“Sana neyi infâk edeceklerini sorarlar. De ki: İhtiyaçtan
artakalanı. Böylece Allah, size âyetlerini açıklar; umulur ki
düşünürsünüz” (Bakara 219).
Kur’ân boyunca servet ile
ilgili ifâdeler sürekli olarak olumsuz anlamda kullanılmıştır. Yâni birilerinde
servetin birikmesi hoş karşılanmamıştır. Zîrâ bir kişide servetin olması ve
birikmesi, diğerinde olmaması ve hattâ çok az olması anlamına gelir ki bu durum
toplumda bir eşitsizliğin, adâletsizliğin ve çeşitli uçurumların oluşmasına
neden olacağından, toplum kendi arasında barış içinde yaşayamaz, toplum içinde
bir kardeşlik kurulamaz ve fitne yayılır gider ve hem her türlü ahlâksızlık hem
de her türlü uçurum giderek büyür ve önü alınamaz çatışmalar baş gösterir. Yâni
toplumda bir nifak başlar. Zîrâ infâk yoktur ve infâkın sonucunda ekonomik bir
adâlet oluşmamıştır. “İnfâk olmadığında nifâk olur” sözü gereğince toplumda
nifâk baş gösterir.
Kur’ân boyunca kullanılan
servet âyetleri, “iniş sırası”na göre şöyledir:
“Yalanlamakta olan nîmet (refah ve servet) sâhiplerini
sen bana bırak ve onlara az bir süre tanı” (Müzzemmil 11).
“Ki Ben ona, alabildiğine çok mal (servet) verdim” (Müddesir 12). “Sonra,
daha arttırmam için tamah eder (doyumsuz istekte bulunur). Hayır; çünkü o,
Bizim âyetlerimize karşı kesin bir inatçıdır” (Müddesir 15-16).
“Mal (servet) ve çocuklar sâhibi oldu diye
(böbürlenen) (Kalem 14).
“(Mal, mülk ve servette) Çoklukla övünmek, sizi tutkuyla
oyalayıp kendinizden geçirdi” (Tekâsür
1).
“(Durmaksızın mal ve servet) toplayıp bir yerde
(üst-üste) yığmakta olanı” (Meâric
18).
“Ve onların mallarında belirli bir hak vardır: Yoksul
ve yoksun olan(lar)için” (Meâric
24-25).
“Burcun üstündeki adamlar, yüzlerinden tanıdıkları
(ileri gelen bir-takım) adamlara seslenerek derler ki: “Ne (güç ve servet)
toplamış olmanız, ne büyüklük taslamanız (istikbârınız) size bir yarar
sağlamadı” (A’raf 48).
“Kendilerinden önce nice nesilleri yıkıma
uğrattığımızı görmüyorlar mı?. Sizi yerleşik kılmadığımız bir biçimde onları
yeryüzünde (büyük bir güç ve servetle) yerleşik kıldık; gökten üzerlerine
sağanak (bol yağmurlar) yağdırdık, nehirleri de altlarından akar yaptık. Ama
günahları nedeniyle onları yıkıma uğrattık ve arkalarından başka nesiller (inşâ
edip) vâr ettik” (En-âm 6).
“Onlara peygamberleri dedi ki: Allah size Talût’u
(melik olarak) gönderdi. Onlar: Biz hükümdarlığa, ona göre daha çok hak sâhibiyken
ve ona bir mal (servet) bolluğu verilmemişken, nasıl bizi (yönetmek üzere) hükümdarlık
(mülk) onun olabilir? dediler. O (şöyle) demişti: Doğrusu Allah size onu seçti
ve onun bilgi ve bedenî gücünü arttırdı. Allah, kime dilerse mülkünü verir;
Allah (rahmeti ve gücü) geniş olandır, bilendir” (Bakara 247).
“Allah’ın o (fethedilen) şehir halkından Resûlü’ne
verdiği fey, Allah’a, Resûl’e, (ve Resûl’e) yakınlığı olanlara, yetimlere, yoksullara
ve yolda kalmışlara âittir. Öyle ki (bu mallar ve servet) sizden zengin
olanlar arasında dönüp-dolaşan bir devlet (güç) olmasın. Resûl size ne
verirse artık onu alın, sizi neden sakındırırsa artık ondan sakının ve
Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah cezâsı (ikâbı) pek şiddetli olandır” (Haşr 7).
“Allah’ın, bol ihsânından kendilerine verdiği
şeylerde cimrilik edenler, bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar
Hayır; bu, onlar için şerdir; kıyâmet günü, cimrilik ettikleriyle
tasmalandırılacaklardır. Göklerin ve yerin mîrâsı Allah’ındır. Allah
yaptıklarınızdan haberi olandır” (Âl-i
İmran 180).
“Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir
dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız ve tanışmanız için sizi halklar ve
kabîleler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim)
olanınız, (ırk, renk, soy ve servetçe değil) takvâca en ileride olanınızdır.
Şüphesiz Allah bilendir, haber alandır” (Hucurât
13).
“..Altını
ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda “infâk etmeyenler”... Onlara acı
bir azâbı müjdele” (Tevbe 34).
“Allah’a îman edin, O’nun elçisi ile cihada çıkın’
diye bir sûre indirildiği zaman onlardan servet-sâhibi olanlar, senden
izin isteyip: ‘Bizi bırakıver, oturanlarla birlikte olalım’ dediler. (Savaştan)
geri kalanlarla birlikte olmayı seçtiler. Onların kâlpleri mühürlenmiştir. Bundan
dolayı kavrayıp-anlamazlar” (Tevbe
86-87).
Demek ki Kur’ân’da, “insanların
zannettiğinin aksine- zengin olmanın hem çok iyi bir şey olmadığını, hem de
ağır bir sorumluluğu olduğu söylenir. Bu nedenle İslâm’i ölçülere göre
belirlenmiş olan kişi-başı 4.000 dirhem yâni 1.200 gram gümüş -ki günümüzde
ortalama 18.000 TL yapar- zenginliğin üst sınırıdır. Bu miktardan fazla bir
paranın gerçek bir ihtiyaç (ev-araba-evlilik-eşyâ-iş) dışında elde tutulması
câiz değildir. Bu nedenle Peygamberimiz: “Elinizde kullanmadığınız 4.000 bin
dirhemden fazla para tutmayın, ateştir” der.
Peki Allah neden servette bir tehlike görüyor?. Çünkü
servetin özünde, birilerinin elinde tekelleşme meyli vardır. Modernizm ile üretimin
mekanik bir görünüm alarak sanâyileşme ve fabrikalaşmayla birlikte yatırımlar
çok büyük sermâyelere ihtiyaç duymaya başlar. Fabrika sermâye birikiminin
merkezini oluşturur. Fabrikaya yalnızca sınırlı sayıda sermâyedar yatırım
yapabileceği için, sermâye belli ellerde birikmeye başlar. Allah Kur’ân’ın
çeşitli yerlerinde servetin yol açtığı sonuçları şöyle açıklar:
Servet (mal-mülk), insanı
katılaştırır:
“Gerçekten
insan, Rabbine karşı nankördür. Ve gerçekten, kendisi buna şâhiddir. Muhakkak
o, mal-sevgisinden dolayı çok katıdır” (Âdiyat 6-8).
Servet, kişiyi şımartıp
cimrileştirir:
“Biz,
ona öyle hazîneler vermiştik ki, anahtarları, birlikte (taşımaya) davranan
güçlü bir topluluğa ağır geliyordu” (Kasas 76). “Ancak
şımarıp cimrilik etmesi nedeniyle şımardı. (Şımarması
kaçınılmazdı, çünkü mal, insanı şımartır) “Sonunda onu da, konağını da yerin dibine geçirdik.
Böylece Allah’a karşı ona yardım edecek bir topluluğu olmadı. Ve o,
kendi-kendine yardım edebileceklerden de değildi” (Kasas
81).
Hz. Hûd zenginlerin gösteriş
için yaptığı yüksek binâları şu şekilde eleştirir: “Siz, her yüksekçe yere bir anıt inşâ edip (yararsız bir şeyle)
oyalanıp eğleniyor musunuz?” (Şuârâ 128).
Servet, insanı oyalar:
“(Mal,
mülk ve servette) çoklukla övünmek, sizi tutkuyla oyalayıp kendinizden
geçirdi. Öyle ki (bu), mezarı ziyâretinize (kabre gidişinize) kadar sürdü” (Tekâsür 1-2).
Servet, insanı
dirâyetsizleştirir:
“İnsan, hayır (mal, mülk, genişlik) istemekten
usanmaz. Fakat başına bir kötülük gelince umutsuzluğa düşer, yıkılır” (Fussilet 49).
Servet, insanı görevlerinden
uzaklaştırır:
“Kendilerinden önce nice nesilleri helâk ettiğimizi
görmediler mi?. Yer-yüzünde size vermediğimiz imkânları onlara vermiştik.
Onlara gökten bol-bol yağmur indirmiş, altlarından ırmaklar akıtmıştık. Fakat
onları günahlarından dolayı helâk ettik. Ve kendilerinden sonra başka bir nesil
yarattık” (En-âm 6).
Servet, insanı kibirli
yapar:
“Derken onun büyük bir serveti oldu.
Arkadaşıyla konuşurken ona dedi ki: Benim malım seninkinden daha çok.
Adamlardan yana da senden daha üstünüm” (Kehf
34).
“Derken bütün serveti helâk edildi.
(Yıkılmış) çardakları üzerine çökmüş hâldeki bağına yaptığı harcamalar
karşısında ellerini oğuşturuyor ve şöyle diyordu: Keşke Rabbime hiç-bir kimseyi
ortak koşmasaydım”
(Kehf 42).
Servet,
insanı kıskanç yapar:
“Kârûn, zîneti ve görkemi içerisinde
kavminin karşısına çıktı. Dünyâ-hayâtını arzu edenler, Keşke Kârûn’a
verilen (servet) gibi bizim de (servetimiz) olsaydı. Şüphesiz o büyük bir
servet sâhibidir dediler” (Kasas 79).
“Medyen (halkına da) kardeşleri Şuayb’ı (elçi
gönderdik). Dedi ki: ‘Ey kavmim, Allah’a ibâdet edin, O’ndan başka ilahınız
yoktur. Ölçüyü ve tartıyı eksik tutmayın; gerçekten sizi bir bolluk ve refah
içinde görüyorum. Doğrusu sizi çepeçevre kuşatacak olan bir günün azâbından
korkuyorum. Ey kavmim, ölçüyü ve tartıyı -adâleti gözeterek- tam tutun ve
insanların eşyâsını değerden düşürüp eksiltmeyin ve yeryüzünde bozguncular
olarak karışıklık çıkarmayın. Eğer mü’minseniz, Allah’ın bıraktığı (helâl
işlerden olan kazanç) sizin için daha hayırlıdır. Ben üzerinizde bir
gözetleyici değilim’. Dediler ki: Ey Şuayb, atalarımızın taptığı şeyleri
bırakmamızı yada mallarımız konusunda dilediğimiz gibi davranmaktan
vazgeçmemizi senin namazın mı emrediyor?. Çünkü sen, gerçekte yumuşak
huylu, aklı başında (reşid bir adam)sın” (Hûd 84-87).
Hz. Şuayb, kavminin bolluk
içinde olduğunu -ki bu bolluk haksız ticâret kazancından oluşmuştu- ve bu
nedenle de bunun sonunda azâbın kaçınılmaz olacağını görüyor ve söylüyor. “Haddinden
fazla olan kazanca haksızlığın karışmaması imkânsızdır” denmek isteniyor. Aşırı
kazancın doğasında vardır haksızlık. Haksızlık yapılmadan aşırı kazanç
sağlanamaz. “Çok mal haramsız, çok laf yalansız olmaz” dedikleri şey budur.
Allah’ın koyduğu ölçüler içindeki sınırlı kazanç insan için daha hayırlıdır.
Böylelikle hem Dünyâ’da hem de âhirette
iyiliklerle karşılaşılır. Kavminin cevâbı ise; “Niye böyle davranmayalım?, istediğimiz
gibi davranamayacağımızı senin namazın; yâni dînin, îmânın, inandığın sistem mi
söylüyor?. Bu çok ağır bir şey. Oysa sen daha önceden böyle ağır sözler söylemezdin”
diyorlar. Haksız kazançtan dolayı edindikleri servetten vazgeçme düşüncesi
karşısında dehşete düşüyorlar. Demek ki belli bir miktardan fazla olan servet
ve bolluk içinde olmak, haksızlıkla birlikte oluyor. Bu durum toplumda
uçurumlar meydana çıkarıyor. Hele ki bunu namaz kılanların yapması çok ilginç.
Zîrâ Hz. Şuayb’ın servete (bolluk ve refaha) karşı çıkması, kıldığı namazın bir
gereği idi. Kıldığı namaz ona böyle bir kazancın hiç de adâlete uygun bir
kazanç olmadığını öğretirken, birileri hem namaz kılıyorlar, hem de haksız
ticâret ile köşe dönüyorlar. Yada en azından bunun hayâlini kuruyorlar.
Bahsedilen
mal oranı, “ihtiyaçtan fazla olan mal” için geçerlidir. Yoksa mal-sâhibi olmak
insan için zorunludur. Zîrâ insan çeşitli ihtiyaçlara sâhip bir varlıktır.
Para kazanma/biriktirme
hırsıyla çabalamanın sonu yoktur. Bu yola müptelâ olmuş insanlar bir-zaman
sonra delirerek “şeytan çarpmış”a dönerler. Şu da bilinmelidir ki, insanlık
târihinde hiç-bir insan, tatmin olabileceği bir mal biriktirememiştir.
İslâm’ın servet hakkındaki
hükmü, “Kur’ân’ın Kur’ân’ı tefsiri” sadedinde âyetlerin şu sıralamasıyla idrâk
edilebilir:
“Orada (yerde) onun üstünde sarsılmaz dağlar vâr
etti, onda bereketler yarattı ve isteyip-arayanlar için eşit olmak üzere
oradaki rızıkları dört günde takdir etti” (Fussilet 10).
“Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: Onlarda hem
büyük günah, hem insanlar için (bâzı) yararlar vardır. Ama günahları
yararlarından daha büyüktür. Ve sana neyi infâk edeceklerini sorarlar. De
ki: İhtiyaçtan artakalanı. Böylece Allah, size âyetlerini açıklar; umulur
ki düşünürsünüz” (Bakara 219).
“Allah rızıkta kiminizi kiminize üstün kıldı; üstün
kılınanlar, rızıklarını ellerinin altında bulunanlara onda eşit olacak
şekilde çevirip-verici değildirler. Şimdi Allah'ın nîmetini inkâr mı
ediyorlar?” (Nâhl 71).
“Ey îmân edenler, gerçek şu ki, (yahudi)
bilginlerinden ve (hristiyan) râhiplerinden çoğu, insanların mallarını
haksızlıkla yerler ve Allah’ın yolundan alıkoyarlar. Altını ve gümüşü
biriktirip de Allah yolunda harcamayanlar... Onlara acı bir azâbı müjdele” (Tevbe 34).
“Allah’ın, bol ihsanından kendilerine verdiği
servette cimrilik edenler, bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar.
Hayır!; bu, onlar için şer’dir; kıyâmet günü, cimrilik ettikleriyle
tasmalandırılacaklardır. Göklerin ve yerin mîrâsı Allah’ındır. Allah
yaptıklarınızdan haberi olandır” (Âl-i
İmran 180).
Hz.
Îsâ’nın şu sözleri, servete olan düşkünlüğü frenlemesi açısından önemlidir:
“Îsâ
öğrencilerine dedi ki; “Zengin kişi göklerin hükümranlığına güçlükle girecektir. Yine size
derim ki, devenin iğne deliğinden geçmesi, zengin kişinin Tanrı’nın
hükümranlığına girmesinden daha kolaydır” (İncil-Matta 19/23-24).
“Îsâ
gözlerini öğrencilerine kaldırarak; “Ne mutlu siz yoksullara!” dedi. “Çünkü
Tanrı’nın hükümranlığı sizindir. Ama vay hâlinize ey zenginler!. Çünkü
tesellinizi bu dünyâda almış bulunuyorsunuz” (İncil-Luka 6/21,24).
Seyyid Kutup; “İslâm kazancın ve mülkiyetin temelinde sâdece ‘emek’
aramaktadır” der. O hâlde, kişinin gücü-aklı sınırsız olmadığı için sınırsız
emek harcayamayacağına göre, servet de sınırsız olamaz ve sınırlı olmalıdır.
Necip Fâzıl: “Allah’ın on
pulunu bekleye dursun on kul; Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul”
diyerek Dünyâ’daki adâletsiz ekonomik durumu vecîz bir dille anlatır.
Peygamberimiz bir hadisinde
şöyle der: “Allah zengin müslümanların servetinden, fakirlerin ihtiyaçlarını
karşılamak için bir pay ayırmıştır. Zîrâ fakirler ancak zenginlerin hatâları sebebiyle
aç ve çıplak kalırlar” (Taberânî, el-Mucemu’s-saîr, 453).
Evet; yağma olmadan yığma ol(a)maz.
Yığanlar, yağmalayanlardır. Yağmalanan mal ise, halkın emeği ve malıdır.
Hârûn’a câiz olmayan şey
Kârun’a da câiz değildir vesselam.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn
Görmüş
Temmuz 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder