“De ki: Hak
geldi, bâtıl yok oldu. Hiç şüphesiz bâtıl yok olucudur” (İsrâ 81).
İslâm, ilk-insanla başlayan bir dindir ve Allah
katında İslâm’dan başka hak-din yoktur. Hak-din zannedilen Hristiyanlık,
Yahudilik vs. ya hakîkati büyük ölçüde tahrif edilmiş, yada sonradan
düzenlenmiş olan ve içinde vahiyler de bulunan fakat fesada uğratılmış
olduğundan dolayı bâtıla kaymış olan dinlerdir. Yâni bu dinler “hak” özelliğini
kaybetmişlerdir. Tüm peygamberler -ki buna Hz. Mûsâ ve Îsâ da dâhildir- İslâm
peygamberidir ve dinleri de İslâm’dır. İslâm, sâdece Hz. Muhammed’in
peygamberliğini yaptığı dîne has bir isim değildir, o, “Allah’ın dîni”nin
adıdır. Allah bu dîni sünnetullaha göre ve sünnetullaha uygun olarak göndermiştir
ki Allah’ın sünnetinde bir değişiklik olmaz zâten:
“Allah’ın
önceden geçenler hakkındaki kânunu budur. Allah’ın kânununda aslâ bir
değişiklik bulamazsın” (Ahzâb 62).
Allah, İslâm’ın insanlar tarafından her tahrif
edilişinde peygamberler ve vahiyler göndererek dînini tahrifattan kurtarmış ve
güncellemiştir. En son olarak da kalıcı bir vahiy göndererek ve seçtiği
Peygamber ile bir sünnet ortaya koyarak vahyini tamamlamıştır. İslâm dîninin
insanlar tarafından tahrif edilmesinin nedeni, insanda bulunan ve şeytan
tarafından uyarılan nefsin vermiş olduğu dürtülerdir. Dünyâ bir “imtihan dünyâsı”dır
ve bu imtihanı kazanacak olanlar âhirette ebedî huzûru hak edecek ve o huzûra
kavuşacaklardır. Bilindiği gibi hiç-bir imtihan kolay değildir. Yâni Dünyâ zor
bir imtihan alanıdır. Fakat şöyle de bir kolaylık vardır ki Allah, insanı hem
bu imtihana uygun olarak yaratmıştır hem de imtihanda çıkacak soruları ve
cevapları da vermiştir. İnsana ise sâdece çıkacak soruları ve cevapları
çalışmak ve benimsemek düşer. Fakat insanlar çok tembel, çok zâlim, çok câhildir.
Bu nedenle insanlar bu imtihandan kurtulmak için çeşitli çâreler aramışlar ve
zamanla o çârelere inanmaya ve hattâ o sözde çâreleri din edinmeye
başlamışlardır. İşte tasavvuf da; hem Dünyâ’nın doğal zorluklarından hem de
Allah’ın insana imtihan gereği yüklediği sorumluluktan kurtulmak için şeytanın
telkinleriyle uydurulmuş olan bir felsefe yada bâtıl bir dindir. Bu felsefeyi
güyâ meşrûlaştırmak için İslâm’dan bâzı âyetleri yanlış çevirerek ve işlerine
gelen bâzı uydurma hadis ve rivâyetleri kullanarak ve felsefelerinin içine
sokarak bir dayanağı olduğunu göstermeye çalışmaktadırlar.
İslâm’da adına tasavvuf denen bâtıniliğin ortaya
çıkış nedeninin, Dünyâ’nın ve İslâm’ın görece zorluklarından kurtulmak isteyen
bir duygu ve düşünce olduğunu düşünüyoruz. Yâni, İslâm’ın fetihleri sonucunda
ayrıcalıklarını kaybeden ve bâtıl dinlerine çok sıkı bağlı olanların askerî
olarak karşı koyamadığı İslâm’a, “içerden bir zarar vermek istemesi plânı”
diyebiliriz. Hem İslâm’i iktidârın, hem de vicdânın baskısından bir şekilde
kurtulmak için şeytanın fısıltılarıyla oluşturulan düşüncelerin bir toplamıdır
tasavvuf. Fakat şu da var ki; Allah katında tek din İslâm olduğundan ve İslâm’dan
başkası bâtıl olmaya mahkûm olacağından, tasavvufun önerileri ve düşünceleri de
mecbûren bâtıl oluyor. Çünkü İslâm’a rağmen bir hakîkat arayışı bâtıldır.
Bu durumda, İslâm’a karşı oluşturulmaya çalışılan tasavvuf bâtıl oluyor ve tüm
bâtıl dinler ve düşünceler gibi çelişkiler ve yanlışlar, sapıklıklar, hattâ
komikliklerle doludur. Normâl insan aklının alamayacağı komikliklere sâhip ve
ancak çocuklara anlatılabilecek fantastik hikâyeler gibi masallar içermektedir.
500 km. uzaktaki bir kişinin odun keserken baltasının kırılması üzerine, diğer
kişinin 500 km. beriden savurduğu baltanın, baltası kırılan kişinin ayağını
önüne düşmesi; şeyhini “karısının üstünde” görünce gördüğü şeyin gerçek olmayıp
“zâhiri” olduğunu ve şeyhinin sürekli bâtınî âlemlerde gezdiğinden, bâtınî
âlemin zâhirde gördüğü gibi olmadığı ve dolayısı ile şeyhini suçlayamayacağıJ; “yanımdan karımı kaçırsalar bir şey diyemem, çünkü
yapıp-eden Allah’tır” diyenler (lâ fâile illallah); kendini peygamberlerden,
meleklerden ve hattâ Allah’tan üstün görenler; şeytanı, Firavun’u ve Kur’ân’da
anlatılan İslâm’ın meşhûr düşmanlarını günahsız bir îman âbidesi gibi sunanlar;
kâinâtı elinde tesbih gibi oynadığını zannedenler ve buna inananlar; şeyhinin
kendisi hakkında her şeyi bildiğini düşünenler ve ona râbıta ederek açık bir
şirke düşenler; eşiyle birlikte olmak için bile efendisinden izin isteyenler;
sükseli ama çok saçma bir sözü anlamadığı ve içi kabûl etmediği hâlde sürekli
dile getirenler ve daha saymakla bitmeyecek bir-çok saçma, sapık, yalan-dolan
sözler, düşünceler ve inanışlar var.
Tasavvufun temeli; cinler, halüsinasyon/serap,
hipnoz, kâhinlik vs.’dir. Bu kişiler büyülenmiş yada hipnoz hâlindedirler. Zîrâ
akıllarını blôke etmişlerdir. Artık ne dense ve söylense kabûlleridir. Zâten
başka türlü tasavvufun zorvalıkları kabûl edilemezdi.
Tasavvufun, bâtıniliğin saçma-sapan düşünceleri,
sözleri, anlatımları, hocalarımızın-üstatlarımızın derlemiş olduğu kitaplarda
ayrıntısıyla işlenmiş hâldedir. (Meselâ Ercüment Özkan, İbrâhim Sarmış,
Celâleddin Vatandaş) Bu tarz kitapların okunmasını şiddetle tavsiye ediyoruz.
Fakat bizim söylemek istediğimiz şey şudur ki; bu tarz saçma-sapık
anlatılara inanmak, ancak ve ancak bir hastalığın neticesinde olabilir: Şizofreni..
Fizîki-zihnî-ruhsal yapısına uygun olmayan bir çocukluk yaşamış, hayatta zor
travmalarla karşılaşmış, fantastik zihne sâhip, aynı-zamanda da tembel, korkak,
pısırık, dağınık, kıçını zorlamayı sevmeyen -çünkü bâzı târikatlarda zorluklara
girilmesi istense de, felsefî tasavvufta kimse kimseden bir zorluğa girmesini
istemez- kişilerin ve hayatta bir “yer” edinememiş olanların sığındığı çürük
bir limandır tasavvuf. Bu kişiler tasavvufa girince tasavvufun yalan-dolanları
ve saçmalarıyla iyice zıvanadan çıkıyorlar ve şeytan-merkezli tasavvuf
etkisiyle şizofrenik bir hâl almaya başlıyorlar. Artık gerçek olmayan şeyleri
mutlak gerçek şeylermiş gibi kabûl edebiliyorlar. Meselâ efendilerinin
kendilerine havadan ve hevâdan verdiği mânevî makam-mevkî, onları farklı hâl ve
tavırlara sokuyor ve hiç kimsenin umurunda olmadıkları hâlde kendilerini
toplumun ayrıcalıklısı gibi görebiliyorlar. Bunun nedeni, gerçek hayattan kopmuş
olmalarıdır. Tasavvuf kişileri gerçek hayattan koparıyor ve onları bir yalan
içinde yaşatıyor. Zâten TDK sözlüğünde şizofreni; “gerçeklerle olan ilişkilerin
büyük ölçüde azalması, düşünce, duygu ve davranış alanlarında önemli
bozulmaların ortaya çıkması gibi belirtiler gösteren bir ruh hastalığı” olarak
târif edilir.
Bâtıniliği tasavvuf adı altında ortaya atanlar, yukarıda
söylediğimiz gibi; İslâm’a yenilmiş olan ve çıkarlarına tam uygun eski sapık
dinlerinin aşırı bağlısı olan ayrıcalıklı kişilerdir. Onların hedefi, kendi
sapık dinlerine uygun olarak İslâm’ı içten çürütecek bir felsefî sitem ortaya
koymak ve böylece İslâm’ı daha doğrusu müslümanları zayıflatıp yıkmak istemeleridir.
Bunu ilk zamanlar, İslâm hayâtın tam ortasında güçlü bir şekilde durduğundan
başaramamış olsalar da, attıkları fitne 4-5 asır sonra işe yaramaya
başlayacaktır. Ercüment Özkan:
“Küfür, İslâm’dan intikâmını tasavvuf yoluyla almıştır.
Kurdun kuzu postuna bürünmesi gibi, tasavvuf da şirk anlayışını İslâm postuna
bürüyerek halka sunmuştur” der.
Öyle ki tasavvufun sözde büyüklerinden olan
Celâleddin Rûmi; Müslüman kadınlara-kızlara tecâvüz eden, çoluğu-çocuğu kılıçtan
geçirip mallarını yağma eden moğolları bir kurtarıcı gibi görmüş ve hattâ moğol
komutanını “ermiş bir kişi” gibi gösterdikten sonra Cengiz Han’ı da peygamber
îlân etmiştir. Tüm bunlar şizofrenik bir davranışın ve psikolojik bir
bozukluğun işâretidir. Stockholm Sendromu’nda olduğu gibi, tecâvüzsüne âşık
olan bir tutum takınıyorlar. Ne de olsa sapık inanışlarına göre yapan-eden -hâşâ-
Allah’tır. Bu düşünceye göre zâlimlerin piri -hâşâ sümme hâşâ- Allah oluyor.
Üstelik böyle bilmeyi ve inanmayı “tevhid” olarak görüyorlar bu anlayışa
ulaşmış olanları kendi aralarında üstün kişiler (hatm-i merâtip) olarak kabûl
ediyorlar.
Tasavvuf bağlılarına bakılınca hiç de sözlendiği yada
bilindiği gibi sessiz, sâkin, hoşgörülü birileri olmadığı görülüyor. Psikopat
bir yapıya sâhipler. Hemen hepsi çok sinirli ve kendi düşüncelerine sağlam
delillerle karşı çıkanları neredeyse boğup öldürüverecekler. Öyle sanıldığı
gibi “aşk adamı” falan da değiller. Celâleddin Rûmi; birbirilerini seven Kimyâ
Hâtun’la oğlu Alâaddin’e düşmanlık derecesinde karşı çıkarak Kimyâ Hâtun’u Şems’e
peşkeş çekmişti. Aşka hürmeti falan yoktu yâni. Zâten onlar “sevgi” yerine “aşk”
sözünü kullanırlar ki aşk da şizofrenik bir durumun tezâhürüdür. Zîrâ
aşkta bir “kendini kaybetme hâli” vardır ki tasavvufçular bu durumu üstün bir
özellik gibi sunarak şizofreniyi ayyuka çıkarırlar. Sevgiye ve sevgi için
özveriye canımız fedâ; lâkin bir psikolojik bozukluk, bir travma olan aşk
yüzünden perişân olmayı en üstün insanlık durumu gibi göstermek normâl bir
insan davranışı değildir ve gerçeklik dışında yaşamak (şizofreni) demektir bu.
Kendinde olamama yâni sarhoşluk hâlini, insan-ı kâmilin hâli gibi gösteriyorlar
ve anlatıyorlar. İyi de insan-ı kâmilin pîri olan Peygamberimiz’de bu tarz tutumlar
görülmüş müdür ki?.
Akıl sağlığı yerinde, duygu durumu normâl olan bir psikolog-psikiyatrist,
tasavvufçuların arasına katılsa ve onları dinlese, ağır bir depresyon içinde
olduklarını görürdü ve bu rûhi çöküntüden kurtulmanın çok-çok zor olduğunu
düşünürdü.
Tasavvuf müntesipleri, aynı-zamanda şizofrenik bir
belirti olarak Yaygın Anksiyete Bozukluğu’na
sâhiptirler. Bir yazıda bu bozukluğu olan kişiler için şunlar söylenir:
“Gerçek bir neden yokken yada nedeni olsa bile durumla
uygunsuz olan, aşırı olan denetlenemeyen nitelikteki endişe hastalığın temel
belirtisidir. Çoğu-zaman kişi endişelerinin aşırı olduğunun farkındadır, ancak
endişelenmelerini denetleyemezler ve bir-türlü sâkinleşemezler. Çevrelerinde
“aşırı evhamlı” olarak tanınırlar. Yorgunluk, dikkat bozukluğu ve konsantrasyon
güçlüğü, en ufak sesle kolayca irkilme, uykuya dalamama ve gece sık-sık uyanma
diğer önemli belirtilerdir”.
Neden böyledir?: Çünkü gittikleri yol bâtıldır. Gittikleri
yol ne kendi iç âlemlerini düzeltip onları ferahlatır ve vahyin enerjisi ile
canlandırır, ne de Dünyâ’daki bir zorluğa-zulme karşı bir şey yaptırır.
Tasavvuf, insanı içten-içe tüketen sapık bir felsefedir. Kişinin beynini yer ve
işlemez hâle getirir. Kişiyi; aptallaştırır, korkaklaştır, tembelleştirir (lâ
fâile illallah), vurdum-duymaz bir hâle getirir. Fakat bunlar insanı insan
yapan özellikler olduğundan, bu olumsuzluklara kapılmış olanlar, insanlığını
Allah’ın istediği ve düzenlediği gibi yaşayamadıklarından, rûhi ve ardından da
fizîki hastalıklara dûçar olurlar. Hiç kimseye güvenememe, bir-türlü tatmin
olamama, sürekli sonsuz sorular vs. Artık bu duruma gelmiş olan tasavvufçular,
dînin en ufak bir sözünden bile rahatsız olarak dîni-Kur’ân’ı takmamaya
başlarlar ve sâdece kendilerine gelen sözde “tecelliler”e göre düşünürler ve
konuşurlar. Fakat tecelli zannettikleri o şeylerin şeytanın fısıltıları
olduğunu bile idrâk edemezler. Zâten tecelli ve ilham, oturulup dururken
gelmez; düşünülüp dururken yada amel-eylem hâlindeyken gelir. Şeytanın
fısıltılarını “vahiy” zannedenler bile vardır, zîrâ “gerçek”ten kopmuşlardır ve
paranoid şizofreni durumu baş göstermiştir. Bu şizofreni şekli şöyle târif edilir:
“Şizofrenin bir alt-tipidir. Bu tip, şizofreninin en çok görülen
tipidir. Bu şizofreni alt-tipinde, bâzen dîne aşırı düşkünlük, meta-fizik,
filozofik yada cinsel uğraşlar görülebilir. Rahatsızlığı kabûl etmez, belirtileri
gizlemeye çalışır, sanrıları yüzünden savunmaya geçer ve toplumdan
uzaklaşırlar. Düşünce
bozuklukları baskındır. Kötülük görme sanrıları, büyüklük sanrıları, etkilenme
fikir ve sanrıları, alınganlık, kuşkuculuk bu türde sık görülen düşünce
bozukluklarıdır. Başlangıcı
genellikle yavaş ve daha geç yaştadır”.
Böyle
bir duruma gelmiş olan kişi artık tasavvuf sohbetlerine şizofrenik durumunun
bir güdüsü ve vehmiyle alışkanlık olarak devâm eder. Tasavvuf bir çeşit
alışkanlık yapar. Aynen tüm bâtılların ve zararlıların yaptığı alışkanlık gibi.
Böylece “günlük tasavvuf sözleri” dinlemek ihtiyâcı hisseder. Zîrâ hiç-bir
zaman gerçek bir cevap alamaz. Tatmin olamaz bu nedenle. Sigara gibi; içip bitirdikten
bir-süre sonra tekrar sigara içme isteği duyulmasına benzer. Artık günde 1-2
paket tasavvuf zırvalığı dinlemek zorunda kalır. Duydukları, kişiyi gerçek
anlamda rahatlatmaz, onu inşâ etmez ve sorularına gerçek cevaplar veremez. Amele-eyleme
dönük değildir çünkü. Amele-eyleme dönük olmadığında ve dönmediğinde söz
bitmez ve uzar gider. Anlamsız tekrarlar deverân eder durur. Bu nedenle
kişi artık sürekli olarak tasavvufu tâkip eder ama gün geçtikçe durumu
ağırlaşır. Bâtıl olanın özelliği budur zîrâ. Tam; “buldum, tamam artık” dediği
anda, cevap veremediği bir soru, bir düşünce yada söz ile çöküverir. Bulduğunu
zannettiği cevap vahiy-merkezli değil şeytan-merkezli olduğundan yanlış ve
bâtıl bir cevaptır ve bâtılın ömrü en fazla 1 gündür. Şeytan ise ayartmalardan
başkasını vaat etmez kişiye. Bundan kurtulmanın çâresi olarak da kendisine
verilen makam-mevkilerle kendi-kendine övünür durur. Kendinde bulunduğunu
zannettiği makam, gerçek değildir. Fakat o, başkalarına göre o sözde makâma
sâhip olduğunu düşündüğünden, kendi-kendine bir şizofreni hâli yaşar durur. O
makamları kimse takmaz ve önemsemez aslında. Tasavvufçular kendi içlerinde
toplu olarak yaşadıkları şizofreniyi hep birlikte sürdürür giderler. “Toplu
şizofreni hâli” oluşur. Bu-arada hayat da hızla ilerlemektedir ve “kaçınılmaz
son” yaklaşmaktadır. Tasavvuf melâneti ile Dünyâ’da kendilerini felâkete
sürükleyen bu kişiler, âhirette de “kaybedenler”den olacaktır. Fakat şu
unutulmasın ki dünyâ-hayâtının ızdırâbı, âhiretin yanında hiç-bir şey değildir.
Evet;
bu şizofreniden ve maddî-mânevi hastalıktan kurtulmanın en iyi ilacı vahiydir.
Vahiy-merkezli ve âhiret kaygılı bir hayat yaşanmadıkça bu berbat durumdan
kurtulmak imkânsızdır. Lâkin bu durumdan kurtulmak mümkündür ve birazcık bedel
ödeyerek bu durumdan kurtulabilinir ve gerçek hayâtın içinde inançlı bir
şahsiyet olarak mücâdele-mücâhede edilebilir. İnsanın normâl ve doğal durumu
buna uygundur.
En
büyük yardımcı Allah’ın rahmeti ve vahiy olacaktır.
En
doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Temmuz 2016
Bu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.
YanıtlaSilİftirâyı ben değil, senin o "büyük" zannettiğin sapıklar, İslâm'a atıyorlar. Tasavvuf İslâm-dışı sapık-bâtıl bir dindir. İslâm'ın/Kur'ân'ın tasavvuf gibi şeytan-işi pisliklere ihtiyâcı yoktur. İslâm hikmeti de kendi içinde taşır zâten. Bizim "hikmet"imiz "Sünnet"tir.
YanıtlaSil