Îman edip sâlih amellerde bulunanlar; ne mutlu
onlara. Varılacak yerin güzel olanı (onlarındır)” (Ra’d 29).
Îman, Allah’ın bir
nîmetidir. Bu nîmet öyle bir nîmettir ki; yokluğunda kişiyi Dünyâ’da gerçekte
rezil bir hayat yaşattığı gibi, âhirette de sonsuz azâba mahkûm eder. Zîrâ biz
îmâna uygun olarak yaratıldık. Bu nedenle îman etmek, îman etmemekten daha
kolaydır. Fakat îmânın, son nefese kadar arttırılması gerekir. Aksi-hâlde îman
zayıflar. Îman, artmayınca duraklayan ve zayıflayan bir şeydir. Îmânın
artması demek, amel ve eylemin artması demektir. Allah yolunda olan bir
amel-eylem.
Îman kuru bir laftan ibâret
bir şey değildir, olamaz da. Îman, “amel” demektir. Zîrâ îman, oturulup
durulan yerde edilip yapılıveren bir şey değildir. “Îman ettim” demek bir
iddiâdır ve tüm iddiâlar ispât ister. İşte îman da ispât ister ki îmânın en
kâmil ispâtı amelde-eylemde olur. Îmânın en güçlü tasdiği ise mallarla ve
canlarla yapılan cihadda ve “savaş-meydanında” olur. İnfâk da îmânın bir
ispâtıdır. Böylece mallarla ve canlarla yapılan ispât, îmânın zirve göstergesi
olur. İspât edilmeyen sözde îmanlar, kuru bir laftan öteye gitmez. Kur’ân bunu
şöyle ifade eder:
“İnsanlar, (sâdece) ‘îman ettik’ diyerek, sınanmadan
bırakılacaklarını mı sandılar?”
(Ankebût 2).
“Yoksa sizden önce gelip-geçenlerin hâli başınıza
gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?. Onlara öyle bir yoksulluk, öyle
dayanılmaz bir zorluk çattı ve öylesine sarsıldılar ki, sonunda elçi,
berâberindeki mü’minlerle; ‘Allah’ın yardımı ne zaman?’ diyordu. Dikkat edin.
Şüphesiz Allah’ın yardımı pek yakındır” (Bakara 214).
“Bedeviler, ‘îman ettik’ dediler. De ki: ‘Siz îman
etmediniz; ancak İslâm (müslüman veya teslim) olduk deyin’. Îman henüz
kâlplerinize girmiş değildir. Eğer Allah’a ve Resûlü’ne itaat ederseniz, O,
sizin amellerinizden hiç-bir şeyi eksiltmez. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır,
çok esirgeyendir. Gerçek mü’minler ancak Allah’a ve Resûlüne îman eden,
ondan sonra aslâ şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla
savaşanlardır. İşte îman sözlerinde doğru olanlar onlardır” (Hucurât 14-15).
“Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarında geçen meselelerde senin hükmüne
başvurmadıkça sonra da verdiğin hükme içlerinde bir şüphe olmaksızın tam bir
teslîmiyetle râzı olmadıkça îman etmiş olmazlar” (Nîsâ 65).
Eskiden de geçerli olan fakat modernizm ile birlikte
çok yaygınlaşan şey, müslümanların “îman” zannettiği şey, Allah’ın “varlığına”
inanmaktır. Fakat Allah Kur’ân’da Kendisinin varlığından çok bahsetmez ve
varlığını kanıtlamaya çalışmaz. Çünkü “en kesin ve mutlak olan”ın kanıtlamasını
yapmak abes olurdu. Allah Kur’ân’da, “Kendisinin birliğinden” bahseder.
“Allah’tan başka ilah yoktur” der. Bu nedenle îman, “Allah’ın varlığına îman
etmek”ten ziyâde, “Allah’ın birliğine îman etmek”tir. Zâten şirk de, “Allah’ın
varlığını” değil, “Allah’ın birliğini” inkâr etmek demektir. Müslümanlar Allah’ın
varlığına inanıyorlar ama birliğine inanmıyorlar da şirk koşup duruyorlar.
Îman “güven” demektir.
Güvenmek zihinden ziyâde kâlp ile olur. Teslîmiyet olmadan îman olmaz. Îman,
bir teslîmiyet göstergesidir; Allah’a olan teslimiyet. Îmânın sözden
amele-eyleme geçmesi için “güven”e dönmesi gerekir. Güvenemezseniz
yapamazsınız. Dünyevî bir-şeyi yapabilmede bile bir güven gerekir. Fakat îman, “işi
biraz da Allah’a bırakmak”tır. İşin pratiği ise, o konuda îmânı arttırarak kemâle
ulaştırmak içindir.
Kur’ân’da “îman etmek”
ifâdesi, sürekli olarak: “Allah’a ve Resûlüne îman” şeklinde söylenir. Bu,
“îman edip sâlih amel işlemek” demektir. O hâlde îman, “Allah’a ve Resûlü’ne îman
etmek” demektir:
“Allah ve Resûlü, bir işe hükmettiği zaman, mü’min
bir erkek ve mü’min bir kadın için o işte kendi isteklerine göre seçme hakkı
yoktur. Kim Allah’a ve Resûlü’ne isyân ederse, artık gerçekten o, apaçık bir
sapıklıkla sapmıştır” (Ahzâp 36)
Allah Kur’ân’da îmân ve
îmansızlık arasındaki farkı şöyle ortaya koyar:
“Kör olanla (basîretle) gören bir olmaz; îman edip sâlih
amellerde bulunanlarla kötülük yapan da. Ne az öğüt alıp-düşünüyorsunuz” (Mü’minûn 58).
Dediğimiz gibi, “îman ettim”
demek sâdece bir iddiâdır ve sâdece söylemle yapılan îman, amel-eylemle
birleştiğinde gerçek bir îmâna döner. Allah Kur’ân’da gerçek îmânın nasıl
olacağını ve neye yapılacağını gösterir:
“Ey îman edenler, Allah’a, elçisine, elçisine
indirdiği kitaba ve bundan önce indirdiği kitaba îmân edin. Kim Allah’ı,
meleklerini, kitaplarını, elçilerini ve âhiret gününü inkâr ederse, şüphesiz
uzak bir sapıklıkla sapıtmıştır”
(Nîsâ 136).
Sâdece “îman ettim” demekle
îman olmuyor. Îman, aynı-zamanda “tâğutu reddetmekle” olur ve tamamlanır. “Lâ
ilâhe” demeden “illallah” denemez:
“Dinde zorlama (ve baskı) yoktur. Şüphesiz, doğruluk
(rüşd) sapıklıktan apaçık ayrılmıştır. Artık kim tâğutu tanımayıp (küfredip)
Allah’a inanırsa, o, sapasağlam bir kulpa yapışmıştır; bunun kopması
yoktur. Allah, işitendir, bilendir”
(Bakara 256).
İmtihan, gerçek ve sahte îmânı
belli etmek içindir. Şu unutulmasın ki, gerçek îmâna erenlere tâğutlar ve
uşakları mutlakâ sataşacaktır. Bu zâten îmânın bir bedeli ve göstergesidir:
“Onlardan, yalnızca üstün ve güçlü olan, öğülen
Allah’a îman ettiklerinden dolayı intikâm alıyorlardı” (Burûc 8).
Îman hiç-bir engel tanımaz.
Îmânı görenler ve tanıyanlar canları pahasına da olsa ona hemen sarılıverirler.
Îman, “gerçeği” gösterir zîrâ. Firavun’un sihirbazlarının îmânı buna örnektir:
“Ve sihirbazlar secdeye kapandılar. “Âlemlerin Rabbine
îman ettik” dediler. “Mûsâ’nın ve Hârûn’un Rabbine”. Firavun: ‘Ben size izin
vermeden önce O’na îman ettiniz, öyle mi?. Mutlaka bu, halkı buradan
sürüp-çıkarmak amacıyla şehirde plânladığınız bir tuzaktır. Öyleyse siz (buna
karşılık ne yapacağımı) bileceksiniz. Muhakkak ellerinizi ve ayaklarınızı
çaprazlama keseceğim ve hepinizi îdam edeceğim’. (Onlar da:) ‘Biz de şüphesiz
Rabbimize döneceğiz’ dediler” (A’raf
120-125).
Ölüm ânında yapılan “son-dakika
îmânı” geçersizdir:
“Biz, İsrâiloğullarını denizden geçirdik; Firavun ve
askerleri azgınlıkla ve düşmanlıkla peşlerine düştü. Sular onu boğacak düzeye
erişince (Firavun): ‘İsrâiloğullarının kendisine inandığı (ilahtan) başka ilah
olmadığına inandım ve ben de müslümanlardanım’ dedi” (Yûnus 90).
“Tevbe; ne, kötülükleri yapıp-edip de onlardan birine
ölüm çatınca: ‘Ben şimdi gerçekten tevbe ettim’ diyenler, ne de kâfir olarak
ölenler için değil. Böyleleri için acı bir azab hazırlamışızdır” (Nîsâ 18).
Îman etmek, “yapmak”
demektir. Îman ilk başta sözdür fakat amele-eyleme yönelten bir söz. İslâm
zâten bir îman-amel dînidir. İslâm’da söz ile eylem birlikte olmalıdır:
“Asra andolsun; Gerçekten insan, ziyandadır. Ancak îman
edip sâlih amellerde bulunanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve
birbirlerine sabrı tavsiye edenler başka” (Asr 1-3).
Allah’ı akıl değil îman
görür. Akıl sâdece îmâna ulaştırır. Akılla görmeye çalışma, boşuna yorulursun,
Aklını, “îmânını geliştirmek için” kullan ve îmânını arttır. Göreceksin ki her-yerde
Allah’ın bir sanatı (zâtı değil) var.
Olgunlaşmamış ve samîmi
olmayan îmanlar yada îman söylemleri, kişiyi yanlış yola da sürükleyebilir.
Kur’ân’da samîmi olmayan îmânın kişiye kötülüğü emrettiği söylenir:
“Hani sizden mîsak almış ve Tur’u üstünüze
yükseltmiştik (ve): ‘Size verdiğimize (Kitaba) sımsıkı sarılın ve dinleyin’
(demiştik). Demişlerdi ki: ‘Dinledik ve isyân ettik’. İnkârları yüzünden buzağı
(tutkusu) kâlplerine sindirilmişti. De ki: İnanıyorsanız, inancınız size ne
kötü şey emrediyor?” (Bakara 93).
Ramazan Yılmaz:
“Îman, ferdin cüz-i irâdesinin Rabb’inin “külli
irâde”sine teslîmiyetidir. Fert îman ettikten sonra, artık hiç-bir konuda kendi
hevâsına, kendi istek ve arzularına göre hareket edemez. Kişi, yapacağı tüm
hareketlerin kaynağını îman ettiği Rabb’inin indirdiklerinden delillendirmek ve
örnek edindiği Peygamber (as)’ın sünnetine uygun yapmak zorundadır; îman bunu
gerektirir. Aksine bir davranış kişinin küfre, şirke, fıska ve nifaka girmesine
neden olur.
Îman etmek, çok değerli bir eşyâ alır gibi, onu bir
kasaya koyup saklamak değildir. Îman etmek, kişinin önce kendisiyle, daha sonra
içerisinde yaşadığı toplumla ve giderek siyâsal güçlerle karşı-karşıya gelmesi
ve îman ettiği esasları, bütün açıklığı ile ortaya koyması demektir. Bu, îmânın
kişide vârolduğunun göstergesidir. Toplum ve siyâsal egemen güçler, îman
eden kişideki, söz ve hareketlerin değişkenliğine şâhit olmalıdır” der.
Allah'a, âhirete, gayba
îmandan anlık bir gaflette bile, îmâna aykırı, felsefî sözlerle ifâde edilmiş
bir-sürü cümle kurulabilir. Bu sözleri şeytan ilhâm edecektir.
Îman etmek, “îmâna göre
yaşamak” demektir. Neye/kime/nasıl îman ediyorsanız, ona ve o şeye göre
yaşarsınız. Îman etmek, “îmânın gereğini yapmak” demektir. Bu nedenle
Peygamberimiz tebliğini sâdece sözüyle değil eylemiyle de yapmıştır. Îman,
bedel ödemeye zorlayan şeydir. Seni bedel ödemeye ve harekete geçmeye
zorlamıyorsa, îmânında bir “sorun” var demektir.
Bu nedenle müslüman kişi, îmânını olgunlaştırarak o sorunu ortadan kaldırmaya
çalışmalıdır. Îman, pasif bir kabûlden ibâret değildir çünkü. Îman,
biraz da “riske girmek”tir.
İbâdetler îmânın bir göstergesi
ve izdüşümüdür. Allah Kur’ân’da namaz için “îman” tâbirini kullanır:
“Bir-takım beyinsiz insanlar: ‘Onları daha önceki
kıblelerinden çeviren nedir?’ diyecekler…” (Bakara 142). Yâni, “daha önce kılınan namazlar boşa mı gitti?”
diyenlere Allah şöyle diyor: “Allah,
îmânınızı (yâni eskiden yöneldiğiniz kıbleye karşı kıldığınız namazları) boşa çıkaracak değildir. Şüphesiz, Allah,
insanlara şefkat edendir, esirgeyendir” Bakara 142-143
Modern insan/müslüman, îmânı,
âcil durumlarda (tehlike, doğa olayları, hastalık, ölüm) kullanılacak bir “imdat
kolu” gibi görüyor ve “tehlike ânında çekerim diye düşünüyor. Oysa îman, insanı
tehlikeye düşmekten korur ve kişinin her dâim doğru gitmesini sağlamak ve
yanlış gitmesini önlemek içindir. İslâm’a bağlılık, bir kulübe üye olmak gibi değildir
ki üye olunca yada bir şeyin taraftârı olunca iş bitsiz. Îman, “îman ettim”
demekle başlar, yoksa “îman ettim” demekle son bulmaz. Îman, îmânın gereğini
yapmayı şart koşar. Zîrâ îman kuru bir laftan ibâret bir şey değildir.
Îman, bilişsel bir mesele
değil, eylemsel bir dinamiktir. Îmânın derecesi, Allah için yapılan işle (amel)
belli olur. “Bu-gün Allah için ne yaptın?” demek, “îmânında bir artma var mı?”
demektir.
Îmânın
kendisi en büyük kanıttır. İnandığınız şeyin ne olduğunu bilmiyorsanız, o inanç
körü-körüne olan bir inançtır. İnanmanın bizzat kendisi, sonsuz problemleri
çözecek formüle sâhiptir. Îman, problem çözme potansiyeline sâhiptir.
Kur’ân bir îman/ahlâk kitabı
mıdır?, yoksa bir îman-eylem kitabı mıdır? İkisidir de. Fakat hangisinin daha
çok öne çıkarılacağını zaman-mekân-durum belirler. Bu zamanda-mekânda-durumda Kur’ân’ın
îman-ahlâk tarafından sonra mutlakâ îman-eylem tarafı da öne çıkarılmalıdır.
İslâm-târihinde neredeyse hiç olmadığı kadar bu derece bir perişânlığa rağmen,
böyle zamanlarda-mekânlarda-durumlarda inatla Kur’ân’ın sâdece amele-eyleme
dönmeyen îman-ahlâk tarafını öne çıkarmak “tam doğru” değildir. İslâm
hatır-gönül dîni değil, îman-ahlâk ve amel-eylem dînidir.
İnsanlar artık “niçin
yaşıyorum” sorusunu değil, “nasıl yaşıyorum” sorusunu sorup duruyorlar. Îmanlı
bir “niçin” sorusuyla, ahlâklı bir “nasıl” sorusuna ihtiyâcımız var. Kur’ân’a
îman etmek, Kur’ân’ı yaşamak ve onu hayâta taşımakla olur.
Kimsenin îmânını yabana
atmıyoruz ama, “îmân hayatta tezâhür etmelidir” diyoruz. Yoksa “zayıf îman” da
bir îmandır tabî ki. Peygamberimiz: “Bir kötülük gördüğünüz zaman, onu elinizle
düzeltin; buna gücünüz yetmezse, dilinizle düzeltin; buna da gücünüz yetmezse,
kâlbinizle buğzedin. Zâten bu da îmânın en zayıf noktasıdır” (Müslim, Îman, 78)
der. Yâni, “buğz da bir îmandır ama îmanın en zayıfıdır” demek istiyor. Fakat
zayıf îman, “riskli îman”dır.
Müslüman, rahat uyuyamayan
kişidir. Bu bağlamda uyku, bir îman ölçüsüdür. Ölüm korkusu da müslüman için
bir terâzidir. Îman terâzisi. Ölümden korkmaya başladığında, îman tarafı hafif
basar.
Sorunumuz îmansızlık sorunu
değildir, sorunumuz, “şuursuz îman” sorunudur. Bu şuursuz-bilinçsiz îman, belki
de îmansızlıktır.
Şu da çok önemli bir
noktadır ki; “neye-kime göre hareket ediyorsanız, ona îman ediyorsunuz”
demektir.
“Öyleyse, îman eden kimse, fâsık olan gibi olur mu?.
Bunlar eşit olmazlar” (Secde 18).
İnkâr etmemek “îman etmek”
demek değildir.
Îman, en ufak bir defo-ârıza
bile kabûl etmez. Îman %100 îmandır.
Îmânın bilgisi îman
değildir, “îmânın bilgisidir” sâdece. Hiç-bir şeyin bilgisi o şeyin kendisi
değildir zâten.
Mü’min, gücünü imajından
değil, îmânından alan kişidir. Gücünü imajından değil de îmânından alanlara
selâm olsun.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn
Görmüş
Ekim 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder