11 Ekim 2016 Salı

Güzel Örneklik ve Mukâllitizm

 


“Andolsun, sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Resûlü’nde güzel bir örnek vardır” (Ahzâb 21).

 

“Ne zaman onlara: ‘Allah’ın indirdiklerine uyun’ denilse, onlar: ‘Hayır, biz, atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye (geleneğe) uyarız’ derler. (Peki) ya atalarının aklı bir şeye ermez ve doğru yolu da bulamamış idiyseler?” (Bakara 170).

 

Örnek almak yâni “güzel örneklik”, “taklit etmek” demek değildir. Hele körü-körüne taklit etmek demek hiç değildir. Zâten “örnek”, “benzer” demektir. Yâni “örnek”, bir şeyin aynısı değil, benzeridir. Bu bağlamda Peygamberimizi örnek almak, o’nun yapıp-ettiğinin tıpa-tıp aynısını yapmak demek değil, “o’nun metodunu kullanmak, kişinin o metodu kendi çağında ve coğrafyasınnda diriltmek, o’nun gibi idrâk etmek ve yaşamak” demektir. Sünnet budur zâten. Fakat taklitçilik bunun gibi değildir. Taklitçilikte, diğerinin tıpa-tıp aynısını yapmak vardır. Diğerini tıpa-tıp, moda-mod taklit etmektir. Hattâ taklitçilikte yâni mukâllitizmde bir kişinin yada bir şeyin taklidi ne kadar iyi yapılırsa o kadar başarılı olunmuş sayılır. Fakat burada bir şey ıskalanmaktadır. Bir şeyin tıpa-tıp aynısını yaparsanız, yaptığınız o şey size âit olmaz. Üstelik kendinizi onunla dondurmuş olursunuz ve bu şekilde yaptığınızda, mevcut durumunuzdan bir adım bile ileri gidemezsiniz.

 

Taklitçilik sınırlayandır. Çünkü birinin yada bir şeyin taklidi yapılmaktadır Bu nedenle o şey aşılamaz. Dînî alanda taklitçilik yapıldığında, meselâ giyim-kuşam konusunda aynen Peygamber gibi giyinmek “iyi” olarak görülür ve tıpa-tıp onun gibi giyinilmeye çalışılır. Fakat bu, dînî kıyafetlerin sâdece Arabistan coğrafyasına benzer coğrafyalarda uygulanabileceği anlamına da gelir. Zîrâ çöl-iklimi olan arap yarım-adasındaki giysiler incedir ve soğuk iklimlerde yaşayanlar, meselâ -abartırsak- Sibirya’da yaşayan müslümanlar o elbiselerle dolaştıklarında hasta olurlar ve hattâ soğuktan donar kalırlar. O hâlde taklitçilikte yanlışa düşmek, biraz sonra kaçınılmazdır. Hâlbuki “güzel örnek”likte, “Peygamber gibi giyinmek” değil, “tesettüre uygun giyinmek” önemlidir. “Tesettüre uygun olarak coğrafyanın şartlarına göre giyinmek”tir önemli olan. Sünnet, Peygamber gibi giyinip-kuşanmak, yiyip-içmek, oturup-kalkmak, konuşmak, onun gibi görünmek değil; vahye aykırı olmayacak şekilde giyinmek, yiyip-içmek, konuşmak, yürümek, görünmektir. Güzel örneklik budur ve bu, tüm zamanlarda ve tüm coğrafyalarda kolayca uygulanabilecek olandır.

 

Zerdüştlükte de “örnek alma” vardır. Avesta Yasna 12.3.’de şöyle denir: “Zerdüşt yalancılardan ve doğru yoldan sapanlardan uzak durdu, ben de Ahoramazda’yı ve dînini kabûl etmekteyim bu yüzden Zerdüşt’ü kendime örnek alacagım”.

 

İnsanlar, peygamberleri örnek almamak için ya pasif ve önemsiz gösterirler, yada onları ilahlaştırmaya kadar giderler. Böylece ya ortada örnek almaya değer bir peygamber olmayacaktır yada insanlar için peygamberi örnek almak imkânsızdır.  

 

Tasavvuf ve târikatta, kişi o kadar taklitçi olmalıdır ki, kendi irâdesini blôke etmelidir. Bir şeyhe efendiye bağlanıp, “onun istediği gibi yaşamak” inancı vardır tasavvuf ve târikatta. Çünkü o şey ve efendi, -hâşâ- bizzat Allah’ı temsil etmektedir ve artık tam da onun dediği gibi yaşamak elzemdir. Bu bağlamda Beyazid-i Bistâmi: “Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır” der. Bu, “taklitçilik yapmayanlar şeytanlaşır” anlamına gelir. Hâlbuki taklitçilik, şeytanın insana kurduğu kadim tuzaklardan biridir. Şeyhi olmayanın şeyhi şeytan değildir ama; “şeyhi olanlar dilsiz şeytandırlar”. Zîrâ hiç-bir şeye hiç-bir ses çıkar(a)mazlar. “Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır” sözünün modern şekli ise, “partisi olmayanın partisi hizbuşşeytandır” sözüdür. Böylece kişi ille de bir partinin mukâllidi olmalıdır. Tabi partilerin bâtıl olup-olmamasına bakılmaz. Şeytan ister ki, mutlakâ bâtılın bir yerinden tutunmalısınız. Modern düşünceye göre de böyledir: Ya sağcı olacaksınız yada solcu. Ya milliyetçi olacaksınız ya liberâl, ya kapitâlist, ya sosyâlist vs. Yâni ille de modernizmin bir kenarından tutmalısınız. Yoksa terörist falan olursunuz maazallah. Cemal Karakulak şöyle der:

 

“Militarize olmuş düşüncelerin insanı taşıyacağı yer burasıdır. Aynı şey siyâsi partilerden birine mensup olmayan insanlar için de söz-konusudur. Ya ondan ya bundan ama mutlakâ birisinden olacaksın. Sanki bunların hepsini yanlış gören birinin; yanlışlardan bir yanlışı tercih etmek zorunluluğu varmış gibi. Yanlışı tercih etmemenin doğruluğunu anlayamıyor insanlar!. İnsanları öyle etkilemişler ki, zihinleri bile ipotek altına alınmış. Hep özlediğimiz “hürriyeti” zihin dünyâmızda bile yaşayamaz olmuşuz.  Birilerinin düşündüğü gibi düşünmek, inandığı gibi inanmak, yaptığı tercihi yapmak, sevdiği şeyleri sevmek, anladığı gibi anlamak ilâ âhir… Merkeze konulan insanı taklit etmek zorunluluğu getirilmiş. Bu anlayış insanları daha çok militanlaştırmış, kendi mezhebinden, meşrebinden olmayanı ötekileştirmiştir.

 

Ebu Hanife’nin doğumu H. 80, vefâtı H. 150’dir. Yaklaşık Peygamberimizden 100 yıl sonraya rastlamaktadır âlimliği müçtehitliği. O güne kadar “mezhep” diye bir olay yok idi. Her müslüman Allah’ın kitabından, Peygamberin sünnetinden anladığı ile amel ediyor, bilmediği konuda da bir “bilene” sorup öğreniyor ve onunla amel ediyordu. Asıl olan da bu iken, birilerini otorite kabûl eden insanlar, işi ekôlleştirerek bu hâle getirdiler. Bu sefer ekôller arasında rekâbet ve adam kazanma yarışı başladı. Sonuç mâlûm…

 

Ebu Hanife içtihatları için şunu söylemiştir: “Bu Nûman bin Sâbit’in bu konuda vardığı en son kanaâtidir görüşüdür. Dileyen alır, dileyen almaz. Benim görüşüm bana göre doğrudur, yanlış olma ihtimâli ile berâber; başkalarının görüşleri de bana göre yanlıştır, doğru olma ihtimâliyle berâber”. Çünkü içtihatların hepsi de gâlip zandır. Hiç-biri kesinlik ifâde etmez. Bu nedenle kimse kimsenin zannını almak zorunda değildir. işin başında durum bu iken, üzerinden asırlar geçtikçe bu ekôller, tâbileri tarafından din hâline, kesin bilgi hâline dönüştürülmüş; “benim mezhebim en doğrusu ve hak olanıdır, sizinki bâtıl” demeye; “benim imamım senin imamını döver” muhabbetlerine dönüştürülmüştür. Bu işler de artık sultanların elinde demokratik partiler gibi politik kulvarlara evirilmiştir. Hâl böyle olunca elin gâvuru da bu yarayı kaşıyıp fitne çıkarmak için aradığını bulmuş olmaktadır”.

 

Dinde “içtihad kapısı”nın kapanması-kapatılması mukâllitçe bir inanç ortaya çıkarmıştır. Fakat bu durum eski döngülerdeki anlayışın yeni döngülere uymayışını ortaya çıkardı mecbûren. Sünnetullaha aykırıydı yâni içtihad kapısının kapatılması. Hâlbuki “güzel örneklik”, içtihad kapısının yeniden açılması demektir. Peygamberler, kapatılan içtihad kapılarını yeniden açmaya gelmişlerdir. İçtihad kapısını açmak sünnettir yâni. Günümüzde bu sünnetin diriltilmesi çok elzemdir.

 

“Teknolojisini alıp kültürünü almayalım” düşüncesi de bir çeşit taklitçiliktir. Yâhu o adamlar o teknolojiyi mevcut kültürlerinden mülhemle yapmışlardır zâten. Siz nasıl teknolojisini alıp da kültürünü almayacaksınız?. Zâten -bilindiği ve görüldüğü gibi- teknolojisi alındığında dibine kadar kültürü ve dîni de alınmıştır-alınmaktadır. Hattâ teknolojisi ne kadar alınmışsa kültürü de o oranda alınmıştır.

 

Dîni ve dünyevî alanda mukâllitliğin bu kadar tutulmasının nedeni, taklitçilikte insanların kafa-konforunu bozmaya gerek duymamaları nedeniyle mukallitçiliğin zor bir tarafının olmamasıdır. “Paket programlar” vardır yapılacak. “Onları yapan, Dünyâ’da rahat eder ve âhirette de cennete girer” anlayışı vardır. Onursuzca yaşamanın adına “iyi yaşam” demektedirler. İnsanları âhirette o “paket programı” uyguladıklarında “cennete girecekleri yalanı” ile oyalamaktadırlar.

 

Mukallitleri uyarmak da mümkün olmuyor. Ne derseniz deyin düşünceleri değişmiyor:

 

“Onlara; ‘Allah’ın indirdiklerine uyun’ denildiğinde, derler ki; ‘Hayır, biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz şeye uyarız’ derler. Şâyet şeytan, onları çılgınca yanan ateşin azâbına çağırmışsa da mı (buna uyacaklar)?” (Lokman 21).

 

Hâlbuki biz, müslümanlar olarak Kur’ânî bilince ulaştıktan sonra sâdece sünneti örnek alırız. Peygamberimizin Kur’ân’ı anlama-yaşama metodunu (aynısını değil, metodunu) yâni uygulama tarzını esas alırız.

 

İçinde yaşadığımız topluma “önder” olmak istiyorsak, ilk önce o topluma “güzel örnekliğimiz” Peygamberimiz gibi, “örnek” olmak zorundayız. “Güzel örneklik” sergileyemeyenler, “güzel bir önderlik” de sergileyemezler.

 

Güzel örneklik; kendi çağında, zamânı ıskalamadan Allah ve Peygambere uymaktır. Bu, “vahyi ve sünneti zamâna uydurmak” değil; tam-aksine, “zamânı vahye ve sünnete uydurmak” şeklindedir.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Ekim 2016

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder