiden
sonradır ki Hz. Âdem, Havvâ ve onlarla birlikte olanlar “birbirlerine düşman
olarak” cennetten çıkarılmışlar yada kovulmuşlardır. Zâten daha önce de şeytan,
Allah’ın apaçık “secde edin” emrine karşı bir bilgi ortaya koyarak secde
etmekten kaçınmıştı da bulunduğu yerden konulmuştu. Mâzeret olarak sunduğu
saçma-sapan gerekçe onu “şeytan” yapmıştı.
Bilmek de elbette önemlidir.
Kuran: “…De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?...” (Zümer 9)
der. Fakat Kur’ân: “Eğer yeryüzündeki
ağaçların tümü kalem ve deniz de -onun ardından yedi deniz daha eklenerek-
(mürekkep) olsa, yine de Allah'ın kelimeleri (yazmakla) tükenmez. Şüphesiz
Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sâhibidir” (Lokmân 27) de diyerek
ilmin tüketilemeyeceğini ve bitirilemeyeceğini de söyler. O-hâlde ilmin
meyvesini toplamak önemlidir ki o meyve amel-eylemdir. Zâten Kur’ân da “îman ve
ilim”den ziyâde “îman ve amel”e bakar:
“Ancak îman edip sâlih amellerde bulunanlar,
birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka” (Asr 3).
Kur’ân-merkezli okumak,
Kur’ân-merkezli “yapmak” demektir.
Bir işi zamânında yapmak, o
işi yapmaktan daha önemlidir. Bir işi dört-dörtlük yapmak ise hepsinden
önemlidir. Dünyâ’nın en zor işi “dört-dörtlük iş yapmak”tır.
“Kur’ân şöyle der” deyince
pek de dikkat kesilmeyenler, “Peygamberimiz şöyle buyurdu” yada “şöyle yaptı”
denince daha bir dikkat kesilirler. Bu da normâldir. Çünkü insanlar amele
yönelik olanı dinlemeye ve yerine getirmeye daha müsâittirler. Bir “bilen”, bin
kişiyi amele-eyleme sevk edebilir. Fakat “bin yapan” bir kişiyi bile ilme sevk
edemeyebilir. Demek ki insanları aynı ve benzer şeyler yapmaya daha kolay
yönelten şey ilimden ziyâde amel-eylemdir.
İlmî alanda bilgi işin içine
girince bin parçaya bölünenler, berâber bir iş yapılacağı zaman hemen bir-araya
gelip kolayca birleşebilirler.
Ne
yapılması gerektiğini biliyoruz fakat “gereken”i yapmak için gönlümüzde derman
yok. Gönlümüzde derman olmayınca dizimizde de derman olmuyor.
En
doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Aralık 2023
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder