“Fitne
kalmayıncaya ve dînin hepsi Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Şâyet
vazgeçecek olurlarsa, şüphesiz Allah, yaptıklarını görendir” (Enfâl 39).
Târih; “dîni hayâtta görünür kılmak ve vicdanlara
hapsetmek” savaşının târihidir. Dîni vicdanlara hapsetmek isterler. Zîrâ dîni
tamâmen yok etmek imkânsızdır. Bu nedenle din vicdanlara hapsedilmiştir ve
oradan çıkması ihtimâline karşı da, diğer “din”ler olan; ideolojiler, inançlar,
fikirler, yaşam-şekilleri ve modern îcatlar başına “nöbetçi” olarak
dikilmiştir. Boynunu vicdandan hafif bir çıkarıp uzatacak olsa, hemen tokmağı
yada balyozu yer kafasına. Bu durum belli bir zaman sürdürülünce de, dînin asıl
yerinin orası olduğu zannedilmektedir. Hâlbuki Allah dîni, tüm hayat için, yâni
yeryüzü dâhil kâinâtın tümü için indirmiş ve uygulanmasını istemektedir,
emretmektedir. Dînin teorisini belirleyen vahiy, kâinât ile tam uyumludur.
Zâten kâinât da, vahiyle aynı kaynağın irâdesiyle yaratılmıştır. O yüzden
kâinâtta mükemmel bir işleyiş vardır:
“O, biri
diğeriyle ‘tam bir uyum’ (mutâbakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahman
(olan Allah)’ın yaratmasında hiç-bir ‘çelişki ve uygunsuzluk’ (tefâvüt)
göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve
çarpıklık) görüyor musun?. Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz
(uyumsuzluk bulmaktan) umudunu kesmiş bir hâlde bitkin olarak sana dönecektir” (Mülk 3-4).
Evet; hiç-bir uygunsuzluk göremeyiz. Çünkü Allah
kâinâtı “dîne göre” yaratmıştır. Bu nedenle din, bir hayat-alanı olan kâinâttan
koparılamaz. Zâten koparıldığında kıyâmet kopar. Aynen, Dünyâ’da din hayattan
koparılıp vicdanlara hapsedildiğinde kopan kıyâmetler gibi. Bu kıyâmetler
çoğalınca “son saat”i celb-eder. Dînin hayattan yâni kamusal alandan koparılıp
vicdanlara hapsedilmesi, “Allah’ı kıyâmete zorlamak” anlamına gelebilir. “Yeryüzünde
“Allah” diyen oldukça kıyâmet kopmaz” sözü vardır.
Kâinât da kamusal bir alandır. Çünkü artık insanoğlu
uzayda “fink” atmaktadır. İnsanın olduğu yer “kamusal alan” olduğuna göre,
kâinâtın her yeri de “kamusal alan” demektir. Çünkü kâinâtın herhangi bir
yerine gitmeyi yasaklayan bir-şey yoktur. Ha belki şimdiki hızlarla uzak kâinâtın
yerlerine gidilemez fakat bu, “oralara gitmek yasaktır” anlamına gelmez. Zâten
en azından uzayın her yeri teleskoplarla gözlemlenebilmektedir. Bu bir çeşit
“oralara gitmek” anlamına gelir. Şimdi, kâinâtın düzenlenmesi ve işleyişinde
insanın parmağı olmadığı ve olamayacağı için, evrenin düzeni mecbûren Allah’a
bırakılmaktadır. Zâten evrende bir kaosun olmaması da bu nedenledir.
Fakat insanoğlu aynı şeyi yeryüzü için yapmamakta ve
Allah’ı Dünyâ’nın yönetimine karıştırmamaktadır. Hâlbuki Dünyâ’da da -insan
dâhil- her-şeyi Allah yaratmış olduğundan, “insanın kânun koyma” dışındaki
her-şey düzenli bir şekilde muazzam olarak işlemektedir. Gece-gündüz hiç
şaşmadan deverân etmekte; yağmurlar-karlar düzenli olarak yağmakta; bitki
örtüsü ölüp-ölüp dirilmekte; sular her yere ulaşmakta; gereği yapıldığında
meyveler-sebzeler ve tüm ürünler yetişmekte; hayvanların yaşayışları aynen
tekrâr etmekte; gördüğümüz-görmediğimiz ve bildiğimiz-bilmediğimiz her-şey
kusursuz düzenini devâm ettirmektedir. Hattâ düzeni ve kânunları Allah’a-dîne
bırakmayıp onları vicdanlara hapseden insanların vücut işleyişleri bile
yaratılışa yâni Allah’a göre tam uygun olarak olmaktadır. Yâni kısaca; “sünnetullah”
denen doğa-kânunları muazzam şekilde işlemektedir. Çünkü kâinâtın ve yeryüzünün
yönetimi, onları yaratan Allah tarafından yapılmaktadır. İnsanlar Allah’ın
yaratılışına aykırı kânunlar çıkarıp yanlış uygulamalar yaptıkları için,
“sünnetullaha uygun olarak” kötü sonuçlarla karşılaşmaktadırlar. Hattâ bâzen de
ağır bedeller ödemektedirler. Hâlbuki Yaratan Allah’ın gönderdiği “Kur’ân
anayasası”na uysalar ve ona uygun olarak düşünüp yaşasalar, -doğal olanlar
hâriç- hiç-bir bedel ödemek zorunda kalmayacaklar. Doğal olaylardan bile
hemen-hemen hiç etkilenmeyecekler. Fakat o kadar uyarıya ve uyarıcıya rağmen
yine de yetkiyi Allah’a vermiyorlar ve insanlar zor bir hayatla karşı-karşıya
kalmaktan kurtulamıyorlar:
“Allah,
kimi hidâyete erdirmek isterse, onun göğsünü İslâm’a açar; kimi saptırmak isterse,
onun göğsünü, sanki göğe yükseliyormuş gibi dar ve sıkıntılı kılar. Allah, îman
etmeyenlerin üstüne işte böyle pislik çökertir” (En-âm 125).
“İnsanların
kendi ellerinin kazandığı dolayısıyla, karada ve denizde fesad ortaya çıktı. Umulur
ki, dönerler diye (Allah) onlara yaptıklarının bir kısmını kendilerine
tattırmaktadır” (Rûm 41).
“Size
isâbet eden her musîbet, (ancak) ellerinizin kazandığı dolayısıyladır. (Allah,)
çoğunu da affeder” (Şûrâ 30).
Âyetlerin de söylediği gibi, insanların başlarına
gelen her kötü şey kendi ellerinin yaptıklarından dolayıdır. Fakat çok ilginç;
o kadar bedele, o kadar uyarıya-uyarıcıya ve Allah’ın o kadar nîmetine-rahmetine-merhâmetine
rağmen yine de aynı yanlış yapılmaya devâm ediliyor, yâni Allah’ı-dîni hayâtın
hâkimi kılmıyorlar da onu vicdanlara hapsediyorlar. Yine çok ilginç ki; uyarı
kâlplerinden-vicdanlarından onay almasına rağmen yine de yüz çeviriyorlar:
“…Bunun
üzerine kendi vicdanlarına başvurdular da; ‘Gerçek şu ki, zâlim olanlar
sizlersiniz (biziz)’ dediler. Sonra, yine tepeleri üstüne ters döndüler…” (Enbiyâ 64-65).
Yav bu Dünyâ-aşkı, bu nefsin gücü ne kadar da
şiddetliymiş?. Îman etmek bu kadar mı zor?. Oysa Allah’a-dîne uyulduğunda yâni
din hapsedildiği vicdanlardan çıkarılıp hayâtın tam orta yerinde hâkim
olduğunda, Dünyâ’nın cennetin bir şûbesine döndüğü ve zulmün bitip insanların
mutlu-huzurlu bir hayât sürdüğünün örneği çoktur. En başta da “asr-ı saadet”
denen Peygamberimizin zamânı ve sonraki kısa bir dönem. Gerçekten de cehennem
boşuna değil. Allah için en ufak bir şey bile göze alınamıyor. Kendisine
“müslüman” diyenler, âhirete inandığını söyleyenler bile Allah için
vazgeçemiyor; zamânından, uykusundan, yemekten-içmekten, hareket etmekten,
malından ve canından. Hem de karşılığında ebedî cennet olduğu hâlde.
Peygamberimize ilk-başta karşı çıkılmadı. Çünkü
âyetler henüz şirkin hüküm sürdüğü hayâta dâir bir îtirâzın dillendirilmesine izin
vermemişti. “Kalk uyar” hitâbı ile başladı her-şey. Ne zaman ki Peygamberimiz
müşriklere, taptıkları ilahlar için; “Allah’tan başka taptıklarınız ilah
değildir” dedi; yâni “sizin nefsinize göre, keyfinize göre şekillendirip
taptığınız putlar, hiç-bir gücü olmayan zırvalıklardır” dedi, işte o zaman
müşrikler söz ve el ile karşı çıkmaya ve saldırmaya başladılar. Peygamberimiz
onlara aslında şunu dediği için çok kızıyorlardı ve deliriyorlardı: “Sizin hevâ
ve hevesinize, keyfinize ve çıkarınıza göre uydurduğunuz sistem bir
sapıklıktır, sâdece Allah’ın sistemi hak yoldur”. İşte müşrikler ve müşriklik
buna dayanamaz. Çünkü bu, şirkin ve müşriklerin yok olması anlamına gelir. Bu
bir “sistem değişikliği” demektir. “Hayâta Allah’tan başkasının hâkim olmaması”
demek, insanın ilahlığının sona ermesi demektir. Şeytanın ve tağutların
sisteminin çökmesi demektir bu. Tabi bu sistem çökünce başta tağutların, sonra
da onlara uşaklık yapanların, zâlimlerin, adâlet düşmanlarının, hırsızların,
yolsuzluktan geçinenlerin, âdi ve şerefsizlerin düzenleri-sistemleri ve
çıkarları da çökecektir. Allah’ın sistemi olan dînin kamusal alana hâkim olması
ve hayâtın vahye göre, Allah’ın şeriatına göre düzenlenmesi, tüm
adâletsizlikleri, yolsuzlukları, hırsızlıkları, zulümleri bitirip; hak ve
hakîkat, adâlet ve eşitlik getirdiğinden, şeytanın hizbi olan hizbuşşeytan buna
râzı olmuyor-olmamaktadır.
Tasavvufçuların ağızlarına sakız ettikleri; âlemlere
sığmadım, mü’min kulumun kâlbine sığdım” sözü, “dîni vicdanlara gömme
düşüncesi”nin bir sloganıdır. Tasavvuf, İslâm’a göre değil, hevâ-hevese göre
şekillenmiş, İslâm’dan ayrı bir dindir ve onun çıkış nedeni ve amacı, İslâm’ı
vicdanlara hapsederek hayattan dışlamak ve böylece yeniden şeytanın ve tâğutun
iktidârını kurmaktır. Yâni İslâm’ın hâkimiyeti ile berâber çıkarlarını
kaybedenlerin, ona savaş meydanlarında karşı koyamaması nedeniyle, bir “içten
çürütme harekâtı” ile dîni vicdanlara hapsetmek ve hayâtın yeniden kendilerine
kalmasını sağlamaktır.
İslâm’da ruhbanlığın olmaması, İslâm’ın hayâtın her
alanına karışmasından dolayıdır. Hristiyanlıkta din Dünyâ’ya karışmadığı için bu
otoriteyi papazlar ellerine alarak ruhbanlığı oluşturmuşlardı.
Dîni vicdanlara hapsetmenin ideolojileri, lâiklik ve
sekülerizmdir. Bunun pratik şekli ise demokrasi denen komedidir. Bu
ideolojiler, dîni hayattan tamâmen kovmamakta, fakat onu hayattan dışlayarak
vicdanlara hapsetmekte ve böylece etkisizleştirmektedirler. Zîrâ böyle yaparak
onu hem kamusal alanda etkisiz kılmaktalar hem de ondan çıkarlarına uygun
olarak yararlanmaktadırlar. Abdurrahman Arslan:
“Sekülarizm/veya sekülerleşme, lâik anlayışın yaptığı gibi, dîni hayâtın
dışına kovmamakta; tersine ihtiyaç duyduğu “şey” din olduğundan, onu bizzat
hayâtın içine, bir meşrûiyet sağlamak üzere, fakat “kendi bağlamının öngördüğü
şekilde” dâvet etmektedir” der.
Sonuçta ortada lâik-seküler-demokratik-ılımlı bir İslâm-müslüman
bulunmaktadır. Peki “seküler din” ne demektir?. Seküler din, “insan-merkezli
din” demektir. İnsan-merkezli din, Allah/Vahiy/Peygamber-merkezli değil,
insan-merkezli olmayan, “insana göre olan” bir dindir. Bu dînin ne olduğu ve
neler yaptığı târih boyunca görülmüştür. Bir kişinin yada bir grubun
kararlarına yada arzularına göre oluşturulmaya çalışılan bir
düzen-sistem-ideolojiler, çok da uzak olmayan bir zamanda insanlara zulüm
olarak geri dönmüştür. Bu, Allah’ın bir yasasıdır. Çünkü insanın aklı-irâdesi,
gökyüzündeki ve yeryüzündeki gibi muazzam ve âdil bir düzen-döngü kuracak bir
çapta olmadığından, mutlakâ eksik ve bu nedenle yanlış-hatâlı kararlar alacak
ve bu yanlış kararlara göre yapıp-ettikleri, insanlara ve hattâ hayvan ve
bitkilere zulüm olarak geri dönecektir. İşte bu nedenle Allah sürekli vahiyler
göndererek “nasıl olması” gerektiğini insanlara göstermiştir ve son büyük
bildirim olan Kur’ân ile berâber de bunu kemâle erdirmiştir. Allah der ki:
“Anayasanız Kur’ân’dır”. Kur’ân’a göre kararlar alın, Kur’ân’ın genel
prensiplerine uygun olan yada aykırı olmayan kararlar alın ve yine buna göre
eylemlerde-uygulamalarda bulunun”:
“Biz bu kitabı sana, her-şeyin ayrıntılı
açıklayıcısı, bir doğruya iletici, bir rahmet, müslümanlara bir müjde olarak
indirdik” (Nâhl 89).
“Hüküm
yalnız Allah’ındır. O kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. Dosdoğru
olan din işte budur. Ama insanların çoğu bilmiyorlar” (Yûsuf 40).
“Kitap’ta
hiç-bir şeyi eksik bırakmadık”
(En-âm 38).
Müslümanların mevcut kötü durumunun nedeni, Kur’ân’ı
hayattan çekip zihinlere-vicdanlara hapsetmektir. Bir-türlü ders almayan
insanlar sürekli aynı yanlışı yapmaktadır. Einstein:
“Aynı şeyleri yapıp farklı sonuçlar almayı bekleyenler
ahmaktır” der.
Rabb, “dînin hayatta uygulanması için öğreticilik
yapmak” demektir. Yâni Allah’ın hayattaki hâkimiyeti, Rabliği O’nun yapmasıdır.
Lâiklik, dîni yâni Allah’ı vicdanlara hapsederek, hayattaki Rabliğin Allah’ın
elinden alınarak insana verilmesidir. Böylece hayâtın Rabbi Allah değil, insan
olmuş oluyor. Böyle olunca da, hayâtın Rabliğini elinde tutan tâğutlar, böyle
bir gücü tekrar Allah’a vermek isterler mi?. İşte Allah’ın Rabliği, “lâiklik”
denen melânetle önleniyor ve lâiklik, “Allah ile Rabb arasını ayırmak” anlamına
geliyor. Rabbi vicdanlara hapsetmek istiyorlar ama orada da Rabbin-dînin,
tasavvurları-zihinleri-kâlpleri inşâ etmesine bir şekilde izin verilmiyor.
Böyleleri aslında hem toplumdan korktukları için hem de dîni kullandıkları için
onu tam anlamıyla dışlamıyorlar. Yoksa aslında Rabbin-dînin vicdanlarda
olmasına bile katlanamıyorlar.
Din vicdanlara hapsedilince tâğutlar meydana sâhip
çıkarlar ve başlarlar şeytanca işler yapmaya. Yapmanız gerekip de yapmadığınız
her-şey, hayatta şeytana alan açar. Bir de bakmışsınız ki kendinizin sandığınız
alanlar bile şeytana âit olmuş.
Dîni Dünyâ’dan koparıp vicdanlara hapsetmek,
hayattan, merhâmeti ve vicdânı çekip koparmak demektir. Zîrâ din demek,
merhâmet ve vicdan demektir. Bu, İslâm’da her-gün defalarca tekrarladığımız
kelimeyle şu şekildedir: Bismillâhirrahmânirrahim. Rahmân ve Rahim Allah’ın
adıyla. İşte bu söz, her-şeyin başında söylenen bir sözdür. Dolayısı ile
hayatla ilgilidir. Her-şeyi Rahmân ve Rahim Allah adıyla yapmak, dîni hayatta
hâkim kılmaktır. Dîni vicdanlara hapsetmek, merhâmet ve vicdânı da gönüller
hapsetmek anlamına gelir. Merhâmeti ve vicdânı olmayan bir dünyâdan nasıl bir
iyilik bekleyebilirsiniz ki?..
Mustafa İslamoğlu:
“Bir vicdan inşâ etmeden hiç-bir sınır ahlâka dönüşemez. Ahlâka
dönüşemediği için de yaşayamaz. Lâisizm, dîni vicdânileştirmiştir. Îman
vicdanlara, İslâm mescitlere, fıkıh(hukuk) kitaplara hapsedilmiştir. Tevhid,
vicdanlarda ve lisanlarda kaldığı müddetçe kimse bir şey demiyor, Mekke
müşrikleri de bir şey demezdi, ama ne zaman ki sosyâl ve siyâsal alana giriyor,
o zaman savaş başlıyordu. Yahudileşme dünyevileşmeye, hristiyanlaşma
vicdânileşmeye örnektir. Yahudilik sâdece törenselleştirilmiş yâni kural dînidir,
ruhsuzlaştırılmış bir din. Hristiyanlık ise vicdâna hapsedilmiş bir dindir”.
Dînin yazılı şekli olan Kur’ân bir hayat kitabıdır.
İslâm, hayâtın her zerresine ve noktasına gerçek anlamda dokunan bir dindir. Bu
nedenle vicdanlarda kalamaz.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ekim
2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder