13 Temmuz 2016 Çarşamba

Füsus-ûl Hikem ve Son Dakîka Îmânı


“Biz, İsrâiloğullarını denizden geçirdik; Firavun ve askerleri azgınlıkla ve düşmanlıkla peşlerine düştü. Sular onu boğacak düzeye erişince (Firavun): ‘İsrâiloğullarının kendisine inandığı (ilahtan) başka ilah olmadığına inandım ve ben de müslümanlardanım’ dedi” (Yûnus 90).

Tasavvuf, amelî tasavvuf ve felsefî tasavvuf olarak ikiye ayrılır. Amelî olanlar târikatlaşmışlar ve nakşî-kadîri-halvetî gibi târikatlara ayrılmışlardır. Bir de felsefî tasavvuf vardır ki; âyetleri, hadisleri ve ilimleri -vahyin lafzına uyup-uymadığına bakmaksızın- çok aşırı ve bilinenden çok farklı yorumlara tâbi tutan bir yapısı vardır. İşte bu felsefî tasavvufun zirve temsilcisi, Muhyiddin İbn-i Arâbi’dir. Kitaplarında sanki birilerinden görev almış gibi (bu-arada ne yalan söyleyeyim, onun İspanyol ajanı olduğunu düşünüyorum) dinde çok farklı yorumlamalara gitmiştir. Bu heretik (din-dışı, kabûllere aykırı) yorumlar bâzen öyle bir noktaya gelmiştir ki, Kur’ân’daki apaçık söylemleri, sükseli ama sapıkça sözlerle yorumlayarak sanki tam-aksi söyleniyormuş gibi göstermiştir. “Şeytanın Allah’tan başkasına secde etmemesiyle delikanlılık yaptığı”ndan tutun; “Mekke-müşriklerinin putlara Allah olarak değil de put olarak taptıkları için müşrik olduklarını, eğer o putlara, panteizmden mülhemle geliştirdiği vahdet-i vücut (her-şey Allah’tır) bağlamında Allah olarak tapsalardı on numara muvahhid olacakları” söylemine kadar bir-çok sapıkça düşünceler ve yorumlar bulursunuz kitaplarında. İşte bunlardan biri de, Kur’ân’ın açıkça “cehennemlik” hükmüne rağmen, Firavun’un boğulma esnâsında yâni son dakikada ettiği îman ile kurtulduğunu ve hattâ “îman, eski günahları temizleyip kişiyi günahsız durumuna soktuğundan” dolayı, Firavun’un da günahsız bir şekilde ölmüş olduğunu söyler. Yâni Hz. Mûsâ’dan bile daha günahsız bir şekilde ölmüş ve öte âleme gitmiş.

Firavun, Hz. Mûsâ ve kavmini yok etmek maksadıyla bir ordu eşliğinde onları tâkip ederek Kızıldeniz kıyısına gelmiş ve İsrâiloğullarının denizin ikiye ayrılması sûretiyle ortasındaki kuru bir yoldan karşıya geçtiklerini görmüştür. Askerleriyle berâber aynı yolu tâkip eden Firavun, yolu yarılamışken denizin yeniden birleşmesi sonucu dalgalar arasında kalmış, tam da boğulma anında; “Îmân ettim ki, İsrâiloğullarının inandığı ilâhtan başka tanrı yokmuş. Ben de müslümanlardanım” (Yûnus 90) demiştir.

İbn-i Arâbi bu îmânın geçerli olduğunu söyler ve şöyle der:

“Nasıl ki Firavun suda boğulurken Allah’ın kendisine verdiği îman sâyesinde Mûsâ onun için de göz-nûru oldu. Şu hâlde Allah, (bu yüzden) Firavun’u pak ve temiz öldürdü. Çirkin ve fenâ amellerinden onda bir şey kalmadı. Çünkü Allah onun rûhunu yeni bir günah işlemeden önce ve îmâna geldiği anda kabz etti. Hâlbuki İslâm (yâni Hakk’a teslim ve onu tasdik) evvelce geçmiş olan günahları ortadan kaldırdı. Allah bu ilim ve mazhâriyeti dilediği kimse için âyet ve alâmet kıldı. Tâ ki hiç kimse ilâhi rahmetten umutsuzluğa düşmesin. Çünkü kâfirlerden başka hiç kimse tanrı rahmetinden umut kesmez. Şu hâlde Firavun eğer umutsuzlardan olsaydı îmâna yanaşmazdı” (Füsus-ûl- Hikem. Muhyiddin-i Arâbî. Sayfa 301)”.

Oysa Kur’ân şöyle der:

“Allah’ın (kabûlünü) üzerine aldığı tevbe, ancak cehâlet nedeniyle kötülük yapanların, sonra hemencecik tevbe edenlerin(kidir). İşte Allah, böylelerinin tevbelerini kabûl eder. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir” (Nîsâ 17).

“Tevbe; ne, kötülükleri yapıp-edip de onlardan birine ölüm çatınca: ‘Ben şimdi gerçekten tevbe ettim’ diyenler, ne de kâfir olarak ölenler için değil. Böyleleri için acı bir azab hazırlamışızdır” (Nîsâ 18).

“(Firavun), kıyâmet günü kavminin önüne geçerek böylece onları ateşe götürecek. Ve girilen yer (ne) kötü bir yerdir” (Hûd 98).

Vahyin açık hükümlerini zorlayanlar mutlakâ hatâ yaparlar ve bir-çok kez çelişkilere düşerler. Tasavvufçular bu tarz çelişkileri çok yaşarlar. Bir yerde söylediklerinin diğer tarafta tam-aksini söyleyerek kendilerini yalanlarlar. Muhyiddin İbn-i Arâbi aslında Fütuhat-ı Mekkiye adlı eserinin 62. babında Firavun’un ebedî olarak cehennemde kalan kimselerden olduğunu söylüyordu. Fakat Füsus’da tam-aksini savunuyor. Demek ki Füsus’ta daha bir cüretkâr davranmış, yada iyice zıvanadan çıkmış.

Füsus’ta “Firavun îmânı” ile ilgili geçen bu sözlerin İbn-i Arâbi’ye âit olmadığı yazılıyor ve söyleniyor. Bu da bir çelişki ve eleştiriden kaçıştır. Çünkü o zaman Füsus’taki diğer şathiyelerin de ona âit olmaması gerekir. Çelişki çok açık olduğu için bu sözlerin ona âit olmadığını söylüyorlar. İyi de Füsus’da kırdığı cevizler bir değil ki, bin. İbn-i Arâbi’ye laf söyletmeyecekler ya.. Diğerleri de; “O söylüyorsa vardır bir hikmeti, zâten kendisi de, bizim kitaplarımızı bizden başkaları okumasın, anlayamaz” diyerek onu kurtarmaya, daha doğrusu kendilerini kurtarmaya çalışırlar.

Günümüzde birileri de zamânın Firavun’larını günahsız îlân ediyor ve onları “cennetlik” olarak gösteriyor. Bu kişiler, hoca-efendiler, şeyhler, lîderler vs’dir. “Vardır bir bildikleri”; “üst-akıl bilir işini”; “şimdilik takıyye yapıyorlar” vs. gibi sözlerle onların sapıkça ve adâletsiz işlerini destekliyor. Kraldan fazla kralcı olmak budur işte!. Zamânında Celâleddin Rûmi’nin müslüman halkı kırıp geçiren ve onlara her türlü zulmü yapan moğolların komutanını “ulu kişi”; Cengiz Han’ı da “peygamber” olarak gösterdiği gibi. Bu bir hastalıktır, cehâlettir, sapıklıktır, yalakalıktır.

Allah’ın cehennemlik îlân ettiğini hiç kimse cennete sokamaz. Allah Firavun’un cehennemlik olduğunu şu âyetleriyle gösteriyor:

“Hani size en kötü azabı uygulayan Firavun’un taraftarlarından sizi kurtarmıştık. Kadınlarınızı sağ bırakıp çocuklarınızı öldürüyorlardı” (A’raf 141).

“O ve askerleri, yeryüzünde haksız yere büyüklendiler ve gerçekten bize döndürülmeyeceklerini sandılar. Bunun üzerine, onu ve askerlerini tutup suya attık. Böylelikle zulmedenlerin nasıl bir sona uğradıklarına bir bak. Biz, onları ateşe çağıran önderler kıldık; kıyâmet günü yardım görmezler. Bu dünyâ-hayâtında arkalarına lânet düşürdük; kıyâmet gününde de, kendilerinden nefret edilen ve çirkinleştirilmiş olanlardır” (Kasas 39-42).

Firavun ilahlık taslayarak şöyle demişti ve affedilmeyecek günah olan şirke düşmüştü:

“Sizin en yüce Rabbiniz benim dedi. Böylelikle Allah onu, âhiret ve Dünyâ azâbıyla yakaladı” (Nâziât 24-25).

Kelime-i şehâdet, sanıldığı gibi son-anda yapılması ile değil, ilk-başta yapıldıktan sonra, tüm hayat-boyu gereğinin yerine getirilmesiyle anlam kazanır. Son nefeste kelime-i şehâdet getirmenin, “son dakîka îmânı” gibi olacağından, bir faydası olmaz. Fakat son nefese kadar kelime-i şehâdet getirmek mü’minin nişanıdır.

Tasavvuf, îman ile küfür, ahlâk ile ahlâksızlık arasındaki sonsuz uçurumu yok eden bir sapıklıktır. İyi ile kötü, cennet ile cehennem aynı şeydir tasavvufta ve İbn-i Arâbi’de.

Evet; hiç kimse Firavun gibi yaşayıp da Mûsâ gibi bir âkıbet beklemesin.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Temmuz 2016

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder