“Kim
Allah’ı, Resûlü’nü ve îman edenleri dost (veli) edinirse, hiç şüphe yok, gâlip
gelecek olanlar, Allah’ın taraftarlarıdır” (Mâide 56).
İnsanlarda fıtratlarından gelen bir “taraf olma meyli”
vardır. Bu taraf olma, çoğu zaman “güdü” ile olurken, kimi zaman da
vicdan-rûh-fıtrat nedeniyle olur. Güdü olarak taraf olanların taraftarlığı,
güç-merkezli bir taraftarlıktır. Güçlü gördüğü bir kişiye, yere, ideolojiye,
gruba, takıma vs. bağlanırken, hayâtı boyunca bile sürebilecek taraftarlığını
devâm ettirir. Fakat bu taraftarlar, neden o tarafta olduğunu doğru bir şekilde
anlatamazlar. Taraftarlığını sürdürmesi, bu taraftarlığı büyütmesi, mutlak
olarak görmesi ve ona tüm kâlbiyle inanması nedeniyledir. Hattâ hayâtını
taraftar olduğu şey belirler ve kişi de plânını-programını o taraftarlığa göre
yaptığı gibi, düşüncesi, yeme-içmesi, giyim-kuşamı, konuşması, davranışı,
inanışı ve hattâ ibâdet şeklini bile taraftârı olduğu o hizbe göre yapar. Tâkip
ettiği bu taraftarlığın gerçekten doğru mu, iyi mi, dîne-ahlâka-örfe uygun mu
olup-olmadığına bakmaz. Amelini-eylemini, taraftârı olduğu merkeze göre yapar.
Yâni “inandığınız gibi yaşamasanız, yaşadığınız gibi inanırsınız” sözü tecelli
etmiştir bu tarz taraftarlıkta.
Vicdan-rûh-fıtrat taraftarlığı ise, kaynağını
fıtratından alan bir taraftarlıktır ki insanlar aslında yaratılıştan böyle bir
taraftarlığa programlandıklarından, bu tarz taraftarlığa meyyâldirler. Bu
taraftarlık vahiy-merkezli, Allah inançlı ve âhiret hedeflidir. Bu tarafın
taraftarlarının hedefi, iç âlemlerini aydınlattıktan sonra dış âlemi yâni Dünyâ’yı
da aydınlatmak ve nihâyetinde de cennetlerini de nurlandırmaktır. Bu, ağır
bedelleri olan bir taraftarlıktır ki, bâtıl taraftarlık gibi nefsî bir taraftarlık
değildir.
Bâtılın tarafında ve taraftârı olanlar, dost
edindikleri kişilerin kendilerinin tarafında olup-olmadıklarına bakarlar
sâdece. Kendileri gibi düşünüyorlar, inanıyorlar ve yaşıyorlarsa onları
kendilerinden görürler. Zâten bu nedenle de “kendilerine” çağırırlar. Fakat
hakkın tarafında olanlar çağrılarını taraftârı oldukları Allah, Peygamber ve îman
edenler tarafına çağırırlar. Âhirete çağırırlar yâni. İyiliğe, özveriye, sâlih
amele olan bir çağırmadır bu. Kur’ân bunu şu şekilde söyler:
“Kim Allah’ı,
Resûlü’nü ve îman edenleri dost (veli) edinirse, hiç şüphe yok, gâlip gelecek
olanlar, Allah’ın taraftarlarıdır”
(Mâide 56).
Bâtılın taraftarları, kendileri gibi taraftar olanları,
Allah’a, Peygambere ve değerlere başkaldıran kişiler olsalar bile
savunabilirlerken, hakkın taraftarları buna aslâ yanaşmazlar ve hakkı yere
düşürmezler. Bu nedenle de mü’minlerin isyankârlarla dost olduklarını
göremezsiniz. İsterse bu kişiler en yakınları olsun yine de fark etmez:
“Allah’a ve
âhiret gününe îman eden hiç-bir kavim (topluluk) bulamazsın ki, Allah’a ve
elçisine başkaldıran kimselerle bir sevgi (ve dostluk) bağı kurmuş olsunlar;
bunlar, ister babaları, ister çocukları, ister kardeşleri, isterse kendi âşiretleri
(soyları) olsun. Onlar, öyle kimselerdir ki, (Allah) kâlplerine îmânı yazmış ve
onları kendinden bir rûh ile desteklemiştir. Onları, altlarından ırmaklar akan
cennetlere sokacaktır; orada süresiz olarak kalacaklardır. Allah, onlardan râzı
olmuş, onlar da O’ndan râzı olmuşlardır. İşte onlar, Allah’ın fırkasıdır.
Dikkat edin; şüphesiz Allah’ın fırkası olanlar, felâh (umutlarını
gerçekleştirip kurtuluş) bulanların ta kendileridir” (Mücâdile 22).
Batılın taraftarları körü-körüne taraftârı oldukları
hizipler nedeniyle mânevi değerleri, Allah’ı, âhireti, vahyi unutmuşlardır ve
onlar için zamanla bu değerler anlamını yitirmiştir. Allah böyle kişiler için “şeytanın
taraftarları” ifâdesini kullanır ve onları korkutur:
“Şeytan
onları sarıp-kuşatmıştır; böylelikle onlara Allah’ın zikrini unutturmuştur.
İşte onlar, şeytanın fırkasıdır. Dikkat edin; şüphesiz şeytanın fırkası, hüsrâna
uğrayanların ta kendileridir. Hiç şüphesiz Allah’a ve Resûlü’ne karşı (onların
koydukları sınırları tanımayıp) başkaldıranlar; işte onlar, en çok zillete
düşenler arasında olanlardır”
(Mücâdile 19-20).
Bâtılın taraftarları bir-çok fırkaya ayrılmıştır ve
bu fırkalar hem sâdece kendi görüşlerinin doğru olduğunu savunurlar hem de
gerçek bir birliktelikleri yoktur. Şu âyetler bu fırkalarda yer almanın
kötülüğünü ve de yanlışlığını gösterir ve mü’minleri bu fırkaların taraftârı
olmaktan men eder:
“(O
müşrikler ki,) Kendi dinlerini fırkalara ayırmış ve kendileri de parça-parça
olmuşlardır; ki her grup kendi elindekiyle övünüp sevinç duymaktadır” (Rûm 32).
“Gerçek şu ki, dinlerini parça-parça edip
kendileri de gruplaşanlar, sen hiç-bir şeyde onlardan değilsin. Onların işi
ancak Allah’adır. Sonra O, işlemekte olduklarını kendilerine haber verecektir” (En-âm 159).
Hizbuşşeytan ve Hizbullah. Yâni şeytanın taraftarları
ve Allah’ın taraftarları. Allah’ın taraftarı olmaktan verilecek en ufak bir
ödün dâhi, bu ödünden dönmeden ölünürse kişiyi müşrik ve şeytanın taraftârı
yapar.
Bâtılın tarafında olanlar, itaat ettikleri merkez
yada lîder tarafından kandırılmış, mankurtlaştırılmış ve eşekleştirilmiştir (istihmâr).
Bu kişiler taraftarlarına artık her şeyi yaptırabilirler. Hakkın taraftarları
ise direkt olarak Allah’a bağlı olduklarından, böyle bir sorunları yoktur. Zîrâ
kendisine bağlı olunmasını ve kendisinden korkulmasını istismâr etmeyecek tek
varlık Allah’tır. Aradaki fark şöyledir:
“Gerçek şu
ki, Firavun yeryüzünde (Mısır’da) büyüklenmiş ve oranın halkını bir-takım
fırkalara ayırıp bölmüştü; onlardan bir bölümünü güçten düşürüyor, erkek
çocuklarını boğazlayıp kadınlarını diri bırakıyordu. Çünkü o, bozgunculardandı.
Biz ise, yeryüzünde güçten düşürülenlere lütufta bulunmak, onları önderler
yapmak ve mîrasçılar kılmak istiyorduk” (Kasas 4-5).
Bâtılın taraftarları zamanla kendi içlerinde bölünüp
ayrılırlar ve bir-süre sonra bir-birlerine düşman olurlar. Bu ayrılık hak-bâtıl
ayrılığı değil, bâtıl-bâtıl ayrılığıdır:
“Andolsun,
biz Semud (kavmine) kardeşleri Sâlih’i: ‘Yalnızca Allah’a kulluk edin’ diye
(demek üzere) gönderdik. Bir de ne görsün, onlar bir-birlerine düşman kesilmiş
iki gruptur” (Neml 45).
Bâtıl fırkalar şöyle inanırlar ve eylemde bulunurlar:
“Onlar
derler ki: ‘Allah’a ve elçisine îman ettik ve itaat ettik’. Sonra bunun
ardından onlardan bir grup sırt çevirir. Bunlar îman etmiş değildirler.
Aralarında hükmetmesi için Allah’a ve Resulüne çağrıldıkları zaman, onlardan
bir grup yüz çevirir. Eğer hak lehlerinde ise, ona boyun eğerek gelirler.
Bunların kâlplerinde hastalık mı var?. Yoksa kuşkuya mı kapıldılar?. Yoksa
Allah’ın ve elçisinin kendilerine karşı haksızlık yapacağından mı korkuyorlar?.
Hayır, onlar zâlim kimselerdir” (Nûr
47-50).
“Dinlerini bir
oyun ve eğlence (konusu) edinenleri ve dünyâ-hayâtı kendilerini mağrur
kılanları bırak. Onunla (Kur’ân’la) hatırlat ki, bir nefis, kendi
kazandıklarıyla helâke düşmesin; (böylesinin) Allah’tan başka ne bir velisi, ne
bir şefaatçisi vardır; her türlü fidyeyi verse de kabûl olunmaz. İşte onlar,
kazandıkları nedeniyle helâke uğrayanlardır; küfre saptıklarından dolayı onlar
için çılgınca kaynar sular ve acıklı bir azab vardır” (En-âm 70).
Taraftar olmak, hakkın tarafından olursa hem kişiye
hem de tüm insanlığa faydalı olur ve Dünyâ “barış yurdu”na döner. Fakat bâtılın
tarafına meyledilirse, günümüzde de görüldüğü üzere, çeşitli ayrılıklar ve
aykırılıklar baş-gösterir, düşmanlıklar ortaya çıkar, savaşlar, acılar,
zulümler ayyuka çıkar ve Dünyâ bir zindana döner. Üstelik âhirette de sonsuz
azap hak olur.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Temmuz
2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder