18 Aralık 2023 Pazartesi

Gnostisizm ve Agnostisizm


“Dediler ki: Sen yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiç-bir bilgimiz yok. Gerçekten sen, her-şeyi bilen, hüküm ve hikmet sâhibi olansın” (Bakara 32).

 

Gnostisizm: Bilinebilirlik. Gnostisizm Antik Mısır hermetizminiAntik Yunan ezoterizmini, İbrani gelenekleriniZerdüştçülüğü, bâzı Doğu geleneklerini ve dinlerini ve de Hristiyanlığı eklektik bir tutumla sentezleyen, bir-çok tarikâtın benimsediği mistik felsefeye verilen genel addır. Terim, eski Yunanca’daki “sezgi veya tefekkür yoluyla edinilebilen bilgi” anlamındaki “gnosis” sözcüğünden türetilmiştir. Her-şeyin mistik-ezoterik, sezgi, tefekkür ve bâtınî-tasavvufi yolla ve bir mistik bir eğitim sürecinin sonunda bilinebilir hâle gelmesi ve bilinecek olması durumu.

 

Agnostisizm: Bilinemezcilik. Agnostisizm yada bilinemezcilik en yaygın ve bilinen tanımıyla, tanrı veyâ tanrısal varlıkların bilinemez veyâ varlığı ile birlikte yokluğunun da kanıtlanamaz olduğunu savunan bir görüştür. Agnostisizm, Tanrı’nın vâr olduğunun bilinmesinin yâhut kanıtlanmasının olanaksız bir şey olduğu görüşüdür. Agnostik terimi, köken olarak Yunanca’dan gelmekte ve “bilinmeyen”, “bilememek” gibi anlamlar taşımaktadır.

 

İnsanlık-târihinde önde gelen tartışmalardan biri de “Allah’ın bilinip-bilinemeyeceği” konusunda olmuştur-olmaktadır. “Allah bilinebilir” diyenlere “gnostik”, “hayır bilinemez” diyenlere ise “agnostik” denir. Tabi bu bilinir-bilinemez iddiâları en başta Allah’ın bilinip-bilinemeyeceği noktasındayken, daha sonra âhiretin, cennet ve cehennemin, melekelerin, vahyin içeriğinin, peygamberlik kurumunun yâni gaybın bilinip-bilinemeyeceğine doğru gittikten sonra, en sonunda da her-şeyin bilinebileceği yada hiç-bir şeyin bilinemeyeceği noktasına gelip dayanmıştır. Gnostikler “her-şey bilinebilir” derken, agnostikler ise “hiç-bir şey bilinemez” derler. Peki mü’minler ne der?. Mü’minlerin ne dediği yada ne demesi gerektiğini onlara Allah öğretmiştir: “Dediler ki: Sen yücesin, bize öğrettiğinden başka bizim hiç-bir bilgimiz yok. Gerçekten sen, her-şeyi bilen, hüküm ve hikmet sâhibi olansın” (Bakara 32). Bir şeyin hakkıyla, kesin ve mutlak anlamda bilinmesi, ancak Allah’ın öğrettiği ve bildirdiği ile mümkündür.

 

Gnostikler bilmeyi kitap ile değil de sezgi, ilham, tefekkür, mistik-ezoterik-bâtınî-tasavvufî yollarla öğrendikleri için ve onlara göre bu bilme-şeklinde hiç-bir yanlışlık ve eksiklik olmayacağı için, bu bilme-yöntemi hem en doğru bilme-yöntemidir hem de bu yöntemle bilinemeyecek olan bir şey olmaz-kalmaz. Bu da başta Allah ve gayb olmak üzere her-şeyin bilinebileceği düşüncesini açığa çıkarmıştır. Tabi bu sonuç, bilenlerin “her-şeyi bilebilecek ve bilir” olmaları, -her-şeyi ancak Allah bilebileceği için- onların kendini Allah olarak kabûl etmelerine sebep olmuştur. Artık onların ne bir kitaba, ne vahye, ne bir peygambere, ne bir âlime hattâ ne de meleklere bile ihtiyâcı yoktur. Onlar bir şeyi bilmek istediklerinde kendi içlerine dönüverirler ve ne bilmek isterlerse ânında bilirler. Çünkü -hâşâ- kendilerini mutlak varlık olarak görürler ve bir tecelli ile istedikleri şeyi bir-anda biliverirler. Fakat aslında bildikleri bir şey yoktur. Onlarının ki şeytanın fısıltıları, dürtmeleri, vahiyleri, nefislerinin zannı ve arzularına göre olan temennilerdir. Aslında şeytan bunlarla taşak geçmektedir. Şeytanın en büyük oyunlardan ve oyalama taktiğinden biri de “her-şeyin bilinebileceği” düşüncesi yâni gnostisizmdir.  

 

Gnostisizm kavramı; bilgi, hikmet ve mârifet anlamlarına gelen gnosis ve “bilmeyi başarmak” mânâsına gelen “gnostikos” kelimelerine dayanır. Gnostikler, kurtuluş için gerekli olan “gerçekliğin doğasına dâir bilgilerin” kendilerine verilmiş olduğunu savunurlar.

 

Agnostikler ise tam-aksine “hiç-bir şey bilinemez” diyerek tersinde bir iftirâ atmaktadırlar ve tersinden zanlara ulaşmaktadırlar. Şeytan onları da böyle kandırmakta ve oyalamaktadır. Şeytan onlara da “hiç-bir şey bilinemez” diyerek fısıldamakta ve onlarla taşak geçmektedir. Agnostikler öyle bir noktaya gelmişlerdir ki, Allah’ın ve gaybın bilinemezliğinden sonra, varlığın bile gerçek olup-olmadığının bilinemez olduğundan şüphe etmeye ve kuşku duymaya başlamışlardır.

 

Agnostikler “bilemeyiz” sözünü tarafsızca kullanmazlar ve o duyguda da değildirler. Çünkü agnostikler “tanrı var mı yok mu bilemeyiz” derken, tanrının varlığına inanmayan tarafta yâni ateist kanada yakındırlar ve hattâ aslında agnostikler “henüz ateist olmamış yada kendini henüz ateist diye tanımlamayan kişiler”dir. Deistlerin de bir-çoğu öyledir. Çünkü Allah ya dîniyle ve peygamberi ile tam olarak vardır yada hiç yoktur. Allah varsa mutlakâ âhiret, cennet, cehennem, hesap, sorgu, melek, vahiy, peygamber ve din de vardır. Zâten Allah diye bir varlığın olduğunu bize söyleyenler vahiyler ve peygamberlerdir. Agnostisizmi deizm ve ateizmden -sözde- farklı yapan şey, agnostiklerin, tanrının varlığı konusunda kesinliğin mümkün olmadığını, bu nedenle de Tanrı’nın bilinemeyeceğini söylemeleridir.

 

Gnostisizm ve agnostisizm radikâl tutumlar olup, ilki bilginin sınırını genişletirken, ikincisi bilinebilecek olanların sınırını gereğinden fazla daraltmaktadır. İslâm ise bu iki pozisyonun ortasında yer alarak, dînî bilgi söz-konusu olduğunda hem agnostisizmin radikâl bilinemezci tutumundan hem de gnostisizmin “her-şeyi bilebiliriz” tutumundan ayrılmaktadır. 

 

Aslında bahsettiğimiz bu iki zan düşüncesi de şeytanın boş laflarla insanları oyalaması ve kandırmasıdır. Gündelik ve normâl gibi görünen kimi durumlar felsefî bir sorgulamaya tâbi tutulduğunda birer problem teşkil etmeye başlarlar. Kesin olan bir şeyi, felsefî ve artık bilimsel bir sorgulamaya tâbi tuttuğunuzda o şeyin varlığı tartışmalı hâle gelir. Gnostikler de agnostikler de düşüncelerini hakîkatin kaynağı olan dîne ve îmâna değil de felsefeye ve bilime dayandırdıkları fakat ne felsefenin ne de bilimin hakîkati kesin ve mutlak olarak ortaya koyması mümkün olmadığı için bunlar sürekli olarak bir şüphe ve kuşku içinde olurlar. Bu kuşku ve şüphe gnostiklerin kendilerini Allah îlân ederek “her-şeyi biliyoruz” durumuna getirirken, agnostikleri ise çok-bilmiş durumuna getirerek “hiç-bir şeyi bilmiyoruz ve bilemeyiz” deme noktasına getirmiştir.

 

Ateizm, deizm, gnostisizm ve agnostisizm en başta âilevi, coğrâfî ve sosyâl-kültürel bir mesele ve sorundur. Âilesi çocuğu yahudi hristiyan, mecûsi ve müslüman yapabileceği gibi, ateist, deist, gnostik ve agnostik yapar. Meselâ küçükken yemeye alıştırmadığınız bir yemeği çocuğa ilerde de yediremezsiniz. Doğu Avrupa’da doğan çocuk gnostik olmaya meyilli iken, batı Avrupa’ya doğru gidildikçe ve orada doğan çocukların agnostik, deist ve ateist oldukları görülür. Doğu’ya doğru gidildikçe insanların gnostik, batı’ya doğru gidildikçe ise agnostik, sonra da deist ve ateist olmaya meyilli oldukları görülür. Agnostisizm ve deizm zâten “ateizme giriş”tir. Gnostisizm ise “tersinde bir ateistlik”tir. Zîrâ dışta bir yerlerde Allah denen mutlak varlık yoktur ve Allah denilen varlık insanların ta kendisidir. Görüldüğü gibi Allah’ın bildirdikleri ile yetinilmeyince ve mü’min olunmayınca ya mutlak varlık olan Allah inkâr edilir yada insanlar kendilerinin Allah olduğunu söylemeye başlarlar. Bu elbette hak yolda olmamanın yada hak yoldan ayrılmanın -sünnetullah gereğince- Dünyâ’daki karşılığı ve cezâsıdır.  

 

Agnostisizm için şöyle denir: “Popüler (birincil) anlamda Tanrı’ya inanmayan kişiye ateist denirken, Tanrı’ya ne inanan ne inanmayan kişiye agnostik denir. Ancak daha teknik anlamda agnostisizm, Tanrı’nın vâr olduğunu yada yok olduğunu gerekçelendirmede insan aklının yeterli rasyonel zeminlere sâhip olma kapasitesinin bulunmadığını ileri süren görüştür. Agnostik tavır orta-yolcu yada kaçak dövüşen bir tavır değil, aksine epistemolojik anlamda oldukça mâkûl bir tavırdır. Çünkü Tanrı’yı gerçekte bilmenin kabûl gören bir yolu yok gibidir. Varlığını ve yokluğunu gösteren deliller neredeyse eşittir”. Fakat bu noktada mesele başkadır ve hem gnostiklerin hem de agnostiklerin bilmediği yada hesâba katmadığı bir şey vardır. Şöyle ki..

 

Tüm fitneler gibi agnostisizmi ortaya çıkaranlar ilk-başta o çok övülen ve cins bir kafaya sâhip oldukları düşünülen yunanlılar yâni yunan doğa bilginleri ve filozoflarıydı. Bunlar fitneyi; varlığı aşırı sorgulamaya başlayarak ve varlıkları hayâl dünyâlarında başkalaştırarak başlatmışlardı. Daha sonra ise bu fitneyi, onları izleyen modernler devâm ettirmiş ve laboratuvarlarda, varlığı kesin olan şeyleri -sözde- anlamaya çalışmak için aşırı şekilde inceleyerek, dolayısıyla parçalayarak ve varlığı başkalaştırarak sürdürmüşlerdir. İnsanlık-târihindeki tüm sorun, meselâ bir bardağın “bardak” olduğunu ispatlamaya çalıştığınızda ortaya çıkmıştır-çıkar. Çünkü sorguladığınız yada aşırı sorguladığınız şey “o” olmaktan çıkar. Varlığı kesin olan bir şeyi sorgulamak, o şeyin kesinliği hakkında şüphe oluşturur. Gnostisizm ve agnostisizmin çok sevdiği ve dayandığı modern-bilim ve felsefe işte bunu yapar ve varlığı kesin olan şeyi sorgulayınca yada aşırı sorgulayınca o şeyin kesinliğini bozar-bozmuştur.

 

Bu-bağlamda meselâ su, Allah’ın yarattığı gibi, neyse odur. Onu sorguladığınızda büyüsünü bozarsınız ve ona “2 Hidrojen 1 Oksijen demeye” başlarsınız. Fakat 2 hidrojeni ve 1 oksijeni laboratuvarda birleştirdiğinizde su oluşmaz-oluşmuyor. Bütünlüğü bozulan şeyin kesinliği de bozulur. Bütünlüğünde kesin olarak “o” olan şey, sorgulandığında yada aşırı incelemeye tâbi tutulup parçalandığında “o” olmaktan çıkar ve başka bir şeye dönüşür. Artık o şey hakkındaki tüm yargılar eksik ve dolayısıyla yanlış olur. Bu durum Allah’ın varlığı için de geçerlidir. O’nu sorguladığınızda yada anlamaya ve idrâk etmeye çalıştığınızda, artık anlamaya ve idrâk etmeye çalıştığınız şey Allah olmaktan çıkar. Böyle olduğu için de hiç-bir zaman Allah’ı bulamazsınız ve O’nu kabûl edemezsiniz. Zîrâ Allah; araştırmanın, bilmenin, aramanın, bulmanın, idrâk etmenin ve anlamanın yâni “bir şeyi ancak sınırlayarak bilebilen” aklın konusu değil, “inanmanın” yâni îmânın konusudur. Îman ise akıl ile değil, “delikanlılık” ile ilgili olan bir şeydir. Îman etmek delikanlıların işidir. İnat etmeyi bıraktığınızda ve delikanlı olduğunuzda, îman etmeye başlarsınız.

 

Hem gnostiklerdeki hem de agnostiklerdeki ortak sorun, her-şeyin bilinebileceğini yada hiç-bir şeyin bilinemeyeceğini akıl-merkezli olarak sorgulamaları ve açıklamak istemeleridir. Bir şeyi akla dayandırmak aslında “insana dayandırmak” demektir. Yâni Allah’ı bilmek yada bilememek düşüncesini insana dayanarak yâni insanı ölçü alarak yapmak isteyince Allah’ı bulmaları ve bilmeleri imkânsızlaşır. Çünkü  Allah’ı akıl yâni insanı ölçü alarak bulmak ve bilmek istemek yanlıştır. Zîrâ akıl her-şeyi sınırlayarak idrâk edebilir. Bu nedenle gnostikler Allah’ı insanla sınırlayarak bulduklarını ve bildiklerini zannederlerken, agnostikler de akıl ile dolayısıyla yine insan ile sınırlayarak bulamayacaklarını ve bilemeyeceklerini zannederek ortak bir yanılgıya düşerler. Bu-bağlamda gnostikler de agnostiklerde ateisttir. Allah ise sınırlandırılabilecek bir varlık olmadığı için insanın, aklın, aramanın, bulmanın, bilmenin ve bilmemenin konusu değildir. Allah îmânın konusudur.

 

Agnostiklerin “bilinemez-bilemeyiz” demeleri aslında onların tesitlerle ateistlerin ortasında olduğunu değil, ateistlere yakın olduklarını hattâ ateist olduklarını gösterir. Bir yazıda bu konuda şunlar söylenir:

 

“Vâr olup-olmadığının bilinememesi konusu pratikte Tanrı’nın imkânsızlığı veyâ yokluğuyla benzer bir durumu ifâde edecektir. Çünkü, Tanrı’nın vâr olup-olmadığına dâir bir bilgisi olamayacağını düşünen bir kişi, günlük hayattaki yargılarında ve eylemlerinde kendi aklını kullanacağından ve ahlâkî alanda içinde bulunduğu topluma göre hareket edeceğinden dolayı onun bu yaşantısı pratik anlamda bir ateistin yaşantısıyla benzerlik arz edecektir. Bu durumda ateizm ve agnostisizm arasında pratikte bir uyum söz-konusu olacaktır”.

 

Bertrant Russell gibi ateizm düşüncesinin savunuculuğunu şiddetli bir şekilde yapan bir filozof, kendisinin aslında agnostik olduğunu dile getirmiştir. Fakat o aynı-zamanda duruma ve koşula göre kendisini ateist olarak da tanımlayabileceğini söylemiştir. Çünkü ateizm ve agnostisizm aynı şeydir ve birbirinin “neden-sonuç”udur.

 

Bir yazıda şöyle denir: “Ateizmin kavram olarak ortaya çıkması agnostisizmden önceye dayanır. Agnostisizm 19.yy.da ortaya çıkmasına rağmen, ateizm 18.yy.da ortaya çıkan bir kavramdır. Zâten agnostisizmin isimlendirmesi de kendisini ateist olarak tanımlamaktan çekinen, ateizmi kendi zihin ve inanç dünyâsına uygun bulmayan, ateizmin farklı olumsuz akımlarla ilişkilendirilmesinden rahatsız olan insanların vâr oluşundan dolayı ortaya çıkmıştır. Pratik açıdan ele aldığımızda agnostisizm ile ateizm arasında, “Tanrı’yı hayâta dâhil etmeme” açısından çok büyük bir benzerlik ve ilişkinin olduğu âşikârdır”.

 

Şu da var ki, agnostikler Allah ve gayb hakkında ne tür bir delil istiyorlar ki?. Neyi arıyorsunuz?. Daha neyi aradıklarını bile bilmiyorlarken, “varlığı ve yokluğu hakkında delil yok” demelerinin hiç-bir anlamı yoktur. Üstelik “Allah’ın varlığına yada yokluğuna dâir hiç-bir delil yoktur ve hiç-bir zaman da olmayacaktır” demek hem bir açıklama değildir hem de anlamsız ve boşuna söylenmiş bir sözdür, boş bir laftır.  

 

Agnostisizm de diğer inkârcı akımlar gibi, aklı merkeze almanın ve ilahlaştırmanın bir sonucudur. Agnostisizm inanmamak için uydurulmuş bir bahanedir. Çünkü aslında inanmamaya yakındır ve inanmama lehine düşünür ve konuşur.

 

Agnostisizm münâfık bir tutumdur. Çünkü pragmatiktir. Münâfıklığın modern ve güncel adına günümüzde Agnostisizm denilmektedir. Allah’ın varlığına inanırsın yada inanmazsın, üçüncü bir seçenek olamaz. Post-modernizmin istediği gibi; iki taraf için de “haklısın” demek münâfıklıktan ve ciddiyetsizlikten başkası değildir. Zîrâ –zımnen- hakîkatin bilinemeyeceğini hattâ hakîkat diye bir şeyin olamayacağını söyler. Hükmü askıya alacaksınız ama nereye kadar askıya alacaksınız?. Askıdayken öldüğünüzde ve Allah’ın mutlak bir hakîkat olduğu apaçık şekilde görüldüğünde görüldüğünde Allah size ne ile hükmedecek?. Şu kesin ki Allah sizin hakkınızdaki hükmü askıya almayacaktır.

 

Agnostisizm, hibrit yakıt gibi “hibrit bir inanç-sızlık”tır.

 

Agnostisizmin ne olduğu en bâriz şekilde amel-eylem hâlindeyken ortaya çıkar. Eylem söz-konusu olduğunda üçüncü bir hâlden bahsetmek imkânsızdır. Çünkü eylem, ya vardır ya da yoktur, yarı-eylem diye bir şey olmaz. Agnostikler, hükmü askıya aldıkları için mecbûren ya ateist gibi yada münâfık gibi yaşamak zorunda kalacaklardır.

 

Bilmek “kuşatmak” demek olduğu için, Allah’ı bilecek olan varlık -hâşâ- Allah’ı kuşatacak olan Allah’tan daha üstün bir varlık olmak zorundadır. çünkü iblmek kuşatmaktır. Fakat böyle bir varlık olmadığı için Allah bilmenin konusu olmamaktadır.

 

Akıl kendisi dışındaki her-şeyi sınırlandıran bir şey olduğu için ilahlaşmış ve artık aklın almayacağı şeyler hurâfe gibi görülmeye ve yok kabûl edilmeye başlanır. Oysa Allah ve gayb akıl-dışı olmasa da akıl-üstüdür. Akıl-üstü olan elbette aklı aşar ve aklı yetersiz bırakır. Bu nedenle de Allah’ın varlığı-yokluğu konusu akıl ile değerlendirilemez sorgulanamaz. Allah’ı kabûl etmek delikanlılık işidir. Delikanlı olanlar Allah’a îman etmenin gerektirdiği yükü omuzlayabilmeyi göze alabilir, çünkü Allah’a îman etmek kuru bir iddiâ değildir ve Allah’ı kabûl etmek bir-çok sorumluluğu ve zorluğu yanında getirir. Kanımca Allah’ı kabûl etmemenin arkasında yatan temel sebep budur. Allah’ı kabûl etmek hayâtı neredeyse tümüyle değiştirmeyi ve bambaşka biri hâline gelmeyi gerektirir.

 

Allah’ın varlığı sorunu çözülemeyecek bir sorun değildir. Fakat o, akıl ile, felsefe ile ve bilim ile çözülebilecek bir şey değildir. Zîrâ dediğimiz gibi, Allah ve gayb konuları araştırmakla, aramakla, bulmakla ve bilmekle ilgili değildir çünkü bunların konusu değildir. İnsana varlığın Allah dışında bir şeyle açıklanamayacağını öğreten ve idrâk ettiren şey sâdece îmândır, yada inat etmeyi bırakıp varlığın Allah dışında bir şey ile açıklanamayacağı gerçeğini delikanlılık gösterip kabûl edenler îmâna ulaşabilirler. İnsanlık-târihinin en câhil ve ahmak insanları “Allah’ı arayan”lardır. Olması gereken şey “Allah’ı aramak” değil, bir soruya ve soruna çâre aramaktır. Eğer bunu yaparak yâni sorumluluk alarak sorumluluk-sâhibi olduğunuzu ve yükü omuzlamayı kabûl ettiğinizi gösterirseniz Allah da size îman etme yolunu açar. Olay budur. Zâten kişiyi hem îmâna taşıyan hem de îmânını güçlendiren takvâ budur.

 

“Belli değil, bilemeyiz” vs. demekle falan olacak iş değildir bu. Aşırı temkinli olmak îmânı etmeyi engeller ve mevcut îmânı da zedeler. Çünkü îman teslîmiyet işidir ve teslîmiyet ister. Sorgusuz-suâlsiz, kayıtsız-şartsız bir teslîmiyet. İşte îman, bu teslîmiyetle temiz kâlpli olmak, rûhu ve aklı bu teslîmiyetle ve takvâ ile kirletmemiş olmakla alâkalı bir şeydir.

 

Allah’ın üstünlüğü aşılabilecek ve geçilebilecek değildir. Bilen bilinenden üstün olur. Her-şeyi bilen ise sâdece Allah’tır. Allah hem her-şeyi bilen ve hem de her-şeyi yapabilen tek varlıktır ve hep öyle olacaktır. Agnostiklerin söylediği “illâ ki kanıt gerekir” demeleri, imkânsızı istemekten başkası değildir. Zîrâ Allah “kanıt ile îman edilecek” bir varlık değildir. William James; “Tanrı inancının ahlâkî ve rasyonel olması için kanıta dayanması gerekmediğini, çünkü Tanrı inancının, ona inanan için ‘temel inanç’ olduğunu, temel inançların ise kanıta dayanma ihtiyâcının olmadığını” dile getirir.

 

Sofistler genel-geçer, evrensel ve mutlak bir doğru olamayacağını dolayısıyla kişiye, duruma ve zamana göre değişebileceğini öne sürerler. Bunun en bilinen örneği Pratagoras’ın ‘‘İnsan her şeyin ölçüsüdür.’ Sözünde görülür. Bir şey birine göre iyi bir diğerine göre kötü olabilir. Dolayısıyla mutlak anlamda bir bilme söz konusu değildir. Septikler ise her şeyden kuşku duymak gerektiğini ifade ederler. Öyle ki onlara göre kuşku duyduğumuzdan bile kuşku duymalıyız. Ne akıl ne de duyular doğru olanı bize söyleyebilir. Çünkü o şey ile ilgili hem doğru hem de yanlış yargılar her zaman olacaktır. Bir şey hakkında konuşulacaksa bu kesin bir konuşma olamayacaktır.

 

Teizm bir Tanrı’nın var olduğunu ateizm ise var olmadığını ileri sürerek, her iki anlayış da kendilerine göre kesin yargılarla hareket etmektedir. Oysa her iki anlayışında kanıtları olmakla birlikte agnostisizm üçüncü bir yol olarak ‘Tanrı ile ilgili bir hükme varamazsınız’ diyerek başka bir seçenek sunar.

 

“Bir şeyin ne olduğunu bilerek inanmamak ve kabul etmemek” olabildiği gibi, “bir şeyin ne olduğunu bilmeden” o şeye inanmak ve kabûl etmek de olabilir. Zâten aksi-takdirde agnostisizme göre tüm inananlar münâfıktır. Çünkü îman edenler ve inananlar bilmedikleri bir şeye inanmakta ve îman etmektedirler. Meselâ atom-altı parçacıkları kimse görememiş olsa da, insanlar çıkarımlardan yada bilim-adamlarına güven duymalarından dolayı atom-altı parçacıkların varlığını kabûl edebiliyor. Dünyâ’nın yuvarlak olduğu teorisi bile bâzı çıkarımlar yapmaları nedeniyle bir-çok kişi tarafından kabûl ediliyor. O çıkarımları ve verileri kabûl etmeyenlerse Dünyâ’nın yuvarlaklığını kabûl etmiyor. Bu durumda “biz Dünyâ’nın yuvarlak olup-olmadığını bilemeyiz” demenin anlamı var mıdır?. Bu her-şey için böyledir. Varlığı apaçık olan bir şeyi bile kabûl etmeyebilirsiniz ve bu konu hakkında sözde mantıklı açıklamalar da yaparsınız. Evrenin ne ve nasıl olduğu bilinmediğine göre bir evrenin vâr olduğuna neden inanılıyor ki?. Varlığın apaçık varlığını bile kabûl etmeyenler ve 2+2’nin 5 ettiğini iddiâ edenler bile varken, “biliriz” yada “bilemeyiz” demenin bir anlamı yoktur. Burada söylenecek olan şey “inanıyoruz” yada “inanamıyoruz”, yada “kabûl ediyoruz” veyâ “kabûl etmiyoruz” kelimeleridir. Mesele bilip-bilmemek değil, inanıp-inanmamak meselesidir.

 

Fotoğraf makinesi, video, kamera, radyo, televizyon, bilgisayar, telefon ve internetin olmadığı bir zamanda insanlar Amerika kıtasını inkar mı ediyorlardı?. Görmediği ve bilmediği bir kıtanın varlığını kabûl ediyorlardı. Oranın varlığından emin olabiliyorlardı.

 

Biz günlük yaşantımızda her-şeyi net olarak bilerek hareket etmiyoruz ki!. Zâten bunu yapamayız ve yapmaya kalktığımızda da kafayı yeriz. İster ateist, ister agnostik, isterse de teist olalım, günlük yaşantımızı bilimsel yada felsefî kanıtlar üzerine değil, tecrübî bilgilerimiz yada sezgilerimiz üzerine inşâ etmekte ve ona göre hareket etmekteyiz.

 

Allah’ın bildirdikleriyle bir türlü yetinemeyenlerin, kendi bildikleriyle Allah’ı bulmaya çalışmaları mantıksız ve saçmadır. Allah’ı merkeze almayı terk etmiş ve insanı merkeze almış olan modernizm, modern insanın imânının zedelenmesine ve tükenmesine yol açmıştır. Bir “sen de haklısın” felsefesi olan  Post-modernizm ise, bu şeytânî ve nefsî düşüncelere alan açmış ve yol vermiştir. Bu sapkın akımların bu kadar çoğalmasının nedeni budur.

 

Şüphe etmeye bir-kez başladığınızda, ana-babanızı bile inkar etmeye başlarsınız. Modern-bilimin ve teknolojinin ilerlemesiyle ve -güyâ- Allah’ın varlığının kanıtlanmasıyla agnostikler inadı bırakıp da îman edecekleri bir zaman olmayacak ve hiç-bir zaman gelmeyecektir. Çünkü bilimin buna gücü hiç-bir zaman yetecek değildir. Zîrâ dediğimiz gibi, Allah’ın ve gaybın varlığı akılla ilgili bir şey değildir. Îman etmenin akılla dolaylı yönden bir ilişkisi vardır. Akıl îmâna doğru gitmede araç olarak kullanılabilir ama sonuca ulaştıran şey akıl değildir. Bu yüzden agnostisizm bir inat ve  inkâr zihniyeti olarak sonuna kadar aynı kalacaktır. Çünkü agnostisizm aslında ateizmdir. Çünkü ateizm de dallanıp-budaklanıyor ve her-şeyin çeşitlendiği modern dönemde ateizm de; agnostisizm, gnostisizm ve deizm olarak ortaya çıkıp görünür oluyor. Âhireti, gaybı, melekleri, vahyi, peygamberliği, dîni, İslâm’ı kabûl etmemek aslında “Allah’ı da kabûl etmemek” demektir. Çünkü bunlar olmasaydı Allah düşüncesi de olmayacaktı.

 

Allah, ne “bilinir” olan ne de “bilinmez” olan değildir, îman da bilmekle yada bilmemekle alâkalı bir şey değildir. Îman, teslîmiyetle, kabûl edebilmekle ve delikanlılık gösterebilmekle alâkalıdır.

 

Agnostikler, “bir tanrının vâr olduğunu bilemeyiz” derken, “o zaman her-şeyi yapabiliriz, bize yasak ve günah yoktur” demezler. Aynı şey ateist tavır için de geçerlidir. Teistler ise yaşantılarını büyük çoğunlukla dînî-ahlâkî vecibelere bağlı olarak yaşar-yaşamalıdır. Mü’minler teslîmiyet içinde her sözlerinde ve hareketlerinde ahlâklı olmak zorundadırlar.

 

Peki “bilmiyoruz” diyenler neyi bilmek istiyorlar ve daha da önemlisi bilmek istedikleri şeyi ne ile bilmek istiyorlar?. Tabî ki de çağın yüce dînî olan modern-bilim ve onun ekürisi olan teknoloji ile. İyi de bilimin, Allah’ı ve gaybı hakkıyla idrâk edebileceğinin delîli nedir ki?. Bu konu hakkında bir yazıda şunlar söylenir:

 

“Bilimsel gelişmelerin ivme kazanmasıyla ortaya çıkan ‘tek yol: bilim’ anlayışı olan pozitivist  anlayış, dinlerin ve metafiziksel önermelerin artık gereksiz ve anlamsız olduğunu ileri sürerek, bilginin ancak ve sâdece bilim tarafından güvenilir, kesin ve emin sonuçlarla ortaya konabileceğine kanaat getirerek 20. yüzyılın baskın bir felsefî hareketi hâline geldi. Onlara göre her-şey deneysel bilimin tezgâhından geçmeliydi. Geçebilenler zâten bilimsel iken geçemeyenler anlamsız ve boş sözlerden ibâretti. Bu anlayışa göre bilim tanrıyı ölüme mahkûm etmiş ve dinlerde artık insanlığın ayağında birer pranga olmaktan çıkarılmıştır. Dolayısıyla bilim sâdece verilmiş olan ile yâni gözlemlenebilir olan ile ilgilenecek ve ancak bu durumda olmayanlar değersiz olacaktır. Tabi ki bu durum dîne ve felsefî geleneğe bir darbe vurmaktı. Kabûl edilemez ve yanlış olduğu sonradan ortaya çıkan bu durum hâlâ kimi düşünürler tarafından aynı katılıkta doğru düşünülmektedir”.

 

Modern-bilim pozitivist olduğu için genelde gnostikler, agnostikler, ateistler ve teistler lehine olan argümanlar ortaya koyar. Bu da gnostiklerin gnostik, agnostiklerin agnostik, ateistlerin ateist, deistlerin de deist kalmalarını sağlar. Bunların hepsinde de, bilimin gelişmesiyle birlikte kendilerinin ne kadar da haklı olduklarının apaçık şekilde ortaya çıkacağı beklentisi vardır. Bunlar her bilimsel gelişmeyi(!) “gerçeğe bir adım daha yaklaşıldı” düşüncesiyle sevinçle karşılarlar.

 

Allah’ın bilimsel, teknolojik, felsefî vs. hiç-bir şeyle bir kanıtı olmaz. O îmânın konusudur, bilmenin değil. Bu nedenle de îmânın bizzat kendisi Allah’ın vâr olduğunun en güçlü kanıtıdır. Îman etmiş bir göz, bir zihin ve bir kâlp için Allah’ın vâr olduğu mutlak gerçeği hakkında bir şüphe ve kuşku yoktur.

 

Şu da var ki, Agnostisizm “Allah’ın vâr olup-olmadığını bilemeyiz” derken, bilmenin zirvesini bilmekten bahsetmekte olduğu için, “her-şeyin bilinebileceği ve insanın her-şeyi bilebileceği” küstahlığı yapmış oluyor. Allah’ın bilinemez oluşunun nedeni, O’nu bilmenin bir sonunun olmaması nedeniyledir. Allah’ın bilgisini tüketmek söz-konusu olmadığı için O’nun ne ve nasıl olduğu da bilinemez. Kur’ân şöyle der:

 

“De ki: ‘Rabbimin sözleri(ni yazmak) için deniz mürekkep olsa ve yardım için bir benzerini (bir o kadarını) dahi getirsek, Rabbimin sözleri tükenmeden önce, elbette deniz tükeniverirdi” (Kehf 109).

 

Yâni Allah’ın bırakın zâtını ve mutlak varlığını bilmeyi, O’nun ilminin kıyısına bile yanaşabilecek kapasiteye ve çapa sâhip olmayan insan ve insan aklı, gelmiş de “Allah bilinir” yada “bilinemez” gibi boş laflar ediyor ve bu noktada da terbiyesizleştikçe terbiyesizleşiyor.

 

Amaç sâdece “bilmek” değildir, vahiy-merkezli olarak hakkıyla bildikten sonra, bilineni hakkıyla yapmak, bildiğini yerine getirmek yâni vahye göre edip-eylemektir. Peygamberler bilmekten ziyâde, yapmanın, amel-eylem ortaya koymanın en güzel örneklikleridir. Sahabeler de, bilmekle değil, îman etmek ve sâlih amel işlemek ile yıldızlaşmıştı. Onlar Peygamberimiz’in vahye göre yaptığı ve bildirdiği direktifleri harfiyen yerine getirmişlerdi. Çünkü bilenlerin çoğu sıvışmayı da iyi bilir, fakat îman edenler hiç-bir kaçış olmadığını bildikleri için îman edip sâlih amel işleme yoluna girerler:

 

 “Îman edip sâlih amellerde bulunanlar; ne mutlu onlara. Varılacak yerin güzel olanı (onlarındır)” (Ra’d 29).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Aralık 2023

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder