9 Ekim 2016 Pazar

Resûl ve Nebî Arasında Fark Var Mı?


“Kitapta Mûsâ’yı da an!. Gerçekten o ihlâs sâhibi idi ve hem resûl hem de nebî (resûlen nebîyyen) idi” (Meryem 51).

 

Müslümanlar arasında sürekli tartışılan konulardan biri de, resûl ve nebî’nin ayrı anlamlarda olup-olmadığı konusudur. Bu bağlamda çeşitli görüşler ortaya konmuştur fakat ortaya atılan iddiâlar “Kur’ân bütünlüğü”nden bakıldığında tutarlı değildir. Resûl ve nebî arasında fark olduğunu söyleyenlerin delilleri, “Kur’ân bütünlüğüne” uygun değildir. Bir-kaç âyetten yola çıkarak öyle bir farkın olduğu sonucuna varıyorlar. Fakat bunu “sünnetten kopuk” olarak inceledikleri için mecbûren yanlış sonuçlara varıyorlar. Çünkü bir iddiâ, bir tez; Kur’ân’ın tüm âyetlerine uysa, fakat “sâdece birine uymasa ve aykırı olsa” bile, o iddiâ ve tez yine de yanlış olur. Çünkü Kur’ân bir organizma gibidir ve onun, değil bir âyetini, bir kelimesini bile bütünlüğünden ayıramazsınız. Ayırdığınızda mecbûren yanlış sonuçlara varırsınız. Şunu da söyleyelim ki, nebî ve resûl arasında fark olduğunu ilk söyleyenler, resûllüklerini îlan edenlerdir. Onlar, “biz resûlüz ama nebî değiliz, resûl ile nebî arasında fark vardır” diyorlardı.

 

Resûl ile nebîyi ayırdığınızda, îmânın şartlarından olan “peygamberlere îman”, “resûle mi yoksa nebîye mi îmandır?” sorusu gündeme gelir. Birine yapılıp da diğerine yapılmayan bir îmandan mı bahsedeceğiz?. Bakara 177. âyette, îman edilecekler arasında peygamberler de vardır ve bu peygamberler, “nebî” olarak ifâde edilir. Fakat bu, resûle de îman etmek anlamındadır. Zâten Nîsâ 136. âyette de, “resûle îman”dan bahsediliyor. Bu âyetler şu şekildedir:

 

“Yüzlerinizi doğuya ve batıya çevirmeniz iyilik değildir. Ama iyilik, Allah’a, âhiret gününe, meleklere, Kitaba ve peygamberlere (ve en nebîyyine) îman eden; mala olan sevgisine rağmen, onu yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışa, isteyip-dilenene ve kölelere (özgürlükleri için) veren; namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve ahidleştiklerinde ahidlerine vefâ gösterenler ile zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenler(in tutum ve davranışlarıdır). İşte bunlar, doğru olanlardır ve müttakî olanlar da bunlardır” (Bakara 177).

 

Âyet, nebî’ye yapılan îmânın ne şekilde olacağını gösteriyor. Resûle îman ise şu âyette gösterilir:

 

“Ey îman edenler, Allah’a, elçisine, elçisine (resûl) indirdiği kitaba ve bundan önce indirdiği kitaba îman edin. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, elçilerini (ve resûli-hî) ve âhiret gününü inkâr ederse, şüphesiz uzak bir sapıklıkla sapıtmıştır” (Nîsâ 136).

 

Arka-arkaya gelen âyetlerde de hem nebî, hem de resûl kelimelerinin kullanıldığını da görürüz. İlginçtir ki aşağıdaki âyette, karşısında seslerin yükseltilmemesi gereken kişi, ilk âyette “nebî”, ikinci âyette ise “resûl” olarak verilmiştir ve sanki “nebî ve resûl isimleri birbirinden farklı değildir” denmek istenmiştir:

 

“Ey îman edenler, seslerinizi Peygamberin (en nebîyyi) sesi üstünde yükseltmeyin ve birbirinize bağırdığınız gibi, ona bağırıp-söylemeyin; yoksa şuurunda değilken, amelleriniz boşa gider. Şüphesiz, Allah’ın Resûlü’nün (resûli allâhi) yanında seslerini alçak tutanlar; işte onlar, Allah kâlplerini takvâ için imtihan etmiştir. Onlar için bir mağfiret ve büyük bir ecir vardır” (Hucûrat 2-3).

 

Görüldüğü gibi; aynı konuda bir uyarı ve öneri yapılırken, arka-arkaya gelen yâni konu bütünlüğündeki iki âyetten ilkinde “nebî”, ikincisinde ise “resûl” kelimesi kullanılıyor.

 

Mustafa İslamoğlu, resûl ile nebî arasında fark olduğunu ve bu farkın dil açısından da desteklendiğini söyleyerek; “ve” bağlacı iki şeyi birbirinden kesin olarak ayırır” der. Fakat Tevbe Sûresi’nde: “(Bu,) Müşriklerden kendileriyle antlaşma imzâladıklarınıza Allah’tan ve Resûlü’nden (ve resûli-hi) kesin bir uyarıdır” (Tevbe 1) denir. Şimdi “ve” bağlacının iki şeyi birbirinden kesin olarak ayırdığını kabûl ettiğimizde, bu âyette Allah ve Resûlü’nün kesin olarak birbirinden ayrıldığını görmemiz ve “Allah’tan bir ihtar, Resûlü’nden de ayrı bir ihtar” verildiğini mi anlayacağız?. Buradaki ihtar tabî ki de tek bir ihtardır. Demek ki “ve” bağlacı Kur’ân’ın bütünlüğünde “kesin ayrım” anlamında işlemiyor. Zâten dediğimiz gibi; sorun, “Kur’ân bütünlüğüne uymama” sorunudur.

 

Mustafa İslamoğlu: “Nebî ‘haberin kaynağına nispetle’ verilen, resûl ise, ‘haberin hedefine nispetle’ verilen isimdir. Haberin kaynağından haberi almaya nübüvvet, alınan haberi ulaştırmaya risâlet denir. Kelamcılar; ‘her resûl nebîdir, her nebî resûl değildir’ derler. Nebî haberi sâdece kendisi için de alabilir” der. Bu konuda Hz. Meryem, Hz. Mûsâ’nın annesi ve arı örnekleri verilir. İyi de onlar peygamber değil ki!. Allah onlara “peygamber” olarak mı seslenmiş?. Onlara peygamber olarak mı söylüyor?. Vahiy almak için bir “şuur” gerekmez mi ve arıda insandaki gibi bir şuur var mıdır?. Olmadığına göre, demek ki orada bahsedilen vahiy, “içe doğma” anlamında, “ilham” diyebileceğimiz türden bir vahiydir. Cebrâil, arıya, Peygamberimize geldiği gibi gelmemiştir herhâlde. Buradan, vahyin derecelerinin olduğunu anlıyoruz. Hattâ bâzı vahiyler bâtıldır. Bilindiği gibi şeytan da dostlarına vahyeder: (En-am 121). Şimdi, vahyediliyor diye şeytanın dostlarını da mı nebî olarak kabûl edeceğiz?. Dolayısı ile onlar nebî ve resûl değildirler. Allah’ın yardımına mahzar olmuşlar ve ilham alarak içlerine bir “doğuş” olmuştur. Meryem’e, Mûsâ’nın annesine, arıya vs. vahyedilirken onlara ne deniyor ki?. Nebî mi resûl mü?. İkisi de değil. Kişinin kendisine hitâben söyleniyor. Onlar nebî olmadıkları gibi resûl de değildirler.

 

“Resûl” denilmesi Allah’a izâfeten, “Nebî” denilmesi ise kullara nisbetendir. Yâni, o Allah’ın elçisi olması bakımından resûl, insanlara Allah’ın emirlerini tebliğ edip haber vermesi bakımından da Nebîdir.  

 

Abdulaziz Bayındır da: “Nebî haber alandır. Allah’tan vahiy alan kişiye nebî denir. O alınan vahyi insanlara tebliği etme işine ve tebliğciye de resûl denir. Vahiy alanların hepsi hem nebî hem de resûldür. Peygamberimiz her zaman nebîdir, ama her zaman resûl değildir” diyerek aynı yanlışa düşer. Resûl ve nebîyi ayırmakla yanlışa düşüyorlar. Hâlbuki, “resûl-nebî Muhammed” ile, “insan Muhammed”i ayırsalardı doğru yapmış olurlardı. Çünkü Hz. Muhammed, her zaman hem nebî hem de resûl değildir, ama her zaman insandır. Çünkü Peygamberimiz her zaman tebliğ (resûl) yapmadığı gibi, her zaman vahiy de almaz (nebî). Fakat meselâ her zaman nefes alır, çünkü insandır. Aslında bu ayrım çok önemli değildir. Çünkü Peygamberimiz, ondan 1.400 yıl sonra yaşayan benim için de Peygamberdir ve hem resûl, hem de nebîdir. Ben o’na, hem resûl, hem de nebî olarak itaat ederim. O ayrım belki sâdece hayatta olduğu zaman bir anlam ifâde edebilir. Fakat bunun yerine; o’nun hem resûl-nebî yönü, hem de insan yönü vardır denmesi gerekir. Hatâları da zâten insan yönü de olduğu içindir. “Hatâsızlığını resûllüğü, hatâsını da nebîliği gösterir” dendiğinde, insanlığını ne gösterecek o zaman?.  

 

Deniyor ki; “resûle itaat ederiz ama nebîye itaat etmeyiz. Çünkü nebî hatâ yapar ama resûl yapmaz”. Oysa bu düşünce yanlıştır ve “bir insan olduğu için” resûller de “resûl olarak” hatâ yapabilirler ve yapmışlardır da:

 

“Şüphesiz Yûnus da gönderilmiş (elçi)lerdendi. (Ve inne yûnuse le minel murselîn). Hani o, dolu bir gemiye kaçmıştı. Böylece kur’âya katılmıştı da, kaybedenlerden olmuştu (Sâffât 139-141).

 

Bir resûl olan Hz. Yûnus, “görev yerini izinsiz terk etme suçu” işleyerek hatâ-yanlış yapmıştı. Üstelik âyetin siyâkına baktığımızda Hz. Yûnus’un bu hatâyı, “resûl” sıfatıyla yaptığını görüyoruz. Çünkü Kur’ân, Hz. Yûnus bu hatâyı yaparken “nebî” değil, “resûl” ifâdesini kullanmıştır. Çünkü “murselîn” ifadesi Nebî’den ziyâde resûl’e atıf yapar. Mürsel kelimesi nebî için de kullanılsa da (A’raf 94), aslında kelime kökenine bakıldığında resûlden bahsedildiği açıktır. Dolayısı ile burada; “Yûnusu resûl olarak gönderdik” anlamı vardır. Dolayısı ile âyet şu şekilde çevrilmelidir: “Yûnus da şüphesiz resûllerdendi”.

 

Hz. Yûnus’un yaptığı hatâ/yanlış o kadar büyüktü ki: “Ona Rabb’inden bir nîmet ulaşmamış olsaydı, yâni pişmanlıkla Rabb’ine yönelip tesbih ederek O’nun şânını yüceltenlerden olmasaydı, kıyâmet gününe kadar o balığın karnında kalırdı” (Sâffât 144) denmiştir. Üstelik: Eğer Rabbinden bir nîmet o’na ulaşmasaydı, mutlakâ yerilmiş ve çıplak bir durumda (karaya) atılmış olacaktı” (Kalem 49) denilerek, tevbe etmemiş olsaydı, yaptığı yanlışın çok ağır sonuçlarının olacağı söylenir.

 

Kur’ân’ın indirilişi hakkında; “inzâl, tenzil ve nüzûl” kelimeleri kullanılır. İnzâl de, tenzil de ve nüzûl de aynı anlamdadır. Birilerinin kafalarına göre yaptığı ayrıma göre, inzâl “topluca ve Berat Gecesi gerçekleşen indirme” iken, tenzil ise, “peyder-pey olan ve Kadir Gecesi başlayan indirmeler”dir. Fakat böyle bir ayrım yoktur ve vahyin indirilişinin hikmetini sâdece Allah bilir. İnzâl, tenzil ve nüzûl kelimeleri hep vahyin edebî dili ile ilgilidir.

 

Peygamberimiz’in yaptığı hatâlar, o’nun “nebî ve resûl sıfatını birlikte taşırken” yaptığı hatâlardır ama bu hatâlar ânında düzeltilmiştir ve de düzeltilmeyen bir hatâ kalmamıştır. Yoksa hatâları sâdece nebî sıfatıyla falan yapmış değildir. Çünkü bunu kabûl ettiğinizde, “hatâyı yaparken resûl sıfatı o-anda bedeninden uzaklaşmıştır” gibi absürd bir laf etmek zorunda kalırsınız. Mehmet Okuyan bu konuda şunları söyler:

 

“Peygamberimiz de bir insandır, o da hatâ yapabilir. Önemli olan, hatâda ısrârcı olmamaktır. Meselâ muttakî insanların tanımının yapıldığı Âl-i İmrân 133-135’te, takvâ-sâhibi olanların hatâ yapmamasından söz edilmez. Aksine, ‘bir hatâ işlediklerinde veyâ kendilerine haksızlık yaptıklarında, hemen Allah’ı hatırlayıp, hatâları nedeniyle bağışlarıma dileğinde bulundukları ve bile-bile hatâda ısrâr etmedikleri’ söylenir. Kur’ân’da bir-takım âyetler dikkate alındığında, ‘hatâ yapmayan peygamber’ anlayışının yanlış olduğu hemen fark edilebilecektir. Bu konuda unutulmaması gereken nokta şudur: Bir peygamber aynı hatâyı iki kere yapmaz; sürekli hatâ yapmaz, hatâsı düzeltilmeden ve istiğfâr edip bağışlanmadan ölmez”. Hatânın düzeltilmesi, söz-konusu davranışın ümmet için bir hatânın devamını engellemeye yöneliktir. Peygamberlerin mâsumiyeti de vahyin insanlara ulaştırılması noktasındadır; yoksa hiç hatâ yapmamalarında değildir”.

 

 “Andolsun, sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Resûlü’nde güzel bir örnek vardır” (Ahzâb 21).

 

Ahzâb 21. âyete göre, resûllerin işleri sadece vahiyleri bildirmekle bitmez. Resûller bir örneklik de ortaya koyarlar ki bu örneklikte bâzen yanlışlar-hatâlar da yapılır fakat Allah bu yanlışları ve hatâları hemen düzeltir. Fakat burada önemli olan, bu hatâların ve yanlışların, eylem aşamasında da olsa resûl sıfatıyla yapılmış olmasıdır. O hâlde resûller de hatâlar yapabilmektedir.

 

Yine; “nebî’nin söylediklerine uymayabiliriz, fakat “resûl söylediğinde uymamak olmaz” diyorlar. Hâlbuki âyetlere baktığımızda bunun istisnâlarını da görüyoruz:

 

“Allah ve Resûlü, bir işe hükmettiği zaman, mü’min bir erkek ve mü’min bir kadın için o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resûlü’ne isyân ederse, artık gerçekten o, apaçık bir sapıklıkla sapmıştır.

   

Hani sen (resûl), Allah’ın kendisine nîmet verdiği ve senin de kendisine nîmet verdiğin kişiye: ‘Eşini yanında tut ve Allah’tan sakın’ diyordun; insanlardan çekinerek Allah’ın açığa vuracağı şeyi kendi nefsinde saklı tutuyordun; oysa Allah, kendisinden çekinmene çok daha lâyıktı. Artık Zeyd, ondan ilişkisini kesince, biz onu seninle evlendirdik; ki böylelikle evlatlıklarının kendilerinden ilişkilerini kestikleri (kadınları boşadıkları) zaman, onlarla evlenme konusunda mü’minler üzerine bir güçlük olmasın. Allah’ın emri yerine getirilmiştir” (Ahzâb 37).

 

Bu âyet Ahzâb 36. âyet ile birlikte okunduğunda, Zeyd’e yapılan söz-konusu hitâbın nebî olarak değil de resûl olarak yapıldığı belli olur. Zâten Zeyd’e yapılan uyarıda “nebî” kelimesi yoktur. Kur’ân’da mü’minlere; Allah ve Resûl’ü hükmettiği zaman” (kadallâhu ve resûluhu emren) denir:

 

“Allah ve Resûlü bir işe hükmettiği zaman (kadallâhu ve resûluhu emren), mü'min bir erkek ve mü’min bir kadın için o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resûlü’ne isyân ederse, artık gerçekten o, apaçık bir sapıklıkla sapmıştır” (Ahzâb 36).

 

Bir sahabenin Allah’ın resûlünün sözünün mutlakâ yerine getirilmesi gerektiğini bilmemesi düşünülemez. Zâten âyette de, “Allah ve Resûlü’nün sözünün üstüne söz söylenmemesi” isteniyor. O hâlde seçkin sahabelerden, Peygamberimiz’in evlatlığı da olan Zeyd, Peygamberimiz’in “bir resûl olarak” verdiği direktifi niye dinlememiştir de karısını boşamıştır?. Kur’ân’da bu konuda neden bir uyarı yoktur?. Yoktur, çünkü resûl ve nebî arasında fark yoktur ve sahabelerin, herhangi bir konuda bâzen Peygamberimiz’i dinlemedikleri de olmuştur. Zîrâ onların muhâtabı, hem resûl hem de nebî olan Hz. Muhammed’tir.

 

Gerek resûl gerekse nebî olan, Hz. Muhammed yada Muhammed bin Abdullah’tır. Hz. Muhammed, ismi “Muhammed” olarak verilen iki âyetten Âl-i İmran 144’te: “Muhammed resûldür” (Muhammedun illâ resûl) derken; Ahzâb 40’da ise: “Muhammed nebîdir” (Muhammedun ebâ ehadin min ricâlikum, ve lâkin resûlallâhi ve hâtemen nebiyyine) denir.

 

Peygamberimiz vahiy alırken nebî, vahyi tebliğ ederken resûl imiş. Ee, ne olmuş?. Şimdi, absürd bir laf olarak; “Peygamberimiz her zaman nebîdir ama her zaman resûl değildir, Allah’ın âyetlerini tebliği ettiği anda resûl olur” diyorlar. Vahyi sâdece “söz” olarak alanlar ve “sözde” bırakanların düşüncesidir bu. Hâlbuki Peygamberin bir örnekliği vardır ve bu örnekliği hayâtı boyunca göstermiştir. O hâlde, vahyi söylemesi risâlet olduğu gibi, onu pratiğe dökmesi de resûllüktür. Vahyin kesintisiz olarak sürekli gelmemiş olması, onun sürekli resûl olmasına engel değildir. Bu resûllük gelip-gelip giden bir şey midir ki?. Bir resûl olunuyor, bir olunmuyor. Böyle bir sonuç çıkıyor ortaya çünkü. Resûllüğün sürekli olmadığı açığa çıkıyor. Nebîlik için de aynı durum olur.

 

Kur’ân’da “sâdece resûl” olarak zikredilen peygamberler vardır: Hz. Hûd, Hz. Sâlih, Hz. Şuayb. Şimdi bu üç peygamber nebî değil mi?. Sâdece resûl ise yâni sadece tebliğ yapıyor iseler, bu peygamberler neyin tebliğini yapmışlardır?. Allah’tan vahy almamışlar mı?. Aldılarsa, o halde nebîdirler aynı-zamanda. Görüldüğü gibi nebî ile resûlü ayırdığınızda bir-çok çelişkiler ortaya çıkar ve insanlar Kur’ân’da bir çelişki olduğunu düşünerek ondan şüphe etmeye başlayabilirler maazallah.

 

Tabi bir de, Kur’ân’da adları zikredildiği hâlde ne nebî ne de resûl olarak anılmayan isimler de vardır. Bunlar; Âdem, Zülkifl, Üzeyir, Lukman, Zülkarneyn ve “bir kul” (Hızır) dur. O hâlde bunlara da ayrı bir isim mi vereceğiz?.

 

Allah, peygamberlerin hem resûl hem de nebî olduğunu söylüyor ve bunu edebî yönden farklı kelimelerle ifâde ediyor. Olay budur. Çünkü Kur’ân’ın edebî bir yönü de vardır ve edebî dilde bir kişiye yada şeye “farklı” ama “aynı anlamda” hitâp edilebilir. “Ak” ve “beyaz” aynı şeydir.

 

Kur’ân’da Peygamberimize hitâp edilirken farklı-farklı: “Muhammed, Ahmed, Şâhid, Beşir, Nezir (nüzûl sürecinde Peygamberimiz’in ilk ismi ‘nezr’dir), Musaddık (tasdik eden), Abdullah, Kerîm, Rahmet (âlemlere rahmet), Akıb (kendisinden sonra peygamber gelmeyen) vs. isimlerle de seslenilir. Şimdi bu hitâpları da ayırıp, onların da farklı bir anlamda olduğunu mu araştırıp inceleyeceğiz?. Niye araştırmayalım ki?. Bunlar “yerine göre” farklı kelimelerle kullanılan hitâplardır. Nebî ve resûl de öyledir. Hiç ayırmaya gerek yok. Çünkü ayırma yâni parçalanma bir başlandı mı, sonu bir türlü gelmez. Tabi bir-süre sonra ayrılan şey o olmaktan çıkar. Artık parçalanan şeyin “örnekliği” de olmayacağından, o şey târihe gömülüp gider.

 

Eğer bu isimleri de ayıracaksak, o zaman Allah’ın isimlerini de ayıralım ve -hâşâ- 99 tâne ilah oluşturalım. İnanın, “aşırı yorum”a tâbi tutulduktan sonra ayrılabilir ve farklı anlamlar yüklenebîlir her isme. Bilindiği gibi tasavvufta, Allah başka anlamda, “Hak” ise başka anlamdadır. Peygamberimizin hakîkatine (ne demekse) “Hak” derler.

 

Kur’ân’da vücûh ve nezâir denilen bir-çok eş-anlamlı ve çok-anlamlı kelime vardır. “Okunuşları ve yazılışları aynı olan ancak anlam bakımından birbirinden farklı olan kelimeler/kavramlar” (vücûh) vardır. Meselâ “salât” kelimesi farklı anlamlarda (namaz, duâ, destek gibi) kullanılan bir kavramdır. Yine “hidâyet” kelimesine de bir-çok anlam verilir. “Okunuşları ve yazılışları farklı ama anlamları aynı olan kelimeler” (nezâir) de vardır. Allah tek kelimeye ve tek anlama mahkûm değildir. Her dilde bir şeyi farklı kelimelerle anlatmak vardır ve bu doğal bir şeydir. Bu nedenle farklı söyleniyor diye ille de o kelimede -zorlayarak da olsa- farklı bir anlam arama çabasına girmek gerekmez. Meselâ cehennem, nâr, sekar, hutame ve cahîm gibi ateşi ifâde eden çeşitli kelimeler aynı mânâyı ifâde ederler ki Kur’ân’da bunun gibi daha pek-çok kelimeye rastlanabilir.

 

Kur’ân’da, hepsi de vahiy için yâni “Kur’ân” için kullanılan çok farklı kelimeler vardır:

 

1- Kitap: “Bu, kendisinde şüphe olmayan, muttakîler için yol gösterici bir kitaptır” (Bakara 2).

 

2- Furkân: “Âlemlere uyarıcı olsun diye, kuluna Furkân’ı indiren (Allah) ne yücedir” (Furkân 1).

 

3- Zikir: “Hiç şüphesiz, zikri biz indirdik biz; onun koruyucuları da gerçekten biziz” (Hicr 9).

 

Bunun gibi başka isimler de verilmiştir Kur’ân’a. Şimdi biz; “Allah farklı kelime/kavram kullanmış, o hâlde vahyin başka ve farklı iniş-şekli, farklı tarzı ve farklı anlamı olan yönü vardır” diyerek, Kur’ân’ı ifâde eden bu kelimeleri, “Kur’ân’dan başka vahiy ve Kur’ân’dan başka kitap” olarak mı anlayacağız?. Tabî ki de hayır!. Bunların hepsi de Kur’ân’ı anlatan farklı ifâdelerdir hepsi bu. Bu farklı kelimelerle ifâde edilenlerin hepsi de, peygamberimiz Hz. Muhammed’e indirilmiş olan vahyin farklı isimlendirilmesinden ve seslendirilmesinden başka bir şey değildir ve hepsinden de Kur’ân anlaşılır. Kur’ân için çeşitli ifâdeler kullanılıyor diye şimdi biz “Kur’ân’dan başka vahiy içeren ve inzâl olan kitaplar” olduğunu mu anlayacağız ve başka kitaplardan mı bahsedeceğiz?. Allah indirdiği vahiylere çeşitli isimler vermiştir, hepsi bu. Aynı şey resûl, nebî, nezir ve beşir kelimeleri için de geçerlidir. Hepsi de Hz. Muhammed (as)’ı işâret eder. Allah; resûl, nebî, nezir ve beşir derken farklı-farklı kişilere seslenmemektedir, gönderdiği Peygamberimiz’i farklı isimlerle anmıştır, hepsi bu. Dananın altında buzağı aramaya gerek yoktur.

 

Nebî ve resûlü ayırdığımızda, Peygamberimizin nebî olarak söyledikleri-yaptıkları nedir?. “İnsan olarak yaptıklarıdır” diyorlar. Onun nebîliği, insanlığı demekse, o’na îman etmek farz olduğundan (Bakara 177), insan olarak yaptıkları da farz ve bağlayıcı olur. Hâlbuki sâdece vahyin pratiğinde (sünnet) yaptıkları bağlayıcıdır. İslâm târihi boyunca Peygamberlerin hadislerini de vahiy kabûl edenler ve uyduruk olup-olmadığına bakmadan mutlak anlamda bu sözlere îman edenler haklı çıkar o zaman.

 

“Kitap verilmeyenlere nebî, verilenlere resûl denir” sözü de yanlıştır. Çünkü kendisine vahyedilmeyen peygamber yoktur. Kitap demek, vahiy demektir çünkü:

 

“(Îsâ) Dedi ki: Şüphesiz ben Allah’ın kuluyum. (Allah) Bana Kitabı verdi ve beni peygamber kıldı” (Meryem 30).

 

Âyetlerde, verilen kitaplar hem nebîye hem de resûle atfedilir. Çünkü ikisi aynı şeydir. Resûl ve nebî, birbirinin neden-sonucudur.

 

Bir insanın “resûl” olabilmesi için ilk önce “nebî”, yâni “haber verilen”=”vahyedilen” olması gerekir. O haberi açıkladığında ve örnekliğini sergilediğinde elçiliğini de yapmış ve resûl de olmuş olur. Tabî ki kendisine vahyedilen vahyi, yâni kitabı “kendisine saklayan” bir peygamber olmadığı ve her nebî, vahyi açıklayıp gereğini yaptığı için resûl de olmuş oluyor. Yâni nebî ve resûl, birbirlerinin neden-sonucudurlar. Biri olmadan diğeri de olmaz. Nebîliğin yerine getirilmesidir resûllük. Bir insan nebî=haberci olduysa mecbûren resûl=”haberin gereğini yerine getiren” de olacaktır. Böylece resûl mecbûren nebî de olmuş olacaktır. Bir kişiye vahyedilmesi, ona “kitap verilmesi”dir. Vahiy, kitaplaşmadan önce “sözlü” olarak verilir. Tüm peygamberlere vahyedilmiş, yâni kitap verilmiştir. İsmâil Hakkı Başdağ:

 

“Kitap” kelimesi sâdece yazı ile arka-arkaya dizilen harflerin kağıda yazılarak toplandığı bir objenin adı değil, Muhammed (a.s)’ın ağzından dökülen sözlerin arka-arkaya toplandığı sözlerin de adı olmuştur. Bir insan resûl olmadan önce nebî olması gerekmektedir ki Allah (c.c) ona vahyetsin yâni kitap versin. Bir kimsenin resûl olması onun öncelikle nebî olmasından yâni bu belgeyi almasından geçmektedir” der.

 

“De ki: “Ey insanlar!; muhakkak ki; ben, sizin hepinize (gönderilen) Allah’ın Resûl’üyüm. O ki; semâların ve arzın mülkü, O’nundur. O’ndan başka ilâh yoktur. O, hayat verir (yaşatır) ve öldürür. Öyleyse Allah’a ve O’nun ümmî, nebî, resûl'üne îmân edin ki; o, Allah’a ve O’nun kelimelerine (sözlerine) inanır (îmân eder). Ve O’na tâbî olun ki; böylece siz, hidâyete eresiniz” (A’raf 158).

 

Âyette, hem resûle hem de nebîye îman edilmesi emrediliyor. Âyetin sonundaki zamir, eğer Peygamberimiz’e gidiyorsa, o hâlde resûle de “nebîye de itaat”ten bahsediliyor demektir. Fakat denirse ki “hidâyet sâdece Allah’tandır”, o hâlde zamir, Allah’a gider. Lâkin âyetlerde, “hidâyet etmeyi” ve “hidâyete ulaştırmayı” peygamberlerin de yaptığını görüyoruz: 

 

“Hani Rabbi ona, kutsal vâdi Tuva’da seslenmişti: ‘Firavun’a git; çünkü o, azdı’. Ona de ki: ‘Temizlenmek ister misin?’. Seni hidâyete erdireyim (ve ehdiye-ke)” (Nâziât 16-19).

 

“Kitap'ta İbrâhim’i de zikret. Gerçekten o, doğruyu-söyleyen bir peygamberdi (nebiyyâ). Hani babasına demişti: ‘Babacığım, işitmeyen, görmeyen ve seni herhangi bir şeyden bağımsızlaştırmayan şeylere niye tapıyorsun?’. Babacığım, gerçek şu ki, bana, sana gelmeyen bir ilim geldi. Artık bana tâbi ol, seni hidâyet edeyim (ehdi-ke) düzgün bir yola ulaştırayım” (Meryem 41-43).

 

Tabi bu-arada 41. âyette Hz. İbrâhim bir “nebî olarak” babasından kendisine tâbi olmasını istiyor. O hâlde tâbi olunması gerekenler sâdece resûller değil, nebîlerdir de.

 

Târih boyunca insanlar, “insan peygamber”i kabûl edememişler yada etmekte zorlanmışlardır. Bu nedenle de “Allah elçi olarak bir melek değil de bir insanı mı gönderdi ki, bu insan çarşı-pazarda dolaşıyor, yemek yiyor, çoluk-çucuğu oluyor” demişlerdir. Onlar elçinin getirdiğinden ziyâde, “elçiye” takılmışlardır. İşte modern zamanlarda da bu durum aynıdır. Bir türlü “insan elçi”yi kabûllenmiyorlar ve “sâdece vahiy” diyerek elçiyi saf-dışı ediyorlar. Öyle ki bâzıları da resûlün, Hz. Muhammed değil de, Kur’ân’ın bizzat kendisi olduğunu söylüyorlar. Böylece “insan resûl”ü kabûl etmemiş oluyorlar. Zîrâ o’nun “pratik-güzel örnekliği”ni kabûl etmek istemiyorlar.

 

“Kitabı alırken nebî, tebliğ yaparken resûl” olduğunu söylemenin ne anlamı var?. Bu ayrıntı bize ne kazandırır?. İşin tebliğ yönü resûllüktür ki, tüm peygamberler de resûldür. Tebliğle mükellef olduklarından dolayı resûllük süreklidir. Çünkü kendilerine saklamamışlardır gelen vahyi. Resûllük, nebîliğin bir mecbûri uzantısı ve devâmıdır. Arada bir ayrım yoktur. Dolayısı ile tüm nebîler resûl, tüm resûller de nebîdir. Resûllük yapmayan nebî mi vardır ki?. Böyle düşünenler vardır ve sâdece tek bir kişi için gelen vahiyler olduğunu söylerler. İyi de o zaman ona niye resûl ve nebî densin ki?. Hz. Meryem’e vahyedildiği gibi olur. Haber ve haberci ne ise, nebî ve resûl de odur. Resûl olup da nebî olmamak olur mu?. Neyin haberciliğini yapacak ki?. Kendisine gelen haberin haberciliğini yapmak ayrı şeyler değildir. Haber olmadan haberci, haberci olmadan da haber olmaz. Fakat şöyle diyorlar: “Şimdi de biz resûlüz, çünkü haberi söyleyerek yâni yayarak resûllük yapmış oluyoruz, hâlbuki biz nebî değiliz”. İşte bu yanlıştır. Çünkü sâdece nebîlik değil, resûllük de hitâm bulmuştur. Biz nebî-resûlün misyonunu devâm ettiren müslümanlarız sâdece. Bu misyonu devâm ettirmekle yükümlü olan tâbileriz. Çünkü artık yeni vahiy gelmeyecek, yeni bir kitap inmeyecektir. Ahzâb 40. âyetteki “Allah’ın resûlü ve nebîlerin sonuncusudur” ifâdesi, “nebîlerin sonuncusudur ama resûllerin sonuncusu değildir” demek anlamına gelmez. Ayrı-ayrı; “O Allah’ın resûlüdür ve de nebîlerin de sonuncusudur” anlamındadır. Yâni o’nun resûllüğünden bahsedilir ve nebîlerin sonuncusu olduğu söylenir. Denmek istenir ki; “o, nebîlerin sonuncusu olan bir resûldür”.  

 

Meryem 51’de resûl ve nebî ayrımı yapılmıyor: “Kitapta Mûsâ’yı da an!. Gerçekten o ihlâs sâhibi idi ve hem resûl hem de nebî (resûlen nebîyyen) idi” (Meryem 51).

  

Tüm resûller “nebî-resûl” olduğu gibi, “resûl-nebî”dirler de. Resûl olmak için nebî, nebî olmak için resûl olmak şarttır.

 

Kur’ân cinlerden ve meleklerden de elçiler yâni resûller seçmiştir ve bunlara hep “resûl” der ve “nebî” demez. Çünkü nebî, “insan resûl”dür. Nebî, resûlün “insan” olanına denir. İnsan-dışı resûller (melek cin) nebî değildirler ama, her insan nebî aynı-zamanda resûldür de. Dolayısı ile de “son nebî” “son resûl”dür. İnsandan artık nebî de resûl de gelmeyecektir. İnsan-dışı resûllük (melek cin) devâm edebilir ama artık bunun bizim için bir önemi kalmamıştır. Resûl ve nebî nitelik olarak aynı kişidir. Her nebî resûldür ve her “insan resûl” de nebîdir. Nebî, “beşer-insan olan resûller için” kullanılır ve bahsedilen resûlün “meleklerden yada cinlerden resûller” değil, “insandan-beşerden resûller” olduğunu gösterir. Nebî kelimesi “insan resûller” için kullanılan bir sıfattır. Yüksel Yılmaz bu konuda şunları söyler:

 

“Beşer resûller için Allah’ın seçtiği isim olan nebî kavramının delîlini ortaya koyalım. A’raf Sûresi 157. âyet: ‘Onlar, yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de yazılı buldukları ümmî nebî-resûle uyan kimselerdir’ denir. Resûl hem melek hem insandan olabilir. Bu âyette ise resûlün önüne bir sıfat gelmiş. Nebînin de başına bir sıfat gelmiş. Resûlün sıfatı nebî, nebînin sıfatı ise ümmî. Kur’ân da meleklere veyâ cinlere ‘nebî’ sıfatı kullanılmamaktadır. O zaman bu sıfatın resûl seçilen insanlar için olduğu kesindir. Ümmî sıfatı daha önceki nebîlerin içinde ümmî olmayanların varlığını göstermektedir. Bu âyet bize çok net ve açık bir şekilde şunu göstermektedir: ‘İnsan resûller’e ‘nebî’ denir. Allah insanlardan seçtiği resûllere ‘nebî’ diyor. Allah, ‘insan resûller’i ‘melek resûller’den ayırmak için ‘nebî’ nitelemesini getiriyor. ‘İnsan resûl’e ‘nebî’ denir. Sona eren, ‘insan resûllük’tür. Yâni insan olan resûl gelmeyecek ama cinlerden ve meleklerden resûller varlıklarını sürdürmektedir. Son nebî, ‘son resûl beşer/insan’ demektir. Yâni bundan sonra bir beşer/insan, resûllük iddiâsında bulunamaz. ‘İnsanlar için resûllük devâm ediyor’ iddiâlarına en açık ve net cevap böyle verilir.

 

Hem resûl hem nebî olarak nitelendirilenler aynı kişilerdir. Peki, her resûl, nebî midir?. Eğer ‘insan resûl’u kastediyorsak ‘her resûl nebîdir’ diyebiliriz. Ama melek, insan ve cin resûl şeklinde genel resûl kavramını kastediyorsak ‘her resûl nebî değildir’ diyebiliriz. Konumuz ‘insan resûl’ olduğundan ‘her nebî resûl, her resûl nebîdir’ ilkesini ortaya koyabiliriz. Yada daha açık ifâde ile ‘her nebî, beşer resûldür. Her beşer resûl, nebîdir’.

 

Nebî ve resûl arasındaki farklılıklar nebînin insânî yönüne yöneliktir. Nebî iki vasfı kendinde barındırmaktadır; ‘Allah’ın resûlü ve beşer-insan olma’. İşte bu iki özelliği birbirinden ayırdığınızda ortaya nebî değil başka biri çıkacaktır. Resûl vasfını çıkarırsanız diğer beşerlerden/insanlardan hiç farkı kalmaz. İnsan vasfını çıkarırsanız bu sefer ‘melek resûl’ olur ki Kur’ân melek resûle nebî dememektedir. Zâten Mekke müşrikleri bu yüzden karşı çıkıyorlar ve: ‘(Bir de) dediler ki: Bu nasıl resûldür ki(bizim gibi) hem yiy(ip içiy)or, hem de çarşı (pazar)larda geziyor?. Ona, kendisiyle berâber uyarıcı olacak bir melek indirilmeli değil miydi?’ (Furkân 7) diyerek insânî özelliklere sâhip bir resûlü kabûl etmiyorlar. İşte insânî özelliklere sâhip bu resûle Kur’an ‘nebî’ diyor. Nebî, ‘beşer resûl’e Allah tarafından verilmiş bir unvandır. Nebî, ‘erkek insan resûller’dir”.

 

Peygamber şeklindeki ortak bir isimlendirme, yâni “peygamber” isimlendirmesi yerinde bir isimlendirmedir. Fakat bu, meâlde değil de tefsirde böyle olmalıdır. Çünkü “meâlin hakkı” verilmelidir. Allah “edebî olarak” nasıl resûl ve nebî olarak ayırmışsa, biz de meâlde o şekilde yaparsak edebî olana uymuş oluruz.

 

Resûl sâdece vahyin duyurucusu değildir. Toplumu ilgilendiren işler de yaparlar. Kendilerinden farklı görüşleri-uygulamaları da dinlerler:

 

“Mü’minler, ancak Allah’a ve O’nun Resûlü’ne yürekten inanıp güvenen kimselerdir; onunla toplumsal bir iş görüşmek için bir-araya geldiklerinde, onun iznini almadıkça aslâ ayrılmazlar. Şüphesiz senden (farklı bir görüş geliştirmek için) izin alanlar (da), Allah’a ve O’nun Resûlü’ne yürekten inanıp güvenen kimselerdir. İşte bu yüzden, onlar senden bâzı işleri için izin isterlerse onlardan uygun gördüklerine bu izni ver; Allah’tan da onlar için mağfiret dile: Şüphe yok ki Allah, rahmeti bol bir bağışlayıcıdır” (Nûr 62).

 

Demek ki resûl, vahyi sâdece tebliğ etmiyor, onu açıklıyor ve hayâta da dökmek için toplumsal işler de yapıyordu. Yâni hayâtın düzenlenmesi işlerini yaparken resûl ismiyle yapıyor. 

 

Şeytanın etkisi hem resûl, hem de nebîler içindir. Bu konuda bir ayrım yapılmaz. Allah, şeytanın etkisini hem resûl için, hem de nebî için giderir ve aralarında ayırım yapmaz:

 

“Biz senden önce hiç-bir resûl ve nebî (min resûlin ve lâ nebîyyin) göndermiş olmayalım ki, o bir dilekte bulunduğu zaman, şeytan, onun dilediğine (bir kuşku veyâ sapma unsuru) katıp bırakmış olmasın. Ama Allah, şeytanın katıp-bırakmalarını giderir, sonra kendi âyetlerini sağlamlaştırıp-pekiştirir. Allah, gerçekten bilendir, hüküm ve hikmet sâhibidir” (Hac 52).

 

Bu âyetteki “ve” bağlacı, “beyâniye vavı”dır. Yâni deniyor ki; “Senden önce hiç-bir resûl yâni nebî göndermiş olmayalım ki”...

 

“Resûle itaatsizlik yapılamaz, yâni karşı gelinemeyecek olan, Peygamberin resûl yönüdür” diyorlar. Fakat bu, “o zaman nebîye itaatsizlik yapılabilir” anlamına gelir ki resûl-nebî ayırımı yapanlar böyle diyorlar. “Sahabe de, Peygamberimizin nebî yönüne îtirâz etmiştir” diyorlar. Hâlbuki, sahabeler, Peygamberimizin “insan” yönüne îtirâz etmişlerdir ve şöyle demişlerdir: “Ey Allah’ın resûlü-nebîsi; bu Allah’tan mı, senden mi”?. Yâni, “senin resûl-nebî yönün tarafından mı, yoksa insan yönün tarafından mı?”. “Eğer insan yönün tarafından ise bir îtirâzımız olacak. Fakat resûl ve nebî yönün tarafındansa bir îtirazda bulunamayız. Çünkü Kur’ân bunu yasaklar. “Bu Allah’tan mı yoksa senden mi?” sorusu, “bu resûlden mi yoksa nebîden mi ?” sorusu değildir.

 

Resûl ismi aracılığıyla emredilenler nasıl ki bir hüküm ortaya koyuyorsa, nebî ismi aracılığıyla emredilenler de bir hüküm ortaya koyuyor. Ahzâb Sûresi 59. âyette bunu açıkça görebiliyoruz:

 

“Ey nebî!; eşlerine, kızlarına ve mü’minlerin kadınlarına, dış elbiselerinden (cilbablarından) üstlerine giymelerini söyle; onların (özgür ve iffetli) tanınması ve eziyet görmemeleri için en uygun olan budur. Allah, çok bağışlayandır, çok esirgeyendir” (Ahzâb 59).

 

Bu âyet de vahyi bildiriyor. Tesettürü emrini bildiren âyet “nebî” diyor. Demek ki vahyi bildiren-emreden taraf, Peygamberimizin sâdece resûl yönü değil, nebî yönüdür de. Şimdi, âyette resûl olarak değil de, nebî olarak geldi diye bu emre uyulmasa da olur mu?. Bu tarz âyetleri göz-ardı edebilir miyiz?. Peygamber’in nebî yönünü yâni sünneti inkâr edenler bu tür âyetlerle amel etmeyi kabûl etmediklerinden olacak, tesettürün de İslâm’dan olmadığını söyleyebiliyorlar. Kur’ân’ın apaçık âyetlerini inkâr edenler, bunu, sünneti yâni Peygamber’in nebî yönünü inkâr ederek yapıyorlar.

 

“Nebî Peygamberin şahsını ilgilendiren konularda olur” diyorlar. İyi de resûl olarak söyledikleri onun şahsını ilgilendirmiyor mu?. Zâten hem nebî hem de resûl olarak söyledikleri ve yaptıklarıdır bizi ilgilendiren. Nebî olarak yaptıkları, Peygamberin hem kendi şahsını, hem de toplumu ilgilendirir. Sâdece kendi şahsını ilgilendiren taraf, Peygamberin “insan olarak” yaptıklarıdır. Peygamberimiz nebî olduğu için mecbûren resûl de oluyor; resûl olduğu için mecbûren nebî de oluyor. Öyleyse her nebî resûl, her resûl de nebîdir. 

 

“Andolsun, sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Resûlü’nde güzel bir örnek vardır” (Ahzâb 21).

 

Bu âyete göre; resûl sâdece tebliğ işine bakıyorsa, o’nun örnekliği hangi tarafıdır?. İşte o’nun örnekliği de nebî tarafıdır ki bu örnekliğe İslâm literatüründe “sünnet” denir. Gerçi burada örneklikten bahsedilirken resûl kelimesi kullanılıyor. O hâlde örneklik yâni sünnet, “resûlün de sünneti”dir. Buna göre, sünnete düşmanlık yapmak, Peygamber’e düşmanlık yapmaktır. Zîrâ sünnet, Peygamber’in Kur’ân’ı uygulama tarzıdır.

 

Yine aynı şekilde; Hz. İsmâil’in hem nebî ve hem de resûl olduğu söylenir. Denir ki: “O, resûl olarak gönderilmiş bir nebî idi”:

 

“Kitap’ta İsmâil'i de zikret. Çünkü o, vaâdinde doğruydu ve gönderilmiş (resûl) bir peygamberdi (nebîyyâ)(Meryem 54).

 

Aslında Kur’ân’ın resûl ve nebî dediği kişinin aynı kişi olduğunun delîli şu âyettir:

 

“Muhammed, sizin erkeklerinizden hiç-birinin babası değildir; ancak o, Allah’ın resûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her-şeyi bilendir” (Ahzâb 40).

 

Yâni bu âyette deniyor ki: “Hz. Muhammed, hem resûl hem de nebîdir. Hem resûl hem de nebî olan, Hz. Muhammed’tir”.

 

Kur’ân’da resûl ve nebî’ye uymaktan bahsedilir. Bu ikisi aynı kişidir. Kur’ân, “emr-i bil mâruf ve nehyi anil münker” yapanın aynı kişi olduğunu, Hz. Muhammed’in resûl ve nebî sıfatlarının ikisini birlikte kullanarak belirtir:

 

“Onlar ki, yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de (geleceği) yazılı bulacakları ümmî haber getirici (nebî) olan elçiye (resûl) (resûlen nebiyye) uyarlar; o, onlara mârufu (iyiliği) emrediyor, münkeri (kötülüğü) yasaklıyor, temiz şeyleri helâl, murdar şeyleri harâm kılıyor ve onların ağır yüklerini, üzerlerindeki zincirleri indiriyor. Ona inananlar, destek olup savunanlar, yardım edenler ve onunla birlikte indirilen nûru izleyenler; işte kurtuluşa erenler bunlardır” (A’raf 157).

 

Nebîlere uymanın olmadığını söyleyenler elbette yanılmaktadır. Kur’ân’da, bir-çok peygamberin isimleri sayıldıktan sonra şöyle denir:

 

“Bunlar, kendilerine kitap, hikmet ve nebîlik (en nubuvvete) verdiklerimizdir. Eğer bunları tanımayıp-küfre sapıyorlarsa, andolsun, biz buna (karşı) inkâra sapmayan bir topluluğu vekil kılmışızdır. İşte Allah’ın hidâyet verdikleri bunlardır; öyleyse sen de onların bu hidâyetlerine-yollarına uy. De ki: Ben bunun için sizden bir ücret istemiyorum. O (Kur’ân), âlemlere bir öğüt ve hatırlatmadan başkası değildir” (En-âm 89-90).

 

Âyette; isimleri sayılan Nebîlerin yoluna uyulması emredilir. Hidâyetin ancak bu şekilde olacağı söylenir.

 

Resûl ve nebîyi ayırdığınızda, “o, onlara mârufu (iyiliği) emrediyor, münkeri (kötülüğü) yasaklıyor, temiz şeyleri helâl, murdar şeyleri harâm kılıyor ve onların ağır yüklerini, üzerlerindeki zincirleri indiriyor” denen kişi kimdir?. Resûl mü, nebî mi?. Doğru cevap: “Her ikisi de” olacaktır. Çünkü resûl ve nebî ayrımı, esastan değil, usûlden bir ayırımdır. Edebî bir ayrımdır bu. Yoksa ikisi de aynı kişidir. Nebî-resûl, “melek yada bir hükümdârın görevlendirdiği elçi”yi değil, Allah’ın seçip-gönderdiği “insan olan elçiyi” ifâde eder. Nebî kelimesinden, “Allah’ın seçtiği insan-resûl” anlaşılır. Nebî ve resûl kelimelerinin arka-arkaya söylenmesinin bir nedeni de budur. Nebî ve resûl kelimeleri birbirinin özelliklerinin açıklanmasından başka bir şey değildir. O yüzden nebî deyince de, resûl deyince de “Allah’ın seçip gönderdiği bir peygamber” anlaşılır. Nebî-resûl; “Allah’ın kendisine haber verdiği ve o haberi insanlara ulaştıran kişi” anlamındadır. Peygamberimiz Hz. Muhammed, “nebîlerin sonuncusu” olduğu gibi, -Allah’ın vahyi iletmekle görevlendirdiği- “resûllerin de sonuncusu”dur. Çünkü “haber verilme” yâni nebîlik bittiğinde, “haber ulaştırma” yâni resûllük de bitmiş olur. 

 

“İnsanlar tek bir ümmetti. Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberler (nebîyyîne) gönderdi ve berâberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere hak kitaplar indirdi. Oysa kendilerine apaçık âyetler geldikten sonra, birbirlerine karşı olan azgınlık ve kıskançlıkları yüzünden anlaşmazlığa düşenler, o, (Kitap) verilenlerden başkası değildir. Böylece Allah, îman edenleri, hakkında ayrılığa düştükleri gerçeğe kendi izniyle eriştirdi. Allah, kimi dilerse onu doğruya yöneltir. Yoksa sizden önce gelip-geçenlerin hâli başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?. Onlara öyle bir yoksulluk, öyle dayanılmaz bir zorluk çattı ve öylesine sarsıldılar ki, sonunda elçi (resûlu), berâberindeki mü’minlerle; ‘Allah’ın yardımı ne zaman?’ diyordu. Dikkat edin. Şüphesiz Allah’ın yardımı pek yakındır” (Bakara 213-214).

 

Âyette; “aralarında hüküm vermek üzere nebîlerle berâber hüküm indirildi” deniyor. Demek ki nebîler de hüküm verebiliyorlar. Yâni vahyi sâdece almıyorlar, Kur’ân ile hüküm de verebiliyorlar. Hemen arkasından gelen âyette, resûl ve berâberindekilerin, “yoksulluk ve dayanılmaz zorluklar”a uğradıklarını söyleyerek, resûllerin sâdece tebliğ ile değil, hayâtın tam ortasında mücâdele içinde olduklarını gösteriyor. Arka-arkaya gelen iki âyet; ilkinde nebî, ikincisinde ise resûl kelimelerini kullanarak, vahiy ve ardından gelen mücâdeleyi anlatıyor ve bu mücâhede-mücâdeleyi, tek bir kişi üzerinden iki ayrı sıfatla anlatıyor. Aralarında bir görev-farkı yapmıyor yâni. Zîrâ ikisi aynı kişidir.

 

Peygamberler nebî yönüyle de resûl yönüyle de yanılabilirler. Çünkü insandırlar. Sanki Hristiyanlık’ta ve Bahâilik’te olduğu gibi, peygamberlerin bir beşerî bir de ilâhî yönleri varmış gibi, “beşerî yönleri yanılır ama ilâhî yönleri yanılmaz” diyorlar. Oysa ister nebî ister resûl sıfatıyla olsun peygamberler insandırlar, beşerdirler ve yanılabilirler. Resûl-Nebî ayırımı yapanlar ise şöyle diyor: “Resûl ve nebî geçen her yerde ‘peygamber’ ifâdesini kullanmak yanlıştır. Resûl ‘vahyin elçisi’ konumudur. İtaat vahyin elçisi olan Resûledir. Nebî ise beşerî yanıdır”.

 

Bir yazıda nebî-resûl ayrımının temelsizliği ve de gereksizliği üzerine şunlar söylenmiştir:

 

“Resûl-nebî ayrımı her ne sebep veya gerekçeye dayandırılırsa-dayandırılsın, sağlam bir temelden yoksun olmasının yanında iknâ edici olmaktan da uzaktır. Aslında her resûl nebî, her nebî de resûldür. Kadı Abdülcebbar’ın ifâdesiyle, ıstılahta resûl ile nebî arasında hiç-bir fark yoktur. Allah Kur’ân’da üzüm ve narı meyvelerden ayrı olarak zikretmiştir; ancak bu durum üzüm ve narın meyve olmadıklarını göstermez. Tıpkı bunun gibi, nebî ile resûl kelimeleri de farklı medlûllere delâlet etmez. İnzâl-tenzil, nebî-resûl, îman-İslâm gibi ayrımlar ve bu sanal ayrımlardan hareketle üretilen görüş ve kanaatler hem temelsiz, hem de gereksizdir”.

 

Evet; resûl ve nebî, peygamberlerin, birbirini tamamlayan sıfatlarından başka bir şey değildir.

 

Zeki Bayraktar: “İtaat edilmesi istenirken resûl kelimesini kullanılır” diyor. İyi de o zaman, kendisine Allah tarafından kitap-vahiy verilen birine (nebî) itaat edilmemesi durumu olacak. Bu olabilir mi?. Gerçi Kur’ân’da resûl ve nebîden başka “ulûl emr”e de itaat vardır.

 

Peygamber; “bana itaat edin” derken itaat edilecek olan kimdir. Yazının başında verdiğimiz âyetlerde hem nebîye hem de resûle îman ediliyor. Îman edilene doğal olarak itaat da edilir tabî ki. “Bu nedenle “bana” derken hem resûl hem de nebî kastedilir. Çünkü “bana” kelimesini ifâde eden kişi Hz. Muhammed’tir ve o hem resûl hem de nebîdir.  Sağduyuya uygun olan yorum budur. Hiç zorlamaya gerek yok. Aşırı yorumlamaya bir başladığınızda, “ak”ı “kara” yapmakta zorlanmazsınız. O zaman da resûle itaatsizlik yapmasanız da nebî itaatsizlik yapabilirsiniz.

 

“Ey Peygamber (yâ eyyuhen nebiyyu)!; mü’min kadınlar, Allah’a hiç-bir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zinâ etmemek, çocuklarını öldürmemek, elleri ve ayakları arasında bir iftirâ düzüp-uydurmamak (gayr-ı meşrû bir çocuğu kocalarına dayandırmamak), mâruf (iyi, güzel ve yararlı bir iş) konusunda isyân etmemek üzere, sana biat etmek amacıyla geldikleri zaman, onların biatlarını kabûl et ve onlar için Allah’tan mağfiret iste. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir” (Mümtehine 12).

 

Âyette Peygamberimiz’e biat ederek itaat edilmesini istemekte ve bunu “nebî” kelimesi üzerinden emretmektedir. Bey’a (biat), “el sıkışma, anlaşma, kölelik veyâ itaat sözleşmesi yapma, egemen olarak tanıma” anlamındadır. Böylece nebî olan Hz. Muhammed’e itaat istenmektedir.  

 

Peygamberimizin hem nebî hem de resûl yönleri şu âyette çok açık bir şekilde gösterilir:

 

“Onlar ki, yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de (geleceği) yazılı bulacakları ümmî haber getirici (nebî) olan elçiye (resûl) uyarlar; o, onlara mârufu (iyiliği) emrediyor, münkeri (kötülüğü) yasaklıyor, temiz şeyleri helâl, murdar şeyleri haram kılıyor ve onların ağır yüklerini, üzerlerindeki zincirleri indiriyor. Ona inananlar, destek olup savunanlar, yardım edenler ve onunla birlikte indirilen nûru izleyenler; işte kurtuluşa erenler bunlardır” (A’raf 157).

 

Ümmi nebî, “kafası başka kitaplar tarafından karışmamış” demektir ki itaat edilmesi gereken zâten odur. Bu anlamda, kafası Kur’ân’dan başka kitaplarla karışmamış olan birine yâni “ümmi olana” itaat edilebilir.

 

Resûl ve nebînin aynı şey olması “Kur’ân ve amel” birlikteliği oluşturur. Ayrıldığında ise bilgi bilince dönüp de hayâta yansıyamaz. Kur’ân’ın âyetleri modernizme uygun değildir ve hattâ aykırıdır. “Modern telâkki”ye göre düşünmeye alışmış olanlar, modernizmin de zorlamasıyla aşırı yoruma uygun bir zihnî yapıya sâhip olduklarından, vahyi yâni âyetleri aşırı bir şekilde didikleyip incelemeye yâni parçalamaya meyyâldirler. Aşırı yoruma tâbi tutulduğunda resûl-nebî ayrımı yada bu gibi ayrımların hepsi için doğru gibi gözüken yorumlar yapılabilir. Çünkü bir şeyi fazla kurcaladığınızda o şey “o” olmaktan çıkar ve artık nasıl görmek isterseniz o şekle girer. Artık onu o şekilde kabûl etmeye başlarsınız. Parçalamanın zirvesi olan kuantum teorisine göre, bir şeyi nasıl görmek isterseniz o şekilde görürsünüz. Parçalamanın rûhunda vardır bu. İşte modernizm de, insanların kendisine uygun şekilde bir görüşünün olmasını istediği için parçalamaya çok önem verir ve her şeyi parçalar durur.

 

Resûle isyân edemeyiz ama nebîye isyân edebilir miyiz?. Kur’ân’ın bir rûhu vardır ve idrâk edilmesi gereken odur. Yoksa kelimelerin kökü, inciği-boncuğu değildir idrâk edilmesi gereken. Kur’ân, bir “dilbilgisi kitabı” değildir, etimolojinin nesnesi de değildir. Zâten Peygamberimiz ve sahabe de bu tarz bir çalışma yapmamışlardır.

 

Peygamberimizin bir resûl-nebî yönü yâni peygamber yönü vardır, bir de insan yönü vardır. Yâni, kul ve peygamberdir o. Kur’ân’da; “Ben de sizin gibi bir insanım, bana sâdece vahyediliyor” der  sık-sık. Sahabenin îtiraz ettiği yön, Peygamberin resûl ve nebî yönü değil, insan yönüdür. “Senden mi Allah’tan mı” diye soruyorlardı.

 

Tebliğ olan yerde resûl kullanılıyor. Çünkü resûllük, haber verme yâni “tebliğcilik” olduğu için, ona uygun olan resûl kelimesi kullanılıyor. Peygamberimiz, nebîliğinin resûllüğünü yapıyor.

 

Şimdi haber yâni vahiy nebîye geliyor. Fakat nebî tebliği yapmıyor da bu vazîfeyi kendisinin resûl tarafına gönderiyor ve tebliği kendisinin resûl tarafı yapıyor ve resûle bu nedenle mutlak itaat ediliyor. İyi de resûl o tebliği nebîden yani Hz. Muhammed’in nebî tarafından almıştı. O hâlde şöyle bir sonuç çıkıyor: “Hz. Muhammed’in resûl yönüne mutlak îman ederim ama nebî yönü beni bağlamaz”. Yâni “Hz. Muhammed’in yarısına îman ederim ama diğer yarısını takmam”. Görüldüğü gibi, resûl ve nebî isimleri ayrıldığında bir-çok ağır saçmalıklar ortaya çıkıyor ortaya. “Tebliğ olan yerde resûl kullanılıyor. Çünkü resûllük, haber verme yâni “tebliğcilik” olduğu için, ona uygun olan resûl kelimesi kullanılıyor. Peygamberimiz, nebîliğinin resûllüğünü yapıyor” deniyor. Şu âyet, Peygamberimize (nebî) ve o’nun üzerinden bize Allah’ın bir emridir:

 

“Ey Peygamber (nebî)!; kâfirlerle ve münâfıklarla cihad et ve onlara karşı sert ve caydırıcı davran. Onların barınma yerleri cehennemdir, ne kötü bir yataktır o” (Tevbe 73).

 

“Peygamberin “resûl” olan yönü bizi bağlar, “nebi” olan yönü bağlamaz” deniyor. İyi de yukarıdaki âyette “nebî” ifâdesi kullanılıyor. “Ey nebî!, kâfirlerle ve münâfıklarla cihad et” deniyor. Şimdi, “resûl” ifâdesi değil de, “nebî” ifâdesi üzerinden gönderilen bu âyet bizi bağlamıyor mu?. O hâlde desenize Kur’ân’ın bir-çok âyeti neshedilmiştir ve bizi bağlamaz. Zâten sorun da bu. Nebî üzerinden verilen emirleri yerine getirmek istemeyenler yada câhilce bunu savununlar, Peygamberimizin nebî yönünü baltalayarak bu yükümlülüklerden kurtulmak istiyorlar.

 

Peygamberimiz, Allah’ın “abduhu ve resûlühü” yâni kulu ve resûlüdür. Önce kulu, sonra resûlüdür. Kulluğunu es geçip de resûllüğünü kâle almak normâl ve doğru bir tutum değildir. Şâhitlik sâdece resûllüğüne değil, aynı-zamanda kulluğunadır. O-hâlde Hz. Muhammed’in hem resûl hem de “kul” olarak ne yaptığı önemlidir. Resûl olarak yaptıkları önemli olup da kul olarak yaptıkları önemli değilse, kulluğuna şâhitlik etmenin anlamı olmaz.

 

Resul-nebi ayrımının temelinde özellikle “oryantâlist fitne” vardır. Resûl-nebî ayrımını ilk önce oryantâlistler yapmış ve gündem etmişlerdir. Böylece Peygamberimiz’in Sünnet ile ortaya koyduğu etkisini azaltmak istemişlerdir. Müslümanların modernizm ile yüzleşmelerinden îtibâren İslâm’ın târih içinde oluşturduğu geleneğin sorgulanması bahanesiyle âlemlere rahmet Hz. Muhammed (sav)’in Sünnet’i tartışma konusu edilmeye başlandı. Bu da, “Kur’ân’ı ileten resûle evet” ama “Kur’ân’ı yaşayan nebîye hayır” düşüncesini ortaya çıkardı. Oryantâlistlerin amacı, Kur’ân’ın metin olarak okunması ve moderniteye uygun olarak yorumlanması ama aslâ Peygamber’in idrâk edip uyguladığı gibi uygulanmaması idi. Bu bağlamda Hz. Muhammed için sâdece, “Kur’ân’ı ileten resûl” görevinden bahsedilmeye başlandı. İşte resûl-nebî ayırımı bu nedenle yapıldı ve “resûle uyarız ama nebîye uymayız” düşüncesi açığa çıktı. Çünkü artık nebî yerine moderniteye uyulması isteniyordu.  

 

Kur’ân’ı moderniteye uydurabilmek için aşırı yoruma tâbi tutmak gerekiyordu. Fakat Sünnet yâni Peygamberimiz’in Kur’ân-merkezli örnek yaşamı bunu engelliyordu. Zîrâ bu örnek yaşam yâni Ahzâb 21. âyette söylenen “güzel örneklik”, Kur’ân’ın aşırı yorumlanmasının önünü kesiyordu. Çünkü Kur’ân’a en uygun ve en ideâl yaşam zâten ortadaydı. Kur’ân’ın en doğru ve ideâl yorumu ancak yaşanarak yapılabileceğinden ve de Peygamber bunu en ideâl bir şekilde yapmış olduğundan dolayı Kur’ân’ın çok fazla yorumlanmasına gerek de yoktur, ihtiyaç da yoktur. Bu nedenle Sünnet denilen bu en ideâl yaşamın önünü kesmek gerekiyordu ki Kur’ân daha fazla yorumlansın ve yorumlandıkça da moderniteye uygun düşürülsün ve modernizm merkezinde anlaşılsın.

 

1800’lü yıllarda Mısır ve Hindistan İngilizlerin işgâli altındadır. Sömürgeciler, Hz.Peygamber’in Sünneti’ne savaş açma zarûreti hissetmişlerdir. Çünkü Sünnet’i teşrî alanından uzaklaştırmanın ve bu sahadaki konumuna şüphe sokuşturmanın netîcesinde Kur’ân’a müdâhalede bulunmak çok daha kolay hâle gelecektir. Sömürgeci güçler(özellikle Hind yarımadasında), cihadla ilgili hadisleri ve bâzı Sünnetleri inkâra yeltenen Ehl-i Kur’ân adlı bir grup oluşturdular.

 

Cihad “hareket” demektir, bu hareket elbette “güzel örneklik” olan Peygamberimiz’in vahiy-merkezli İslâmî hareket metoduna göre olur. İşte bu nedenle cihad kavramını ortadan kaldırarak ve aşırı yorumlayarak modern anlam vermek istemişlerdir. Bu bağlamda da Peygamberimiz’in sâdece Kur’ân’ı iletmek anlamına gelen resûl sıfatını öne çıkarmışlar ve Sünnet’ini daha çok gösteren nebî sıfatını geriye atmışlardır. Tabi bunun için ilk önce resûl ve nebî kelimelerini ayırmak ve nebî sıfatını önemsizleştirmek gerekiyordu.  

 

Resûl ve nebî, iki farklı otoriteyi ifâde etmez. İkisi aynı kişidir. Fakat Peygamberimizin bir de “insan” yönü vardır. Yerken, içerken, uyurken, gezerken, hacetini yaparken vs. Peygamberimiz insandır. Peygamberliğinden önce de sonra da insandır. Peygamberliğin geldiği 40 yaşından sonra insanlığını kaybetmemiştir. Artık “insan peygamber” olmuştur. Yâni “insan nebî-resûl” olmuştur. Nebîliği, “insan olarak yaptıkları” ise, insan olarak yaptıklarının tamâmı, nebî olarak yaptıkları mıdır?. Öyleyse, Peygamberimiz hacetini yaparken nedir?. Nebî mi, insan mı?.

 

Resûl için, “o Kur’ân’ın bizzat kendisidir”, “o mesajdır”, “içimizdedir” gibi saçmalıklardan bahsediyorlar. Oysa Resûl insan-dışı bir varlık değil, bir insan, bir beşerdir:

 

Resûl ve Nebînin insan-beşer olduğu ve ona tâbi olmak ve uymak gerektiği ile ilgili bâzı âyetler şöyledir:

 

“Kendilerine hidâyet geldiği zaman, insanları inanmaktan alıkoyan şey, onların: ‘Allah, elçi (resûl) olarak bir beşeri mi gönderdi?’ demelerinden başkası değildir” (İsr 94).

 

“Andolsun, senden önce de elçiler (resûl) gönderdik, onlara eşler ve çocuklar verdik. Allah’ın izni olmaksızın (hiç) bir elçiye herhangi bir âyeti (mûcizeyi) getirmek olacak iş değildi. Her ecel (tesbit edilmiş süre) için bir kitap (yazı, hüküm, son) vardır” (Ra’d 38).

 

Nebîlerin vahyedilmiş kişiler olduğu açıkça belirtilmektedir. Kitap, hüküm ve nübüvvet verilen kişilerden “nebî” olarak bahsedilmektedir:

 

“Nûh’a ve ondan sonraki peygamberlere (nebî) vahyettiğimiz gibi, sana da vahyettik. İbrâhim’e, İsmâil’e, İshak’a, Yâkub’a, torunlarına, Îsâ’ya, Eyyub’a, Yûnus’a, Hârûn’a ve Süleyman’a da vahyettik. Davud’a da Zebur verdik” (Nîsâ 163).

 

Resûlün görevi sadece duyurmak değildir. Topluma öğretmenlik yapmakla da görevlidir:

 

“Netekim içinizde sizden bir Resûl gönderdik, size âyetlerimizi okuyor, sizi tezkiye ediyor, size kitab, hikmet öğretiyor, size bilmediğiniz şeyleri öğretiyor” (Bakara151).

 

Devlet lideri olan bir insan olarak nebîye biat ifadesi kullanılmıştır:

 

“Ey Peygamber! (nebî), mü’min kadınlar, Allah’a hiç-bir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zinâ etmemek, çocuklarını öldürmemek, elleri ve ayakları arasında bir iftirâ düzüp-uydurmamak (gayr-ı meşrû bir çocuğu kocalarına dayandırmamak), ma’ruf (iyi, güzel ve yararlı bir iş) konusunda isyân etmemek üzere, sana biat etmek amacıyla geldikleri zaman, onların biatlarını kabûl et ve onlar için Allah’tan mağfiret iste. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir” (Mümtehine12).

 

Kur’ân “nebîyi izlemek”ten de bahseder ki bu, “güzel örnekliği izlemek ve tâkip etmek” demektir:

 

“Ey Peygamber! (nebî), sana ve seni izleyen mü’minlere Allah yeter” (Enfâl 64).

 

Nebîlerin, “müjdeci ve uyarıcı” oldukları söylenir:

 

“İnsanlar tek bir ümmetti. Allah, müjdeciler ve uyarıcılar olarak peygamberler (nebî) gönderdi ve berâberlerinde, insanların anlaşmazlığa düştükleri şeyler konusunda, aralarında hüküm vermek üzere hak kitaplar indirdi. Oysa kendilerine apaçık âyetler geldikten sonra, birbirlerine karşı olan ‘azgınlık ve kıskançlıkları’ yüzünden anlaşmazlığa düşenler, o, (Kitap) verilenlerden başkası değildir. Böylece Allah, îman edenleri, hakkında ayrılığa düştükleri gerçeğe kendi izniyle eriştirdi. Allah, kimi dilerse onu doğruya yöneltir” (Bakara 213).

 

Resûl-nebî ayrımı, modernist bir yorumdur. Modernizm, İslâm’ın hayattaki rehberliğinden nefret eder ve bu nedenle de işin bu yönünü blôke etmek derdindedir. Bizim modern müslümanlar(!) da modernizmin bu fitnesine kapılmış ve nebîyi pasifleştirerek, hem, Allah’ın nebî üzerinden verilen âyetlerini görmezden gelmişler, hem de Peygamber’in örnekliği olan sünnete düşman olarak, Kur’ân’ın hayâta hâkim olma ilkesini inkâr etmişlerdir. Resûl teoriyi, nebî ise pratiği yansıtır. İkisinin birlikteliğidir hayâtın tam ortasında İslâm’ı hâkim kılan. İşte modernizm ve ona uygun ve meftun olan modern Kur’ân araştırmacıları, Kur’ân’ın hayâta dönük yüzünü sevmedikleri, dönmesini düşünmedikleri ve istemedikleri için ve zâten bunun muhabbetini bile yapmadıklarından, “nebîye itaat”i kaldırmak istiyorlar. Böylece Kur’ân’da nebînin geçtiği âyetlere itaat etmek de ortadan kalkacaktır. Sonuçta da Kur’ân’ın-İslâm’ın hayatta görünür olması önlenmiş oluyor. Netîcede tevhid zarar görüp fitne ortalığı sarıyor ve zulüm ayyuka çıkarak Dünyâ, mazlûmiyetlerin zirvede yaşandığı bir yer âline geliyor. Günümüzün sorunu budur.  

 

Kavramlar Kur’ân’ın canını çıkararak değil, hayatın tam ortasında hâkim olduğunda tam olarak idrâk edilebilir. Aksi-hâlde, dört duvar arasına hapsedilmiş olan Kur’ân’dan gerçek bir idrâk çıkmaz. Bu çalışmaların, Kur’ân “okunmuş” olacağı için bir yararı olur ancak. Fakat bu tarz, bahsedilen konu hakkında “kıymetsiz çalışmalar” olmaktan kurtulamaz.

 

Modernizm, Kur’ân’ın hayâta dönük âyetlerinden çok rahatsızdır. Çünkü o âyetler “sistem”i yıkacak olan âyetlerdir. Bu âyetler Kur’ân’da durduğu için kaldırılamayacağına göre, “yeni âyetler” lâzım. Fakat o âyetleri kim söyleyecek?. İşte resûlü nebîden ayıranlar söyleyecektir. Tabi modernizme uygun olduğu için onların söyledikleri gündem edilip kabûl edilip gündeme çıkarılacaktır. Olan şey budur.

 

Resûl, vahyin teorik ve sözlü-yazılı yönünü ifâde ederken, nebîlik, bunun hayâta dönük yüzünü gösterir. İkisi birlikte maddeyi ve mânâyı, aklı ve kâlbi birleştirir. Yâni yaşamı-hayâtı gösterir. Sünnet budur. Vahiy sâdece bir söz değildir. O hayatta yaşanması gereken de bir şeydir. Zamânımızda ve İslâm târihi boyunca zaman-zaman İslâm’ı hayattan uzaklaştırmak gayretleri yapılmıştır. Resûl ve nebî kavramını ayırma çalışması da böyle bir çalışmadır.

 

“Peygamber öldüğünde onun örnekliği bitmiştir. Onun örnekliği yaşadığı zaman için geçerliydi. Şimdi Peygamber mi var?” diyerek saçmalıyorlar. Oysa “usvetun hasanetun” denilen “güzel örneklik” yâni sünnet, evrenseldir ve Peygamber’in bu örnekliği “ümmet” çapındadır:

 

“Böylece biz sizi, insanlara şâhid (ve örnek) olmanız için orta (vasat) bir ümmet kıldık; Peygamber de üzerinizde şâhid olsun…” (Bakara 143).

 

Peygamberi “resûl” ve “nebî” diye ayırmak, o’nun “hem dîni hem de dünyevî bir önder” oluşunu seküler paradigma bağlamında baltalamak içindir. Dîni sâdece “söz”e yâni “resûl”lüğe indirgemek; “nebî”liğini yâni hayattaki örnek kişiliğini ise görmezden gelerek, pratik karşılığını blôke etmek nedeniyledir. Böylece İslâm’ın ve Peygamberliğin seküler-lâik bir anlayışa uygun olduğunu göstermek istiyorlar. Hâlbuki Peygamberimiz, hem resûl, hem de nebîdir. Kur’ân’ın (sözün) pratik temsilcisidir (Sünnet). Yâni hem dîni, hem de dünyevî otoritedir. Zîrâ İslâm, anti-lâik, anti-sekülerdir.

 

Nebî ve resûlü ayırmak ve kesin olarak ayrı anlama geldiğini söylemek, “âyet ve sünneti ayırmak” olarak gözüküyor. Bu bir “proje” olabilir. Resûl ve nebîyi ayırmak, Peygamberi bir ara-kablosuna, bir kargocuya indirgemektir. Nebînin blôke edilip sâdece resûlün kalması. İslâm tecezzi kabûl etmez.

 

Allah’ın bir vahiy alan elçileri, bir de vahiy almayan elçileri yoktur. Ha nebî ha resûl, aynı şeydir. Farklı kelimelerin kullanılması, Kur’ân’ın edebî yönü nedeniyledir.

 

“De ki: Bu, benim yolumdur. Bir bâsiret üzere Allah’a dâvet ederim; ben ve bana uyanlar da. Ve Allah’ı tenzih ederim, ben müşriklerden değilim” (Yûsuf 108).

 

“Nebî’ye değil Resûl’e uyulur ve itaat edilir” diyorlar. Hâlbuki aşağıdaki âyet, resûle uyanların, nîmet verilen nebîlerle birlikte olacağını söylüyor:

 

“Kim Allah’a ve Resûl’e itaat ederse, işte onlar Allah’ın kendilerine nîmet verdiği peygamberler, doğrular (ve doğrulayanlar), şehidler ve sâlihlerle berâberdir. Ne iyi arkadaştır onlar?” (Nîsâ 69).

 

Nebî ile resûlün aynı olduğunun delîli, Peygamberimiz vefât ettiğinde hem nebînin hem de resûlün vefât etmiş olmasıdır. Böylece hem nebîlik hem de resûllük bitmiş oluyor. Bize ise, Peygamber’in misyonunu tâkip edip devâm ettirmek düşüyor. “’Alimler peygamberlerin vârisleridir” sözü böylece tezâhür etmiş olur. 

 

“Hz. Muhammed, sâdece vahyi alırken ve tebliğ ederken resûldü, diğer zamanlarda nebî idi" sözü, dalga geçmek gibi bir şeydir. Ne yâni; Peygamberimiz ara-ara mı resûllük yaptı ve bunu, meselâ vahiy gecenin bir yarısında gelmişse, gelen vahyin tebliğini ertesi gün canının istediği bir zamanda mı yaptı?. Yâni “istediği zaman mı resûllük yapıyordu yada resûllüğün gereğini istediği zaman mı yapıyordu?” gibi bir soru çıkar. Peygamberimiz, resûllüğü her zaman yapmıyorsa, -hâşâ- bir “part time resullük”ten mi bahsetmek gerekecektir?. Çocuk oyuncağı gibi, “bir resûl oluyor, bir olmuyor” gibi bir anlam çıkıyor. Bu çok saçma. Vefât etmeden bir süre önce, vahiy tamamlandığı için resûllüğü bitmiş midir?. Görüldüğü gibi, resûl ile nebî söz olarak değil de pratik anlamda ayrıldığında bir-çok anlamsızlık çıkıyor ortaya.

 

Yine; nebî Peygamberin “insan” olarak yaptıkları ise, o zaman nebîlikle birlikte “insan Muhammed” insanlıktan çıkmış mıdır? yada nebîlikle insanlık aynı şey ise o zaman nebîliğe ne gerek vardır?. Hz. Muhammed zâten insandır. Nebî, Hz. Muhammed’in insan olarak yaptıkları ise, 40 yaşından sonra insanlığı elinden alınmış mıdır?. Yada insan olarak kalmaya devam ediyorsa nebîlik ne işe yarıyor?.

 

“Resûllük sâdece vahyi alırken ve tebliği yaparkenki görevi, diğer zamanlarda nebîdir” sözünün kaynağı nedir?. Bu söz neye dayanarak söyleniyor?. Eğer Kur’ân’dan çıkıyor diyorsanız bunu göstermeniz gerekir. Yâni bu durumda size sizin yaptığınız gibi şunu sormak gerekir: Kur’ân’ın neresinde yazıyor bu?. Hadi bir âyet gösterin bakalım..

 

Resûl-Nebî ayırımı, Peygamber’e yapılan en büyük hakârettir ve Peygamber’i işlevsiz bırakma projesi ve ameliyesidir. Resûl ve Nebî arasını ayıranlar, ilk önce peygamberliği inkâr etmeye başlarlar, sonra da ya direkt olarak yada aşırı yoruma boğarak ve vahyi başkalaştırarak vahyi inkâr etmeye başlarlar. Bunu modern meâl-tefsirlerde ve modern Kur’ân çalışmalarında görmekteyiz. Peygamberi -sözde- önemsizleştirdikten sonra Tevbe Sûresi’nin son iki âyetini inkâr eden 19’cuların örneği ise bu işin en bâriz örneğidir. Peygamber’i kutsallaştıranlara tepki vereyim derken, o’na yeni sınırlar koymuşlar ve Peygamber’in sınırlarını daraltmışlardır. Kur’ân bunun yanlışlığını ve çirkinliğini şu şekilde gösterir: 

 

“Hiç şüphesiz Allah’a ve Resûlüne sınır koyarak (yuhaddu) başkaldıranlar; işte onlar, en çok zillete düşenler arasında olanlardır” (Mücâdele 20).

 

Resûl-nebî ayrımı, kelimelerle oynamayı ve bu sâyede âyetlere, istedikleri ve inandıkları anlamı vermeye çalışan “dirâyet tefsircileri”nin işgüzarlığından başka bir şey değildir.

 

Kur’ân’da Resûl ve Nebî ayrımı, “esastan” değil, “usûlden”dir. Edebî bir ayrımdır bu. Resûllük, verilip-verilip alınan bir şey değildir. Peygamberimiz ara-ara değil, her dâim resuldür. Çünkü ne nebîlikte ne de resûllükte kesinti olmaz.

 

Evet; hayattan koparılmış ve bir pazıl, bir bulmaca hâline getirilip parçalanmış olan Kur’ân’a göre nebî ve resûl ayrıdır, zâten ayrı olmayan bir şey de yoktur. Fakat hayatta hâkim hâldeki İslâm’a göre nebî ve resûl aynıdır. İkisi de Hz. Muhammed’in sıfatlarıdır.

 

Hz. Muhammed hem vahiy alan (nebî) hem de o vahyin elçiliğini (resûl) yapan örnek bir insandı vesselam.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2016

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder