“Kendi
istek ve tutkularını (hevâsını) ilah edineni gördün mü?. Şimdi ona karşı sen mi
vekil olacaksın?” (Furkân 43).
Kabirde
(kabr) sorulacağı söylenen sorular vardır. Bu sorular şunlardır:
1-Rabbin
kim?.
2-Peygamberin
kimdir?.
3-Dînin
nedir?.
4-Kıblen
neresidir?.
5-Kitabın
hangi kitaptır?.
Bu
sorular, “kabirde (kabr) sorulacak sorular” olarak söylenir. Fakat kabirde kim
kime soracak ki bu soruları?. Ölmüş olana, Münker ve Nekir melekler mi?. Tabî
ki böyle bir şey yok. Meselâ yanarak ölmüş olan kişinin küllerine mi sorulacak
bu sorular?. Peki nasıl cevap verecek?. O hâlde ne zaman ve nerede sorulacak bu
sorular?. Âhirette de sorulmasına gerek yok, zîrâ Allah “seri-ûl hisâb”tır yâni
ayrıntıya gerek olmadan hesâbı anında yapan ve bu nenenle de sorgu-suale gerek olmayan
yerdir orası. Evet; sorgu, Dünyâ’da yapılır ve yapılmaktadır. İnsan bu sorulara
Dünyâ’da iken cevap vermelidir. Dünyâ’da “eylem ile” doğru cevap veremedikten
sonra, kabirde yada âhirette söz ile doğru cevap verse ne yazar?. Allah lafa
bakmaz ki, amele bakar. Zâten hayâtı da, “kimin daha güzel laf edeceğini
belirlemek için” değil, “kimin doğru amelde bulunacağı için” yaratmıştır:
“O, amel
(davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek
için ölümü ve hayâtı yarattı. O, üstün ve güçlü olandır, çok bağışlayandır” (Mülk 2).
Evet bu sorular bu Dünyâ’nın sorularıdır ve yaşarken
sorulup durulmaktadır. İnsanlar bu sorulara amel-eylem ve davranışlarıyla cevap
vermelidirler ve vermektedirler. Sürekli sorulan bir sorudur “Rabbin kim”
sorusu. Peki “Rabb” ne demektir: Besleyen, yetiştiren, terbiye eden. Yâni
insanı kendisine göre inşâ ve amele sevk eden. Kişi işte bu terbiyeye göre
düşüncede ve amel-eylemde bulunur. Tasavvuru, inancı buna göre şekillenir. Peki
bu Rabb kim olmalıdır?. İşte mesele budur. Allah o Rabbin Kendisi olduğunu
söyler ve şöyle der Kur’ân’da:
“De ki: O, her
şeyin Rabbi iken, ben Allah’tan başka bir Rabb mi arayayım?” (En-âm 164).
Modern müslümanlar bu sözü kabûl ediyorlar fakat sâdece
söz olarak. Amelde eylemde davranışta göstermiyorlar bu kabûlü. Günümüzde bu
çok net olarak görülmektedir. Gerçekte herkes kendine Allah’tan başka rabbler
edinmiş ve onların terbiyesinde yetişmiş ve yetişmektedir. Dolayısı ile de onların
“gösterdikleri yolda” ilerlemektedirler. Kimileri “ata”larını, kimileri
şeyhlerini-hocaefendilerini-pirlerini, kimileri parti lîderlerini, kimileri sporcuları-şarkıcıları-oyuncuları,
kimileri milletlerini-ırklarını, kimileri bağlı oldukları ideolojileri,
kimileri ev-araba ve eş-çocuklarını, kimileri bilgilerini, kimileri refahı,
kimileri imajı, kimileri günahları ve kimileri de nefislerini Rabbleştirmişlerdir.
Yâni onların güdümüne girdiklerinden, onların oluşturdukları tasavvurlara sâhiptirler
ve onların dedikleri gibi amel-eylemde bulunmaktadırlar ve hattâ onların
dedikleri ve istedikleri gibi inanmaktadırlar. Yâni onları Rabb edinmişlerdir
ve Rabb edinmek işte budur. Yoksa Allah’ı sâdece sözde Rabb kabûl edip de O’ndan
başkalarına göre yaşamakla onları Rabb kabûl etmiş olmaktan kurtulamazlar.
Böyle yapmakla aslında nefislerini Rabbleştirmişlerdir, zîrâ nefislerine ve
çıkarlarına hoş geldiği için o yoldadırlar.
Rabbleştirilen kişilere olan “tapınma derecesine
varan” bağlılık ve hayranlıklar, onları Rabbleştirmek demektir ki bu bir
şirktir ve şirk zâten budur. Yoksa Allah’ın birliğini ve yaratıcılığını kabûl
edip de rabbleştirdikleri kişilere göre yaşamak şirkten kurtarmaz kişiyi. Mekke
müşrikleri de zâten Allah’ı kabûl eden kişilerdi ama araya Rabb edindikleri
aracıları koyuyorlardı. En başta da atalarını. Evet; Rabbleştirilen kişilere
olan tapınma derecesine varan bağlılık ve hayranlıklar, insanlara olmadık işler
yaptırır. Hem de ileride pişman olabileceklerini bile düşünmeden. Nitekim, ben
bir lîderin “fazla çocuk sâhibi olma tavsiyesi”ne -yada emrine- uyan bir-çok
kişiyi gördüm ve bunların arasında, traji-komik olarak, sonradan ona düşman
olacak olanlar da vardı. Oysa (sahihlik kritiğini es geçersek) şöyle bir hadis
vardır: “Evleniniz, çoğalınız, çünkü ben kıyâmet gününde sizin çokluğunuzla
iftihar edeceğim” (Beyhâkî, VII/81). Peygamberimizin bu tavsiyesine uymayıp da,
bir lîderin bahsettiğimiz “emrine” uymak, o kişiyi Rabb edinmek demektir. Tâli
konularda değil ama, önemli konularda kimin sözüne göre hareket ediyorsanız, o
kişi sizin Rabbinizdir. En-âm Sûresi 164’de o Rabbin Allah olması şart
koşuluyor. Zâten böyle olmadığı takdirde insanlar çok da uzak olmayan bir zaman
sonra pişmanlıklar içinde kalırlar. Târih bunun kanıtıdır. Zâten son 200 yıldır
müslümanların perişân hâllerinin nedeni, Allah’tan başka rabbler
edinmeleridir.
Modern Firavun’ların “ben sizin en yüce Rabbinizim”
nâraları yeryüzünde yankılanmaktadır. Her yerden bir “Rabb benim”, “ben senin
Rabbinim”, “senin Rabbin şudur” sesi gelmektedir ve insanlar artık hangi rabbe
kulluk yapacaklarını şaşırmış durumdadırlar ve “sâdece Allah’ın Rabbliği”ni
unutmuşlardır. Rabbliğin ne demek olduğunu bilmemektedirler.
Firavun “ben sizin en yüce Rabbinizim” (Nâziât 24)
derken ne demek istiyordu?. Bunun cevâbını da yine kendisi veriyor ve Kur’ân
bunu şöyle anlatıyor:
“Firavun,
kendi kavmi içinde bağırdı; dedi ki: Ey kavmim, Mısır’ın mülkü ve şu altımda
akmakta olan nehirler benim değil mi?. Yine de görmeyecek misiniz?” (Zuhrûf 51).
Yâni sâhiplik iddiasında bulunuyor. “Sizi ben
besliyorum, ben yaşatıyorum” demek istiyor. Allah’tan rôl çalarak Rabbliğini
îlân ediyor ve demek istiyor ki: “Mısır’ın mülkü benim olduğu için, benim
dediğimden çıkmamalısınız ve benim istediğim gibi düşünmeli, yemeli-içmeli, yaşamalı
ve hattâ inanmalısınız. Çünkü halkın dîni, hükümdârın dînidir. Böyle diyerek
insanları mankurtlaştırıyor (mankurt=bilinçsiz köle) onları eşekleştiriyor
(istihmar) ve onlar üzerinde hâkimiyetini yürütüyor. Aynen benzer şekilde “modern
Firavun’lar”ın yaptıkları gibi.
Dünyâ’da
kendisine sorulan “Rabbin kim” sorusuna, “Allah” diyemeyeler; “peygamberin kim”
sorusuna da sözlü olarak “Muhammed” deseler de, amelde, eylemde ve davranışta “Muhammed”
diyemezler. Tabi bu durumda dinleri İslâm olmaktan çıkar, kitapları da Kur’ân-ı
Kerim olmaz ve kişiye göre, “kırmızı kitap”, “şeyhlerinin-efendilerinin
yazdıkları kitaplar”, “dünyevî kitaplar” olur. Bu durumda kıbleleri de aslında
Kâbe olmaz. Kişiye göre “değişik yerler” olur: Ankara, Londra, Newyork vs.
Sâdece Allah Rabb olarak kabûl edilmediğinde yâni onun gösterdiği vahye ve
sünnete göre tasavvur, düşünce, amel-eylem-davranışta ve îmanda
bulunulmadığında; Allah’tan başkalarına göre; tasavvur, düşünce,
amel-eylem-davranışta ve îmanda bulunulur ve bunları vâzedenler Rabb edinilmiş
olunur ve böylece affedilmeyecek günah olan şirke düşülmüş olur. Bunun cezâsı
ise Dünyâ’da rezil olmak, âhirette ise ebedî “kaybedenler kervanı”na katılarak
ateşi boylamaktır:
“Hiç şüphesiz, Allah, kendisine şirk koşanları
bağışlamaz. Bunun dışında kalanlardan ise, (onlardan) dilediğini bağışlar. Kim
Allah’a şirk koşarsa elbette o uzak bir sapıklıkla sapmıştır” (Nîsâ 116).
“Şimdi sen,
kendi hevâsını ilah edinen ve Allah’ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı,
kulağı ve kâlbini mühürlediği ve gözü üstüne bir perde çektiği kimseyi gördün
mü?. Artık Allah’tan sonra ona kim hidâyet verecektir?. Yine de öğüt
alıp-düşünmüyor musunuz?” (Câsiye 23).
Allah’tan başkasını Rabb edinmek, aslında kişinin
nefsini Rabb edinmesidir.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Temmuz
2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder