11 Eylül 2024 Çarşamba

Allah’a ve Dîn’e İhtiyaç Duymamak

 

“O (bütün gerçek), yalnızca bizim (yaşamakta olduğumuz bu) dünyâ-hayâtımızdan ibârettir; ölürüz ve yaşarız, biz diriltilecekler değiliz” (Mü’minûn 37).

 

Târih boyunca bütün kâfir, müşrik, ateist-dehrî ve kendini ilah gibi gören tâğutların repliğidir bu âyet. Güyâ, “zamânı geldiğinde ölürüz ve yok olup gideriz, bu nedenle bizim ne Allah’a, ne âhirete, ne cennete-cehenneme, ne gayba, ne vahye, ne peygamberlere, ne dîn’e-îmâna ne de İslâm’a ihtiyâcımız yok” derler. Lâkin şu-anda hepsi de Allah’ın huzûrunda el-pençe divan durmuş olarak ve korku içinde nasıl hesap vereceklerinin derdine düşmüş durumdadırlar ve de şöyle demektedirler:

 

Dediler ki: ‘Biz yer (toprağın için) de yok olup gittikten sonra, gerçekten biz mi yeniden yaratılmış olacağız?’. Hayır, onlar Rablerine kavuşmayı inkâr edenlerdir. De ki: ‘Size vekil kılınan ölüm meleği, hayâtınıza son verecek, sonra Rabbinize döndürülmüş olacaksınız’. Suçlu-günahkârları, Rableri huzûrunda başları öne eğilmiş olarak: ‘Rabbimiz, gördük ve işittik; şimdi bizi (bir kere daha Dünyâ’ya) geri çevir, sâlih bir amelde bulunalım, artık biz gerçekten kesin bilgiyle inananlarız’ (diye yalvaracakları zamânı) bir görsen” (Secde 10-12).

 

Fakat Allah onlara kulak asmayacak ve Kur’ân’ın şu âyetleri, Dünyâ’da Allah’a ve dîne ihtiyaç duymayanların kulaklarında çınlayacak:

 

Hayır; onlar, geçmiştekilerin söylediklerinin benzerini söylediler. Dediler ki: Öldüğümüz, toprak ve kemik olduğumuz zaman, gerçekten biz mi diriltilecek mişiz?. Andolsun, bu tehdit, bize ve bizden önceki atalarımıza yapılmıştı; bu, geçmişlerin uydurma masallarından başka bir şey değildir” (Mü’minûn 81-83).

 

İnsanlar ikiye ayrılır: 1-Bedeninin ihtiyaçlarını öne alanlar; 2-Rûhunun ihtiyaçlarını öne alanlar. Bedenin ihtiyaçlarının sonu olmadığı için Allah’a ve dîne ihtiyaç duymaya sıra gelmez. Rûhunun ihtiyaçlarını öne alanlar ise bedenin ihtiyaç duyduğu şeylerin bir-çoğunun gerçek ihtiyaçlar olmadığını çok net bilip-gördükleri için daha çok Allah’a ve dîne ihtiyaç duyarlar ve onlar için çaba harcarlar. Zîrâ insan en çok neye ihtiyaç duyarsa, en çok o şey için çabalar.

 

Daha çok ihtiyaç sâhibi olmak değil, “daha yüce ihtiyaç sâhibi olmak” değerli yapar insanı. Yüce ihtiyaçlar olan Allah’a ve dîne ihtiyaç duymaktır insanı insan yapan. Aksi-takdirde hayvan gibi yaşamak kaçınılmaz olur. Çünkü hayvanlar ancak bedenlerinin ihtiyaçlarını ihtiyaç olarak görürler ve onun ardından koştukça koşarlar.

 

İhtiraslar arttıkça ihtiyaçlar fazlalaşır. Tabi bu ihtiyaçlar gerçek ihtiyaçlar değildir. Gerçek olmayan ihtiyaçlar yozlaştırır. Ne kadar çok şeye ihtiyaç duyarsanız o kadar çok yozlaşırsınız. Modern dünyânın hâl-i pür melâlinin nedeni budur.

 

Peki Allah’a ve dîne ihtiyaç duymayanlar buna niçin ihtiyaç duymazlar?. Çünkü inanmazlar. İnsan inanmadığı şeye ihtiyaç duymaz. Neye inanırsa ona ihtiyaç duyar ve en çok inandığı şey en çok ihtiyaç duyduğu şeydir. O-hâlde “bana ihtiyâcını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim” diye bir laf edilse yanlış olmaz. 

 

İşte aynen bunun gibi, inananlar da inandığı şeye ihtiyaç duymaya başlarlar. Ne kadar inanırlarsa o kadar ihtiyaç duyarlar. İhtiyâcın şiddeti îmânın şiddetini gösterir.

 

Allah, âhiret, gayb, vahiy, peygamberlik, din ve İslâm; bunların varlığı ve kutsallığı, îman edenler için gerekçelendirilmeye ihtiyaç duymaz. Zîrâ bunlar îman ile sâbittir, îman edenler için sâbittir. Îman edenler için îman unsurlarının varlığı ve hakîkati konusunda bir sorun yoktur ki!. Her-şey bellidir ve apaçık şekilde ortadadır.

 

Allah’a ve dîne ihtiyaç duymayan ateistler, agnostikler ve deistler; “inanmadığımız” için ihtiyaç duymuyoruz diye kendilerince mantıklı bir şey söylerlerken, Allah’a ve dîne inandığını söylemesine rağmen Allah ve din için kılını bile kıpırdatmayanların bu tavırları, Allah’a ve dîne “ihtiyaç duymadıkları” içindir. İnanıyorlarmış ama ihtiyaç duymadıkları için din ile ilgilenmiyorlar. Geçin bunları, siz kimi kandırıyorsunuz!..

 

Peki 2000-2500 yıl öncesine dayanan zırvalıklar olan demokrasi ve cumhûriyete neden inanıyorsunuz ve bunlara ihtiyaç duyuyorsunuz?. Allah’a ve dîne ihtiyaç duymayanlar, nefislerine uygun olmadığı için ihtiyaç duymuyorlar. Eğer eğlenceli, keyifli, zevkli ve bedelsiz olsaydı Allah ve din ile ilgilenirlerdi ve ilgilendikleri ölçüde bunlara ihtiyaç da duyarlardı. Meselâ Allah ve din ile kafalarına ve nefislerine uydurdukları şekilde ilgilenenler gibi. 

 

İnsanların çoğu, ne kadar absürd, saçma, yalan, bâtıl, hurâfe vs. varsa onlarla ilgileniyorlar ve onlarla ilgilenmeye ihtiyaç duyuyorlar. Bu, Allah ve din ile ilgilenmemenin ve onlara ihtiyaç duymamanın Dünyâ’daki cezâsından başkası değildir. Çünkü yapılması gerekeni yapmayanlar mutlakâ -bir cezâ olarak- yapılmaması gereken şeyleri yapmaya başlarlar. Hakîkatin peşine düşmeyen insanlar, masal, mitoloji ve hurâfelerle ilgilenmeye ihtiyaç duymaya başlarlar.

 

Birileri de “Kur’ân bize yeter” diyerek Peygamberimiz’e ve vahiy-merkezli amel-eylem demek olan Sünnet’e ihtiyaç duymuyor. “Sünnet’e ihtiyaç olmaması”, “Peygamber’e ihtiyaç olmaması” demektir. Peygamber’e ihtiyaç olmaması ise, Kur’ân’ın amel-eyleme dönüşmesine ihtiyacın olmaması anlamına gelir. Sâdece îman, ibâdet ve ahlâk içeren dinler, bir peygambere ihtiyaç duymazlar. İslâm’ı kuru îman ve ibâdet dînine çevirmeye çalışanlar, bu nedenle  Peygamberimiz’i gündem-dışı etmek istiyorlar.

 

Şu da var ki, “bizim Allah’a ve dîne ihtiyâcımız yok” diyenler, yeri geldiğinde ve Allah’tan başkasına ihtiyaç duymayacak hâle geldiklerinde Allah’a ve dîne öyle bir sığınırlar ki:

 

“Karada ve denizde sizi gezdiren O’dur. Öyle ki siz gemide bulunduğunuz zaman, onlar da güzel bir rüzgârla onu yüzdürürlerken ve (tam) bununla sevinmektelerken, ona çılgınca bir rüzgâr gelip çatar ve her yandan dalgalar onları kuşatıverir; onlar artık bu (dalgalarla) gerçekten kuşatıldıklarını sanmışlarken, dinde O’na ‘gönülden katıksız bağlılar (muhlîsler)’ olarak Allah’a duâ etmeye başlarlar: Andolsun eğer bundan bizi kurtaracak olursan, muhakkak sana şükredenlerden olacağız derler” (Yûnus 22).

 

O korku içinde gözleri Allah’tan ve din’den başkasını görmez ve başka da bir şey düşünemezler. Çünkü onara o-anda Allah’tan başka yardım edebilecek hiç kimse ve hiç-bir şey yoktur. Ama ne fayda. Karaya çıkınca iş değişir:

 

“Ama (Allah) onları kurtarınca, hemen haksız yere, yeryüzünde taşkınlığa koyulurlar. Ey insanlar!, sizin taşkınlığınız, ancak kendi aleyhinizedir; (bu) dünyâ-hayâtının geçici metaıdır. Sonra dönüşünüz bizedir, biz de yaptıklarınızı size haber vereceğiz” (Yûnus 23).

 

Allah muhtaç olunmaya en lâyık olandır. Allah’a ihtiyaç duyup da muhtâç olunmayacak da neye ve kime muhtâç olunacak?. Meselâ uzunca bir süre yağmur yağmayacak ve barajlar dip yapacak olsa, yağmurun yağmasını kimden ve neyden bekleyeceksiniz ki!:

 

“De ki: Haber verin; eğer suyunuz yerin dibine göçüverecek olsa, bu durumda kim size bir akar su kaynağı getirebilir?” (Mülk 30).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Eylül 2024

Devamını Oku »

Hakîkati Parçalamak

 

“De ki: Hak geldi, bâtıl yok oldu. Hiç şüphesiz bâtıl yok olucudur” (İsrâ 81).

 

Hakîkat parçalandığında ve parçalara ayrıldığında, her bir parçasının içinde hakîkattan bâzı kırıntılar olsa da, parçalanmışlık içinde bunlar da yozlaşacağı için yada parçalanmış hakîkat “hakîkat” olmaktan çıkacağından dolayı o parçalara hakîkat diyemeyiz. Hakîkat “Haktan gelen” olduğu için “parça hakîkat” pek bir değer ifâde etmez ve zâten Hak, hakîkat parçalanıp da bölündüğünde ve her bir parça “hakîkatin bütünlüğü” zannedildiğinde Allah hakîkati bütünlüğü içinde yeniden vahyeder ve indirir. Zîrâ hakîkat ancak bütünlüğü içinde anlamını bulur ve işe yarar. 

 

Modernizm bir parçalama ve parçalanmışlık uygarlığıdır. Modernizm her-şeyi maddeden ve eşyâdan ibâret gördüğü için varlığın bütünlüğündeki âhengi, rûhu ve güzelliği göremez ve bununla iknâ ve tatmin olmaz da, daha çok fayda getireceğini düşündüğü için eşyâyı parçaladıkça-parçalamak için uğraşır ve hattâ varlığı o kadar çok parçalar ki sonunda ortada kalan şey “o” olmaktan çıkar ve başka anlamsız ve absürd bir şeye döner.

 

Modernizm en çok da hakîkati parçalar. Çünkü modernizm hakîkatin yerine “gerçek” dediği kendi doğrularını yerleştirmek ister. Zîrâ hayâtiyetini bundan alır. Modernizm; Allah’ı, âhireti, gaybı, vahyi, peygamberliği, dîni yâni İslâm’ı merkezden uzaklaştırarak; beşeri, insanı, aklı, beyni, eşyâyı, maddeyi ve yeni olanı merkeze koyan seküler sistemin adıdır. Bu nedenle Hak’tan geldiği ve Hak’kı hatırlattığı için hakîkatin bütünlüğünü bozup parçalamak ister. Fakat hakîkati tümden yok etmek de istemez ve zâten bunu yapacak bir gücü yoktur. Hakîkati parçalamak istemesinin nedeni, hem kendi bâtıl sistemini hakîkatten parçalarla meşrûlaştırmak istemesi, hem de hakîkatin bütünlüğünü bozarak insanları Hak’tan ve hakîkatten uzaklaştırmak istemesidir. Çünkü modernizm parçaladığı ve yozlaştırdığı hakîkatten esintiler taşıyan bâtıl üzerine kuruludur. Zîrâ bâtıl saf hâliyle iknâ edici özellikler taşımayacağı için insanları cezbetmez.

 

Hak parçalanmayacağı için hakîkat de parçalanma kabûl etmez. Parçalandığında bâtıla dönmeye başlar. Hakîkat parçalandığında Hak’tan uzaklaşmış olur. Zîrâ hakîkat, ancak bütünlüğü ile hakîkat olabilir ve işe yarayabilir, yarım ve eksik hakîkat “hakîkat” değildir. Hakîkat parçalandığında her bir parçası bâtıl bir düşünce ve inanış hâline gelir.

 

Hakîkatin parçalanması, hakîkati tevhidten bağımsız olarak ele almakla olur. Tevhidten koparılan hakîkat parçalanır ve Allah onu yeniden bütünlüğü ile indirdiğinde yada mü’minler hakîkati bütünlüğü ile yeniden ortaya koyduklarında, parçalanmış olan hakîkatin her bir parçası bâtıl bir din ve düşüncelerden biri hâline gelir ve çeşitli sapkınlıkların konusu olur.

 

Hakîkatin parçalanmasından ortaya çıkan parçaların oluşturduğu bâtıl ancak, hakîkatin tevhid-merkezli olarak yeniden ortaya konulmasıyla def olur gider. Tabi bunun için tevhid-merkezli şuurlu bir toplumun bulunması olmazsa-olmazdır. Bu iş kolay olmayacaktır. Zîrâ başta şeytan olmak üzere nefs ve tâğutlar sürekli olarak hakîkati parçalamak ve bölmek isteyeceklerdir.

 

Hakîkatin “parçalanmış hakîkatlere” ihtiyâcı yoktur. Zâten parçalanmış olan hakîkatlerde, bâtıl ile iyice karışmış olduğu için hakîkatten eser kalmamıştır yada çok az bir değer kalmıştır ki ne Hak’kın ne de hakîkatin buna ihtiyâcı yoktur.

 

Parçalanan hakîkatlerin her parçasında hakîkatten parçalar vardır ve zâten o parçaların din edinilmesi ve taraftar kazanması hakîkatten esintiler taşımasından dolayıdır. Lâkin parçalanan hakîkat “hakîkat” olmaktan çıkacağı için bunlardan bütünsel anlamda hakîki bir düşünce ve amel-eylem ortaya çıkmayacağı için parçalanmış hakîkatin üstüne kurulan yeni dünyâ-görüşü ve düşüncelerin Dünyâ’yı bir düzene ve nizâma sokması mümkün olmaz-olmamaktadır. Dünyâ’yı aynen gökler gibi, Onu düzene ve nizâma sokabilecek olan tek şey, temeli tevhid olan İslâm’dır.

 

Ali Şeriatî: “Tevhidî bir bilinçten uzaklaşarak varılan ayrıştırıcı düşünce biçimleri, hakîkatin, bütünlüğü içerisinde algılanmasının önüne geçer ve çağdaş insanı rahat bırakmayan bir çelişkiye dönüşür. İnsanı, sınırlandırılmış, birbirinden koparılarak ayrıştırılmış kavramlarla düşünmeye ve hayâta bakmaya zorlayan bu düşünce sistemleri, bir anlamda insanın başkalaşım ve düşüşüne yol açan modern trajedilere evrilir. Bu suretle de insan zihni artık gerçeklikler ardındaki vahdeti yakalayamayan, birlik ve bütünlük içerisinde düşünemeyen, sebep-sonuç bağlantısını kavrayamayan bir yapıya indirgenir. Çok-boyutlu düşünebilen insan zihni, artık tek-boyutlu düşünmeye mahkûm edilmiştir. Zihin bu parçalanmışlığa itilirken en büyük haksızlık hakîkate yapılmıştır. Hakîkat-parçaları birbirinden koparılarak bu yalıtılmışlık içerisinde ideâller yok edilmiş, birer safsataya dönüşmüştür” der.

 

Hakîkat, “İslâm hakîkati”dir ve başka da bir hakîkat yoktur. Hakîkat varken, parçalanmış olan hakîkat parçalarını hakîkatten daha üstün görmek ve kutsamak tam bir cehâlettir. Modern insan bununla mâlûldür.

 

Hakîkat parçalanınca sınırlanır ve bu yüzden parça hakîkatlere yapışanlar sınırlı olan ile ilgilenmek zorunda kaldıkları için hiç-bir sorunu çözememektedirler. Zâten parçalanmış hakîkatleri “hakîkat” sanarak parça hakîkatlere sımsıkı yapışanların böyle bir niyetleri, düşünceleri ve eylemleri yoktur.

 

Hakîkat gelince, “parça hakîkatler” yok olup giderler.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Eylül 2024

Devamını Oku »

9 Eylül 2024 Pazartesi

Her-Şeyi Mümkün Görmek

 

“Öyleyse sen, Allah’tan (bir takdir olarak) geri çevrilmesi mümkün olmayan gün gelmeden önce, yüzünü dimdik ayakta duran dîne çevir…” (Rûm 43).

 

Modernizm ve modern insan, gelinen an îtibâriyle “her-şeyin mümkün olduğu bir zamanda yaşanıldığına” inanıyor ve diyor ki: “İmkânsız diye bir şey yoktur ve artık her-şey mümkündür”.

 

Ne kadar da câhilce ve boş bir söz.. Yaratılmış olmak mecbûren eksik ve sınırlı olmayı da yanında getirdiği için, yaratılmış olan için her-şey mümkün olamaz. Sınırlı ve eksik olan bir şey tam ve sınırsız olmadığından dolayı onun için her-şeyin mümkün olması mümkün değildir. Her-şey “sâdece “yaratan Allah için” mümkündür, zîrâ O yaratılmış, dolayısıyla sınırlı ve eksik olmadığından dolayı, O’nun için her-şey mümkündür. Fakat yaratılmış olan varlık ve madde için her-şeyin mümkün olması söz-konusu değildir. Hattâ varlık için çoğu şey mümkün değildir.

 

Eğer her-şey mümkünse, o zaman bir sınırsızlık var demektir ve yaratılmış olan şey sınırsızdır. Fakat sınırsız olunca “yaratılmış” değil de “yaratan” olması gerekir. Böyle olunca da her-şey -hâşâ- “yaratıcı” olmuş olur. Her-şey yaratıcı olunca da ortada yaratılmış bir şey olmamış olur. Tüm varlık yaratıcı olarak düşünüldüğünde, böyle düşünenler için her-şey mümkün gibi görülmeye başlar. Tabi bu düşünce ağır bir küfür ve âdî bir şirktir ki zâten küfür ve şirkin dolayısıyla da zulmün temeli ve nedeni budur. 

 

Her-şey mümkündür sözünün kâinatta bir karşılığı yoktur. Zîrâ mümkün olması ne kadar çok istense de çoğu şey mümkün olmamaktadır ve hiç-bir zaman da mümkün olmayacaktır. Çünkü hayat ve Dünyâ bir imtihan hayâtı ve imtihan dünyâsıdır. İmtihanın olduğu yerde her-şeyin mümkün olması mümkün değildir. Çünkü imtihanda en azından seçeneklerden biri elenmek zorundadır ve bu nedenle elenen seçenek mümkün olma özelliğini kaybeder. Üstelik “Allah’ın kâinata, Dünyâ’ya ve hayâta koyduğu yasalar” demek olan sünnetullah da ancak bir sınır olduğunda işler hâlde kalır ve anlamını koruyabilir. Eğer her-şey mümkün olsaydı o zaman kâinatta bir kânundan, yasadan, düzenden, öğrenmeden, doğrudan, yanlıştan ve hiç-bir şeyden bahsedemezdik. Çünkü her-şeyin mümkün olduğu bir yerde hiç-bir şeyin bir anlamı kalmazdı. Zîrâ hiç-bir şey göründüğü gibi olmazdı yada gördüğümüz şey bizi tatmin etmezdi.  

 

Modern insan Allahsızlaştığı ölçüde her-şeyi mümkün görmek istemekte ve görmektedir. Çünkü Allah, âhiret, cennet-cehennem, gayb, vahiy, peygamberlik, din yâni İslâm hesâba katılmadığında “cenneti Dünyâ’da kurmak” gibi bir cinnetin sonucu olarak her-şeyin mümkün olduğu bir kâinâta ve Dünyâ’ya inanmak düşüncesi ortaya çıkacaktır-çıkmıştır. Modern-seküler insan sınırsız ve eksiksiz bir hayat istediği için her-şeyin mümkün olduğu bir yaşam hayâl etmektedir. Tabi her seferinde duvara toslamaktadır. Tabi imtihan devâm ettiğinden dolayı bu sapkın istek ölüme kadar sürecektir.    

 

Kâinatta her-şeyin mümkün olacağı bir mekanizma yoktur. Her-şey hangi mekanizmaya göre mümkün olacaktır. Ortada bildiğimiz başka kânunlar yok iken hiç-bir örneği olmayan ve olması mümkün de olmayan bir şeyin olmasını neye bağlayacağız ve nasıl açıklayacağız?. Birisi, “bu dediğin nasıl ve neyle olacak” diye sorduğunda ona o şeyin ve her-şeyin mümkün olabildiğini hangi mekanizmayla açıklayabileceksiniz. Çünkü ortada hem her-şeyin mümkün olduğunu açıklayabilecek bildiğimiz bir mekanizma yok hem de böyle bir mekanizmanın ileride keşf edileceğinin emâresi yok. Çünkü bir sınır var. Zîrâ her-şey yaratılmıştır ve yaratılmış olduğu için sınırlı ve dolayısıyla eksiktir. Sınırlı ve eksik olan için her-şeyin mümkün olması mümkün değildir. Fakat ortada bir şey yokken yine de, “ben inanıyorum, bir gün her-şeyin mümkün olduğu görülecek” demenin de bir anlamı yok. Belki de tam tersi olacak ve gün gelecek, bir-çok şeyin mümkün olmadığı görülecek ve anlaşılacaktır.

 

Şu da var ki her-şeyin mümkün olduğu yerde tüm zıtlıklar meşrûlaşır. Çünkü her-şey mümkün olduğunda bir şeyin zıttı da mümkün hâle gelir. O zaman da her-şeyin netliği ve kesinliği kaybolur ve hiç-bir şey mümkün hâle gelmez. Hattâ sevdiğinize “seni seviyorum” bile diyemezsiniz. Çünkü her-şey mümkün olduğunda karşıdaki kişi bu sözle kendisini sevmediğinizi îmâ ettiğinizi de anlayabilir. Çünkü her-şeyin mümkün olduğu bir yerde her-şey anlamsızlaşır ve bir ölçü kalmaz. Bir şeyi anlamlı kılan şey, o şeyin bir alternatifinin olmaması yâni o şeyde bir anlamsızlığın olmamasıdır.       

 

Allah “hallâk”tır. Yaratmanın her türünü bilir. Bu kâinâtı da belli bir format ile yaratmıştır. “Allah bu kâinâtı sınırsız, eksiksiz ve kusursuz mu yaratmıştır?” diye bir soru sorulacak olsa kanımca şöyle cevap verirdim: “Allah bu formattaki kâinâtı en ideâl şekilde yaratmıştır. Fakat bu yaratma mutlak anlamda sınırsız ve eksiksiz bir yaratma değildir. Allah daha iyisini yaratabilir ve belki yaratmıştır yada yaratıyor da, fakat sünnetullah ve imtihan gereğince bu formattaki kâinat, olabilecek en ideâl şekilde yaratılmıştır ama her-şeyin mümkün olabileceği bir şekilde, mutlak anlamda eksiksiz ve sınırsız yaratılmamıştır. Öyle bir yaratılışı cennette göreceğiz inşaallah.

 

İşte bu nedenle bu kâinatta mümkün olabilecek olanlardan daha fazlası mümkün değildir ve hiç-bir zaman da mümkün olmayacaktır ve bu iyi bir şeydir. Zâten her-şeyin mümkün olduğu bir yerde âhiretin, cennetin-cehennemin, hesâbın-kitâbın varlığı da anlamsızlaşırdı. Tabi vahyin, peygamberliğin, dînin, mâneviyatın ve İslâm’ın varlığı da anlamsız hâle gelirdi.

 

Kur’ân’da da mümkün olmayan şeylerden bahsedilir. Meselâ âhirette yaşanan pişmanlıktan dolayı yeniden Dünyâ’ya dönme ve düzgün işler yapma durumu mümkün değildir:

 

“Bizim bir kere daha (Dünyâ’ya dönüşümüz mümkün) olsaydı da îman edenlerden olabilseydik” (Şuârâ 102).

 

“Sonunda, onlardan birine ölüm geldiği zaman, der ki: ‘Rabbim, beni geri çevirin. Ki, geride bıraktığım (Dünyâ)da sâlih amellerde bulunayım’. Aslâ, gerçekten bu, yalnızca bir sözdür, bunu da kendisi söylemektedir. Onların önlerinde, diriltilip kaldırılacakları güne kadar bir engel (berzah) vardır)” (Mü’minûn 99-100).

 

Yine, insan için bir ağaç hattâ bir ot BİLE meydana getirmenin mümkün olmadığı söylenir:

 

“(Onlar mı) yoksa, gökleri ve yeri yaratan ve size gökten su indiren mi?. Ki onunla (o suyla) gönül-alıcı bahçeler bitirdik, sizin içinse bir ağacını bitirmek (bile) mümkün değildir. Allah ile berâber başka bir ilah mı?. Hayır, onlar sapıklıkta devâm eden bir kavimdir” (Neml 60).

 

Modern-bilim bir keresinde, fotosentez yapan bir otun yapmaya çalıştığını yapmak için büyük paralar harcayarak bir ekip kurmuş olmasına rağmen bunu başaramamış ve çalışma fiyaskoyla sonuçlanmıştı.Yine; suyun formülü olarak bilinen 2 hidrojen ve 1 oksijen atomları laboratuarda birleştirdiğinde su oluşmamıştı. Daha mekanizmasının ve kimyâsının bilindiği sanılan şeylerin bile taklidi yapılamıyorken, modern-bilim ve teknolojiye îman derecesinde güvenerek ve hattâ taparak, ileride bir gün her-şeyin mümkün olabileceğini söylemenin hiç-bir anlamı ve karşılığı yoktur. 

 

Yine; aşırı överek ve ona taparak, aklın her-şeyi mümkün hâl getirebileceğini düşünmek ve bunu körü-körüne beklemek de büyük bir akılsızlıktan başka bir şey değildir. Zîrâ vahyin rehberliği olmadığında aklın sapmaması mümkün değildir.

 

Bu kâinâtın formatı, her-şeyin mümkün olmasına izin vermez. Zâten varlığın ve eşyânın da bir mahremi vardır ve belli bir noktadan sonra dokundurtmaz. Bu nedenle yapılması gereken şey, her-şeyin mümkün olduğu-olacağı bir dünyâ hayâl etmek yerine, her-şeyin mümkün olacağı cennet için çalışmaktır. Gerisi boş laftır. 

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Eylül 2024

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

Furyalara Kapılmak

 

“Yoksa insana ‘her dileyip arzu ettiği’ şey mi var?” (Necm 24).

 

Furya: “Bir şeyin olağandan çok daha fazla olması durumu. Herhangi bir şeyin aşırı bolluğu. Popüler ve ilgi çekici olan, akın edilen”. İtalyanca furia “kudurma, çılgınlık, gazap” sözcüğünden alıntıdır. Bu sözcük Latince aynı anlama gelen furia sözcüğünden evrilmiştir. Bu sözcük Latince furere “gazaba gelmek, aklı başından gitmek” fiilinden türetilmiştir. Çünkü furya olan şey insanın aklını başından alır ve kişi hırsla o şeyin peşinden koşmaya başlar. 

 

Modernizm bir furya uygarlığıdır. Sürekli olarak yeni furyalar ortaya çıkarır ve bu-arada şeytan modernizmi kullanarak hem insanları oyalar hem de modernizm bundan beslenmiş olur.

 

İnsanlık târihinde düşüncede, üretimde, ticârette, yeme-içme ve giyim-kuşamda furyalar hep olmuştur ve insanlar ortaya çıkan furyalara her zaman kapılmışlardır. Üstelik furyalar çoğu-zaman saçma olur. Furyalar moda özelliği taşıdığı için insanlar birbirlerini görerek o furyaya kapılmaya başlarlar. Herkesin yaptığı şey insanların ilgisini çok çektiği için bir şey kısa sürede furyaya dönüşebilir. Furyaların çoğunun ne kadar saçma oldukları, belli bir zaman sonra yada yeni seçilen bir peygamber ve indirilen vahiyle ortaya çıkar. Bu özellikle düşünsel anlamdaki furya olan bilgiler ve akımlar için geçerlidir. Târih boyunca bir-çok saçma düşünce, furyalaştığı için pek-çok insana tarafından tâkip edilmiş ve bağlanılmıştır. Fakat özellikle modernizm ile birlikte hemen her-şey furya hâline gelmiştir-gelmektedir. Öyle ki bir gecede herhangi saçma bir şey bile furya olabilmektedir.  

 

Furyanın furya olabilmesi için “yeni” olması yada eski bir şeyi yeniden moda yapmakla olur. Yeni olunca, eski olandan ümîdi olmayanlar yada onu ilkel, ve yobazca bulanlar, yeni olana hemen sarılabilmekte ve onu furyalaştırmaktadırlar. Yemede, içmede, giymede, gezmede ve zihinsel olan şeylerde herkes furyalardan birine kapılmaktadır. Bunu fiştekleyen şey ise elbette başta şeytan olmak üzere nefs ve tâğutlardır.

 

Modernizm, hayâtiyetini, klâsik olanı aşağılayarak sürdürür. Zâten “modern” demek, “klâsik olandan, ‘eski’ olandan vazgeçmek, ona aslâ geri dönmemek ve hattâ ondan nefret etmek” demektir. (Hemen bir-öncesi bile modernizm için eskimiştir). Zîrâ aksi-hâlde “modern” olamaz. Modernizm son 200 yıldır Dünyâ’ya hâkim olmuş durumdadır ve klâsik olan her-şeyi aşağılamakta ve düşük, ilkel ve kötü olarak görerek bunu tüm Dünyâ’ya yaymakta ve de dayatmaktadır. Cihangir devletlerini ve medeniyetlerini kaybeden müslümanlar da yaklaşık 150 yıldır bu furyaya kapılmış durumdadırlar. Hele ki 2. Dünyâ Savaşı’ndan sonra ve post-modernizm ile birlikte iş kopma noktasına gelmiştir. Artık insanlar her-şeyi modern furyalara göre tasavvur etmekte, modern furyalara göre düşünmekte, modern furyalara göre amel-eylemde bulunmakta, modern furyalara göre yiyip-içip-giyinmekte ve modern furyalara göre konuşup modern furyalara göre hâl ve tavırlar sergilemektedirler.

 

Târih boyunca vahyin âyetlerini ve Peygamberimiz’in örnekliğini benimseyip de sindiremeyenler, ya İslâm-öncesi inanışlara, yada modern furyalara kapılmışlardır-kapılmaktadırlar.

 

Popüler olan şeyler, insanların nefislerine yöneliktir. Popüler olan şey furya şeklinde ortaya çıkar ve koyun misâli herkes zevk almak yada menfaat sağlayabilmek adına popüler furyaların peşine takılır. Artık furyalar insanları yönlendirmeye ve yönetmeye başlar.

 

Şeytan insanı sürekli olarak ilmi yollardan birini furyalaştırarak ayartır. Thales ile başlayan tabiat bilimleri furyası, felsefe ile devâm etmiş, Hristiyanlık ile bölünüp başkalaştıktan sonra modern felsefe, sanat, matematik, fizik, gökbilim, teknoloji, sosyoloji, psikoloji, siyâset süreciyle bir yol izlemiştir. Tüm bu ilimlerin ortaya çıkardığı furyalar olmuştur. Ver insanlar bu furyaları çeşitlendirmiş ve herkes birine kapılmıştır. Lâiklik, sekülerizm, cumhûriyet, demokrasi, liberâlizm, sosyâlizm, komünizm, kapitâlizm, feminizm, çeşitli sanat akımları, modernizm, post-modernizm, post-truth, metaverse, yapay zeka vs. sürekli yeni furyalar ortaya çıkar ve insanlar bu furyalardan birine kapılırlar. Çünkü Allah’ın yolundan çıkmışlardır ve onlara her yol daha çekici ve heyecan verici gelmektedir.

 

Üretimde ve ticârette de yine furyalar olur ki modern esnaf çoğu-zaman bu furyalarla ayakta durur. Bir ürün ortaya çıkar ve insanlar ona aşırı rağbet edince o ürün furyalaşır ve bu-arada esnaf ve tüccar da iyi iş yapar. Her alanda ve her konuda furyalar görülebilir. Tabi bu furyalar bâzen yanlış, zararlı ve ahlâksızca da olabilir ve furya sırasında toplum bunlara alışır.

 

Yine aslında saçma-sapan olan furyalar da vardır. Meditasyon, astral seyahat, telepati, telekinezi, hipnoz, uzaylılara inanmak, her-şeyi mümkün görmek, psikolojik zırvalıklar, enerjilerle uğraşmak, küçük faydalarını büyüterek klâsik yada modern tedâvi şekillerini abartmak, uzaylılar, paralel evrenler, boyut atlamak vs. saymakla bitiremeyeceğimiz sapkınlık derecesindeki furyalar insanları oyalamakta ve ömürlerini boşa tüketmelerine neden olarak şeytana yem etmektedir.

 

Bir de amelsiz ilim daha doğrusu bilgi diyebileceğimiz dînî akımlar ve furyalar vardır. Modernist müslümanlık, târihselci müslümanlık ve Kur’ân’cılık gibi akımlar insanların çok kapıldıkları furyalar hâline gelmiştir ki bu-bağlamda bunlar, İslâm’ın özüne yâni Kur’ân ve     Sünnet’e birebir aykırı ve apaçık küfür ve şirk olan düşünceler ortaya koyabilmektedir.  

 

Modern müslümanlarda özellikle 2. Dünyâ-Savaşı’ndan sonra bir “furya” başladı: Salt bilgilenme furyası. Haftalık toplantılar, dernekler, sohbetler vs. ile bir bilgilenme sürecine girdiler. Bilgilenme, arkasından bilinç ve eylemi getiriyorsa sorun yok ve hattâ olması gereken şey budur. Fakat bu iş öyle bir duruma geldi ki, bilgilenme sâdece “salt bilgilenme” için, “bilgi-merkezli” yapılmaya başlandı. Bir yemeği “yemek için” yapabilirsiniz ama, bilgiyi sâdece bilgilenmek için yapamazsınız. Çünkü vahyin  bilgisi, bir amaca mâtuf olan bilgidir. Tüketip atılacak bir şey değildir. Müslümanların başlattığı bilgilenme tarzı, zamanla kitap-sünnetten de kopmaya başladı ve sekülerleşti ve bu durum hızla çığırından çıktı-çıkıyor. O kadar bilgilenmeye rağmen müslümanların durumunda değişen bir şeyin olmaması, yapılan şeyin değersizliğini-başarısızlığını ve bir işe yaramadığını-yaramayacağını gösteriyor. Zâten Gazze Savaşı bunu apaçık şekilde ortaya koymuş bulunuyor. O kadar bilgilenme süreci ve yazılıp-çizilenler Gazze konusunda hiç-bir işe yaramadı-yaramıyor. Allah bize: “Bilgi biriktirin, olanca gücünüzle bilgi biriktirin ki Ben kimin bilgisi daha fazla ise o kişiyi en üst cennete koyacağım, az ya da hiç bilgisi olmayanlar ise ebedî cehenneme gideceklerdir” demiyor ki!. Bu yüzden tüm bu furyalar sünnetullah gereğince bir zaman sonra hüsranla sonuçlanacak “dandik furyalar” olmaktan öteye gidemeyecektir.

 

Evet; Allah’ı, âhireti, vahyi, peygamberi yâni İslâm’ı merkeze alıp da tüm hayâtınızı bunun üzerine binâ etmediğinizde, Dünyâ’da çeşitli furyalara kapılarak ömrünüzü boşa tüketerek rezil olacağınız gibi, âhirette de derin pişmanlıklar yaşayarak ateşin furyasına kapılmak zorunda kalırsınız mâzallah!. O yüzden siz siz olun da aklınızı başınıza alın. Şeytanın, nefsin ve tâğutların oyunlarına ve tuzaklarına yâni furyalarına kapılmayın.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Eylül 2024

 

Devamını Oku »

4 Eylül 2024 Çarşamba

Dünyâ Hayâtı; Armağan Mı, İmtihan Mı?

 

“Andolsun, biz sizi biraz korku, açlık ve bir parça mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz. Sabır gösterenleri müjdele” (Bakara 155).

 

“Bilin ki, (tek-başına) dünyâ-hayâtı ancak bir oyun, (eğlence türünden) tutkulu bir oyalama, bir süs, kendi aranızda bir övünme (süresi ve konusu), mal ve çocuklarda bir çoğalma-tutkusudur. Bir yağmur örneği gibi; onun bitirdiği ekin ekicilerin (veyâ kâfirlerin) hoşuna gitmiştir, sonra kuruyuverir, bir de bakarsın ki sapsarı kesilmiş, sonra o, bir çer-çöp oluvermiştir. Âhirette ise şiddetli bir azap; Allah’tan bir mağfiret ve bir hoşnutluk (rızâ) vardır. Dünyâ-hayâtı, aldanış olan bir metadan başka bir şey değildir” (Hadîd 20).

 

İnsanlar ikiye ayrılır: 1-Hayâtı bir “armağan” olarak görenler, 2-Hayâtı bir “imtihan” olarak görenler. Aslında bu ayrımın temeli, “hayâtının merkezine Dünyâ’yı koyanlar” ile, “hayâtının merkezine âhireti koyanlar” şeklindedir. Hayâtının merkezine Dünyâ’yı koyanlar elbette hayâtı bir armağan olarak göreceklerdir yada görmek isteyeceklerdir ve nefislerinin, canlarının ve arzularının istekleri doğrultusunda; zevk, haz, neşe, keyif ve konfor içinde hayâtı en kaliteli, en keyifli, en uzun ve en sonsuz şekilde yaşamak isteyeceklerdir. Zâten “hayat bize bir armağandır” düşüncesinde olanların, hayâtı bir armağan gibi görmelerinin nedeni, çok da sıkıntılı olmayan bir hayat standardına ve yaşam-şekline sâhip olmalarıdır. Böyle bir hayat hem kendilerinin her türlü dertten ve sorundan alabildiğine kaçmaları hem de Allah’ın onları zor imtihanlara sokmamasıdır. Zîrâ imtihan aslında insanı yetiştirip olgunlaştıran en ideâl şeydir ve imtihan bilincine sâhip olmayanlar bu bilinçten ve yetkinlikten uzak kalırlar ki işte böyleleri imtihanın ağırlığını pek de yaşamadıkları için, hayâtı “zevk içinde yaşanacak bir armağan” olarak görürler ve böyle bir düşünce geliştirirler. Şu da var ki, böyle kişiler hayâtın sıkıntıları karşısında ondan kaçmak için paraya, içki ve uyuşturucuya yada ilaçlara sığınarak bu düşünceyi devâm ettirmek isterler.     Zîrâ aksi-hâlde imtihan bilinciyle yaşamak zorunda kalacaklar ve bunun da bâzı bedelleri olacaktır.  

 

Hayâtı  bir imtihan olarak bilenler ve görenler ise, hayâtın tatlısını da acısını da bu bilinç ile karşılarlar. Bu bilinç yâni imtihan düşüncesi, kişiyi Dünyâ’nın sıkıntıları karşısında dik ve diri tutabilir ve bir direnç sağlar. Zâten başka da bir şey gerçek anlamda bu direnci sağlayabilecek yeterlilikte değildir.  

 

“Hayat hepimize verilen muhteşem bir armağandır”, “ömür dediğimiz şey, hayâta sunulmuş bir armağandır”,
“hayat, sunulmuş bir armağandır insana”, “hayat bize verilmiş bir armağan, öyleyse hayâtınızı kaybettikleriniz için hayıflanarak değil, önünüzdeki fırsatların farkında olarak geçirmek, bu armağanın değerini bilmektir”, “mûcize sensin, bu hayat sana bir armağan, sakin pes etme ve vazgeçme, her yaşadığın senin için bir tecrübe” vs. gibi çeşitli zırvalık türünden laflar duyarsınız. Bu sözler tamâmıyla Allah’sızdır. Çünkü Allah’ı, âhireti, gaybı, vahyi, peygamberliği, Kur’ân’ı, Sünnet’i, dîni yâni İslâm’ı hiç hesâba katmayan, bütünüyle Dünyâ hayâtı ve yaşamı ile ilgili olan seküler ve modern bir düşünce, zihniyet ve yoldur. Aslında söylenmek istenen şey şudur: Bırakın ölümü, ölüm-ötesini, dîni, îmânı, kitabı, Allah’ı, peygamberi, kutsal olanı; size bir armağan olarak sunulan Dünyâ’ya sarılın, ona sımsıkı yapışın, her ânını doya-doya yaşayın, bu armağanın ve hediyenin kıymetini bilin, başka da bir şeyi kafanıza takmayın, bakın keyfinize, zevkinize, hazzınıza, konforunuza”. Hayat imtihan değil de armağan olarak kabûl edilince bu denilenlere göre yaşamak gerekiyor.

 

Peki bu armağanı kim, niçin ve nasıl vermiş?. Hayâtı bir armağan olarak görenlere göre bu armağan öyle plânlanan bir şey falan değil. Ancak aptallaştırılmış olanların inanacağı şekilde; bir şey çatlamış ve patlamış, sonra etrâfa yayılmış ve uzun zamanlar sonra gökler ve gök-materyâlleri oluşmuş, en sonunda da yaşadığımız gezegen olan Dünyâ ortaya çıkmış. Yine ancak Allah ve din düşmanlarının yada bilim-perest manyakların inanacağı şekilde bir amip, hücre, bit, pire vs. her ne ise, uygun şartları bulunca kımıldamış, hareket etmiş ve canlılık başlamış, sonuçta da çeşitli aşamalardan sonra hem Dünyâ mevcut hâle gelmiş hem de insan en ideâl şeklini ve yapısını bulmuştur. İşte armağan budur ve bu armağan bize şansın, tesadüflerin ve rastlantıların sunduğu bir armağandır. Bu nedenle bu armağan için minnet duyacağımız kimse yoktur yada belki de minnet duyacağımız tek şey doğadır yâni maddedir. “Hayat bir armağandır” diyenler, “hayat bize Allah’ın bir armağanıdır, o yüzden O’na şükredelim ve O’nun emir ve nehiylerine göre yaşayalım” demiyorlar ki!.

 

Oysa hayâtı bir imtihan olarak bilenler ve görenler, Allah’ın, hayâtı bir imtihan olarak yaratmasını, “ileride daha iyisini vermek ve daha kötüsünden kurtulmak için” olduğunu bilirler, buna inanırlar ve buna göre yaşarlar. Şunu da söylemek gerekir ki, Dünyâ’nın bir imtihan dünyâsı olduğunun bilincinde olanların imtihanı daha ağır geçer. Çünkü bu bir îmandır ve îman, “imtihanı kabûl etmek” demektir. Îman edenler yâni imtihanı kabûl edenler daha çok imtihanla karşılaşırlar ki böylece diğerlerine göre hayat karşısında daha tecrübeli olurlar ve de imtihanı daha kolay aşarak âhiretteki büyük nîmete daha kolay ulaşırlar. Ne kadar çok imtihan, o kadar tecrübe. Bu imtihan bilinci ve imtihan çokluğu, kişiyi hayâtın zorlukları karşısında daha dayanıklı yaptığı gibi daha tecrübeli de yapar ki bu dayanıklılık ve tecrübe, imtihanı daha kolay geçmeyi ve cenneti kazanmayı getirir.  

 

Hayâtı bir armağan olarak görenler ise bu dayanıklılıktan ve tecrübeden yolsundurlar. Bu nedenle de en küçük bir sıkıntıda onların paraya, makâma, mala-mülke, içkiye, uyuşturucuya, ilaçlara, terapilere vs. sığındıkları görülür. Hiç-bir sıkıntı görmeden yâni gerçek bir acı, korku, endişe hâli, şok, travma, açlık, susuzluk, evsizlik, parasızlık yaşayanlar ise Dünyâ-hayâtını bir armağan olarak görmeye devâm edeceklerdir.

 

Yaşamı bize sunulmuş bir armağan olarak görenler, Dünyâ-hayâtının bir armağan değil de bir imtihan yurdu olduğu gerçeğini kabûl ettiklerinde çok şey kaybetmiş olurlar. Fakat Dünyâ’nın geçici bir imtihan alanı, âhiret ve cennetin ise ebedî bir saadet yurdu olduğuna inanan bir mü’minin “kaybedeceği” hiç-bir şey yoktur. Çünkü îman onu kaybetmekten korur ve kurtarır.

 

Fakat şu da vardır ki, âhirete îman etmiş ve Dünyâ’nın “geçici bir imtihan yeri” olduğu bilincine sâhip olan mü’minlerin, bu nedenle Dünyâ’da “coşkuyla, hırsla ve şehvetle yaşama lüksleri” yoktur, olamaz. Zîrâ bu, cenneti anlamsızlaştıracak bir şey olur. Dünyâ’nın “imtihan dünyâsı” olması, “Dünyâ’nın Cennet olmadığı” anlamına gelir. İslâm’a göre ise insanın “imtihan”a katılmama hakkı ve yetkisi yoktur. Çünkü eğer “Allah’ın olmadığı” bir yere gidilemezse, o-hâlde “imtihanın olmadığı” bir yere de gidilemez. Demek ki sıkıntıdan ve zorluktan kaçıp gidilecek bir yer yoktur.

 

Modern insan, “imtihan”dan kurtulmak için çabalayan ve kendini paralayan varlıktır. Bu*bağlamda en çok da modern-bilime ve teknolojiye güveniyor ve onu kullanıyor. Maalesef müslümanlar da, “moderniteyle olan imtihan”ı kaybetmektedirler ve imtihan bilincinde hızla uzaklaşmaktadırlar.

 

Yaşamak “imtihanda olmak” demektir. Hiç-bir şeyle imtihan olmak istememek, “yaşamak istememek” demektir. Yaratıldığımıza ve yaşamak zorunda olduğumuza göre, yapılacak şey şu-şekilde duâ etmektir: “Rabbimiz, kendisine güç yetiremeyeceğimiz-taşıyamayacağımız şeyi bize yükleme” (Bakara 286).

 

“Dünyâ-hayâtı bize sunulmuş bir hediyedir, bir armağandır, bir şanstır” diye düşünenlere Kur’ân şöyle cevap veriyor:

 

“Dünyâ-hayâtı yalnızca bir oyun ve bir oyalanmadan başkası değildir. Korkup-sakınmakta olanlar için âhiret-yurdu gerçekten daha hayırlıdır. Yine de akıl erdirmeyecek misiniz?” (En-âm 32).

 

Yine, imtihan bilincinden uzak olanlar ve “hayat bize sunulmuş bir armağandır” düşüncesinde olanlar şu âyetlerle yargılanırlar:

 

Hayır siz, dünyâ-hayâtını seçip üstün tutuyorsunuz” (Âlâ 16).

 

“Onlar dediler ki: Bu dünyâ-hayâtımızdan başkası yoktur. Ve bizler diriltilecek değiliz” (En-âm 29).

 

“O (bütün gerçek), yalnızca bizim (yaşamakta olduğumuz bu) dünyâ-hayâtımızdan ibârettir; ölürüz ve yaşarız, biz diriltilecekler değiliz” (Mü’minûn 37).

 

“Gerçek şu ki bunlar, çarçabuk geçmekte olan (dünyâ)ı seviyorlar. Önlerinde bulunan ağır bir günü bırakıyorlar” (İnsan 27).

 

“Ey insanlar!; hiç şüphesiz Allah’ın vaâdi haktır; öyleyse dünyâ-hayâtı sizi aldatmasın ve aldatıcı(lar) da, sizi Allah ile (Allah’ın adını kullanarak) aldatmasın” (Fâtır 5).

 

“Onlar, dinlerini bir eğlence ve oyun (konusu) edinmişlerdi ve dünyâ-hayâtı onları aldatmıştı. Onlar, bu günleriyle karşılaşmayı unuttukları ve bizim âyetlerimizi yok sayarak tanımadıkları gibi, biz de bugün onları unutacağız” (A’raf 51).

 

“Size verilen her-şey, yalnızca dünyâ-hayâtının metaı ve süsüdür. Allah katında olan ise, daha hayırlı ve daha süreklidir. Yine de akıllanmayacak mısınız?” (Kasas 60).

 

“Ve kim dünyâ-hayâtını seçerse, şüphesiz cehennem, (onun için) bir barınma yeridir” (Nâziât 38-39).

 

“Şu-hâlde sen, Bizim zikrimize sırt çeviren ve dünyâ-hayâtından başkasını istemeyenden yüz çevir” (Necm 29).

 

Modern insan ve artık müslümanlar da, “Dünyâ’da rahat etme”ye kilitlendi. İyi de Dünyâ bir “imtihan dünyâsı” değil mi?. İmtihanın olduğu yerde rahatlık olur mu?. Âhiret hesâba katılmadan yaşanan dünyâ-hayâtı bir “yalan”dır. Bunun böyle olduğunu herkes kısa ve geçici dünyâ-hayâtının sonunda apaçık şekilde görecektir.

 

Bu dünyâ, “imtihan dünyâsı”dır. “Alabildiğine zevk ve sefâ sürme yeri” değil. Zevk ve sefâ cennete olacak inşaallah. Zâten Dünyâ’da “cennet-vâri bir yaşam isteği”nin karşılığı yoktur. Cenneti Dünyâ’da kurma isteği cinnet ile sonuçlanmaya mahkûmdur. O-hâlde cennet için yaşamayanlar, cinnet içinde yaşamak zorunda kalırlar.

 

Tabi cennet, “yol geçen hanı” değildir. Cennet, elini-kolunu sallaya-sallaya gidilecek bir yer değildir ki!. Cennete gayr-ı meşrû yoldan da girilemez. Cennete sâdece “müslüman” olanlar girecektir. Fakat bu müslümanlar, “yaşayışlarında müslüman olanlar”dır, nüfus kâğıtlarında “müslüman” yazanlar değil. Cennete; nüfus kâğıdında “müslüman” yazanlar değil, kâlbinde “müslüman” daha doğrusu “Müslim” ve “mü’min” yazanlar ve ona göre amel işleyenler girecektir. Çok söylenegelen; “müslümanlardan başkası cennete girmeyecek” sözü kesin doğru bir sözdür. Fakat bu, “gerçek müslümanlık” için geçerlidir; “kimlik müslümanlığı” için değil. O-hâlde bu sözün Müslüman, Îsevî, Mûsevi olmakla alâkası yoktur.

 

Dünyâ bir imtihan yurdudur ve imtihanı kazananlar ebedî nîmet diyârı olan cennet ile ödüllendirileceklerdir. “Dünyâ-hayâtı bize sunulmuş bir armağandır” diyenler o armağanla en fazla 100 yıl boyunca sevineceklerdir -ki yüz yıl ne de çabuk geçer gider- ve sonra da âhirette pişmân olanlardan olacaklardır.

 

Mesele çok açık ve bârizdir. Kur’ân kesin şekilde şöyle der:

 

“Her nefis ölümü tadıcıdır. Biz sizi, şerle de, hayırla da deneyerek imtihan ediyoruz ve siz bize döndürüleceksiniz” (Enbiyâ 35).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Eylül 2024

 

 

Devamını Oku »