“Biz, İsrâiloğullarını
denizden geçirdik; Firavun ve askerleri azgınlıkla ve düşmanlıkla peşlerine
düştü. Sular onu boğacak düzeye erişince (Firavun): ‘İsrâiloğullarının
kendisine inandığı (ilahtan) başka ilah olmadığına inandım ve ben de
müslümanlardanım’ dedi” (Yûnus 90).
Tasavvuf, amelî tasavvuf ve felsefî tasavvuf olarak
ikiye ayrılır. Amelî olanlar târikatlaşmışlar ve nakşî-kadîri-halvetî gibi
târikatlara ayrılmışlardır. Bir de felsefî tasavvuf vardır ki; âyetleri, hadisleri
ve ilimleri -vahyin lafzına uyup-uymadığına bakmaksızın- çok aşırı ve bilinenden
çok farklı yorumlara tâbi tutan bir yapısı vardır. İşte bu felsefî tasavvufun
zirve temsilcisi, Muhyiddin İbn-i Arâbi’dir. Kitaplarında sanki birilerinden
görev almış gibi (bu-arada ne yalan söyleyeyim, onun İspanyol ajanı olduğunu düşünüyorum)
dinde çok farklı yorumlamalara gitmiştir. Bu heretik (din-dışı, kabûllere
aykırı) yorumlar bâzen öyle bir noktaya gelmiştir ki, Kur’ân’daki apaçık
söylemleri, sükseli ama sapıkça sözlerle yorumlayarak sanki tam-aksi söyleniyormuş
gibi göstermiştir. “Şeytanın Allah’tan başkasına secde etmemesiyle delikanlılık
yaptığı”ndan tutun; “Mekke-müşriklerinin putlara Allah olarak değil de put
olarak taptıkları için müşrik olduklarını, eğer o putlara, panteizmden mülhemle
geliştirdiği vahdet-i vücut (her-şey Allah’tır) bağlamında Allah olarak tapsalardı
on numara muvahhid olacakları” söylemine kadar bir-çok sapıkça düşünceler ve
yorumlar bulursunuz kitaplarında. İşte bunlardan biri de, Kur’ân’ın açıkça “cehennemlik”
hükmüne rağmen, Firavun’un boğulma esnâsında yâni son dakikada ettiği îman ile
kurtulduğunu ve hattâ “îman, eski günahları temizleyip kişiyi günahsız durumuna
soktuğundan” dolayı, Firavun’un da günahsız bir şekilde ölmüş olduğunu söyler.
Yâni Hz. Mûsâ’dan bile daha günahsız bir şekilde ölmüş ve öte âleme gitmiş.
Firavun, Hz. Mûsâ ve kavmini yok etmek maksadıyla bir
ordu eşliğinde onları tâkip ederek Kızıldeniz kıyısına gelmiş ve İsrâiloğullarının
denizin ikiye ayrılması sûretiyle ortasındaki kuru bir yoldan karşıya
geçtiklerini görmüştür. Askerleriyle berâber aynı yolu tâkip eden Firavun, yolu
yarılamışken denizin yeniden birleşmesi sonucu dalgalar arasında kalmış, tam da
boğulma anında; “Îmân ettim ki, İsrâiloğullarının
inandığı ilâhtan başka tanrı yokmuş. Ben de müslümanlardanım” (Yûnus 90)
demiştir.
İbn-i Arâbi bu îmânın geçerli olduğunu söyler ve
şöyle der:
“Nasıl ki Firavun suda boğulurken Allah’ın kendisine verdiği îman sâyesinde
Mûsâ onun için de göz-nûru oldu. Şu hâlde Allah, (bu yüzden) Firavun’u pak
ve temiz öldürdü. Çirkin ve fenâ amellerinden onda bir şey kalmadı. Çünkü Allah
onun rûhunu yeni bir günah işlemeden önce ve îmâna geldiği anda kabz etti.
Hâlbuki İslâm (yâni Hakk’a teslim ve onu tasdik) evvelce geçmiş olan günahları
ortadan kaldırdı. Allah bu ilim ve mazhâriyeti dilediği kimse için âyet ve
alâmet kıldı. Tâ ki hiç kimse ilâhi rahmetten umutsuzluğa düşmesin. Çünkü
kâfirlerden başka hiç kimse tanrı rahmetinden umut kesmez. Şu hâlde Firavun
eğer umutsuzlardan olsaydı îmâna yanaşmazdı” (Füsus-ûl- Hikem. Muhyiddin-i
Arâbî. Sayfa 301)”.
Oysa Kur’ân şöyle der:
“Allah’ın
(kabûlünü) üzerine aldığı tevbe, ancak cehâlet nedeniyle kötülük yapanların,
sonra hemencecik tevbe edenlerin(kidir). İşte Allah, böylelerinin tevbelerini
kabûl eder. Allah bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir” (Nîsâ 17).
“Tevbe; ne,
kötülükleri yapıp-edip de onlardan birine ölüm çatınca: ‘Ben şimdi gerçekten
tevbe ettim’ diyenler, ne de kâfir olarak ölenler için değil. Böyleleri için
acı bir azab hazırlamışızdır” (Nîsâ 18).
“(Firavun),
kıyâmet günü kavminin önüne geçerek böylece onları ateşe götürecek. Ve girilen
yer (ne) kötü bir yerdir” (Hûd 98).
Vahyin açık hükümlerini zorlayanlar mutlakâ hatâ
yaparlar ve bir-çok kez çelişkilere düşerler. Tasavvufçular bu tarz çelişkileri
çok yaşarlar. Bir yerde söylediklerinin diğer tarafta tam-aksini söyleyerek kendilerini
yalanlarlar. Muhyiddin İbn-i Arâbi aslında Fütuhat-ı Mekkiye adlı eserinin 62.
babında Firavun’un ebedî olarak cehennemde kalan kimselerden olduğunu
söylüyordu. Fakat Füsus’da tam-aksini savunuyor. Demek ki Füsus’ta daha bir
cüretkâr davranmış, yada iyice zıvanadan çıkmış.
Füsus’ta “Firavun îmânı” ile ilgili geçen bu sözlerin
İbn-i Arâbi’ye âit olmadığı yazılıyor ve söyleniyor. Bu da bir çelişki ve
eleştiriden kaçıştır. Çünkü o zaman Füsus’taki diğer şathiyelerin de ona âit
olmaması gerekir. Çelişki çok açık olduğu için bu sözlerin ona âit olmadığını
söylüyorlar. İyi de Füsus’da kırdığı cevizler bir değil ki, bin. İbn-i Arâbi’ye
laf söyletmeyecekler ya.. Diğerleri de; “O söylüyorsa vardır bir hikmeti, zâten
kendisi de, bizim kitaplarımızı bizden başkaları okumasın, anlayamaz” diyerek
onu kurtarmaya, daha doğrusu kendilerini kurtarmaya çalışırlar.
Günümüzde birileri de zamânın Firavun’larını günahsız
îlân ediyor ve onları “cennetlik” olarak gösteriyor. Bu kişiler, hoca-efendiler,
şeyhler, lîderler vs’dir. “Vardır bir bildikleri”; “üst-akıl bilir işini”; “şimdilik
takıyye yapıyorlar” vs. gibi sözlerle onların sapıkça ve adâletsiz işlerini
destekliyor. Kraldan fazla kralcı olmak budur işte!. Zamânında Celâleddin
Rûmi’nin müslüman halkı kırıp geçiren ve onlara her türlü zulmü yapan moğolların
komutanını “ulu kişi”; Cengiz Han’ı da “peygamber” olarak gösterdiği gibi. Bu
bir hastalıktır, cehâlettir, sapıklıktır, yalakalıktır.
Allah’ın cehennemlik îlân ettiğini hiç kimse cennete
sokamaz. Allah Firavun’un cehennemlik olduğunu şu âyetleriyle gösteriyor:
“Hani size
en kötü azabı uygulayan Firavun’un taraftarlarından sizi kurtarmıştık.
Kadınlarınızı sağ bırakıp çocuklarınızı öldürüyorlardı” (A’raf 141).
“O ve
askerleri, yeryüzünde haksız yere büyüklendiler ve gerçekten bize
döndürülmeyeceklerini sandılar. Bunun üzerine, onu ve askerlerini tutup suya
attık. Böylelikle zulmedenlerin nasıl bir sona uğradıklarına bir bak. Biz,
onları ateşe çağıran önderler kıldık; kıyâmet günü yardım görmezler. Bu
dünyâ-hayâtında arkalarına lânet düşürdük; kıyâmet gününde de, kendilerinden
nefret edilen ve çirkinleştirilmiş olanlardır” (Kasas 39-42).
Firavun ilahlık taslayarak şöyle demişti ve
affedilmeyecek günah olan şirke düşmüştü:
“Sizin en
yüce Rabbiniz benim dedi. Böylelikle Allah onu, âhiret ve Dünyâ azâbıyla
yakaladı” (Nâziât 24-25).
Kelime-i şehâdet, sanıldığı gibi son-anda yapılması
ile değil, ilk-başta yapıldıktan sonra, tüm hayat-boyu gereğinin yerine getirilmesiyle
anlam kazanır. Son nefeste kelime-i şehâdet getirmenin, “son dakîka îmânı” gibi
olacağından, bir faydası olmaz. Fakat son nefese kadar kelime-i şehâdet
getirmek mü’minin nişanıdır.
Tasavvuf, îman ile küfür, ahlâk ile ahlâksızlık
arasındaki sonsuz uçurumu yok eden bir sapıklıktır. İyi ile kötü, cennet ile
cehennem aynı şeydir tasavvufta ve İbn-i Arâbi’de.
Evet; hiç kimse Firavun gibi yaşayıp da Mûsâ gibi bir
âkıbet beklemesin.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Temmuz
2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder