“..Bilin ki gerçekten Allah takvâ sâhipleriyle berâberdir” (Tevbe 123).
İnsanlar iki şeye göre yaşarlar; ya
hazlarına-nefislerine göre, yada takvâya göre. Yâni ya hevâ ve heveslerine
göre, yada ilkelerine, değerlerine göre -ki ilâhi ilkeler ve değerlerdir
bunlar- göre yaşarlar. Hazza göre yaşamak; “nefse-çıkara göre, sonsuz ve
sınırsızca tek-dünyâlı olarak yaşamak”la; takvâya göre yaşamak ise; “vahye, peygambere,
ilkelere, değerlere, iyiliğe, ferâgate, -çift dünyâ’lı olarak- Dünyâ ve âhirete,
cennete, yâni Allah’a göre yaşamak”la olur. Allah takvâya göre yaşayanları
destekler ve cennetini onlara ayırdığını söyler:
“Rabbinizden
olan mağfiret ve eni göklerle yer kadar olan cennete (kavuşmak için) yarışın; o,
muttakîler için hazırlanmıştır” (Âl-i
İmran 133).
İnsanlık son 200 yıldır, “takvâya göre yaşamak”tan
vazgeçti ve “hazza göre yaşama”nın yolunu başlattı ve onu sürdürmektedir. Hazza
göre yaşamak, vicdânın üstünü örtmekle olur ancak. Zîrâ vicdan hazza değil
takvâya dönük bir hayâtı arzular. Fakat modernizm, vicdânı tokatlaya-tokatlaya
onu sindirdi ve bir haz ve hevâ-heves uygarlığı başlattı. Bu çirkef hayâtı sürdürebilmek
için “doğal olan”dan çıkması gerekiyordu ve çıktı. Fakat doğal olandan çıkınca nefis
azgınlaştı ve doymak bilmez bir duruma geldi. Haz-merkezli hayâtı seçenler ve yaşayanlar
bu doymak bilmez durumdan sonra daha fazla haz istemeye başladılar. Haz durduğu
yerde durmaz ve bir-türlü doymak bilmez ve hep yenisini ve daha fazlasını ister
çünkü.
İşte bu “haz uygarlığı”nı başlatan batı’ya kendi
kaynakları zamanla yetmedi. Fakat haz durmuyordu ve sürekli istiyordu. Bu nedenle
hazlarını tatmin edecekleri batı-dışı dünyâya yöneldiler ve onlara da
haz-merkezli bir dünyâ dayatmak istediler. Nefsi ağır basanlar bunu hemen kabûl
etti ama nefsine sâhip olanlar bunu kabûl etmeyince, hazlarının tatmini için
soygunculuk bile yapabilecek olan batı bu soygunculuğu yaptı-yapıyor ve bunun
netîcesine de askerî ve ekonomik olarak zenginleşti-zenginleşiyor. Bu
zenginlikle batı-dışı toplumları ya seve-seve yada zorla hem kendi uyarlıklarına
soktular hem de kendilerinin hazlarını tatmin edecek hâle getirdiler. Zâten haz-merkezli
batı’nın şu-anda savaştıkları toplumlar, haz-merkezli batı uygarlığını kabûl
etmeyenlerdir. Bu toplumlar alternatif bir dünyâ kurmak istedikleri için batı’lılar
onlarla savaşıyor. Fakat alternatif bir dünyâ kurmak, ancak takvâ-merkezli
olursa iyi ve yararlı olacaktır. Aksi-hâlde belki daha az ama farklı bir zulme
dönecektir.
Batı-dışı dünyâ yenilmişti ve tekrar gâlip gelmek
için hazza değil, takvâya dönmeliydi. Fakat bu dirâyeti çeşitli sebeplerle
ortaya koyamadılar. Haz-merkezli uygarlığa en çok müslümanların katılması umut-kırıcı
oldu. Haz-merkezli uygarlığa müslümanların büyük bir kesimin katılması ve
ideolojilerini buna göre belirlemeleri, hem Dünyâ’nın ahlâkını bozdu hem de
haz-merkezli dünyâyı kuranları daha da güçlendirdi. O gün bu gündür de Dünyâ’da
bed-bereket kalmadığı gibi, bir huzur da yoktur. Zâten haz, huzur değildir.
İnsanları mutlu etmez, geçici zevkler verir sâdece. Fakat haz, insanı alttan-alta
çürütüp zamanla bitirmeye başlar ve her türlü çirkeflik günümüzde görüldüğü
üzere ayyuka çıkar.
Haz, “kısa-vâdeli olan”dır. Zâten ebedî yaşama göre
kısa bir süre olan Dünyâ’da olur. Artık çok küçük istisnâlar dışında takvâ-merkezli
yaşamak düşüncesi yoktur. Haz-merkezli hayat pragmatiktir yâni çıkara
dayalıdır. Haz-merkezlilik, sonunda çıkarı olmayanı değersiz olarak kabûl eder.
Takvâ-merkezli yaşam ise ilkeseldir ve çıkara dayanmaz. Günümüzde artık
insanlar kısa-vâdeli (dünyevî) kazanımlar ve hazlar peşindeler ve uzun-vâdeli
(cennet) kazanımlara yâni takvâya yönelmemektedirler. Atasoy Müftüoğlu:
“Kısa-vâdeli, pragmatik kazanımların mücâdelesi, uzun vâdeli, ilkesel,
yapısal/hayâti mücâdelelerin yerine geçiyor” der.
Haz-merkezli hayat “nefs-merkezli” olduğundan ve “insan”
demenin yarısı nefs demek olduğundan, insan “nefse dönük olan”a çabuk alışıyor
ve imtihan gereği daha zor olandan yâni takvâ-merkezli olandan hem uzak duruyor
hem de bu minvâlde yaşamaktan çabuk kopuyor. Hele ki “karşı tarafın” gücü görece
büyük ise.
Fakat yine de her-şey bitmiş değildir ve “bilginin
kaynağı Kur’ân” ve “eylemin kaynağı olan sünnet” hâlen elimizdedir ve okunmak
ve yaşanmak için dirâyetli ve takvâlı kişileri beklemektedir. Aynen Peygamber
ve sahabe örnekliğinde olduğu gibi; müttakîler tarafından kurulacak
takvâ-merkezli bir toplum ile başlatılacak olan takvâ-merkezli bir yapılanma,
düşünsel ve eylem olarak Dünyâ’nın altını üstüne getirip, durumu tersine
çevirecek ve insanların fıtratlarına ve yaratılışlarına uygun olan o
yaşam-şekli yeniden Dünyâ’da hâkim olabilecektir. Takvânın böyle bir
potansiyeli vardır ve muhtaç olunan kudret müttakîlerin kâlplerinde fazlasıyla
mevcuttur. Bu kudret bir-an önce kullanılmayı beklemektedir. Aksi-hâlde, görüldüğü
gibi durum günden-güne kötüleşmektedir ve zaman da iyice, “tersine çevrilemeyecek
duruma” doğru gitmektedir. Müslümanlar bir şeyler yapmazlarsa -ki açıkça
söyleyelim, bu büyük özveriler ve güçlü vazgeçişler gerektirir-, yakın zamanda
yeryüzünde “hakkıyla Allah diyen” kalmayacak ve “fesad” ve ardından “yıkılış”
başlayacaktır. İşin kötüsü, son saatten sonra da işler yoluna girmeyecek ve insanların
büyük çoğunluğu, yaptıklarının bir karşılığı olarak sonsuz sıkıntılara mâruz
kalacaktır.
Bu nedenle insanlığı kurtaracak olan şey takvâdır,
müttakîlerdir. Bilinmelidir ki aslında haz sûni bir şeydir ve örümcek-evi gibi
çok dayanıksızdır. Bu nedenle haz-merkezli bir yapı kolay ve çabuk
çökertilebilir. Takvâ ise Dünyâ’yı yerinden oynatabilecek güçtedir. İşte bu nedenle
müttakîlerin çoğalması ve amele-eyleme geçmesi kaçınılmazdır. Aksi-takdirde
Dünyâ’da rezillik, ahirette de sonsuz cehennem bizi beklemektedir.
“Şüphesiz (güzel olan) sonuç takvâ sâhiplerinindir” (Hûd 49).
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Temmuz 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder