“Onlar,
Allah’ı bırakıp bilginlerini ve râhiplerini rabler (ilahlar) edindiler ve
Meryem oğlu Mesih’i de.. Oysa onlar, tek olan bir ilah’a ibâdet etmekten başka
bir şeyle emrolunmadılar. O’ndan başka ilah yoktur. O, bunların şirk koştukları
şeylerden yücedir” (Tevbe 31).
Bu âyetin bağlamında şu rivâyet çok meşhûrdur:
“Adiyy bin
Hatim’den rivâyet edildiğine göre o şöyle söylüyor: “Bir-gün Peygamberin yanına
gittim; o sırada Peygamber Tevbe Sûresi’ni okuyordu. 31. âyete gelince; ‘Allah’ın
dışında hahamları ve râhipleri Rabler edindiler’ dedi”. Ben, ‘Ey Allah’ın
Resûlü, bizler onları Rabler edinmiyorduk’ dedim. Resûlullah buyurdu ki: ‘Aksine!. Onlar size Allah’ın
haram (müsaade etmediğine) kıldıklarını helâl (müsâit), helâl (müsaade
ettiğine) kıldıklarını da haram (yasak) kılarken sizler onlara itaat etmiyor
muydunuz’. Ben de, ‘evet, kabûl
ediyoruz, çünkü onlar dînî konularda yetkili kişilerdir’ dedim. Sonra şöyle buyurdu: “İşte
bu, sizin onları Rab edinmenizdir” (Sünen-i Tirmizi. 3095 no’lu hadis).
İnsanlık târihi boyunca sürekli olarak iki çeşit din
yürürlükte olmuştur. Allah-merkezli ve insan-merkezli din. Allah-merkezli dîni
vahiy belirlerken, insan-merkezli dîni nefs, hevâ ve heves belirler.
İnsan-merkezli dînin ilk temsilcisi Kâbil; vahiy-merkezli dînin ilk temsilcilerinden
biri ise Hâbil’dir. Yâni Hz. Âdem’in iki oğlu. İnsan-merkezli dînin
müntesiplerinin hedefi Dünyâ iken, vahiy-merkezli dînin müntesiplerini hedefi
ise âhirettir. Dünyâ geçici olduğundan insan-merkezli dînin bağlıları “Dünyâyı
ıskalamamak” için ve Dünyâ’dan dibine kadar faydalanabilmek için, -her türlü
şerefsizlik de dahil- her şeyi yapabilirlerken ve bu nedenle kendilerini
tutmazlarken; vahiy-merkezli dînin bağlıları ise sonsuz âhiret bilinci ile
kendileriyle Dünyâ arasına bir mesâfe koyarlar ve kendilerini tutarlar. Vahiy-merkezli
din, zâten bir “kendini tutma dîni”dir. İnsan-merkezli din ise “kendini tutmama
dîni”.
Tâ ilk baştan bêri bu şekilde süregelen karşıtlık
kıyâmete kadar devâm edecektir. Fakat Allah, insan-merkezli değil de, vahiy-merkezli
dînin yeryüzünde hâkim olmasını ister:
“Allah,
içinizden îmân edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara va’detmiştir: Hiç
şüphesiz onlardan öncekileri nasıl güç ve iktidâr sâhibi kıldıysa, onları da
yer-yüzünde güç ve iktidâr sâhibi kılacak, kendileri için seçip beğendiği
dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından
sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler ve
bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır.
Dosdoğru namazı kılın, zekatı verin ve elçiye itaat edin. Umulur ki, rahmete
kavuşturulmuş olursunuz” (Nûr
55-56).
Allah son Peygambere kadar sık-sık peygamberler ve
vahiyler göndererek, Dünyâda vahiy-merkezli din aleyhine bozulan ve insan-merkezli
olana kayan fesadı düzeltmiştir ve vahiy-merkezli dîni hâkim kılmıştır. Çünkü
Allah, vahiy-merkezli dinden râzıdır. Son Peygamber Hz. Muhammed ile de bunu
kemâle erdirmiştir. Artık insanların örnek alacağı bir Peygamber (sünnet) ve
danışabileceği bir Kitapları (Kur’ân) vardır ve bu ikisine sıkı-sıkı sarıldıkları
müddetçe vahiy-merkezli din, insan-merkezli dîne (hümanizm) üstün olacaktır ve
Dünyâ barış yurdu olacaktır.
Aydınlanma, Sanâyi devrimi ve Fransız Devrimi’ne
kadar genelde üstün olan vahiy-merkezli din, bu zamandan sonra “insan-merkezli
olan”a dönerek dîni resmîleştirip, insanları biraz da zorlayarak mecbûren bu
resmî dîne sokmuştur ve de buna devâm etmektedir. Batı’nın başlattığı bu
değişime bir zaman sonra müslümanlar da katılmışlardır. Bu katılım ilk başta
zoraki olmuş fakat daha sonra da nefse dönük olan insan-merkezli bu dîne yâni resmî
dîne seve-isteye katılmışlardır. Artık “bizim mahallenin” müslümanları bile resmî
dînin mensuplarıdırlar. Hem de resmî dinde vahiy-merkezli dîne göre bir çok
zıtlıklar olmasına rağmen. Sözde vahiy-merkezli dîni savunuyorlar ama bu çok
önemli ve yararlı olmuyor. Zîrâ eylemde-amelde-davranışta ve artık düşünce ve
inanışta bile resmî dînin tarafındadırlar. Öyle ki, bu uğurda vahiy-merkezli
dîni, binbir türlü sorgulamalara tâbi tutarlarken, resmî dîne en ufak bir
eleştiri bile getiremiyorlar ki îtirâz ve isyân edebilsinler.
Resmî din ile vahyî din arasında bir-çok zıtlıklar
vardır. Meselâ resmî dinde sigara-içki-kumar-zînâ-fâiz-rant ve bâzı ticâri yalanlar
ve iftirâlar serbest iken, vahiy-merkezli dinde ise bunlar bir fitne ve
pisliktir. Resmî din insanların üzerine öyle bir çökmüştür ki, onlar artık resmî
dînin her dediğini sorgulamadan kabûl etmektedirler. Resmî din, vahyî dînin
aşırı yoruma tâbi tutularak fesatlaşmış ve bozulmuş şeklidir ve tüm peygamberler
ve vahiy zâten bu durumu düzeltmek için gönderilmiştir. Resmî dinde de
namaz-oruç-hac-kurban-zekat vs. vardır ama vahyî dinde anlatıldığı gibi değil, resmî
dinde istendiği ve söylendiği gibi. Resmî din “devletin dîni”dir ve lâiktir.
İçine vahyî karıştırmaz ve rivâyetlerle yürütülür. Sekülerdir, yâni din olacak
ama devletin önüne geçmeyecek. Devletin işine çomak sokacak olan hükümler,
emirler ya aşırı yoruma tâbi tutularak yada baskılanarak işlevsiz hâle
getirilecektir. Oruç ve oruç vakti üzerinden şöyle bir örnek vermek istiyoruz:
Bilindiği gibi tüm insanlık boyunca oruç ibâdeti
vardır ve Kur’ân’da bu şu şekilde söylenir:
“Ey îman
edenler, sizden öncekilere yazıldığı gibi, oruç, size de yazıldı (farz kılındı).
Umulur ki sakınırsınız” (Bakara 183).
Orucun vaktini yâni günün hangi aralığında
tutulacağını belirten âyet ise şudur:
“…Fecir
vakti, sizce beyaz iplik siyah iplikten ayırd edilinceye kadar yiyin için,
sonra geceye kadar orucu tamamlayın….” (Bakara 187).
Âyetin de söylediği gibi oruç, fecr ile başlar. Fecr
vaktinin ne olduğunu merâk edenler, internete “fecr vakti” yazdıklarında
görecekleri resimlerde “günün aydınlanmaya başladığı zaman”ı görürler. Vahyî dînin
“siyah iplik beyaz iplik” ayrımı diye söylediği oruca başlama zamânı budur.
Fakat resmî dîne göre oruç, bu vakitten yaklaşık 65-70 dakîka önce başlar. Resmî
dîne göre imsak vaktini belirten ezan okunduğunda, her taraf daha
kapkaranlıktır ve ortada siyah yada beyaz iplik ayrımı yapılabilecek bir durum
yoktur. Oruç açma yâni iftar zamânında da bir fark vardır fakat resmî dînin
iftar zamânı ile vahyÎ dînin iftar zamânında 6-7 dakikalık bir fark olduğundan,
ondan pek bahsetmek istemiyoruz. Tabi aslında bu da önemli bir durumdur, çünkü aslolan
vahyî dînin dediğidir. İftar vaktinde de aslında Güneş batmasına rağmen hâlen
ezan okunmaz ve insanlar özeklikle yazın uzun günlerinde bir 6-7 dakîka daha
bekletilir. Güneş batmıştır ve iftar vakti girmiştir ama resmî dînin
sözcülüğünü (sâdece sözcülüğünü) yapan diyânetin keyfi beklenmektedir 6-7 dakîka
daha. Fakat çok ilginçtir ki, insanlar bu duruma cehâletlerinden dolayı îtirâz
etmezler ve hattâ doğrusunu delilleriyle gösterdikten sonra bile kabûl etmezler
ve 70 dakîka erken başladıkları orucu 7 dakika da geç açarlar. Hem de sâniyesi
sâniyesine. Vahyî dînin dediklerini yâni emirlerini savsaklayanlar ve
doğru-düzgün yerine getirmeyenler, resmî dînin emirlerini ise mutlak anlamda
îtirâzsız olarak yerine getirirler. Herhâlde bu, Allah’ın, vahyî dinden ayrılanlara
ve resmÎ dinlere kapılanlara bir cezâsıdır.
Cezâ kendi türünden olur ne de olsa.
Bu durumun yanlışlığını söylediğinizde, “herkes oruca
70 dakîka önceden başlarken ve 7 dakîka sonra açarken yanlış mı yapıyor yâni”
îtirâzı ile karşılaşırsınız. Sanki çoğunluğun yaptığı şey her zaman doğruymuş
gibi. Vahyî dîne bakılırsa çoğunluğun yaptığı şeyler genelde yanlıştır. Kur’ân
boyunca çoğunluğun yaptığı şeyin yanlış olduğunun söylendiği görülür ki bunun
en meşhûr âyeti En-âm 116’dır:
“Yeryüzünde
olanların çoğunluğuna uyacak olursan, seni Allah’ın yolundan
şaşırtıp-saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar ve onlar ancak zan ve tahminle
yalan söylerler” (En-âm 116).
Eğer bir yerde büyük çoğunluk hiç araştırmadan ve
îtirâz etmeden bir şeyi harfi-harfine yerine getiriyorsa, yaptıkları şeyler çok
büyük oranda yanlıştır. Aslında çoğunlukların kitlesel yanlışlarını resmî din
müntesipleri de bilir. Meselâ bir partiye oy veren 5 milyon 10 milyon kişi
yanlış yapıyor olabilir ve bunu resmî din müntesipleri de görüyor olabilir. 10
milyon, 20 milyon kişi hep birlikte bir partiye oy vererek kendileri için kötü
bir iş yapmış olabilirler ki bunun târihte bir-çok örneği vardır. Yine, milyonlarca
kişinin sigara içmesi doğru bir şey midir ki?. Kitlesel olarak yapılan şeyler
genelde “sürü psikolojisi” ile yapıldığından yanlıştır ve bilindiği gibi, eğer
koyun sürüsü içinden bir koyun uçuruma atlarsa, arkasından diğer koyunlar da
atlar. Sürü psikolojisi budur işte. Oy kullanmak da bu bağlamda bir sürü
psikolojisidir.
Verdiğimiz örnekler ve verilebilecek başka bir-çok
örnekler gibi, kitlelerin hep birlikte kesin yanlış olarak yaptıkları bir-çok
şey vardır. Bunu resmî dînin sâhipleri olan iktidarlar o şekilde istediği için
yaparlar. Zîrâ resmî dînin felsefesi “sürü psikolojisi”dir ve resmî din zâten bu
felsefeden beslenir.
Peygamberler ve vahiy, resmî dîni vahyî dîne
dönüştürmek için gönderilmişlerdir. Çünkü insanlar ancak resmî din yerine vahyî
dîni hayâta hâkim kıldıklarında cehâletten, zulümden ve acıdan kurtulacaklar ve
mutlu olabileceklerdir.
Evet; Peygamberimizin, ortadan
kaldırıp yok etmek için gönderildiği din, şu-anda da yaşanan “resmî din” idi.
En doğrusu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Temmuz
2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder