28 Eylül 2024 Cumartesi

Yazılmış Kader, Biçilmiş Kader

 

“Hiç şüphesiz, biz her-şeyi bir kader ile yarattık” (Kamer 49).

 

Kader, insanların çoğunun yanış bildiği şekilde; “Allah’ın, her bir kişinin hayâtı boyunca karşılaşacağı iyilikleri, kötülükleri, musîbetleri vs. kısaca insanın karşılaşacağı her-şeyi, varlığı yaratmadan önce yazıp belirlemiş olması ve ne olursa-olsun ve kişi ne yaparsa-yapsın, o yazılanların başa gelmesini önleyememesi ve değiştirememesi durumu” değildir. Kader, “yasa ve kânun” demektir. Dünyâ ve insanlar dâhil, Allah’ın tüm kâinâta koyduğu şaşmaz ölçü, yasa, kânun ve kurallar “sünnetullah” adı altında kader denilen şeyi belirler her-şey işte bu kadere göre olur. Meselâ kadere göre, havadan daha ağır olan cisimler yere düşer, su yaklaşık 100 derece kaynar, aşırı soğuğa mâruz kalanlar üşütüp hasta olur vs. gibi.

 

Allah meselâ; “şu kişi şu gün şu zamanda hasta olsun” diye yazmaz ve kişinin hasta olması böyle bir yazgının sonucunda gerçekleşmez, Allah; “soğuğa, bakterilere, virüslere ve mantarlara mâruz kalırsa hasta olur yada olabilir” diye yazar. Kader budur. Bu-bağlamda: “De ki: Allah’ın bizim için yazdığından (yasasından) başkası başımıza gelmez…” (Tevbe 51) âyetinde yazılan şey kânun ve yasa anlamında ölçüyü belirleyen kurallardır. Kânun ve yasalara göre olmak bakımından elbette Allah’ın yazdığından başkası başımıza gelmez ve her-şey Allah’ın tüm kâinâta koyduğu yasa ve kânunlara göre olur. Allah’ın yazdığı şey “insanlara yazdığı yaşam senaryosu” değil, tüm kâinata koyduğu yasalar, kânunlar, kurallar ve ölçülerdir. “Yazılmış kader” budur.

 

Allah ezelî ve ebedî ilmiyle elbette her-şeyi bilir. Fakat bunu önceden her kişi için belli bir zamanda belirlememiş ve yazmamıştır. Zâten Allah’tan sâdece iyilik ve hayır gelir ve kötülükler Allah’tan değil, sünnetullah denilen yasalar gereği, insanın kendi yaptıklarının sonucunda açığa çıkar. Bu nedenle insanın başına gelen her-şeyi Allah önceden yazıp belirlemiş olmaz. Zâten Allah için önce ve sonra diye bir şey yoktur. O, zamânı da yaratandır ve zamanla kayıtlı ve zamâna bağlı da değildir. İnsnaın başına gelen kötülükler ve musîbetler, insanın ısrarla yaptıkları yanlışların sonucunda başına gelir. Israrla yapmadıklarını ise Allah affeder ve böylece kötü şey insanın karşısına çıkmaz:     

 

“Sana iyilikten her ne gelirse Allah’tandır, kötülükten de sana ne gelirse o da kendindendir. Biz seni insanlara bir elçi olarak gönderdik; şâhid olarak Allah yeter” (Nîsâ 79).

 

“Size isâbet eden her musîbet, (ancak) ellerinizin kazandığı dolayısıyladır. (Allah,) Çoğunu da affeder” (Şûrâ 30).

 

Demek ki Kur’ân’da, klâsik anlamda yanlış olarak bilinen ve inanılan, “hayrın ve şerrin Allah’tan geldiği” yâni “kadere îman” diye bir emir, tavsiye ve söz yoktur. Kur’ân’a göre ana îman maddeleri beştir:

 

“Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik değildir. Ama iyilik, (1) Allah’a, (2) âhiret gününe, (3) meleklere, (4) Kitaba ve (5) peygamberlere îman eden; mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip-dilenene ve kölelere (özgürlükleri için) veren; namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefâ gösterenler ile zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenler(in tutum ve davranışlarıdır). İşte bunlar, doğru olanlardır ve müttakî olanlar da bunlardır” (Bakara 177).

 

“Ey îman edenler, Allah’a, elçisine, elçisine indirdiği kitaba ve bundan önce indirdiği kitaba îman edin. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, elçilerini ve âhiret gününü inkâr ederse, şüphesiz uzak bir sapıklıkla sapıtmıştır” (Nîsâ 136).

 

Demek ki insanların zannettiği gibi her bir kişi için önceden “yazılmış bir kader” yoktur ve insanın başına gelen şey, Allah’ın tüm kâinâta koyduğu kânun ve yasaların sonucunda açığa çıkan ve başına gelen şeylerdir. Kader, önceden yazılıp belirlenmiş “hayat senaryomuz” değil, “kânun ve yasalar”dır.

 

Fakat bir de “biçilmiş kader” vardır ki biçilmiş kaderde ise insanın başına genelde kötülükler, zorluklar ve her türlü musîbetler gelir. Allah’tan kötülük gelmeyeceğine göre, biçilmiş kader, şeytan, nefs ve tâğutlar tarafında belirlenen şeytânî plân ve projelerin sonucunda açığa çıkan ve insanlara görece ve geçici bâzı faydalarının genelde zarar veren şeylerdir. Zîrâ biçilen kader şeytan, nefs ve tâğutlara dayanır. Şeytan bizim baş düşmanımızdır, nefs alabildiğine kötülüğü ister ve tâğutlar ise kendilerini ilah gibi görürler ve görülmesini isteyerek insanların kaderini yâni yaşam-şekillerini kendilerine belirlemeye çalışırlar.

 

Peki bunu nasıl yaparlar?. Meselâ en bâriz şekilde, şeytanın vahyettiği ve nefsin kışkırttığı ve ayarttığı köşe-başlarını tutmuş olan tâğutlar, adâletsiz, eşitsiz, keyfî ve bencil bir şekilde insanların maaşlarını belirleyerek aslında alım-güçlerini belirlemiş olurlar. Aslında önemli olan şeyin “verilen emek” olması gerekmesine rağmen başka şeyleri ölçü alırlar ve bunun sonucunda birilerine meselâ 100 lira verirken, diğerine meselâ 10 lira vererek, 100 lira geliri olan kişinin istediğini yiyip-içip, giyip-gezebilmesini sağlarlarken, 10 lira geliri olanların ise çok kısıtlı şeyleri yiyip-içip içmelerine ve giymelerine izin vermiş olurlar. Yâni insana bir hayat-tarzı biçerler ve belirlerler. Peki neye göre?. Tamâmıyla keyiflerine, bencilliklerine, Allahsız akıllarına ve şerefsizliklerine göre. Başka bir açıklaması yoktur. “Millî gelir daha fazlasını vermeye yeterli değil” demek bir sorunu çözmüyor ki!. Eğer millî gelir yeterli değilse o zaman en alttakilerle en üsttekilerin farkı bu kadar açılmasın ve artışlar herkese eşit şekilde yapılsın.

 

Yavşağın biri, “tamam ama herkesin bir yaşam-standardı var, kişiyi o standardın altına düşüremezsin” demişti. Peki o standardı kim belirliyor?. Niçin herkesin yaşam-standardı eşit yada birbirine yakın değil de aralarında uçurumlar var?. Câhillerin zannettiği ve “sabret, nasîbin bu kadarmış” diyerek -sözde- “yazdığı kaderle” Allah mı belirliyor bu farklı yaşam-standartlarını?. Birilerinin standardı yüksek iken diğerlerininki niçin düşük oluyor?. Hayır!; bu “yazılmış kader” değildir, “biçilmiş kader”dir. “Allah’ın yazdığı” değil, “insanların yaptığı”dır. Tâğutlar ve köşe-başlarını tutmuş olanlar, en çok işine yarayanlara alan açıyor ve onlara pozitif ayrımcılık yapıyor, olan şey budur. Çünkü tâğutlar ve onların şerefsiz yandaşları, Allah’ı hesâba katmadıkları ve bu nedenle de adâleti, eşitliği, hakkı, hakîkati, ahlâkı, dürüstlüğü vs. bilmedikleri ve çok da takmadıkları için insanlar arasında ücretler ve gelirler yönünden olsun, makam-mevkî yönünden olsun, kayırmacılık nedeniyle olsun büyük uçurumlar oluşmakta, mutlu azınlık her zaman mutlu olmaya devâm ederken, olan mutsuz çoğunluğa olmakta ve onlar her zaman mutsuz olmaya ve ezik kalmaya mahkûm olmaktadırlar. Bunu yapan ve belirleyen Allah değil, şeytanın ve nefsin kontrôlünde hareket eden tâğutlar ve onların destekçileridir. Yoksa Allah’ın “yazılmış kaderi”nde herkese ancak “emeğinin karşılığı” vardır ve adâlet ve eşitlik esastır:      

 

Şüphesiz insana kendi emeğinden başkası yoktur” (Necm 39).

 

“Yoksa insana her dileyip arzu ettiği şey mi var (zannediyor)?” (Necm 24).

 

Allah’ın ve İslâm’ın gelir, ücret ve servet hakkındaki hükmü adâlete ve eşitliğe dayanır:

 

“Orada (yerde) onun üstünde sarsılmaz dağlar vâr etti, onda bereketler yarattı ve isteyip-arayanlar için eşit olmak üzere oradaki rızıkları dört günde takdir etti” (Fussilet 10).

 

Allah adâletin bozulmaması için eşitliğin bozulmasının önüne geçer. Böylece arada farklar olmaz ve uçurumlar oluşmaz. Bunu ise, elinde fazla mal-mülk ve servet olanın, az olanlarla paylaşmasını emrederek yapar:

 

“Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: Onlarda hem büyük günah, hem insanlar için (bâzı) yararlar vardır. Ama günahları yararlarından daha büyüktür. Ve sana neyi infâk edeceklerini sorarlar. De ki: İhtiyaçtan artakalanı. Böylece Allah, size âyetlerini açıklar; umulur ki düşünürsünüz” (Bakara 219).

 

“Allah rızıkta kiminizi kiminize üstün kıldı; üstün kılınanlar, rızıklarını ellerinin altında bulunanlara onda eşit olacak şekilde çevirip-verici değildirler. Şimdi Allah'ın nîmetini inkâr mı ediyorlar?” (Nâhl 71).

 

  “Yazılmış kader” Allah’a, âhiret bilinicine, vahye/Kur’ân’a, Peygamber’e, dîne yâni İslâm’a dayanır. Biçilmiş kader” ise şeytana, nefse ve beşere dayanır. “Yazılmış kader” adâlete, eşitliğe, hakka, hakîkate, ahlâka ve dürüstlüğe dayanırken, “biçilmiş kader” ise adâletsizliğe, eşitsizliğe, haksızlığa, ahlâksızlığa, hakîkâtsizliğe ve yalana-dolana dayanır.

 

İnsanların başlarına gelen tüm iyilik, hayır ve güzellikler “yazılmış kader”e bağlı olarak Allah’tan gelirken; insanların başlarına gelen tüm kötülük, şer ve çirkinlikler ise “biçilmiş kader”e bağlı olarak şeytanın ve nefsin kontrôlünde ve yönlendirmesinde olan tâğutlar ve onların destekçilerinden yüzünden gelir. İnsanların çoğu ise, ilginçtir, Allah’ın “yazılmış kaderi”ne değil de, şeytanın ve nefsin itleri olan tâğutların “biçilmiş kaderi”ne uyarlar. Şu da var ki, “biçilmiş kader”e uymak yada mâruz kalmak da “yazılmış kader”in hakkını vermemenin kötü bir sonucudur.

 

“Yazılmış kader”e göre hareket etmeyenler, “biçilmiş kader”e göre yaşamak zorunda kalırlar ki, böyle bir yaşan Dünyâ’da rezillik, âhirette ise acı azaptan başkasını getirmez.   

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Eylül 2024

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

27 Eylül 2024 Cuma

Allah’a Meydan Okumak

 

“Allah, kendisine mülk verdi, diye Rabbi konusunda İbrâhim’le tartışmaya gireni görmedin mi?. Hani İbrâhim: ‘Benim Rabbim diriltir ve öldürür’ demişti; o da: ‘Ben de öldürür ve diriltirim’ demişti. (O zaman) İbrâhim: ‘Şüphe yok, Allah Güneş’i doğudan getirir, (hadi) sen de onu batıdan getir’ deyince, o inkârcı böylece afallayıp kalmıştı. Allah, zâlimler topluluğunu hidâyete erdirmez” (Bakara 258).

 

Hz. İbrâhim, Allah’a meydan okuyan Nemrut’u ilmî anlamda iki dakîkada mat etmişti de Allah’a ilmen bile meydan okunamayacağını göstermişti. Kendin ilah gibi gören Nemrut,  “ben de Allah gibi öldürüp yaşatabilirim” diyerek iki adam getirtip birini öldürüp diğerini öldürmeyip yaşamasına müsâde ederek güyâ Allahlık taslamıştı. Fakat Hz. İbrâhim işi kozmik boyuta getirince ve: “Şüphe yok, Allah Güneş’i doğudan getirir, (hadi) sen de onu batıdan getir” deyince Nemrut’un Allah’ın yarattığı âciz bir varlık ve kul olduğu ortaya çıkmıştı da rezil oluvermişti. 

 

Bir de şöyle bir rivâyet anlatılır: Nemrud kalabalık ordusuyla savaş meydanına çıktığında Hz. İbrâhim’e; “haydi duâ ettiğin Allah’ına söyle de ordumun karşısına çıksın” dedi. Hz. İbrâhim de: “Yâ Rabbi, bu köpeğin ne dediğini işitiyorsun” dedi. Allah, Cebrâil’e: “Sivrisineğin en zayıfını musallat et” diye emretti. Cebrâil sivrisineklerden oluşan bir orduyu onların üzerine gönderdi, onların içlerinden de ayağı sakat, topal bir sivrisineği Nemrut’a musallat etti. Bu sivrisinek Nemrut’un burnundan girip beynine kadar ulaştı ve Nemrut ölene kadar ona acı verdi.

 

Halkına: “sizin en yüce rabbiniz benim” (Nâziât 24) diyen Firavun da alay ederek ve Allah’a meydan okuyarak Hâmân’a şöyle demişti:

 

Firavun (alayla) dedi ki: ‘Ey Hâmân, bana yüksek bir kule binâ et; belki o yollara ulaşabilirim. Göklerin yollarına. Böylelikle Mûsâ’nın ilahına çıkabilirim. Çünkü ben, onun yalancı olduğunu sanıyorum’. İşte Firavun’a, kötü ameli böyle çekici kılındı ve yoldan alıkonuldu. Firavun’un hîleli-düzeni, ‘yıkım ve kayıpta’ olmaktan başka (bir şey) olmadı” (Mü’min 36-37).

 

Firavun dedi ki: ‘Ey önde gelenler, sizin için benden başka ilah olduğunu bilmiyorum. Ey Hâmân, çamurun üstünde bir ateş yak da, bana yüksekçe bir kule inşâ et, belki Mûsâ’nın ilahına çıkarım, çünkü gerçekten ben onu yalancılardan (biri) sanıyorum’. O ve askerleri, yeryüzünde haksız yere büyüklendiler ve gerçekten bize döndürülmeyeceklerini sandılar. Bunun üzerine, onu ve askerlerini tutup suya attık. Böylelikle zulmedenlerin nasıl bir sona uğradıklarına bir bak” (Kasas 38-40).

 

Peki büyük maddî gücüne güvenerek kendini ilah îlân eden ve Allah’a meydan okuyan bu şerefsizin sonu ne oldu?. Elbette rezillik ve perişanlık:

 

“Biz, İsrâiloğullarını denizden geçirdik; Firavun ve askerleri azgınlıkla ve düşmanlıkla peşlerine düştü. Sular onu boğacak düzeye erişince (Firavun): ‘İsrâiloğullarının kendisine inandığı (ilahtan) başka ilah olmadığına inandım ve ben de müslümanlardanım’ dedi” (Yûnus 90).

 

Peki bu son dakîka îmânı işe yaradı ve Allah onu affetti mi?. Elbette hayır!. Çünkü Kur’ân şöyle der:

 

“Allah’ın (kabûlünü) üzerine aldığı tevbe, ancak cehâlet nedeniyle kötülük yapanların, sonra hemencecik tevbe edenlerin(kidir). İşte Allah, böylelerinin tevbelerini kabûl eder. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir. Tevbe; ne, kötülükleri yapıp-edip de onlardan birine ölüm çatınca: ‘Ben şimdi gerçekten tevbe ettim’ diyenler, ne de kâfir olarak ölenler için değil. Böyleleri için acı bir azab hazırlamışızdır” (Nîsâ 17-18).

 

“(Firavun), kıyâmet günü kavminin önüne geçerek böylece onları ateşe götürecek. Ve girilen yer (ne) kötü bir yerdir” (Hûd 98).

 

Allah’a meydan okuyanların tüm zamanlardaki ve tüm mekânlardaki sonları bunun gibi yada buna benzer olur-olmuştur-olacaktır. Târih boyunca Nemrut ve Firavun gibi nice tâğutlar ortaya çıkmış ve ilahlık taslayarak Allah’a meydan okumuşlardır. Fakat şimdi onların esâmisi bile okunmamaktadır. Hepsi de ölüp gitmiş, kemikleri bile çürümüştür. Oysa El-Hayy olan Allah her dâim diri olandır.

 

Târih boyunca genel olarak ilahlık taslayan ve Allah’a meydan okuyanlar üç sınıfta toplanmıştır ki bu bugün için de geçerlidir. Bunlar; siyâsî lîderler, dînî önderler ve ekonomik güçler. Bunları Firavun, Hâman (bel’am) ve Kârûn olarak da formüle edebiliriz. Bu üç sınıf, Hâbil’i öldüren Kâbil’den bêri insanları siyâsî, dînî ve ekonomik olarak baskı altında tutarak yönetmişler ve yönlendirmişlerdir ki bu günümüzde de böyledir. Bahsettiğimiz siyâsî, dînî ve ekonomik yönetme ve yönlendirme, Allah’ın hesâba katılmaması ve yönetme ve yönlendirme O’nun emir ve yasaklarına göre olmadığı için kötü sonuçlar vermiştir ve vermektedir. Yoksa Allah’ın emir ve yasakları doğrultusunda ve de adâlet, eşitlik, ahlâk ve hak-hakîkate göre olan siyâsî, dînî ve ekonomik yönetme ve yönlendirme normâldir ve iyi de sonuç verir. Çünkü ancak o zaman Allah’a meydan okunmamış olur.

 

Allah’a meydan okumak, hiç-bir işte O’nu hesâba katmamak, Allah’ı göklere, vicdanlara ve kâlplere hapsetmek, insanları O’ndan uzaklaştırmak ve en sonunda da ilişkiyi tümden kopararak meydanı şeytana, nefse ve tâğutlara bırakmak ve bırakılmasına izin vermekle olur. Allah’ın onca uyarısına cennet vaâdine rağmen Allah’ı lâiklik, sekülerizm, modernizm vs. ile hiç-bir işe dâhil etmemek ve O’nun indirdiği vahyi ve gönderdiği Peygamber’i kâle almamak, Allah’a düpedüz meydan okumak anlamına gelir.         

 

İnsanlık târih boyunca Allah’a en şiddetli meydan okuma modernizmin ile başlamıştır ve hâlen de sürmektedir. Modernizmin târihi, “Allah’a meydan okuma”nın târihidir. Bu meydan okumayı, kendisi gibi yaratılan madde, eşyâ ve varlık karşısında apayrı tutarak ve kendini ilahlaştırarak, maddeyi ve eşyâyı doğal, normâl ve fıtrî olmayan bir şekilde parçalayarak, işleyerek ve zulme yönelik olarak kullanarak yapmıştır ve yapmaktadır. Modernizm, maddeyi ve insanı, modern-bilim ve teknoloji, akıl, insan ve beşerî şerefsiz ideolojiler ve sistemler adına, işe, maddeyi, eşyâyı, varlığı ve insanı yaratan Allah’ı hiç-bir şekilde işe karıştırmayarak ve hesâba katmayarak, parçalama ve istediği biçimi verme hakkını kendinde görmüş ve Allah’a meydan okuyarak Allah’tan daha iyisini yapabileceği düşüncesiyle sınırsız bir üretime girişmiştir. Dünyâ’yı da bu zihniyetle Allah’ın yarattığına aykırı bir şekilde sömürüye ve zulme yönelik olarak değiştirmiş ve değiştirmektedir.  

 

Bu-bağlamda modern-bilim ve teknoloji Allah’a karşı bir meydan okumadır. Modern-bilim, bâzı küçük faydalarının yanında büyük oranda, doğaya dolayısı ile onu yaratan Allah’a meydan okuma küstahlığıdır.

 

Meselâ Firavun gibi göklere yâni Allah’a ulaşmak için yapılmasını istediği “kule”nin bugünkü karşılığını “uzay araçları” olarak düşündüğümüzde, göklere ulaşmak ve böylece Allah’a meydan okumak için Challenger isimli uzay aracını yapmışlardır. Challenger uzay aracının Allah’a meydan okumak için yapıldığının delili bizzat Challenger isminin anlamıdır. Challenger kelimesi: “Meydan okuyan, düelloya dâvet eden kimse, rakip, iddiâlı oyuncu, yarışmacı” anlamlarındadır. Fakat nasıl ki Allah’a meydan okuyan Firavun ve Nemrut rezil bir şekilde geberip gittilerse, Challenger uzay aracı da daha yükselirken patladı ve parçalandı gitti. Çünkü Allah’a meydan okumanın sonu budur.

 

Şimdi de, modern-bilim ve teknoloji bağlamında Allah’a meydan okuyan âcizler, transhumanizm, neuralink, metaverse ve yapay zekâ ile maddenin, hayvanların ve insanların fıtratlarını-yapılarını değiştirmeyi, böylece ölümü yok etmeyi ve “cenneti Dünyâ’da inşâ etmek” hayâliyle Allah’tan daha iyisini yapabileceklerini zannederek Allah’a meydan okumaktadırlar.

 

Peki böyle bir Dünyâ’da ve böyle bir durumda müslümanlar ne yapıyorlar?. İslâm’ı kâlplere, vicdanlara, zihinlere, masa-başına, dört duvar arasına hapsederek sâdece iç-âlemleri parlatmayı düşünüyor fakat İslâm’ı dış-âlemde hâkim kılmayı hiç düşünmüyor ve bunun için hiç-bir çaba harcamıyorlar. İslâm’ı iç-âlemlerden sonra dış-âlemde de yâni hayâtın sosyâl, kültürel, âilevî, ekonomik, hukûkî, kânûnî, siyâsî, askerî vs. hiç-bir şeye karıştırmayarak ve karıştırmayı düşünmeyerek hattâ buna karşı çıkarak Kur’ân’ı “anlamadan” Arapçasından yada “anlayarak” Türkçesinden okuyup duruyorlar, meâl ve tefsirini yapıyorlar. Modernleşmiş müslümanlar, câhillere, ahmaklara, kâfirlere, müşriklere, zâlimlere, adâletsizliğe, ahlaksızlığa, şirke, küfre ve zulme karşı meydan okumuyorlar ve okuyamıyorlar. Böyle olduğu için Kur’ân okuduklarını sanıyorlar fakat aslında âyetlere/Kur’ân’a yâni Allah’a meydan okuyorlar. Bilgiyi sâdece biriktiriyorlar ama kullanmıyorlar.

 

Tüm bunlara karşı Lâilaheillallah sözü ise; câhillere, ahmaklara, kâfirlere, müşriklere, zâlimlere, adâletsizliğe, ahlaksızlığa, şirke, küfre ve zulme karşı bir meydan okumadır.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Eylül 2024

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Devamını Oku »

Kimlik Müslümanlığı

 

“….,O (Allah) bundan daha önce de, bunda (Kur’ân’da) da sizi ‘müslümanlar’ (müslimine) olarak isimlendirdi; elçi sizin üzerinize şâhid olsun, siz de insanlar üzerine şâhidler olasınız diye. Artık dosdoğru namazı kılın, zekatı verin ve Allah’a sarılın, sizin Mevlânız O’dur. İşte, ne güzel mevlâ ve ne güzel yardımcı” (Hac 78).

 

Kimlik yâni nüfus cüzdanı/kâğıdı/belgesi, kişinin kim olduğunu resmî anlamda gösteren bir göstergedir. Tabi bu belgede yazılanlar gerçek olmayabilir, çünkü eldeki kimlik sahte bir belge yada harf/kelimesi hatâsı yapılarak yanlış yazımdan dolayı gerçek kimliği göstermiyor da olabilir. Zâten bu belge kişinin kim, ne ve nasıl olduğunu göstermez. Kişinin gerçek yüzünü gösteren bir gösterge değildir nüfus cüzdanı/kâğıdı/belgesi. Bu nedenle insanın kim, ne, nasıl olduğunu gösterecek olan şey kâlbî ve amel-eylemidir. İnsanın kâlbini ve amel-eylemini en iyi değerlendirecek olan ise ancak Allah’tır. Allah, insanın kim, ne ve nasıl olduğunu en iyi ve en doğru şekilde bilendir. 

 

İşte bundan dolayı (gerçi artık kimliklerde müslüman/müslim/mü’min ve din ifâdeleri de geçmiyor ya) kişinin dîninin ve inancının ne olduğu kimliklerde yazılana göre değerlendirilemez. Kimliğinde “müslüman” yazmasına rağmen müslümanlık adına hiç-bir şey yapmayanların İslâm ile hiç-bir alâkaları yoktur. Onların kimliklerinde “İslâm” yazdığı için ve dîni bayramlarda tâtillerden faydalandıkları için kendilerini müslüman zannetmektedirler. Şu da var k, biz aslında “müslüman” derken, Kur’ân’ın ifâdesiyle “müslim” ve “mü’min” demek istiyoruz ve “müslüman” ifâdesini herkesin bildiği/anladığı kelime olduğu için kullanıyoruz. Yoksa müslümanlık zâten “müslimlik” ve “mü’minlik”ten kopmanın bir sonucu olarak Kur’ân ve Sünnet-merkezli değil de, tasavvuf, târikat, cemaat, ırk, vatan-millet vs. düşüncesinde olanların Farsçadan devşirdiği içi boş ve samîmiyetten, gayretten ve amel-eylemden kopuk ve uzak boş bir kelimeden başkası değildir ve zâten yazının başlığı da “kimlik müslimliği” yada “kimlik mü’minliği” değil “kimlik müslümanlığı” şeklindir. Zîrâ müslimlik ve mü’minlik kimlik üzerinde olmaz ve kimlik üzerinde kalamaz. Müslimlik ve mü’minlik, iç-âlemlerde ve dış-âlemde her an her yerde yaşayan ve gözüken bir şeydir ve öyle olmalıdır. Böyle olmadığında “kimlik müslümanlığı” diye bir şey ortaya çıkar.

 

Çok söylenegelen; “müslümanlardan başkası cennete girmeyecek” sözü kesin doğru bir sözdür. Fakat bu, “gerçek müslümanlık” için yâni müslim ve mü’min olanlar için geçerlidir; “kimlik müslümanlığı” için değil. O hâlde bu-sözün Muhammedî, Îsevî, Mûsevi olmakla alâkası yoktur.

 

Kimlik belgesinde müslüman yazdığı için Dünyâ’da müslüman olarak kabûl edilebilirsiniz ama âhirette o belge hiç-bir işe yaramaz. Allah kâlplere ve amel-eylemlere bakar ve ona göre değerlendirme yapar. Âhirette “îman edip sâlih ameller işlemiş olmak” kurtarır kişiyi:

 

“Asra andolsun; Gerçekten insan, ziyandadır. Ancak îman edip sâlih amellerde bulunanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka” (Asr 1-3).

 

“Ey Peygamber!; ellerinizdeki esirlere de ki: Eğer Allah, sizin kâlplerinizde bir hayır olduğunu bilirse (görürse) size sizden alınandan daha hayırlısını verir ve sizi bağışlar. Allah bağışlayandır, esirgeyendir” (Enfâl 70).

 

Ancak Allah’a selim bir kâlp ile gelenler başka” (Şuârâ 89).

 

Bunlar, îman edenler ve kâlpleri Allah’ın zikriyle mutmain olanlardır. Haberiniz olsun; kâlpler yalnızca Allah’ın zikriyle mutmain olur” (Ra’d 28).

 

Aslında Allah ilk yarattığında insanlar tek bir toplumdu yâni kendilerini tek bir kimlik üzerinden tanımlıyorlardı ve bu tanım İslâm/müslim tanımı idi. İslâm’ı merkeze almış olan bir toplum-millet vardı ve başka da bir kimlik yoktu: 

 

“Aslında insanlar, başlangıçta tek bir ümmet idi. Allah’ın gönderdiği peygamberler, onların sorunlarını çözüyorlardı. Ancak daha sonradan aralarındaki bağy (taşkınlık) yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Farklı-farklı dinler uydurdular ve değişik ümmetler hâline geldiler” (Bakara 213; Yûnus 19).

 

 Peki sonra ne oldu?. Şeytanın, nefsin ve tâğutların ayartmasına kapılanlar, İslâm-merkezli bir kimliğe sâhip olmanın yükünü ve bedelini ödemek istemeyince ve bu yüzden çeşitli hırslara açık hâle gelip sapmaya başlayınca İslâm kimliğinden uzaklaştılar ve kendilerini çok farklı ve çeşitli kimliklerle tanımlamaya başladılar ki kendilerini tanımladıkları bu kimliklerin çeşitleri sayılamayacak kadar fazlalaşmıştır. Herke kendine bir şey diyor ve kimliğinin bu olduğunu söylüyor.  

 

Kendilerini tek bir ifâdeyle tanımlayarak “müslimim” yada “mü’minim” deyiverseler, tüm o boş, geçici ve dandik kimliklerden kurtuluverecekler ve huzûra kavuşacaklardır. Çünkü artık hemen herkesin kendine özel bir kimliği oluşmuştur ve herkes başka biri olup çıkmıştır. Ateistler, deistler, agnostikler, felsefeyi din edinenler, modern-bilim ve teknolojiye tapanlar, sanâyileşmeyi ve endüstriyi savunanlar, aydınlanma diye bağıranlar, lâikler, seküler münâfıklar, cumhûriyetçiler, demokratlar, liberâller, sosyâlistler, komünistler, anarşistler, feministler, LGBT’ciler, modernistler, post-modernistler, post-truth/metaverse/yapay zekâ manyakları, hazcılar, hızcılar, takımları, sporu, sporcuları, müziği ve filmleri hayâtın gâyesi yapmış olanlar, hacılar, hocalar, mistikler, ezoterikler, modern Pollyannacılar, bâtınîler, tasavvufçular, târikatçılar, mezhepler, cemaatler, akımlar, hizipler, partiler, modernistler, târihselciler, Kur’âncılar, hadisçiler, “ata”lara tapanlar vs. ne kadar sapkın, sapık, boş ve zırvalık varsa herkes bunlardan birini kimliği hâline getirmiş ve bir bok zannederek o kimliğe tapıp durmaktadır. Oysa bizi ve her-şeyi yaratan, âlemlerin tek Rabbi olan Allah bizi “müslimler” ve “mü’minler olarak isimlendirmiştir. Hepsi işte bu kadar. Çünkü Allah için önemli olan, Dünyâ’daki unvan, titr, ve makam-mevkî değil, kâlplerdeki takvâdır. Takvâ sâhibi olan bir kâlp yukarıda sayılanlarla kıyaslanmayacak derecede üstündür:  

   

 “Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve bir-birinizi tanımanız ve tanışmanız için sizi halklar ve kabîleler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerîm) olanınız, (ırk, renk, soy ve servetçe değil) takvâca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, haber alandır” (Hucûrat 13)

 

Peki İslâm kimliği ve tanımı yerine yukarıdaki safsatalardan birini seçmek ne anlama gelir?. Gönüllü olarak İslâm kimliğini seçmeyenler, “dayatılmış kimlikler”e mahkûm olurlar. Yukarıda sayılan o kimlikler kişilerin kendi seçtikleri kimlikler değil, kendilerine şeytan, nefs ve tâğutlar tarafından dayatılmış sapkınlıklardır. Herkes bulunduğu ve üst-kimliği olarak kabûl ettiği sapkınlığı kendi seçtiği kimliği zannetmektedir. Böylece şeytan, nefs ve (kendilerinde Allah gibi bir güç olduğunu zanneden) tâğutlar, insanları İslâm kimliğinden uzak tutarak Dünyâ’da rezilliğe, âhirette ise derin bir pişmanlık ve azâba itmekte ve sürüklemektedirler.

 

Müslümanım yâni müslim ve mü’minim diyenin “üst kimliği” İslâm’dır, millî kimlik çok sonra gelir. Bu-bağlamda Türklük de, yukarıda sayılan diğer şeyler gibi İslâm kimliğinin yerine ikâme edilen bir kimlik ve tanımlama şeklidir.

 

Bakın Osmanlı’da ve İslâm ümmetinde tüm milletler tek bir kimliğin söylemi olarak sâdece “müslümanım” derken; o milletler teker-teker ayrıldı ve şimdi kendi içlerinde de parçalanarak yüzlerce kimliklere ayrıldılar/ayrılıyorlar. Kimlikler ayrılınca düşmanlıklar da çoğalıyor. Kendi aralarında savaşıyorlar ve ümmetin ayrılığını körüklüyorlar. Çünkü: “Kendi dinlerini fırkalara ayırmış ve kendileri de parça-parça olmuşlardır; ki her grup kendi elindekiyle övünüp sevinç duymaktadır” (Rum 32). Artık zilletten kurtulmak mümkün değildir. Birilerinin maşası olmak kaçınılmazdır. Zîrâ: “Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin ve çekişip bir-birinize düşmeyin, yoksa çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle berâberdir” (Enfâl 46) âyetini kâle almamışlar ve böyle rezil ve utanç verici bir duruma düşmüşlerdir. Üstelik üzerinde bulundukları kimlikler de hiç-bir işe yaramamaktadır.

 

İslâm dışındaki tüm kimlikler ve tanımlamalar bölücüdür, ötekileştiricidir. Bu sahte kimliklerin bir yaraya merhem olduğu görülmemiştir ki zâten onların böyle bir dertleri-endişeleri de yoktur. İslâm-dışı kimlikler ne kadar artarsa ümmet, toplum, devlet, âile ve kardeşlik o kadar kaybolur ve kaybolmaktadır. İnsanların bu derece birbirlerinden koparak ve uzaklaşarak hattâ birbirlerine bireyselleşmelerinin ve bencilleşmelerinin sonucunda düşman olmalarının nedeni, İslâm kopup-uzaklaşmaları hep kimlik ve tanımlama farklılıklarının çok fazlalaşması ve yoldan çıkmış olmasıdır. Mü’minler elbette bundan istisnâdır. Zîrâ:

 

“Mü’minler ancak kardeştirler. (Irkları farklı olsa da). Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup-düzeltin ve Allah’tan korkup-sakının; umulur ki esirgenirsiniz” (Hucûrât 10).

 

Oysa insanların dillerinin, renklerinin, ırklarının ve sapkın olmayan düşüncelerinin farklı olması Allah’ın bir âyetidir:

 

“Göklerin ve yerin yaratılması ile dillerinizin ve renklerinizin (milletlerinizin-ırklarınızın-kavimlerinizin) ayrı olması, O’nun âyetlerindendir. Şüphesiz bunda, bilenler için gerçekten âyetler vardır” (Rûm 22).

 

O-hâlde; insanlar ancak İslâm-merkezli olarak şirkten uzak olan Hz. İbrâhim’in hanif dînine uymak gerekir ki sapkın kimlik çeşitlerinden ve kimlik müslümanlığından kurtulalım ve samîmi müslimler ve mü’minler olabilelim:

 

“De ki: Allah doğru söyledi. Öyleyse Allah’ı bir tanıyan (Hanif)ler olarak İbrâhim’in milletine-dînine (millete İbrâhim) uyun. O, müşriklerden değildi” (Âl-i İmran 95).

 

“Öyleyse sen yüzünü Allah’ı birleyen (bir hanif) olarak dîne, Allah’ın o fıtratına çevir; ki insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah’ın yaratışı için hiç-bir değiştirme yoktur. İşte dimdik ayakta duran din (budur). Ancak insanların çoğu bilmezler” (Rûm 30).

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Eylül 2024

Devamını Oku »

Hakîki Güvenliğe Ulaşmak


“Hem siz, O’nun haklarında hiç-bir delil indirmediği şeyleri Allah’a ortak koşmaktan korkmazken, ben nasıl sizin şirk koştuklarınızdan korkarım?. Şu-hâlde ‘güvenlik içinde olmak bakımından’ iki taraftan hangisi daha hak sâhibidir?. Eğer bilebilirseniz. Îman edenler ve îmanlarını zulümle karıştırmayanlar, işte güvenlik onlar içindir ve onlar hidâyete ermişlerdir” (En-âm 81-82).

 

Allah Kur’ân’da açıkça; “hakîki güvenliğe ulaşmanın hem Dünyâ’da hem de âhiretteki yolunun “şirk koşmamak” olduğunu söylüyor. Demek ki güvenlik sorunun temlinde şirk vardır. Çünkü şirk koşunda tüm yapılanlar boşa çıkar ve bu nedenle de apaçık bir güvensizlik sorunu ortaya çıkar ki bu hem Dünyâ’da hem de âhirette olan bir güven yoksunluğudur:

 

“Andolsun, sana ve senden öncekilere vahyolundu (ki): Eğer şirk koşacak olursan, şüphesiz amellerin boşa çıkacak ve elbette sen, hüsrâna uğrayanlardan olacaksın” (Zümer 65).

 

Târih boyunca Allahsız-seküler yönetimler, halkı hep “güvenliğin yokluğu” ile korkutmuşlardır. Bu-bağlamda güvenlik, her-şeyin önüne geçirilmiştir. İnsanlar da güvenlik söylemi ile yönlendirilmişler ve yönetilmişlerdir. Bu en çok da modernizm ile birlikte yapılmaktadır. Halktan bir eleştiri, tepki, îtiraz ver isyân sesi gelmeyiversin, hemen güvenlikten yada güvensizlikten bahsederek halkı korkutmaya ve gazlarını almaya çalışırlar. Oysa her-şeyi yaratan Allah’ı hesâba katmayan ve hattâ O’na düşman olanların güvenli bir Dünyâ kurmaları ve güvenliği sürekli bir şekilde sağlamaları söz-konusu bile olamayacağı gibi, sürekli bir güvensizlik ortamını hem beceriksizlikleri hem de çıkarları nedeniyle sürdüreceklerdir. Zîrâ modernizm bir güvensizlik uygarlığıdır ve hayâtiyetini güvensizlikten ve halkın korkularından alır.

 

Modernizm, bilerek bir güvensizlik ortamı oluşturur. Böylece insanlar kendilerini güvensiz hissedeceklerinden dolayı bencilleşecekler ve bencil hedefleri peşinde koşacaklardır. Bu ise ancak modernizmin ve modernizmin mutlu ettiği azınlığın işine yarayacaktır. Çünkü insanlar güvensizlik ortamında ilk önce, kendilerine güven sağlayabileceğini düşündükleri şeylere sâhip olmayı düşünürler ki bunları üretenler elbette modernizmin öz çocukları olan mutlu azınlıktır. Onların ürettikleri şeyler insanların güvenliğini sağlayamaz ama onlar bu yolla kazandıkları paralarla görece bir güven içinde yaşayıp giderler. Tabi Allah bu durumdan zinhar râzı olmayacağı için hem onları hem de tüm sorunları para ile çözüp güvenliğe erişebileceklerini zannedenleri sert bir şekilde uyararak rahat bırakmaz ve tehdit ile hem de azap ile kafa ve beden konforlarını bozar:

 

“Siz burada güvenlik içinde mi bırakılacaksınız?. Bahçelerin ve pınarların içinde. Ekinler ve yumuşak tomurcuklu göz alıcı hurmalıklar arasında?. Dağlardan ustalıkla zevkli evler yontuyorsunuz. Artık Allah’tan sakının ve bana itaat edin. Ve ölçüsüzce davrananların emrine itaat etmeyin. Ki onlar, yeryüzünde bozgunculuk çıkarıyor ve dirlik-düzenlik kurmuyorlar (ıslah etmiyorlar)” (Şuârâ 146-152).

 

İnsanlar târih boyunca, “Allah’a sığınmak ve kesin bir güvenliğe kavuşmak” yerine Allah dışındaki hemen her-şeye sığınarak güvenliğe kavuşacaklarını zannetmişlerdir ve zannetmektedirler. İnsana, akla, felsefeye, ideolojilere, özellikle “en büyü put” olarak taptıkları modern-bilime ve teknolojiye, silaha, askere, güvenlik güçlerine, eşyâya ve ilah edindikleri paraya sığınarak güvenliklerini sağlayabileceklerini düşünmüşlerdir. Hâlbuki tüm bu saydıklarımızın alabildiğine fazlalaştığı ve Dünyâ’ya hâkim oldu bir zamanda yaşamamıza rağmen tüm Dünyâ ve herkes için gerçek bir güvenlik bir türlü kurulamamakta ve tam-aksine Dünyâ günden-güne çok daha güvensiz ve yaşanmaz bir yer hâline gelmektedir. Peki neden?. Çünkü her-şeyi yaratan ve yaşatan Allah göklere ve kâlplere hapsedilmek istenmektedir ve bu nedenle de hiç hesâba katılmamakta, O’nun emir ve yasakları yerine getirilmemektedir. Böyle olduğu içindir ki hakîki bir güvenlik sağlanamadığı gibi zinhar sağlanması da mümkün değildir.  

 

Akla çok güvenen hattâ yüce bir ilah gibi tapan modern insan, aklını kullanarak kolayca güvenliği sağlayabileceğini sanmış fakat bunu başaramamıştır. Zîrâ aklını vahiy-merkezli olarak değil de insanın amansız düşmanı olan şeytana, nefse ve kendilerini ilah gibi gören tâğutlara göre kullanmaktadır. Böyle bir aklın güvenliği sağlayabilmesi ise söz-konusu bile değildir. Baktığımızda târih boyunca helâk olan kavimlerin en ileri çıkan özellikleri, akıllarına çok güvenmeleri ve hattâ akıllarını ilahlaştırmalarıydı. Fakat vahiyden kopuk ve uzak olan akılları onları koruyamadı da Dünyâ’da rezil oldukları gibi âhiret azâbının pençesine düştüler. Şu iki örnek ibretliktir:

 

“Allah bir şehri örnek verdi: (Halkı) güvenlik ve huzûr içindeydi, rızkı her yerden bol-bol gelmekteydi; fakat Allah’ın nîmetlerine nankörlük etti, böylece Allah yaptıklarına karşılık olarak, ona açlık ve korku elbisesini tattırdı. Andolsun, onlara kendi içlerinden bir elçi gelmişti, fakat onu yalanladılar; böylece zulümlerine devâm etmektelerken azap onları yakalayıverdi. Öyleyse Allah’ın sizi rızıklandırdığı şeylerden helâl (ve) temiz olanlarını yiyin; eğer O’na kulluk ediyorsanız Allah’ın nîmetine şükredin” (Nâhl 112-114).

 

“Andolsun, Sebe’ (halkı)nın oturduğu yerlerde de bir âyet vardır. (Evleri) sağdan ve soldan iki bahçeliydi. (Onlara demiştik ki:) ‘Rabbinizin rızkından yiyin ve O’na şükredin. Güzel bir şehir ve bağışlayan bir Rabb(iniz var)’. Ancak onlar yüz çevirdiler, böylece biz de onlara Arim Seli’ni gönderdik. Ve onların iki bahçesini, buruk yemişli, acı ılgınlı ve içinde az bir şey de sedir ağacı olan iki bahçeye dönüştürdük. Böylelikle nankörlük etmeleri dolayısıyla onları cezâlandırdık. Biz (nîmete) nankörlük edenden başkasını cezâlandırır mıyız?. Kendileriyle, içlerinde bereketler kıldığımız memleketler arasında (biri diğerinden) görünebilen şehirler vâr ettik ve orada yürüme (imkânlarını) takdir ettik: ‘Oralarda geceleri ve gündüzleri güvenlik içinde gezip dolaşın’ (dedik). Onlar ise: ‘Rabbimiz, seferlerimizin arasını aç (şehirlerimiz birbirine çok yakındır) dediler ve kendi nefislerine zulmetmiş oldular. Böylece onları efsâneler(e konu olan bir halk) kıldık ve onları darmadağın edip dağıttık. Şüphesiz bunda, çok sabreden ve çok şükreden herkes için gerçekten âyetler vardır” (Sebe’ 15-19).

 

İnsanlar paraya güvendikleri kadar hiç-bir şeye o kadar güvenmezler. Öyle ki bu güven “îman”a dönüşmüştür. Parayla her sorunu çözerek güvenliğe ulaşabileceklerini zannedenler, parasına çok güvenen ama sonun da pişmân olan ve yerin dibine geçen Kârûn’un ibretlik hikâyesiyle uyarmak gerekir:  

 

“Gerçek şu ki, Kârûn, Mûsâ’nın kavmindendi, ancak onlara karşı azgınlaştı. Biz, ona öyle hazîneler vermiştik ki, anahtarları, birlikte (taşımaya) davranan güçlü bir topluluğa ağır geliyordu” (Kasas 76).

 

“Böylelikle kendi ihtişamlı-süsü içinde kavminin karşısına çıktı. Dünyâ-hayâtını istemekte olanlar: ‘Ah keşke, Kârûn’a verilenin bir benzeri bizim de olsaydı. Gerçekten o, büyük bir pay sâhibidir’ dediler. Kendilerine ilim verilenler ise: ‘Yazıklar olsun size, Allah’ın sevâbı, îman eden ve sâlih amellerde bulunan kimse için daha hayırlıdır; buna da sabredenlerden başkası kavuşturulmaz’ dediler. Sonunda onu da, konağını da yerin dibine geçirdik. Böylece Allah’a karşı ona yardım edecek bir topluluğu olmadı. Ve o, kendi-kendine yardım edebileceklerden de değildi. Dün, onun yerinde olmayı dileyenler, sabahladıklarında: ‘Vay, demek ki Allah, kullarından dilediğinin rızkını genişletip-yaymakta ve kısıp-daraltmaktadır. Eğer Allah, bize lûtfetmiş olmasaydı, bizi de şüphesiz batırırdı. Vay, demek gerçekten inkârcılar felâh bulamaz’ demeye başladılar” (Kasas 79-82).

 

Modern insan, her türlü sorunu, derdi, musîbeti, hastalığı, zorluğu ve hattâ ölümü bile, modern-bilimin ve özellikle teknolojinin yeterli oranda gelişmesiyle yok edip çözülebileceğini ve böylece yüksek bir güvenlik ve huzur ortamı oluşacağını boşu-boşuna ve körü-körüne bekleyip durmaktadır. Oysa modern-bilim ve teknoloji ilk ortaya çıktığı günden bu yana bırakın güvenli ve sağlıklı-huzurlu bir Dünyâ kurmayı, tam-tersine, gün geçtikçe Dünyâ güvensiz bir hâline gelmekte, sağlıklar bozulmakta, huzur kaçmakta ve ölümü yok edeceği boş beklentilerin aksine, insanlar her gün modern-bilim ve teknoloji yüzünden çeşitli şekillerde ölüp gitmektedir. Zîrâ hem modern-bilimi ve teknolojinin hem de saydığımız diğer şeylerin hakîki güvenliği sağlayabilecek ve insanları koruyabilecek bir güçleri yoktur. Çünkü onlar gerçek koruyucu olan Allah’ı hesâba katmamakta ve hattâ düşman olarak O’nu göklere ve kâlplere hapsederek Dünyâ’da kendi hâkimiyetlerini kurmak için çalışmaktadırlar.     

 

Modern insan modern-bilim ve teknolojiye meftûn, râm ve hayrân olduğundan dolayı ona sonsuz bir şekilde, koşulsuz-şartsız ve sorgusuz-suâlsiz bir güven ve îman duymakta ve “insanın ulaşabileceği en ileri derece olan bir güvenlik ve huzûr ortamın kurabileceğini” boş yere ve körü-körüne bekleyip durmaktadır. Körü-körünedir çünkü ortada o bahsedilen güvenlikle ilgili bir emâre yoktur ve zâten hiç-bir zaman da olmamıştır. Peki modern insan niçin böyle bir beklentiye girmektedir?. Çünkü modern insan Allah’tan uzaklaşmış ve kopmuş durumdadır.

 

Doğala, normâle ve fıtrata birebir uygun olan Kur’ân-merkezli apaçık hakîkate inanmakta aşırı zorlanan ve hattâ vahiy-merkezli hakîkati “zaman-dışı” görüp inanmayarak inkâr eden modern insan, meselâ “kara-deliğin fotoğrafı” olarak gösterilen “uyduruk” bir “sentez resim”e, hiç-bir eleştiri-îtirâz getirmeden ve hiç sorgulamadan ânında îman edebiliyor. Söylenip duran modern-bilimin yalanlarına hemen inanabiliyor. Modern-bilime ve teknolojiye olan bu sorgusuz-suâlsiz ve kayıtsız-şartsız “mutlak îman ve güven”in nedeni nedir?. Bunun nedeni; Allah’tan, âhiretten, gaybtan, vahiyden, Peygamber’den, Kur’ân’dan, din’den  yâni İslâm’dan kopmuş ve uzaklaşmış olduğu için sığınacak güvenli bir liman aramasıdır. Fakat sığındığı modern-bilim ve teknoloji, örümceğin yuvası kadar bile sağlam değildir, çürüktür, zayıftır ve insanları sürekli olarak ağına dolamaktadır. Modern-bilim ve teknolojinin güvenlik sağlayacak ne bir gücü ne de böyle bir meyli vardır. Modern-bilim ve teknoloji sürekli bir güvensizlik ortamına muhtaçtır. Zîrâ güvensizlikten geçinmekte ve hayâtiyetini de güvensiz bir Dünyâ’dan almakta ve sağlamaktadır. 

 

Hakîki güvenliği sağlamanın olmazsa-olmaz yolu, Allah’ın emir ve tavsiye ettiği “îsar” uygulamasıdır. İslâm’ın bir uygulaması olarak “îsâr”, “kişinin bir şeye muhtâç olmasına rağmen o şeyi Allah rızâsı için başkasına vermesi”dir. Çünkü insanlar “kendini yaşatmak” için değil de, “karşıdakini yaşatmak” için uğraşırsa, herkes güvende olur ve mutluluğa-huzûra kavuşur. Çünkü “kendini yaşatmak” isteyen kişi, kendini yaşatabilmek için icâbında karşısındakini öldürebilir. Fakat herkes karşısındakini “yaşatmaya” çalışınca kimse kimseyi üzmez, incitmez, yaralamaz ve öldürmez. Gerçek güvenlik ortamı ancak bu şekilde kurulabilir. Üstelik bu uygulama kişiyi Dünyâ’da güvenliğe-huzûra kavuşturduğu gibi âhirette de “güven içinde olanlar”dan kılar:

 

“Kendilerinden önce o yurdu (Medîne’yi) hazırlayıp îmânı (gönüllerine) yerleştirenler ise, hicret edenleri severler ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç (arzusu) duymazlar. Kendilerinde bir açıklık (ihtiyaç) olsa bile (kardeşlerini) öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin cimri ve bencil tutkularından korunmuşsa, işte onlar felâh (kurtuluş) bulanlardır” (Haşr 9).

 

“Kim bir iyilikle gelirse, artık kendisine daha hayırlısı vardır ve onlar, o günün korkusuna karşı güvenlik içindedirler” (Neml 89).

 

Müslümanlar için Kâbe bir güvenlik-merkezidir ve öyle olmalıdır:

 

“Hani Evi (Kâbe’yi) insanlar için bir toplanma ve güvenlik yeri kılmıştık. ‘İbrâhim’in makâmını namaz yeri edinin, İbrâhim ve İsmâil’e de, Evimi, tavâf edenler, îtikâfa çekilenler ve rükû ve secde edenler için temizleyin’ diye ahid verdik. Hani İbrâhim: ‘Rabbim, bu şehri bir güvenlik yeri kıl ve halkından Allah’a ve âhiret gününe inananları ürünlerle rızıklandır’ demişti de (Allah: “Sâdece inananları değil) inkâr edeni de az bir süre yararlandırır, sonra onu ateşin azâbına uğratırım; ne kötü bir dönüştür o’ demişti” (Bakara 25-126).

 

“Gerçek şu ki, insanlar için ilk kurulan Ev, Bekke (Mekke)de, o, kutlu ve bütün insanlar (âlemler) için hidâyet olan (Kâbe)dir. Orada apaçık âyetler (ve) İbrâhim’in makâmı vardır. Kim oraya girerse o güvenliktedir. Ona bir yol bulup güç yetirenlerin Ev’i haccetmesi Allah’ın insanlar üzerindeki hakkıdır. Kim inkâr ederse, şüphesiz, Allah âlemlere karşı muhtâç olmayandır” (Âl-i İmran 96-97).

 

Tabi Dünyâ bir imtihan dünyâsıdır ve imtihanın olduğu yerde elbette zorluklar, kötülükler, çirkinlikler, musibetler, ölümler ve acılar olacaktır. Fakat Allah-merkezli bir düşünüş ve yaşayış içinde olmak bunları en minimuma kadar düşürür. Bu minvâlde takvâlı bir yaşam içinde olanlar ve yine takvâlı olarak ölenler ise âhirette o sonsuz güvenliğe kavuşacaklar ve sonsuz nîmetlerle çevrili mutluluk ve huzûr diyârına kavuşacaklardır:

 

“Gerçekten takvâ sâhibi olanlar, cennetlerde ve pınar başlarındadır. Oraya esenlikle ve güvenlikle girin. Göğüslerinde kinden (hasetten ne varsa tümünü) sıyırıp-çektik, kardeşler olarak tahtlar üzerinde karşı-karşıyadırlar. Orada onlara hiç-bir yorgunluk dokunmaz ve oradan çıkarılacak değildirler” (Hicr 45-48).

 

“Cennetlerde ve pınarlarda.. Hafif ipekten ve ağır işlenmiş atlastan (elbiseler) giyinirler, karşılıklı (otururlar). İşte böyle; biz onları iri gözlü hûrilerle evlendirmişizdir. Orada, güvenlik içinde her türlü meyveyi istiyorlar; orada, ilk ölümün dışında başka ölüm tatmazlar. Ve (Allah da) onları cehennem azâbından korumuştur. Senin Rabbinden, bir fazl ve (lütuf) olarak. İşte büyük ‘mutluluk ve kurtuluş’ budur” (Duhân 52-57).

 

Hiç-bir garanti ve güven, Allah’ın verdiği “mutlak garanti ve güven” gibi olamaz. Mutlak garanti, “mutlak güven” demektir.

 

Şu koca kâinatta Allah’tan başka sığınılacak ve güvenlikte olunacak tek bir yer ve tek bir şey bile yoktur vesselam..

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Eylül 2024

 

 

 

 

 

Devamını Oku »