“İnsanlardan öyleleri vardır ki, bilgisizce Allah’ın
yolundan saptırmak ve onu bir eğlence konusu edinmek için sözün ‘boş ve amaçsız
olanını’ satın alırlar. İşte onlar için aşağılatıcı bir azab vardır” (Lokman 6).
Mevlid
lûgatta: “Doğma. Dünyâ’ya gelme. Doğulan yer veyâ zaman. Peygamberimiz’in doğumunu
anlatan manzum eser, dînî manzûme” anlamındadır.
Bugün kabûl
edilen nüshasına göre, Vesîletü’n Necât her biri “bahir” olarak adlandırılan,
“münâcaat” (Cenâb-ı Hak’ka yalvarma), “vilâdet” (Peygamberimiz’in doğumu),
“risâlet” (Peygamberliği), “mirâc” (Gökyüzüne yükselişi, cennet ve cehennemi
görmesi), “rıhlet” (Vefâtı) ve “duâ” gibi ana bölümlerden oluşan 16 kısım ve
770 beyit’ten meydana gelir.
Süleyman
Çelebi’nin Mevlid’i yazarken referans aldığı kişilerden biri de Muhyiddin İbn-i
Arâbi ve o’nun Füsûsûl Hikem adlı eseridir. Bu eser vahdet-i vücut şirki ve
sapıklığını zirveleştiren bir kitaptır. Bu yüzden Mevlid’de de yoğun bir
tasavvuf ve “Peygamber’i aşırı yüceltme” örnekleri görülür. Hattâ Mevlid’de
Peygamber, “insan” bile değildir. Zâten Süleyman Çelebi’nin “çelebi” sıfatı, o’nun,
aynı-zamanda bir mevlevî dedesi olduğunu, yada en azında mevlevilikle yoğun bir
ilişkisi olduğunu gösterir.
Mevlidler ve
Türklere has olan Mevlid, hristiyanlığa bir öykünmedir. Hz. Îsâ’nın doğum
gününe (Milâd) nazîre olarak yazılmıştır. Aslında burada bi-ince “peygamber yarıştırmak”
durumu vardır. Zaman ismi olarak aynen Hz. Îsa’nın doğumunu belirten “mîlâd”
kelimesinde olduğu gibi, “mevlîd” terimi de “Mevlîd”te, Hz. Muhammed’in doğduğu
zamânı belirtir.
Süleyman
Çelebi Mevlid’e “Vesiletü-n Necat” yâni “kurtuluş vesîlesi” ismini koymuştur.
Bununla; “Mevlid güzel bir sesle okunduğunda ve dinlenildiğinde “kurtuluş”a
erilecektir” mesajı verilmek istenir gibidir. Oysa kurtuluşuntek vesîlesi Kur’ân
ve Sünnet’tir. Kur’ân’a ve Sünnet’e uymakla kurtuluşa erilir, yoksa Mevlid’te
bulunana şirk ve şatahat sözleri değil.
Nâim Tatlıcı,
Mevlid hakkında şunları söyler:
“İslâm dünyâsında mevlid merâsimi ilk
defâ hicretten yaklaşık 350 yıl kadar sonra, Mısır’da hüküm süren Şii Fâtımîler
(910-1171) tarafından tertiplenmiştir. Bu merâsimler saraya âit olup, sâdece
devlet erkânı arasında cereyân etmiştir. Fâtımîler, Hz. Ali ve Hz. Fâtıma’nın
doğum günlerinde de mevlid merâsimleri tertip ederlerdi. Sünnî müslümanlarda
ilk mevlid merâsimi, Hicrî 604 yılında, Selahaddin Eyyubî’nin eniştesi ve Erbil
atabeği Melik Muzafferüddin Gökbörü tarafından tertiplenmiştir. Osmanlılar
tarafından mevlid, ilk defâ III. Murat zamânında, 1588’de resmî hâle getirilmiştir.
Sarayda tertiplenen merâsimlerin yanı-sıra, önceleri Ayasofya Câmii’nde,
sonraları Sultan Ahmed Câmii’nde yapılan merâsimlere devlet erkânıyla birlikte
halk da katılırdı. Bu merâsimlerde, Kur’ân-ı Kerîm tilâveti, vaaz ve mevlid okunması
icrâ edilirdi. Târih içerisinde farklı dillerde bir-çok mevlid yazılmasına
rağmen, zamanla Süleyman Çelebi’nin 1409 yılında yazdığı Vesîletü’n-Necât isimli
mevlidinin okunması âdet hâline gelmiştir. Önceleri yalnız
Peygamberimizin doğum gününde okunan mevlid, daha sonra bütün mübârek gecelerde
okunmaya başlamış ve giderek yaygınlaşarak, vefât eden kişilerin arkasından
okunur hâle gelmiştir”.
Mevlidte Peygamberi aşırı bir
şekilde yüceltme vardır. Öyle ki, bâzı sözler onu ilahlaştırmaya kadar varır. Belki
de bu tarzda aşırı şekilde övüleceğini fehm eden Peygamberimiz daha o
zamanlarda şöyle demiştir:
“Hristiyanların
(peygamberleri) Îsâ’yı övmede aşırı gittikleri gibi siz de beni övmede aşırı
gitmeyin” (Ahmed b Hanbel, I, 23, 24, 47, 55, V, 32; Dârimî, Rikâk 68; Buhârî,
Enbiyâ 48).
Bir yazıda şöyle denir:
“Süleyman Çelebinin söylediklerinin Kur’ân’i hiç-bir
dayanağı yoktur. Hattâ bâzı söylediklerinin siyerde ve hadislerde bile kaydı
yok. “Bir bal dolusu şerbet”in Âmina Hâtun’a hûrilerin eliyle sunulması, evinin
melekler tarafından Kâbe gibi tavaf edilmesi, Sündüs isimli bir meleğin havaya
onun için döşek sermesi örneğinde olduğu gibi. Buram-buram “peygamber
tapkınlığı” kokan ve bir-sürü zırva içeren bu şiiri; çocuğunun doğumunun
şerefine, onu sünnet ettirirken, evlendirirken, askere gönderirken okutanları
görebilirsiniz. Hacc dönüşünde okutulacak mevlid hele bir de yemekliyse işte
onun sevâbı sizi cennete doğru kanatlandırıp uçurur.
Akşam düğünde göbek atıp eğlenen insanlar ertesi gün
oturup mevlid okurlar. Neden acaba?. Tabî ki olaya kutsallık katmak için. İyi
de bu safsata dolu şiiri abartılı bir makamla okumanın çocuğun sünnet olmasıyla
yada gençlerin evlenip yuva kurmasıyla alâkası nedir?. Saçma-sapan bir şiir
gelenekleştirilerek tâ mâbetlerimize kadar girmiş, alâkasız faaliyetlerimizde
ibâdet coşkusuyla edâ edilmiş ve bir-nevî, bu faaliyetlerimizi kutsama aracı
olmuş. “İbadet coşkusu” derken bir örnek vereyim. Mevlid isimli şiiri okurken
bir-yerde (Geldi bir ak kuş kanâdiyle revan, arkamı sıvadı kuvvetle heman)
ayağa kalkılır, kıbleye dönülür, eller aynen namazdaki gibi bağlanır ve
mevlidin bir kısmı bu hâl üzere okunur”.
Şirkle ve uydurmalarla dolu
bir metindir aslında “mevlid” denilen Vesîletü’n-Necât. Tasavvuf-merkezli düşünceyle
yazılmış olan mevlidte Peygamber aşırı övülüp “insanlığından” çıkarılır ve bir “ilah”
derecesine yükseltilir. Bir-kere mevlide başlarken “seyyid-i kâinat” diyerek
başlanır ki, aslında kâinâtın tek seyyidi yâni efendisi Allah’tır, Peygamberimiz
değil. Peygamberimiz âlemlere rahmettir. Seyyid; “efendi baş, reis” demektir.
Peygamberimizin soyundan gelenlere de sonraları yanlış bir isimlendirme olarak
seyyid denmiştir. Çoğulu “sâdet”tir ki Kur’ân’da: “Ve dediler ki: ‘Rabbimiz, gerçekten biz, efendilerimize ve
büyüklerimize (sâdet=seyyidler) itaat
ettik, böylece onlar bizi yoldan saptırmış oldular” (Ahzâb 67) olarak
geçer. Bu nedenle, bir kişi bir bölgenin seyyidi olabilir ama kâinâtın seyyidi
olamaz. Kâinâtın seyyidi yâni efendisi Allah’tır.
Mevlidte
Peygamberimiz varlığın sebebi olarak gösterilmiştir:
“Pes Muhammed’dir bu
varlığa sebeb,
Sıdk ile ânın rızâsına kıl taleb”.
Sıdk ile ânın rızâsına kıl taleb”.
Mevlid’de
Peygamberimiz annesi ile birlikte şu şekilde aşırı yüceltilir:
“Ol gice kim doğdu ol
hayrûl beşer,
Ânesi anda neler gördü neler.
Dedi gördüm ol Habîbin ânesi.
Bir acep nûr kim güneş pervânesi.
Berk urup çıktı evimden nâgehan,
Göklere dek nûr ile doldu cihan.
Gökler açıldı ve feth oldu zulem,
Üç melek gördüm elinde üç alem.
Biri meşrık biri mağribde ânın,
Biri damında dikildi Kâbe’nin.
Ânesi anda neler gördü neler.
Dedi gördüm ol Habîbin ânesi.
Bir acep nûr kim güneş pervânesi.
Berk urup çıktı evimden nâgehan,
Göklere dek nûr ile doldu cihan.
Gökler açıldı ve feth oldu zulem,
Üç melek gördüm elinde üç alem.
Biri meşrık biri mağribde ânın,
Biri damında dikildi Kâbe’nin.
İndiler gökten melekler sâf ü sâf,
Kâbe gibi kıldılar evim tavaf.
Hem hava üzre döşendi bir döşek,
Adı Sündüs, döşeyen anı melek.
Çün göründü bana bu
işler ayân,
Hayret içre kalmış idim ben hemân.
Yarılıp çıktı divardan nâgehan,
Geldi üç hûri banâ oldu ayan.
Geldiler lutf ile ol üç mehcebin,
Verdiler bana selam ol dem hemin.
Çevre yanıma gelip oturdular,
Mustafayı birbirine muştular.
Üç alem dâhi dikildi üç yere,
Her birisin edeyim nerden nere.
Dediler oğlun gibi hiç-bir oğul,
Yaradılalı cihan gelmiş değil.
Bu senin oğlun gibi kadr-i cemil,
Bir anâya vermemiştir ol Celil.
Ulu devlet buldun ey dildare sen,
Doğuserdir senden ol hulki hasen.
Bu gelen ilm-i ledün sultanıdır,
Bu gelen tehvid-i irfan kânıdır.
Bu gelen aşkina devreyler felek,
Yüzüne müştakdürür ins ü melek.
Hayret içre kalmış idim ben hemân.
Yarılıp çıktı divardan nâgehan,
Geldi üç hûri banâ oldu ayan.
Geldiler lutf ile ol üç mehcebin,
Verdiler bana selam ol dem hemin.
Çevre yanıma gelip oturdular,
Mustafayı birbirine muştular.
Üç alem dâhi dikildi üç yere,
Her birisin edeyim nerden nere.
Dediler oğlun gibi hiç-bir oğul,
Yaradılalı cihan gelmiş değil.
Bu senin oğlun gibi kadr-i cemil,
Bir anâya vermemiştir ol Celil.
Ulu devlet buldun ey dildare sen,
Doğuserdir senden ol hulki hasen.
Bu gelen ilm-i ledün sultanıdır,
Bu gelen tehvid-i irfan kânıdır.
Bu gelen aşkina devreyler felek,
Yüzüne müştakdürür ins ü melek.
Âmine eder çü vakt oldu
tamam,
Kim vücuda gele ol hayrül enam.
Susadım gâyet hararetten kati,
Sundular bir cam dolusu şerbeti.
Şerbeti karşımda tutdu hûriler,
Bunu sana verdi Allah dediler.
Kardan ak idi ve hem soğuk idi,
Lezzeti dahi şekerde yok idi.
İçtim ânı oldu cismim nûra gark,
Edemedim kendimi nurdan fark.
Geldi bir ak kuş kanâdiyle revan,
Arkamı sıvadı kuvvetle heman.
Doğdu ol saatte ol sultan-ı din,
Nûra gark oldu semavât ü zemin”.
Kim vücuda gele ol hayrül enam.
Susadım gâyet hararetten kati,
Sundular bir cam dolusu şerbeti.
Şerbeti karşımda tutdu hûriler,
Bunu sana verdi Allah dediler.
Kardan ak idi ve hem soğuk idi,
Lezzeti dahi şekerde yok idi.
İçtim ânı oldu cismim nûra gark,
Edemedim kendimi nurdan fark.
Geldi bir ak kuş kanâdiyle revan,
Arkamı sıvadı kuvvetle heman.
Doğdu ol saatte ol sultan-ı din,
Nûra gark oldu semavât ü zemin”.
Oysa Peygamberimiz
peygamberliğinden önce peygamber olacağını hem bilmezdi, hem de yolunu ve ne
yapacağını şaşırmış (dalâlet) durumdaydı:
“Böylece sana emrimizden bir rûh vahyettik. Sen,
kitap nedir, îman nedir bilmiyordun. Ancak Biz onu bir nûr kıldık; onunla kullarımızdan
dilediklerimizi hidâyete erdiririz. Şüphesiz sen, dosdoğru olan bir yola
yöneltip-iletiyorsun” (Şûrâ 52).
“Bir yetim iken seni bulup barındırmadı mı?. Ve seni
yol bilmez şaşkın bir hâlde (dalâlet) iken, ‘doğru yola yöneltip iletmedi mi?.
Bir yoksul iken seni bulup zengin etmedi mi?” (Duhâ 6-8).
Câhil müslümanlar, Allah’ın
adı tek-başına anıldığında rahatsız olurlar. Mevlide “Adım ile yazdım adını”
denir. Böylece câhiller, Allah ile birlikte Peygamberin adını
görmekten-duymaktan mutlu olurlar. Hâlbuki bu, müşriklerin bir tavrıdır:
“Sâdece Allah anıldığı zaman, âhirete inanmayanların
kâlbi öfkeyle kabarır. Oysa O’ndan başkaları anıldığında hemen sevince
kapılırlar” (Zümer 45).
Mustafa İslamoğlu mevlid hakkında şunları
söyler:
“Mevlid, Peygamberimizin hayâtıyla başlamış bir uygulama
değildir. Sahabenin, tabiinin vs. tarafından bilinen ve uygulanan bir uygulama
değildir. Mevlid, Fâtımiler tarafından 11-12. yy. da ilk defâ ortaya çıkmıştır.
Fâtımiler, Sûriye’de Hristiyanlardan gördükleri peygamber yüceltmelerini kendileri
de uygulamak istiyorlar ve mevlid uygulaması başlatıyorlar. İlk Mevlid Türkçe
değil, Kürtçedir. Yahudilerin Yom Kippur ve Kurtuluş bayramlarına mukâbil
Peygamberimiz de “Ramazan ve Kurban bayramlarını kutlayın” diyor. Kadir Gecesi
hâriç diğer “özel” günler âdettir. İbâdete dönüşmedikçe bid’at olmaz.
Mevlidlerin kandile dönüşmesi ilk olarak Osmanlı zamânında 2. Selim zamanında
yine Hristiyanları taklit ederek başlamıştır. Hristiyanların “mum”u yerine “kandil”
yakmışlardır ibâdet-hânelerde. Mevlid okumak Kur’ân okumak gibi kabûl
ediliyor. Siz mevlidi alıp Kur’ân’ın yerine koyarsanız, Kur’ân’ı nereye
koyacaksınız?. Mevlidin Vilâdet Bahrinde “indiler gökten melekler saf saf”
diyen kişi mevlide göre Âmine hâtundur. Bu hiç-bir kaynakta doğrulanmaz. Hattâ
uydurmaların bile içinde yoktur. İnsanlar Peygamberimizin hayâtını mevlidten
öğreniyorlar ama yanlış öğreniyorlar. Peygamberimize annesinin mezarını ziyâret
için izin verildi ama duâ için izin verilmedi. Âmine Hâtun, mevlidte farklı,
hadislerde farklı bir şekilde anlatılır”.
Ahmet Kalkan:
“Peygamberimiz’in doğumunu anma esprisi de unutulmuş,
Peygamber için yazılan bu şiirin okunması kendi-başına bir dînî törene, bir
ibâdet kabûlüne dönüşmüştür. Bugün bir-çok âile, ölüleri için sevap, hattâ
mutlakâ yapılması gerekli dînî vecîbe gibi düşünmektedir. İbâdetler, Allah’a
nasıl yaklaşıp hangi uygulamalarla sevâba girileceği nassların hükmü ile belli
olur. Yâni ibâdetler, fıkhî deyimiyle “taabbudî” alandır, tevkîfîdir, vahyîdir.
Din tamamlanmıştır, artırma da eksiltme de yapılamaz. Resûlün ve ashâbın
hayâtında mevlid diye bir uygulama kesinlikle mevcut değildir. Mevlidi
savunanlar şöyle derler: “Mevlid bir vesîledir, biz bu vesîleyle Kur’ân
okuyoruz, salât ve selâm getiriyoruz, duâ ediyoruz; esas amaç da bunlardır”.
Cevap olarak deriz ki: Mevlid dışında sayılanların kendi-başlarına okunmaları
hâlinde hangi zorluk ve eksiklik çıkıyor da Süleyman Çelebi’nin şiirine
sığınılıyor?. Süleyman Çelebi’den önce Kur’ân okuyanların okudukları boşa mı
gitti?. Kur’ân ve sünnet, ibâdet anlayışı ile böyle şiir okuyarak sevap
kazanılacağı bir ibâdetten bahsetmez. Ayrıca, mevlid şiir gibi değil; Kur’ân
okunur gibi Kur’ân makâmıyla okunmakta, Kur’ân dinlenir gibi dinlenmektedir.
Mevlid türünden kutlamalar, din kaynaklı değil; folklor ve âdet kaynaklıdır. Bu
kutlamalar, câmide olmadığı sürece, ibâdet ve sevap kabûl edilmemek şartıyla,
Kur’ân makâmıyla ve kutsal metinmiş gibi icrâ edilmediği özelliklerde, salt
şiir okur gibi okunursa bir sakıncası olmaz. Bugünkü şekliyle ise, en azından
büyük bir bid’at ve hurâfedir. Bugün, bir şiir, ölülere rahmet ve cennete
ulaşma vesîlesi gibi kabûl edildiğinden, Kur’ân’dan öne çıkarıldığından, dînin
temel ilkeleri açısından çeşitli sakıncalar içerir. Örf dinleşince, din de
örfleşir. Örfün kutsallaşmasına seyirci kalmak, dînin tahribine seyirci
kalmakla eş anlamlıdır. Tevhid, ibâdet kasdıyla “Allah’ı da anmak” dînî değil;
“sâdece Allah’ı anmak” dînîdir. Câmiye sokulup ibâdet kasdıyla okunan mevlidin,
sâdece bid’at olarak kalmayacağı, bu anlayış ve kabûlün şirk kapsamına
girebileceğini bu riski taşıdığını belirtelim” der.
Mevlid bid’at içinde bid’attır.
Çünkü mevlid hem bid’attır, hem de halk tarafından yeni bid’atların
çıkarılmasına neden olur. Halk tarafından oluşturulmuş mevlid tavırları vardır.
Bir-kere onu okuyan kişi; biraz üzgün, biraz kibirli, sanki çok önemli bir şey
yapıyormuş edâsında, biraz sert bir tavırla ve avazı çıktığı kadar bağırarak
okumalıdır mevlidi. Sesi ne kadar gür ise o kadar “derin hoca” olarak kabûl
edilir. Bu nedenle her zaman o kişi çağırılmalıdır mevlid okumaya. Tabi adamın “hakkı”nı
da (hediye) vermek lâzım. Yalnız burada önemli olan bir husus vardır ki; adamın
morâlini bozmayacak bir miktar olmalıdır verilen “hediye(!). Bir de şu çok
önemlidir ki, hocanın pilavı “bol etli” olmalıdır. Ayranı çirf-çift olmalı,
lokum, lokma ve şerbeti zinhar ihmâl edilmemelidir. Yoksa hoca bir dahaki
sefere -Allah muhâfaza- gelmez de perişân olunur.
Halktan kimseler de mevlide
katılmanın yapmacık ciddiliği ve huşûsu ile mevlidi dinler ve o anda bir
konuşan olursa sert-sert bakışlar atar. Hoparlörler evin dışına gelecek şekilde
koyulmalı ve tüm mahallenin duyacağı kadar açılmalıdır. Herkes sizin mevlid
okuttuğunuzu bilmelidir. Ses güçlü çıkmazsa nereden bilecekler?. Komşunun beyi,
oğlu vs. gece işten gelmiş, hasta varmış, çocuk uyuyormuş.. olsun mevlid daha
önemli ve zâten hiç kimse de mevlid okunurken rahatsızlığını dile
getir(e)mez. Aman haaa!; sonra ne derler?.
Mevlide karşı çıkılır mı?.
Kadınlara gelince; “mevlide
has” giyinişler olur. Bâzen de “altı kaval, üstü şeşhâne” olan bir giyim-şekli
olur. Kadınlar için en önemli kural, olmazsa-olmaz şart, “başın kapatılması”dır.
Mini-etek giyilse bile baş kapatılmalıdır. Böylece ortaya çok absürd resimler
çıkar. O baş-örtülerini daha doğrusu mevlid örtülerinin altında ağır makyajlar
sırıtır. Sünnet olunurken, askere uğurlamada, evlilikte, hacca giderken, ölünün
arkasından; yedisinde, kırkında, elli-ikisinde, yılında-senesinde vs. “Allah
rızâsı için” mevlidler okunur-okunmalıdır.
Regâip-mevlid-beraat-mîraç
gecelerinde mevlid okunması olmazsa-olmaz bir durum hâline gelmiştir. Bu
geceler bid’attı ve zâten mevlid de bid’at olduğundan; mevlid okumak-okutmak, “bid’at
içre bid’at” oluyor.
Köy yerlerinde mevlidler
“ağır” olur. Öyle bir kasa lokum ve gülsuyu ile mevlid olmaz ve okunmaz.
Hocanın biri: “Kardeşim!, bir kasa lokumla, bir gül suyuyla mevlid olmaz. Mevlid
dediğin ‘ağır’ olur. 2 kilo lokum alıp da ‘mevlid oku’ demeyin bana” demişti ve
“mevlid fıkhı”nın bir kuralı daha ortaya çıkmıştı. Mevlid yüzünden nice “danalar”-“inekler”
kurbân oldular. Tabi hakkını yemeyelim; nice et yiyemeyen kişiler de et ve
diğer mevlid ikramlarıyla karınlarını doyurmuş oluyorlar.
Neden ille de Süleyman
Çelebi’nin mevlidini yâni şiirini okuyorlar. Meselâ neden “kasîde-i bürde” okunmuyor?.
O da çok güzel bir kasîdedir. Fakat mevlid Türkçe ya; herhâlde ondan olsa
gerek. Sakın Süleyman Çelebi’nin mevlidinin tüm İslâm âleminde okunduğunu zannetmeyin.
Bu mevlid sâdece Türkiye, Kıbrıs ve biraz da Azerbaycan ve müslüman balkan
ülkelerinde, o da bâzen okunuyor. Zâten Süleyman Çelebi’nin mevlidi Türkçedir.
Türkçe bilmeyenlerin bu mevlidi okumaları beklenemez.
Vel hâsıl kelam; Mevlid
okumak; farz, sünnet, vâcip vs. değildir. Mevlid bir bid’attır ve bunu ibâdet
neşvesinde yapmaktan vazgeçmek gerekir. Onun yerine Kur’ân okumalı ve sünnetten
bahsedilmelidir. Böylece insanlar bir bilgiye ve hattâ bilince erebilirler.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn
Görmüş
Eylül 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder