19 Temmuz 2016 Salı

Servet Âyetleri Üzerine


“Sana neyi infâk edeceklerini sorarlar. De ki: İhtiyaçtan artakalanı. Böylece Allah, size âyetlerini açıklar; umulur ki düşünürsünüz” (Bakara 219).

 

Kur’ân boyunca servet ile ilgili ifâdeler sürekli olarak olumsuz anlamda kullanılmıştır. Yâni birilerinde servetin birikmesi hoş karşılanmamıştır. Zîrâ bir kişide servetin olması ve birikmesi, diğerinde olmaması ve hattâ çok az olması anlamına gelir ki bu durum toplumda bir eşitsizliğin, adâletsizliğin ve çeşitli uçurumların oluşmasına neden olacağından, toplum kendi arasında barış içinde yaşayamaz, toplum içinde bir kardeşlik kurulamaz ve fitne yayılır gider ve hem her türlü ahlâksızlık hem de her türlü uçurum giderek büyür ve önü alınamaz çatışmalar baş gösterir. Yâni toplumda bir nifak başlar. Zîrâ infâk yoktur ve infâkın sonucunda ekonomik bir adâlet oluşmamıştır. “İnfâk olmadığında nifâk olur” sözü gereğince toplumda nifâk baş gösterir.  

 

Kur’ân boyunca kullanılan servet âyetleri, “iniş sırası”na göre şöyledir:

 

“Yalanlamakta olan nîmet (refah ve servet) sâhiplerini sen bana bırak ve onlara az bir süre tanı” (Müzzemmil 11).

 

“Ki Ben ona, alabildiğine çok mal (servet) verdim” (Müddesir 12). “Sonra, daha arttırmam için tamah eder (doyumsuz istekte bulunur). Hayır; çünkü o, Bizim âyetlerimize karşı kesin bir inatçıdır” (Müddesir 15-16).

 

“Mal (servet) ve çocuklar sâhibi oldu diye (böbürlenen) (Kalem 14).

 

“(Mal, mülk ve servette) Çoklukla övünmek, sizi tutkuyla oyalayıp kendinizden geçirdi” (Tekâsür 1).

 

“(Durmaksızın mal ve servet) toplayıp bir yerde (üst-üste) yığmakta olanı” (Meâric 18).

 

“Ve onların mallarında belirli bir hak vardır: Yoksul ve yoksun olan(lar)için” (Meâric 24-25).

 

“Burcun üstündeki adamlar, yüzlerinden tanıdıkları (ileri gelen bir-takım) adamlara seslenerek derler ki: “Ne (güç ve servet) toplamış olmanız, ne büyüklük taslamanız (istikbârınız) size bir yarar sağlamadı” (A’raf 48).

 

“Kendilerinden önce nice nesilleri yıkıma uğrattığımızı görmüyorlar mı?. Sizi yerleşik kılmadığımız bir biçimde onları yeryüzünde (büyük bir güç ve servetle) yerleşik kıldık; gökten üzerlerine sağanak (bol yağmurlar) yağdırdık, nehirleri de altlarından akar yaptık. Ama günahları nedeniyle onları yıkıma uğrattık ve arkalarından başka nesiller (inşâ edip) vâr ettik” (En-âm 6).

 

“Onlara peygamberleri dedi ki: Allah size Talût’u (melik olarak) gönderdi. Onlar: Biz hükümdarlığa, ona göre daha çok hak sâhibiyken ve ona bir mal (servet) bolluğu verilmemişken, nasıl bizi (yönetmek üzere) hükümdarlık (mülk) onun olabilir? dediler. O (şöyle) demişti: Doğrusu Allah size onu seçti ve onun bilgi ve bedenî gücünü arttırdı. Allah, kime dilerse mülkünü verir; Allah (rahmeti ve gücü) geniş olandır, bilendir” (Bakara 247).

 

“Allah’ın o (fethedilen) şehir halkından Resûlü’ne verdiği fey, Allah’a, Resûl’e, (ve Resûl’e) yakınlığı olanlara, yetimlere, yoksullara ve yolda kalmışlara âittir. Öyle ki (bu mallar ve servet) sizden zengin olanlar arasında dönüp-dolaşan bir devlet (güç) olmasın. Resûl size ne verirse artık onu alın, sizi neden sakındırırsa artık ondan sakının ve Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah cezâsı (ikâbı) pek şiddetli olandır” (Haşr 7).

 

“Allah’ın, bol ihsânından kendilerine verdiği şeylerde cimrilik edenler, bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar Hayır; bu, onlar için şerdir; kıyâmet günü, cimrilik ettikleriyle tasmalandırılacaklardır. Göklerin ve yerin mîrâsı Allah’ındır. Allah yaptıklarınızdan haberi olandır” (Âl-i İmran 180).

 

“Ey insanlar, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız ve tanışmanız için sizi halklar ve kabîleler (şeklinde) kıldık. Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk, renk, soy ve servetçe değil) takvâca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, haber alandır” (Hucurât 13).

 

“..Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda “infâk etmeyenler”... Onlara acı bir azâbı müjdele” (Tevbe 34).

 

“Allah’a îman edin, O’nun elçisi ile cihada çıkın’ diye bir sûre indirildiği zaman onlardan servet-sâhibi olanlar, senden izin isteyip: ‘Bizi bırakıver, oturanlarla birlikte olalım’ dediler. (Savaştan) geri kalanlarla birlikte olmayı seçtiler. Onların kâlpleri mühürlenmiştir. Bundan dolayı kavrayıp-anlamazlar” (Tevbe 86-87).

 

Demek ki Kur’ân’da, “insanların zannettiğinin aksine- zengin olmanın hem çok iyi bir şey olmadığını, hem de ağır bir sorumluluğu olduğu söylenir. Bu nedenle İslâm’i ölçülere göre belirlenmiş olan kişi-başı 4.000 dirhem yâni 1.200 gram gümüş -ki günümüzde ortalama 18.000 TL yapar- zenginliğin üst sınırıdır. Bu miktardan fazla bir paranın gerçek bir ihtiyaç (ev-araba-evlilik-eşyâ-iş) dışında elde tutulması câiz değildir. Bu nedenle Peygamberimiz: “Elinizde kullanmadığınız 4.000 bin dirhemden fazla para tutmayın, ateştir” der.

 

Peki Allah neden servette bir tehlike görüyor?. Çünkü servetin özünde, birilerinin elinde tekelleşme meyli vardır. Modernizm ile üretimin mekanik bir görünüm alarak sanâyileşme ve fabrikalaşmayla birlikte yatırımlar çok büyük sermâyelere ihtiyaç duymaya başlar. Fabrika sermâye birikiminin merkezini oluşturur. Fabrikaya yalnızca sınırlı sayıda sermâyedar yatırım yapabileceği için, sermâye belli ellerde birikmeye başlar. Allah Kur’ân’ın çeşitli yerlerinde servetin yol açtığı sonuçları şöyle açıklar:

 

Servet (mal-mülk), insanı katılaştırır:

 

“Gerçekten insan, Rabbine karşı nankördür. Ve gerçekten, kendisi buna şâhiddir. Muhakkak o, mal-sevgisinden dolayı çok katıdır (Âdiyat 6-8).

 

Servet, kişiyi şımartıp cimrileştirir:

 

“Biz, ona öyle hazîneler vermiştik ki, anahtarları, birlikte (taşımaya) davranan güçlü bir topluluğa ağır geliyordu” (Kasas 76). “Ancak şımarıp cimrilik etmesi nedeniyle şımardı. (Şımarması kaçınılmazdı, çünkü mal, insanı şımartır) “Sonunda onu da, konağını da yerin dibine geçirdik. Böylece Allah’a karşı ona yardım edecek bir topluluğu olmadı. Ve o, kendi-kendine yardım edebileceklerden de değildi” (Kasas 81). 

 

Hz. Hûd zenginlerin gösteriş için yaptığı yüksek binâları şu şekilde eleştirir: “Siz, her yüksekçe yere bir anıt inşâ edip (yararsız bir şeyle) oyalanıp eğleniyor musunuz?” (Şuârâ 128).

 

Servet, insanı oyalar:

 

“(Mal, mülk ve servette) çoklukla övünmek, sizi tutkuyla oyalayıp kendinizden geçirdi. Öyle ki (bu), mezarı ziyâretinize (kabre gidişinize) kadar sürdü” (Tekâsür 1-2).

 

Servet, insanı dirâyetsizleştirir:

 

“İnsan, hayır (mal, mülk, genişlik) istemekten usanmaz. Fakat başına bir kötülük gelince umutsuzluğa düşer, yıkılır” (Fussilet 49).

 

Servet, insanı görevlerinden uzaklaştırır:

 

“Kendilerinden önce nice nesilleri helâk ettiğimizi görmediler mi?. Yer-yüzünde size vermediğimiz imkânları onlara vermiştik. Onlara gökten bol-bol yağmur indirmiş, altlarından ırmaklar akıtmıştık. Fakat onları günahlarından dolayı helâk ettik. Ve kendilerinden sonra başka bir nesil yarattık” (En-âm 6).

 

Servet, insanı kibirli yapar:

 

“Derken onun büyük bir serveti oldu. Arkadaşıyla konuşurken ona dedi ki: Benim malım seninkinden daha çok. Adamlardan yana da senden daha üstünüm” (Kehf  34).

 

“Derken bütün serveti helâk edildi. (Yıkılmış) çardakları üzerine çökmüş hâldeki bağına yaptığı harcamalar karşısında ellerini oğuşturuyor ve şöyle diyordu: Keşke Rabbime hiç-bir kimseyi ortak koşmasaydım” (Kehf 42).

 

Servet, insanı kıskanç yapar:

 

“Kârûn, zîneti ve görkemi içerisinde kavminin karşısına çıktı. Dünyâ-hayâtını arzu edenler, Keşke Kârûn’a verilen (servet) gibi bizim de (servetimiz) olsaydı. Şüphesiz o büyük bir servet sâhibidir dediler” (Kasas 79).

 

“Medyen (halkına da) kardeşleri Şuayb’ı (elçi gönderdik). Dedi ki: ‘Ey kavmim, Allah’a ibâdet edin, O’ndan başka ilahınız yoktur. Ölçüyü ve tartıyı eksik tutmayın; gerçekten sizi bir bolluk ve refah içinde görüyorum. Doğrusu sizi çepeçevre kuşatacak olan bir günün azâbından korkuyorum. Ey kavmim, ölçüyü ve tartıyı -adâleti gözeterek- tam tutun ve insanların eşyâsını değerden düşürüp eksiltmeyin ve yeryüzünde bozguncular olarak karışıklık çıkarmayın. Eğer mü’minseniz, Allah’ın bıraktığı (helâl işlerden olan kazanç) sizin için daha hayırlıdır. Ben üzerinizde bir gözetleyici değilim’. Dediler ki: Ey Şuayb, atalarımızın taptığı şeyleri bırakmamızı yada mallarımız konusunda dilediğimiz gibi davranmaktan vazgeçmemizi senin namazın mı emrediyor?. Çünkü sen, gerçekte yumuşak huylu, aklı başında (reşid bir adam)sın” (Hûd 84-87).

 

Hz. Şuayb, kavminin bolluk içinde olduğunu -ki bu bolluk haksız ticâret kazancından oluşmuştu- ve bu nedenle de bunun sonunda azâbın kaçınılmaz olacağını görüyor ve söylüyor. “Haddinden fazla olan kazanca haksızlığın karışmaması imkânsızdır” denmek isteniyor. Aşırı kazancın doğasında vardır haksızlık. Haksızlık yapılmadan aşırı kazanç sağlanamaz. “Çok mal haramsız, çok laf yalansız olmaz” dedikleri şey budur. Allah’ın koyduğu ölçüler içindeki sınırlı kazanç insan için daha hayırlıdır. Böylelikle hem  Dünyâ’da hem de âhirette iyiliklerle karşılaşılır. Kavminin cevâbı ise; “Niye böyle davranmayalım?, istediğimiz gibi davranamayacağımızı senin namazın; yâni dînin, îmânın, inandığın sistem mi söylüyor?. Bu çok ağır bir şey. Oysa sen daha önceden böyle ağır sözler söylemezdin” diyorlar. Haksız kazançtan dolayı edindikleri servetten vazgeçme düşüncesi karşısında dehşete düşüyorlar. Demek ki belli bir miktardan fazla olan servet ve bolluk içinde olmak, haksızlıkla birlikte oluyor. Bu durum toplumda uçurumlar meydana çıkarıyor. Hele ki bunu namaz kılanların yapması çok ilginç. Zîrâ Hz. Şuayb’ın servete (bolluk ve refaha) karşı çıkması, kıldığı namazın bir gereği idi. Kıldığı namaz ona böyle bir kazancın hiç de adâlete uygun bir kazanç olmadığını öğretirken, birileri hem namaz kılıyorlar, hem de haksız ticâret ile köşe dönüyorlar. Yada en azından bunun hayâlini kuruyorlar.

 

Bahsedilen mal oranı, “ihtiyaçtan fazla olan mal” için geçerlidir. Yoksa mal-sâhibi olmak insan için zorunludur. Zîrâ insan çeşitli ihtiyaçlara sâhip bir varlıktır.

 

Para kazanma/biriktirme hırsıyla çabalamanın sonu yoktur. Bu yola müptelâ olmuş insanlar bir-zaman sonra delirerek “şeytan çarpmış”a dönerler. Şu da bilinmelidir ki, insanlık târihinde hiç-bir insan, tatmin olabileceği bir mal biriktirememiştir.  

 

İslâm’ın servet hakkındaki hükmü, “Kur’ân’ın Kur’ân’ı tefsiri” sadedinde âyetlerin şu sıralamasıyla idrâk edilebilir: 

 

“Orada (yerde) onun üstünde sarsılmaz dağlar vâr etti, onda bereketler yarattı ve isteyip-arayanlar için eşit olmak üzere oradaki rızıkları dört günde takdir etti” (Fussilet 10).

 

“Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: Onlarda hem büyük günah, hem insanlar için (bâzı) yararlar vardır. Ama günahları yararlarından daha büyüktür. Ve sana neyi infâk edeceklerini sorarlar. De ki: İhtiyaçtan artakalanı. Böylece Allah, size âyetlerini açıklar; umulur ki düşünürsünüz” (Bakara 219).

 

“Allah rızıkta kiminizi kiminize üstün kıldı; üstün kılınanlar, rızıklarını ellerinin altında bulunanlara onda eşit olacak şekilde çevirip-verici değildirler. Şimdi Allah'ın nîmetini inkâr mı ediyorlar?” (Nâhl 71).

 

“Ey îmân edenler, gerçek şu ki, (yahudi) bilginlerinden ve (hristiyan) râhiplerinden çoğu, insanların mallarını haksızlıkla yerler ve Allah’ın yolundan alıkoyarlar. Altını ve gümüşü biriktirip de Allah yolunda harcamayanlar... Onlara acı bir azâbı müjdele (Tevbe 34).

 

“Allah’ın, bol ihsanından kendilerine verdiği servette cimrilik edenler, bunun kendileri için hayırlı olduğunu sanmasınlar. Hayır!; bu, onlar için şer’dir; kıyâmet günü, cimrilik ettikleriyle tasmalandırılacaklardır. Göklerin ve yerin mîrâsı Allah’ındır. Allah yaptıklarınızdan haberi olandır” (Âl-i İmran 180).

 

Hz. Îsâ’nın şu sözleri, servete olan düşkünlüğü frenlemesi açısından önemlidir:

 

“Îsâ öğrencilerine dedi ki; “Zengin kişi göklerin hükümranlığına güçlükle girecektir. Yine size derim ki, devenin iğne deliğinden geçmesi, zengin kişinin Tanrı’nın hükümranlığına girmesinden daha kolaydır” (İncil-Matta 19/23-24).

 

“Îsâ gözlerini öğrencilerine kaldırarak; “Ne mutlu siz yoksullara!” dedi. “Çünkü Tanrı’nın hükümranlığı sizindir. Ama vay hâlinize ey zenginler!. Çünkü tesellinizi bu dünyâda almış bulunuyorsunuz” (İncil-Luka 6/21,24).

 

Seyyid Kutup; “İslâm kazancın ve mülkiyetin temelinde sâdece ‘emek’ aramaktadır” der. O hâlde, kişinin gücü-aklı sınırsız olmadığı için sınırsız emek harcayamayacağına göre, servet de sınırsız olamaz ve sınırlı olmalıdır. 

 

Necip Fâzıl: “Allah’ın on pulunu bekleye dursun on kul; Bir kişiye tam dokuz, dokuz kişiye bir pul” diyerek Dünyâ’daki adâletsiz ekonomik durumu vecîz bir dille anlatır.

 

Peygamberimiz bir hadisinde şöyle der: “Allah zengin müslümanların servetinden, fakirlerin ihtiyaçlarını karşılamak için bir pay ayırmıştır. Zîrâ fakirler ancak zenginlerin hatâları sebebiyle aç ve çıplak kalırlar” (Taberânî, el-Mucemu’s-saîr, 453).

 

Evet; yağma olmadan yığma ol(a)maz. Yığanlar, yağmalayanlardır. Yağmalanan mal ise, halkın emeği ve malıdır.

 

Hârûn’a câiz olmayan şey Kârun’a da câiz değildir vesselam.

 

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

 

Hârûn Görmüş

Temmuz 2016

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder