“Hem siz, O’nun haklarında hiç-bir delil indirmediği
şeyleri Allah’a ortak koşmaktan korkmazken, ben nasıl sizin şirk
koştuklarınızdan korkarım?. Şu-hâlde ‘güvenlik içinde olmak bakımından’ iki
taraftan hangisi daha hak sâhibidir?. Eğer bilebilirseniz. Îman edenler ve
îmanlarını zulümle karıştırmayanlar, işte güvenlik onlar içindir ve onlar
hidâyete ermişlerdir” (En-âm 81-82).
Allah Kur’ân’da açıkça; “hakîki
güvenliğe ulaşmanın hem Dünyâ’da hem de âhiretteki yolunun “şirk koşmamak”
olduğunu söylüyor. Demek ki güvenlik sorunun temlinde şirk vardır. Çünkü şirk
koşunda tüm yapılanlar boşa çıkar ve bu nedenle de apaçık bir güvensizlik
sorunu ortaya çıkar ki bu hem Dünyâ’da hem de âhirette olan bir güven yoksunluğudur:
“Andolsun,
sana ve senden öncekilere vahyolundu (ki): Eğer şirk koşacak olursan, şüphesiz
amellerin boşa çıkacak ve elbette sen, hüsrâna uğrayanlardan olacaksın” (Zümer 65).
Târih boyunca Allahsız-seküler
yönetimler, halkı hep “güvenliğin yokluğu” ile korkutmuşlardır. Bu-bağlamda
güvenlik, her-şeyin önüne geçirilmiştir. İnsanlar da güvenlik söylemi ile
yönlendirilmişler ve yönetilmişlerdir. Bu en çok da modernizm ile birlikte
yapılmaktadır. Halktan bir eleştiri, tepki, îtiraz ver isyân sesi gelmeyiversin,
hemen güvenlikten yada güvensizlikten bahsederek halkı korkutmaya ve gazlarını
almaya çalışırlar. Oysa her-şeyi yaratan Allah’ı hesâba katmayan ve hattâ O’na
düşman olanların güvenli bir Dünyâ kurmaları ve güvenliği sürekli bir şekilde
sağlamaları söz-konusu bile olamayacağı gibi, sürekli bir güvensizlik ortamını
hem beceriksizlikleri hem de çıkarları nedeniyle sürdüreceklerdir. Zîrâ
modernizm bir güvensizlik uygarlığıdır ve hayâtiyetini güvensizlikten ve halkın
korkularından alır.
Modernizm, bilerek bir güvensizlik
ortamı oluşturur. Böylece insanlar kendilerini güvensiz hissedeceklerinden
dolayı bencilleşecekler ve bencil hedefleri peşinde koşacaklardır. Bu ise ancak
modernizmin ve modernizmin mutlu ettiği azınlığın işine yarayacaktır. Çünkü insanlar
güvensizlik ortamında ilk önce, kendilerine güven sağlayabileceğini düşündükleri
şeylere sâhip olmayı düşünürler ki bunları üretenler elbette modernizmin öz
çocukları olan mutlu azınlıktır. Onların ürettikleri şeyler insanların
güvenliğini sağlayamaz ama onlar bu yolla kazandıkları paralarla görece bir
güven içinde yaşayıp giderler. Tabi Allah bu durumdan zinhar râzı olmayacağı
için hem onları hem de tüm sorunları para ile çözüp güvenliğe
erişebileceklerini zannedenleri sert bir şekilde uyararak rahat bırakmaz ve
tehdit ile hem de azap ile kafa ve beden konforlarını bozar:
“Siz burada güvenlik içinde mi bırakılacaksınız?. Bahçelerin
ve pınarların içinde. Ekinler ve yumuşak tomurcuklu göz alıcı hurmalıklar
arasında?. Dağlardan ustalıkla zevkli evler yontuyorsunuz. Artık Allah’tan
sakının ve bana itaat edin. Ve ölçüsüzce davrananların emrine itaat etmeyin. Ki
onlar, yeryüzünde bozgunculuk çıkarıyor ve dirlik-düzenlik kurmuyorlar (ıslah
etmiyorlar)” (Şuârâ 146-152).
İnsanlar târih boyunca,
“Allah’a sığınmak ve kesin bir güvenliğe kavuşmak” yerine Allah dışındaki hemen
her-şeye sığınarak güvenliğe kavuşacaklarını zannetmişlerdir ve
zannetmektedirler. İnsana, akla, felsefeye, ideolojilere, özellikle “en büyü
put” olarak taptıkları modern-bilime ve teknolojiye, silaha, askere, güvenlik
güçlerine, eşyâya ve ilah edindikleri paraya sığınarak güvenliklerini
sağlayabileceklerini düşünmüşlerdir. Hâlbuki tüm bu saydıklarımızın
alabildiğine fazlalaştığı ve Dünyâ’ya hâkim oldu bir zamanda yaşamamıza rağmen
tüm Dünyâ ve herkes için gerçek bir güvenlik bir türlü kurulamamakta ve
tam-aksine Dünyâ günden-güne çok daha güvensiz ve yaşanmaz bir yer hâline gelmektedir.
Peki neden?. Çünkü her-şeyi yaratan ve yaşatan Allah göklere ve kâlplere hapsedilmek
istenmektedir ve bu nedenle de hiç hesâba katılmamakta, O’nun emir ve yasakları
yerine getirilmemektedir. Böyle olduğu içindir ki hakîki bir güvenlik
sağlanamadığı gibi zinhar sağlanması da mümkün değildir.
Akla çok güvenen hattâ yüce bir ilah gibi tapan modern
insan, aklını kullanarak kolayca güvenliği sağlayabileceğini sanmış fakat bunu
başaramamıştır. Zîrâ aklını vahiy-merkezli olarak değil de insanın amansız
düşmanı olan şeytana, nefse ve kendilerini ilah gibi gören tâğutlara göre
kullanmaktadır. Böyle bir aklın güvenliği sağlayabilmesi ise söz-konusu bile
değildir. Baktığımızda târih boyunca helâk olan kavimlerin en ileri çıkan
özellikleri, akıllarına çok güvenmeleri ve hattâ akıllarını
ilahlaştırmalarıydı. Fakat vahiyden kopuk ve uzak olan akılları onları
koruyamadı da Dünyâ’da rezil oldukları gibi âhiret azâbının pençesine düştüler.
Şu iki örnek ibretliktir:
“Allah bir şehri örnek verdi: (Halkı) güvenlik ve huzûr
içindeydi, rızkı her yerden bol-bol gelmekteydi; fakat Allah’ın nîmetlerine
nankörlük etti, böylece Allah yaptıklarına karşılık olarak, ona açlık ve korku
elbisesini tattırdı. Andolsun, onlara kendi içlerinden bir elçi gelmişti, fakat
onu yalanladılar; böylece zulümlerine devâm etmektelerken azap onları
yakalayıverdi. Öyleyse Allah’ın sizi rızıklandırdığı şeylerden helâl (ve) temiz
olanlarını yiyin; eğer O’na kulluk ediyorsanız Allah’ın nîmetine şükredin” (Nâhl
112-114).
“Andolsun, Sebe’ (halkı)nın oturduğu yerlerde de bir âyet
vardır. (Evleri) sağdan ve soldan iki bahçeliydi. (Onlara demiştik ki:)
‘Rabbinizin rızkından yiyin ve O’na şükredin. Güzel bir şehir ve bağışlayan bir
Rabb(iniz var)’. Ancak onlar yüz çevirdiler, böylece biz de onlara Arim Seli’ni
gönderdik. Ve onların iki bahçesini, buruk yemişli, acı ılgınlı ve içinde az
bir şey de sedir ağacı olan iki bahçeye dönüştürdük. Böylelikle nankörlük
etmeleri dolayısıyla onları cezâlandırdık. Biz (nîmete) nankörlük edenden
başkasını cezâlandırır mıyız?. Kendileriyle, içlerinde bereketler kıldığımız
memleketler arasında (biri diğerinden) görünebilen şehirler vâr ettik ve orada
yürüme (imkânlarını) takdir ettik: ‘Oralarda geceleri ve gündüzleri güvenlik
içinde gezip dolaşın’ (dedik). Onlar ise: ‘Rabbimiz, seferlerimizin arasını aç
(şehirlerimiz birbirine çok yakındır) dediler ve kendi nefislerine zulmetmiş
oldular. Böylece onları efsâneler(e konu olan bir halk) kıldık ve onları
darmadağın edip dağıttık. Şüphesiz bunda, çok sabreden ve çok şükreden herkes
için gerçekten âyetler vardır” (Sebe’ 15-19).
İnsanlar paraya güvendikleri kadar
hiç-bir şeye o kadar güvenmezler. Öyle ki bu güven “îman”a dönüşmüştür. Parayla
her sorunu çözerek güvenliğe ulaşabileceklerini zannedenler, parasına çok
güvenen ama sonun da pişmân olan ve yerin dibine geçen Kârûn’un ibretlik
hikâyesiyle uyarmak gerekir:
“Gerçek
şu ki, Kârûn, Mûsâ’nın kavmindendi, ancak onlara
karşı azgınlaştı. Biz, ona öyle hazîneler vermiştik ki, anahtarları, birlikte
(taşımaya) davranan güçlü bir topluluğa ağır geliyordu” (Kasas 76).
“Böylelikle
kendi ihtişamlı-süsü içinde kavminin karşısına çıktı. Dünyâ-hayâtını istemekte
olanlar: ‘Ah keşke, Kârûn’a verilenin bir benzeri bizim de
olsaydı. Gerçekten o, büyük bir pay sâhibidir’ dediler. Kendilerine ilim
verilenler ise: ‘Yazıklar olsun size, Allah’ın sevâbı, îman eden ve sâlih
amellerde bulunan kimse için daha hayırlıdır; buna da sabredenlerden başkası
kavuşturulmaz’ dediler. Sonunda onu da, konağını da yerin dibine geçirdik.
Böylece Allah’a karşı ona yardım edecek bir topluluğu olmadı. Ve o,
kendi-kendine yardım edebileceklerden de değildi. Dün, onun yerinde olmayı
dileyenler, sabahladıklarında: ‘Vay, demek ki Allah, kullarından dilediğinin
rızkını genişletip-yaymakta ve kısıp-daraltmaktadır. Eğer Allah, bize lûtfetmiş
olmasaydı, bizi de şüphesiz batırırdı. Vay, demek gerçekten inkârcılar felâh
bulamaz’ demeye başladılar” (Kasas
79-82).
Modern insan, her türlü sorunu,
derdi, musîbeti, hastalığı, zorluğu ve hattâ ölümü bile, modern-bilimin ve
özellikle teknolojinin yeterli oranda gelişmesiyle yok edip çözülebileceğini ve
böylece yüksek bir güvenlik ve huzur ortamı oluşacağını boşu-boşuna ve
körü-körüne bekleyip durmaktadır. Oysa modern-bilim ve teknoloji ilk ortaya
çıktığı günden bu yana bırakın güvenli ve sağlıklı-huzurlu bir Dünyâ kurmayı,
tam-tersine, gün geçtikçe Dünyâ güvensiz bir hâline gelmekte, sağlıklar
bozulmakta, huzur kaçmakta ve ölümü yok edeceği boş beklentilerin aksine,
insanlar her gün modern-bilim ve teknoloji yüzünden çeşitli şekillerde ölüp
gitmektedir. Zîrâ hem modern-bilimi ve teknolojinin hem de saydığımız diğer
şeylerin hakîki güvenliği sağlayabilecek ve insanları koruyabilecek bir güçleri
yoktur. Çünkü onlar gerçek koruyucu olan Allah’ı hesâba katmamakta ve hattâ düşman
olarak O’nu göklere ve kâlplere hapsederek Dünyâ’da kendi hâkimiyetlerini
kurmak için çalışmaktadırlar.
Modern insan
modern-bilim ve teknolojiye meftûn, râm ve hayrân olduğundan dolayı ona sonsuz
bir şekilde, koşulsuz-şartsız ve sorgusuz-suâlsiz bir güven ve îman duymakta ve
“insanın ulaşabileceği en ileri derece olan bir güvenlik ve huzûr ortamın
kurabileceğini” boş yere ve körü-körüne bekleyip durmaktadır. Körü-körünedir
çünkü ortada o bahsedilen güvenlikle ilgili bir emâre yoktur ve zâten hiç-bir
zaman da olmamıştır. Peki modern insan niçin böyle bir beklentiye girmektedir?.
Çünkü modern insan Allah’tan uzaklaşmış ve kopmuş durumdadır.
Doğala, normâle ve fıtrata
birebir uygun olan Kur’ân-merkezli apaçık hakîkate inanmakta aşırı zorlanan ve
hattâ vahiy-merkezli hakîkati “zaman-dışı” görüp inanmayarak inkâr eden modern
insan, meselâ “kara-deliğin fotoğrafı” olarak gösterilen “uyduruk” bir “sentez
resim”e, hiç-bir eleştiri-îtirâz getirmeden ve hiç sorgulamadan ânında îman edebiliyor.
Söylenip duran modern-bilimin yalanlarına hemen inanabiliyor. Modern-bilime ve
teknolojiye olan bu sorgusuz-suâlsiz ve kayıtsız-şartsız “mutlak îman ve
güven”in nedeni nedir?. Bunun nedeni; Allah’tan, âhiretten, gaybtan, vahiyden,
Peygamber’den, Kur’ân’dan, din’den yâni
İslâm’dan kopmuş ve uzaklaşmış olduğu için sığınacak güvenli bir liman
aramasıdır. Fakat sığındığı modern-bilim ve teknoloji, örümceğin yuvası kadar
bile sağlam değildir, çürüktür, zayıftır ve insanları sürekli olarak ağına
dolamaktadır. Modern-bilim ve teknolojinin güvenlik sağlayacak ne bir gücü ne
de böyle bir meyli vardır. Modern-bilim ve teknoloji sürekli bir güvensizlik
ortamına muhtaçtır. Zîrâ güvensizlikten geçinmekte ve hayâtiyetini de güvensiz
bir Dünyâ’dan almakta ve sağlamaktadır.
Hakîki güvenliği sağlamanın
olmazsa-olmaz yolu, Allah’ın emir ve tavsiye ettiği “îsar” uygulamasıdır. İslâm’ın
bir uygulaması olarak “îsâr”, “kişinin bir şeye muhtâç olmasına rağmen o şeyi
Allah rızâsı için başkasına vermesi”dir. Çünkü insanlar “kendini yaşatmak” için değil de,
“karşıdakini yaşatmak” için uğraşırsa, herkes güvende olur ve mutluluğa-huzûra
kavuşur. Çünkü “kendini yaşatmak” isteyen kişi, kendini yaşatabilmek için icâbında
karşısındakini öldürebilir. Fakat herkes karşısındakini “yaşatmaya” çalışınca
kimse kimseyi üzmez, incitmez, yaralamaz ve öldürmez. Gerçek güvenlik ortamı
ancak bu şekilde kurulabilir. Üstelik bu uygulama kişiyi Dünyâ’da
güvenliğe-huzûra kavuşturduğu gibi âhirette de “güven içinde olanlar”dan kılar:
“Kendilerinden önce o yurdu (Medîne’yi)
hazırlayıp îmânı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret edenleri severler ve
onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde
bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler.
Kim nefsinin cimri ve bencil tutkularından korunmuşsa, işte onlar felâh
(kurtuluş) bulanlardır” (Haşr
9).
“Kim bir iyilikle gelirse, artık kendisine daha hayırlısı
vardır ve onlar, o günün korkusuna karşı güvenlik içindedirler” (Neml
89).
Müslümanlar için Kâbe bir güvenlik-merkezidir ve öyle
olmalıdır:
“Hani Evi (Kâbe’yi) insanlar için bir toplanma ve güvenlik
yeri kılmıştık. ‘İbrâhim’in makâmını namaz yeri edinin, İbrâhim ve İsmâil’e de,
Evimi, tavâf edenler, îtikâfa çekilenler ve rükû ve secde edenler için
temizleyin’ diye ahid verdik. Hani İbrâhim: ‘Rabbim, bu şehri bir güvenlik yeri
kıl ve halkından Allah’a ve âhiret gününe inananları ürünlerle rızıklandır’
demişti de (Allah: “Sâdece inananları değil) inkâr edeni de az bir süre
yararlandırır, sonra onu ateşin azâbına uğratırım; ne kötü bir dönüştür o’
demişti” (Bakara 25-126).
“Gerçek şu ki, insanlar için ilk kurulan Ev, Bekke
(Mekke)de, o, kutlu ve bütün insanlar (âlemler) için hidâyet olan (Kâbe)dir. Orada
apaçık âyetler (ve) İbrâhim’in makâmı vardır. Kim oraya girerse o
güvenliktedir. Ona bir yol bulup güç yetirenlerin Ev’i haccetmesi Allah’ın
insanlar üzerindeki hakkıdır. Kim inkâr ederse, şüphesiz, Allah âlemlere karşı
muhtâç olmayandır” (Âl-i İmran 96-97).
Tabi Dünyâ bir imtihan dünyâsıdır ve
imtihanın olduğu yerde elbette zorluklar, kötülükler, çirkinlikler, musibetler,
ölümler ve acılar olacaktır. Fakat Allah-merkezli bir düşünüş ve yaşayış içinde
olmak bunları en minimuma kadar düşürür. Bu minvâlde takvâlı bir yaşam içinde
olanlar ve yine takvâlı olarak ölenler ise âhirette o sonsuz güvenliğe
kavuşacaklar ve sonsuz nîmetlerle çevrili mutluluk ve huzûr diyârına kavuşacaklardır:
“Gerçekten takvâ sâhibi olanlar, cennetlerde ve pınar
başlarındadır. Oraya esenlikle ve güvenlikle girin. Göğüslerinde kinden
(hasetten ne varsa tümünü) sıyırıp-çektik, kardeşler olarak tahtlar üzerinde karşı-karşıyadırlar.
Orada onlara hiç-bir yorgunluk dokunmaz ve oradan çıkarılacak değildirler” (Hicr
45-48).
“Cennetlerde ve pınarlarda.. Hafif ipekten ve ağır
işlenmiş atlastan (elbiseler) giyinirler, karşılıklı (otururlar). İşte böyle;
biz onları iri gözlü hûrilerle evlendirmişizdir. Orada, güvenlik içinde her
türlü meyveyi istiyorlar; orada, ilk ölümün dışında başka ölüm tatmazlar. Ve
(Allah da) onları cehennem azâbından korumuştur. Senin Rabbinden, bir fazl ve
(lütuf) olarak. İşte büyük ‘mutluluk ve kurtuluş’ budur” (Duhân
52-57).
Hiç-bir garanti ve güven, Allah’ın verdiği
“mutlak garanti ve güven” gibi olamaz. Mutlak garanti, “mutlak güven” demektir.
Şu koca kâinatta Allah’tan başka sığınılacak
ve güvenlikte olunacak tek bir yer ve tek bir şey bile yoktur vesselam..
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Eylül
2024
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder