Uzman: “Belli bir işte, belli bir
konuda; bilgi, görüş ve becerisi çok olan kimse, mütehassıs, kompetan” demektir
(TDK).
İlgili olduğu alan ile ilgili
literatürü tâkip edip Türkçe’ye çeviren ve türkçe olarak anlatanlara “uzman”
denir.
Aşırı uzmanlaşma ve
ihtisaslaşma, insan varlığının bütünlüğünü elinden alıyor.
Yunanistan’da
klasik dönemde uzmanlaşma çok ilerlemişti. Örneğin Delos’ta kapı yapan bir doğramacı,
kapı kasasını yapmazlardı, yine taş yontucular kendi âletlerini bilemezlerdi.
Çağımızda her alanda bir uzmanlaşma
oluşmuştur-oluşmaktadır. Uzmanlaşmanın avantajları olduğu gibi dezavantajları
da vardır. Avantajları, o uzmanlık alanına odaklanarak ve yoğunlaşarak çok
geniş-çaplı bir inceleme-araştırma yapılması, önemli şeylerin fark
edilebilmesidir. Tabi bu-arada önemsiz şeyleri de fark edebiliyorlar ve bu önemsiz şeyleri de alanlarına dâhil
ediyorlar. Böylece o alan daha karmaşık bir hâle geliyor ve bir-süre sonra o
kadar karmaşıklaşmaya başlıyor ki, kendi alanı, biraz daha farklı bir dala
ayrılıp farklı bir uzmanlık alanı daha oluşuyor.
Çağımız bir uzmanlaşma çağıdır ve
artık bunda çok ileri gedilmiş ve bu nedenle de her-şey çok karmaşıklaşmıştır.
Artık ortada neredeyse “net” bir şey yoktur. Zâten bir çok kola ayrılan
uzmanlar, bir konu hakkında birbirlerinin tam-aksi görüşler ortaya
atabilmektedirler. Bunun nedeni, çok aşırı uzmanlaşmaların oluşması ve uzmanların
sâdece kendi alanlarında aşırı bir şekilde uzmanlaşarak diğer alanlarda
üstün-körü bir bilgiye sâhip olmalarıdır. Zâten uzmanlar-arası iletişim de
kopuktur genelde. Aşırı uzmanlaşma, uzlaşmaya zarar verir-veriyor. Hiç-bir
uzman başkasının görüşünü tam olarak kabûl edemiyor ve mutlakâ ona karşı
söyleyecek “mantıklı” bir şeyleri oluyor. Bu da karmaşayı ve çıkmazı daha çok
artırıyor.
Önemli olanın “çok fazla bilgi” değil
de “işe yarar bilgi” olduğu bir-kez daha açığa çıkmıştır aşırı uzmanlaşmayla
berâber. Uzmanlaşma her alanda böyledir. Din-bilim-iş vs. Meselâ din konusunda
tefsir-hadis-kelam-fıkıh-târih vs. konularında uzmanlaşmalar olmuş, fakat uzmanlar
kendi alanını iyi bilmelerine rağmen diğer alanları çok iyi bilmemektedirler.
Böyle olunca da vardıkları sonuçlar eksiklikten kaynaklanan yanlışlara sebep
oluyor. Zâten artık tüm konulara vâkıf “müçtehid” anlamında âlimler de
çıkmıyor. Çünkü o dala âit bilgiler -ki gereksiz bilgiler de vardır içinde- aşırı
şekilde fazlalaşmış olduğundan dolayı o dalın uzmanları o bilgiler arasında
boğulmaktadırlar. Hâlbuki o kadar karmaşık bilgilere gerek yoktur. Bir kişi
genel anlamda her konudan anlayacak ve uzmanlık alanında ise daha iyi
gelişeceği için daha isâbetli kararlar verebilecektir. Fakat böyle olmadığından
dolayı uzmanlar birbirleri ile anlaşamamakta ve hattâ atışmaktadırlar:
“Kendi
dinlerini fırkalara ayırmış ve kendileri de parça-parça olmuşlardır; ki her
grup kendi elindekiyle övünüp sevinç duymaktadır” (Rûm 32).
Peygamber’le birlikte olanlar,
fırkalara ayrılmış din uzmanlarından oluşmuyordu. Zâten bu yüzden “güzel
örnekliği” gösterebildiler ve muazzam bir gayrette bulunabildiler. Zîrâ
kafaları uzmanlaşmadan kaynaklanan gereksiz konularla karışmamış, vahyi ve
Peygamber’i tam anlamıyla anlayıp idrâk ederek örnek almışlar ve bu doğrultuda
da amelde-eylemde bulunmakta zorlanmamışlardır. Saf ve net bilgi, sonunda da
amel-eylem, onların bir devlet ve medeniyeti başlatabilmelerini sağlamıştır.
Üretilen şeyler arttıkça ve insanların
sayısı fazlalaştıkça bilgi de fazlalaşır. Fakat bu, “doğal bir fazlalaşma”
olmalıdır. Dünyâ’da üretilen ürünlerin % 90’ı aslında gerçek ürünler ve
ihtiyaçlar olmadığı gibi, ortaya konan bilgilerin bir-çoğu da “gerçekten önemli
ve ihtiyaç duyulan bilgiler” değildir. Olmasa da olur. İş ve üretim konusunda
da aynı; bir-çok şey üretilmiştir ve yeni-yeni gereksiz işler-meslekler
türemiştir. Çivi çakmasını bile bilmeyen mühendisler çıkmıştır meselâ ortaya. Genel
bilgiden yoksunluk, uzmanlaşmayı daha da arttırmaktadır.
Bu durum özellikle tıp alanında
kendini ziyâdesiyle göstermektedir. O kadar fazla ve gereksiz alanlar ve
uzmanlaşmalar çıkmıştır ki ortaya, biri diğerinin alanıyla ilgili neredeyse hiç-bir
şey bilmiyor. Dolayısı ile hastayı, sâdece kendisi ile ilgili olan alanından
bakarak tedâvi etmeye çalışıyorlar ve genel bilgiden yoksun olduklarından
dolayı da teşhisi eksik yada yanlış koyuyor, yada verdiği ilaçlar vücûdun başka
bölgelerinde yan-etkilere sebep olarak ârıza çıkarıyor. Bir-yeri iyileştirirken
(daha doğrusu iyileştirmeye çalışırlarken) başka yerleri bozuyorlar. Tabî ki herkes
kendi alanını daha iyi bilecek ama meselâ kadın doğum doktorunun diğer
alanlarda da genel bir bilgisi olmalıdır. Neredeyse iğne bile yapamayacak
doktorlar var. Hava atmaya gelince atıyorlar ama sıkıştıklarında da; “ben o konunun
uzmanı değilim” deyip işin içinden sıyrılıyorlar. Uzmanı değilsen hiç mi
anlamıyorsun?.
Meselâ eskiden tıpta “bevliye” diye
bir alan vardı ve böbreğe, idrar yollarına vs. o bölgedeki her yere bakardı. Zamanla
bevliye, üroloji ve nefroloji diye ikiye ayrıldı ve kendi alanlarından
uzmanlaştılar. Fakat burada da durmadı ki.. Üroloji daha sonra alt birimlere de
ayrıldı: Kadın üroloji, Çocuk üroloji Androloji,
Üroonkoloji, Nöroüroloji, Endoüroloji ve taş hastalıkları. İşin
kötüsü bunlar birbirlerinin alanlarından aynı ölçüde anlamıyorlar. O ona
gönderiyor, diğeri öbürüne. Hastalar hasta-hânelerde perişân oluyorlar ve daha
da beter hastalanıyorlar. Hastaların hasta-hânelerde hastalıklarının artmasını
nedeni budur: Prosedür ve uzmanlaşma. Uzmanlaşmadan kaynaklanan aşırı bilgi,
doktorun hastaya aşırı teşhis koymasına ve hastaya daha fazla ilaç vermesine
neden oluyor. İlaç tüketimin ve ilaca bağlı yan-etkilerin ve yeni
hastalıkların artmasının bir nedeni de, işte bu aşırı uzmanlaşmadır.
Eski zamanlarda ne doktorlar vardı.. O
eski doktorlar nerdeee!. Onlar birer sanatçıydı. Bir bakışta hastanın durumunu
anlayıp, hastaya biraz da babacan ve otoriter tavırlarıyla verdikleri güven ile
birlikte, ilaçlar ve tavsiyeleriyle uyguladığı tedâvi yöntemleri vardı. Tıp
alanında her konudan anlarlardı. Bu nedenle de daha iyi tedâvi oluyordu
hastalar. Doğru teşhis ve yerinde tedâvi ile çok az ilaç kullanılıyordu ve
böylece çok az yan-etkilere mâruz kalınıyordu. Şimdi artık muâyene de yok.
Doktorların %95’i steteskop kullanmıyor. Steteskop üreticileri iflâs ediyor.
Eski doktorlar, duruşlarıyla ve bilgileriyle doğal bir otorite kazanırlarken,
modern zamanlarda doktorluk, reklâmı iyi yapılan, maaşı yüksek olan bir meslek
ve “üst düzey mêmurluk” olarak gösteriliyor ve tıp öğrencileri de ilk-başta “para
için” bu alana kilitleniyor. Çok az sayıdaki bir kısım ilkeli insanları tenzih
ediyoruz tabi. Doktorların bilgileri çok zayıf, tıp çok fazla bölümlere
ayrıldığından yâni aşırı uzmanlaşma olduğundan dolayı doktorlar da sâdece kendi
alanında kısıtlı bilgilere sâhipler ve modern çağda ortaya çıkan yada
çıkartılan kompleks hastalıkların üstesinden gelemiyorlar ve hastalar da
onlardan fayda bulmadıkları için doç., prof. konumundaki doktorlara yüksek
ücretler karşılığında gitmek zorunda kalıyorlar. Bu konumda olmayan doktorlar
ise devlet hasta-hâneleri ve sağlık ocaklarında işin bürokratik işlemlerini
yapıyorlar, kırtasiye işleriyle meşgûl oluyorlar, yâni bir nevî “üst-düzey
mêmurluk” yapıyorlar ki onların yaptıklarını yapmak için bir yıl bir doktorun
yanına takılmak yada eczâcı kalfası olmak yeterli. Cengiz Yakıncı:
“Aşırı uzmanlaşmanın yararları yanında bâzı ciddî
zararları da ortaya çıkmıştır. Aşırı uzmanlaşma sonucu hekimler insanları
iyileştirmekten çok hastalıkları iyileştirmeye odaklanmıştır. Sistem veya
hastalık-uzmanı olarak yetişmiş hekimlerin, hastaları bütün olarak
değerlendirilmesi zorlaşmıştır.
Tıp-fakültesi hasta-hânesi kliniklerine ayaktan tedâvi
olmak üzere gelen erişkin bir hastayı düşünelim. Hastalığının adı konulmadığı
için hangi kliniğe başvuracağını bilemiyor. Kâlp doktoru, ‘hastalığımı bilir’
diye düşünüyor. Kardiyolog sâdece kâlp-eksenli düşündüğü için ‘senin
hastalığının kardiyolojiyle ilgisi yok’ diye başka bir kliniğe gönderiyor. Bu
durumda hasta değişik klinikleri dolaşıyor. Sonuçta, gereksiz maddî ve mânevi
kayıp söz-konusu oluyor. Bu hastalar için önerilen çözümlerden biri
tıp-fakültesi hasta-hâneleri içindeki âile-hekimliği kliniğidir. Âile-hekimliği
belli bir sistem üzerinde değil, genel tıp konusunda uzmanlaştıkları için
hastaya bütüncül yaklaşıp teşhis koymada daha başarılı olmaktadır.
Tıp-fakültesi hasta-hânesine yatıp teşhisi belli olmayan erişkin bir hasta
düşünelim. Genelde bu hastaya sâhip bölüm bulunmakta zorlanılmaktadır. Sık
karşılaşılan bu sorun için aşırı uzmanlaşma nedeniyle zayıflamış genel
dâhiliye bölümlerinin güçlendirilmesi önerilen çözümdür” der.
Modern zihniyete sâhip doktorların bir
kısmı da hastanın hastalığına odaklanmak yerine, hastayla daha ilk karşılaştıklarında:
“Acaba bu hastadan kaç para çıkar”, “bu hastayı sürekli hastam yapmam lâzım”
vs. gibi düşüncelere kapılıyorlar. Uzmanlaşmada böyle problemler ve
çirkeflikler de çıkıyor. Zâten artık hastayı değil de, tahlil kâğıdını tedâvi
etmeye odaklanılmıştır.
Yâni uzmanlaşmanın bölücü bir yanı da
vardır. Uzmanlaşmada bir iş-bölümü vardır ve herkes “sâdece kendi işine” bakar.
Böylece bir robotlaşma meydana gelir. Bu uzmanlaşma batı uygarlığından yâni
modernizmden gelmiştir. Yoksa bizim medeniyetimizde bir İbn-i Sinâ, bir Farâbi;
hem filozof, hem ressam, hem şâir, hem müzisyen, hem siyâsetçi vs’dirler. Atasoy
Müftüoğlu:
“Teknolojik akılcılık, bilimsel-teknik uzmanlaşmayı mutlaklaştıran
teknokrasi, teknolojik ön-yargılar, insanlığa mekanik kitle-katliamları çağını
yaşattığı gibi, insâni vâroluşun ve değerler dünyâsının
parçalanmasını/yıkılışını da yaşattı. Osmanlı, Mısır, Îran hükûmetleri, 19’ncu
yüzyıl başlarında tıp, mühendislik ve askerlik konularında uzmanlaşmak,
Avrupa’da bu alanlarda gerçekleştirilen gelişmeleri tâkip etmek üzere;
Fransa’ya, İngiltere’ye, Viyana’ya yüzlerce öğrenci gönderdiler. Bu öğrenciler
ülkelerine döndüklerinde batı’lılaşmanın öncüleri oldular. Hangi alanda
olursa-olsun, uzmanlık, çok daha az şey hakkında daha çok şey bilmek anlamı
taşıyor” der.
Bir yazıda bu uzmanlaşma konusunda
şunlar söylenir:
“Durkheim, katı uzmanlaşmanın faydasından çok zararı
olduğunu dile getirmektedir, çünkü bir organın iş-bölümünde donup kalmasına neden
olabilmektedir. Durkheim’a göre yukarı toplumlarda bireylerin ödevi,
etkinliklerinin alanını genişletmek değil, onları yoğunlaştırıp
uzmanlaştırmaktır. Marx, iş-bölümüne “yabancılaşma” bağlamında bakar. Daha açık
ifâde edilecek olursa, yabancılaşmayı iş-bölümünün sonucu olarak değerlendirir.
Marx, iş-bölümü ile bozulmamış insanı “bütünsel insan” olarak tanımlamaktadır,
bu çizgide bütünsel insan, uzmanlaşmamış insandır. “Bütünsel insan, her-şeyi
yapabilecek insan değil, insanlığın aslına uygun olarak gerçekleştiren, insanı
tanımlayan etkinlikleri yerine getiren insandır” der. Marx’a göre, iş-bölümü
insanların bir-çoğunun yetenekleri doğrultusunda iş yapmalarına engel
olmaktadır. İş-bölümünün sonu yabancılaşmadır; çünkü kişi kendi çıkarını
toplumun çıkarı gibi ele alır. Aynı-zamanda birey, iş-bölümüyle kendi potansiyeline
de yabancılaşır”.
Aşırı uzmanlaşmada uzmanlar birbirlerinin
uzmanlık alanlarından anlamadıkları için genel bilgiye dayanan şeyleri
anlayamıyorlar ve bu yüzden yanlış teşhis-yargı ve uygulamalar yapıyorlar.
Uzmanlıkta alt disiplinlere inildikçe ihtisas
sahaları iyice daralıp derinleşmekte ve böylece sâdece belli bir mevzuda uzmanlaşan
araştırmacılar, diğer alanlardan giderek uzaklaşmaktadır. Bilginin aşırı
yığılması, ihtisaslaşmayı bir yerde mecbûri hâle getirince, bu-arada bütün
gözden kaçmakta ve ıskalanmaktadır. Kendi alanında uzman oldukları için ve
icabında çarpıcı bilgilerle konuştuklarından dolayı etkileyici oluyorlar ve insanlar
onları dinlediklerinde iknâ oluyorlar, beğeniyorlar ve keyif alıyorlar. Artık
onları kafalarında bir kenara yazıyorlar ve o kişi hangi alanda
konuşursa-konuşsun, söylediklerini hemen baş-tâcı ediyorlar. Artık uzman kişi
uzmanı olmadığı alanlarda bile uzman kabul ediliyor.
Bir
yazıda uzmanlık hakkında şunlar söylenir:
“Batı’lı
teknik toplum için uzmanlık can-alıcı önemdeydi. Ekonomik, zihinsel ve
toplumsal alanlardaki bütün yenilikler bir-çok farklı alanlarda belirli bir
uzmanlığı zorunlu kılıyordu. Farklı
uzmanlıklar birbirine geçmişlerdi ve giderek birbirlerine bağlanır hâle
gelmişlerdi. Bir uzmanlık, farklı ve belki de şimdiye dek bağı olmamış bir
alanda bir diğerinin doğuşuna neden oluyordu. Bu biriktirici bir süreçti. Bir
uzmanlığın başarıları kullananlarınca bir başka alanda artırılıyordu ve bu da
gene onun kendi etkinliğini etkiliyordu. Araçlar ve buluşların bir araya
getirilişi insanları bir araya getirirken, yeni uzmanlık da onları kaçınılmaz
biçimde aynı yollara sürükledi. On yedinci yüzyılla birlikte, batı toplumunun
yüzüne damgasını vuracak olan uzmanlaşma süreci kendini hissettirir oldu.
Astronomi, kimyâ ve geometrinin farklı dalları bağımsız olmaya başladı. Sonuç
olarak günümüzde, bir alandaki uzmanın bir başka alanda yeterliliğini
hissetmesi olanaksız hale geldi, uzmanlaşma deneyimi, uzmanlaşma sureciyle
kuşatılmış insanların giderek artan biçimde görüntünün tümünü göremez hâle
gelmesi demekti”.
Aşırı uzmanlaşma, aslında bütüncül bir
alan olan İslâm ve ilâhiyat alanında da yaşanmaktadır. Böylece Kur’ân,
ilâhiyatçıların üzerinde çalıştığı ve inceden-inceye araştırılma yapılan bir
kitaba indirgenmektedir. Mehmet Akif Çeç bu konuda şunları söyler:
“İlâhiyat
akademyasının, modern akademik düzene entegre biçimde bir-çok disipline ve
alt-disiplinlere ayrılması, uzmanlaşmanın bu disiplinlerin kendi içinde de
oldukça atomize edilmiş spesifik alanlara bölünmüş olması ve bu
disiplinler-arası sınırların hayli keskin olması sebebiyle, bir-an için burada
tedris edilen tüm bilgilerin/bilimlerin sahih olduğunu varsaysak bile, bu
şartlar altında akademyadan ilim adamı/âlim yetişmeyeceği açıktır, ancak
‘profesyonel meslek uzmanı’ yetişebilmektedir. Hem branşı dışındaki diğer
ilâhiyat bilimlerinden hem de diğer bilimlerden kopuk, sâdece bir tek
disiplinin içinde, seçtiği bir yada bir-kaç spesifik konuda uzmanlaşmış olan
ilâhiyatçının; bu bölünmüş, parçalı, dar ve kopuk zihin ve bilgi anlayışı ile
hayâta, varlığa, âleme dâir bütüncül yeni tasavvurlar, içtihatlar ortaya
koyabilmesi; daracık bir uzmanlık alanı çerçevesinden her biri çok boyutlu,
birbiriyle bağlantılı ve derinlikli meselelere totâl, sistemsel çözümler üretebilmesi
imkânı olamayacaktır. Merkezî/üst bir paradigmadan yoksun bu bilgi anlayışı ile
bir ilâhiyat uzmanının, parçalar arasındaki koordinasyon ve korelasyonu
sağlayarak bütünü okuyabilmesi, mikrokozmozdan makrokozmoza kadar varlığa ve
âleme bir bütünlük içinde bakabilmesi, dolayısıyla bilgide tevhide ulaşabilmesi
söz-konusu olamayacaktır. Sonuç îtibârıyla, verili zihin ve epistemolojiyle
sahih yaklaşımlar ve çözümler ortaya konulma olasılığı da yoktur. İlâhiyatçının
(yada herhangi bir bilim-adamının) bağlı olduğu uzmanlık-alanı dışında başka
bir ilâhiyat alanına dâir ortaya koyduğu görüşlerin bile diğer alanlardaki
uzmanlar tarafından sınır ihlâli yada illegâl bilgi-yorum olarak
değerlendirildiği bir bilimsel zeminde, iddiâ edildiği ve zannedildiği gibi, yeni
moda ‘disiplinler arası koordinasyon’ yada ‘multi-disipliner yaklaşım’
söylemlerinin de bütüncül bir bakış ortaya koyabilmesi olası gözükmemektedir”.
Müslüman ilim-adamları, belli bir alanda
uzmanlaşmak yerine, pek-çok alanda bilgi-sâhibi olmak için çaba göstermişlerdir.
Eski Yunan düşünürleri de böyleydi. Kanımca doğru olan da budur. İslâm’da “her
alanda âlim” denilebilecek kişiler meselâ Mesûdî ve Birûnî’dir.
Hazerfen, “bin fenli” demektir. Artık
eskiden olduğu gibi “hazerfen”ler yoktur. Bunun nedeni aşırı uzmanlaşmadır.
Uzmanlaşanlar sâdece kendi alanlarında belli bir bilgiye ve yeteneğe
sâhiptirler. Bu durum bilgiyi çoğaltmakla birlikte, aynı-zamanda bir “bilgi
çöplüğü” de ortaya çıkarmaktadır. Çöplük hâline gelmiş bilgiyle kaliteli
düşünceler ve işler yapılamamakta ve sorunlar çözülememektedir. Aşırı
uzmanlaşma, sorunların çözülmeyip devâm etmesi ve bu-arada kapitâlizme kan
pompalanması içindir.
Uzmanlaşmaya izin vermeyen alanlar da
vardır. Siyâsette uzmanlaşmaya gerek duyulmaz meselâ. Yine; “herbalist” denen bitki
ile tedâvi sunan aktarlar da her hastalık hakkında bilgi sâhibidir.
Sonuçta aşırı uzmanlaşmanın,
yararından çok zararı olmuştur-olmaktadır.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ekim
2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder