15 Temmuz 2016 Cuma

Rabbin Kim?


“Kendi istek ve tutkularını (hevâsını) ilah edineni gördün mü?. Şimdi ona karşı sen mi vekil olacaksın?” (Furkân 43).

Kabirde (kabr) sorulacağı söylenen sorular vardır. Bu sorular şunlardır:

1-Rabbin kim?.
2-Peygamberin kimdir?.
3-Dînin nedir?.
4-Kıblen neresidir?.
5-Kitabın hangi kitaptır?.

Bu sorular, “kabirde (kabr) sorulacak sorular” olarak söylenir. Fakat kabirde kim kime soracak ki bu soruları?. Ölmüş olana, Münker ve Nekir melekler mi?. Tabî ki böyle bir şey yok. Meselâ yanarak ölmüş olan kişinin küllerine mi sorulacak bu sorular?. Peki nasıl cevap verecek?. O hâlde ne zaman ve nerede sorulacak bu sorular?. Âhirette de sorulmasına gerek yok, zîrâ Allah “seri-ûl hisâb”tır yâni ayrıntıya gerek olmadan hesâbı anında yapan ve bu nenenle de sorgu-suale gerek olmayan yerdir orası. Evet; sorgu, Dünyâ’da yapılır ve yapılmaktadır. İnsan bu sorulara Dünyâ’da iken cevap vermelidir. Dünyâ’da “eylem ile” doğru cevap veremedikten sonra, kabirde yada âhirette söz ile doğru cevap verse ne yazar?. Allah lafa bakmaz ki, amele bakar. Zâten hayâtı da, “kimin daha güzel laf edeceğini belirlemek için” değil, “kimin doğru amelde bulunacağı için” yaratmıştır:

“O, amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi (ve güzel) olacağını denemek için ölümü ve hayâtı yarattı. O, üstün ve güçlü olandır, çok bağışlayandır” (Mülk 2).

Evet bu sorular bu Dünyâ’nın sorularıdır ve yaşarken sorulup durulmaktadır. İnsanlar bu sorulara amel-eylem ve davranışlarıyla cevap vermelidirler ve vermektedirler. Sürekli sorulan bir sorudur “Rabbin kim” sorusu. Peki “Rabb” ne demektir: Besleyen, yetiştiren, terbiye eden. Yâni insanı kendisine göre inşâ ve amele sevk eden. Kişi işte bu terbiyeye göre düşüncede ve amel-eylemde bulunur. Tasavvuru, inancı buna göre şekillenir. Peki bu Rabb kim olmalıdır?. İşte mesele budur. Allah o Rabbin Kendisi olduğunu söyler ve şöyle der Kur’ân’da:

“De ki: O, her şeyin Rabbi iken, ben Allah’tan başka bir Rabb mi arayayım?” (En-âm 164).

Modern müslümanlar bu sözü kabûl ediyorlar fakat sâdece söz olarak. Amelde eylemde davranışta göstermiyorlar bu kabûlü. Günümüzde bu çok net olarak görülmektedir. Gerçekte herkes kendine Allah’tan başka rabbler edinmiş ve onların terbiyesinde yetişmiş ve yetişmektedir. Dolayısı ile de onların “gösterdikleri yolda” ilerlemektedirler. Kimileri “ata”larını, kimileri şeyhlerini-hocaefendilerini-pirlerini, kimileri parti lîderlerini, kimileri sporcuları-şarkıcıları-oyuncuları, kimileri milletlerini-ırklarını, kimileri bağlı oldukları ideolojileri, kimileri ev-araba ve eş-çocuklarını, kimileri bilgilerini, kimileri refahı, kimileri imajı, kimileri günahları ve kimileri de nefislerini Rabbleştirmişlerdir. Yâni onların güdümüne girdiklerinden, onların oluşturdukları tasavvurlara sâhiptirler ve onların dedikleri gibi amel-eylemde bulunmaktadırlar ve hattâ onların dedikleri ve istedikleri gibi inanmaktadırlar. Yâni onları Rabb edinmişlerdir ve Rabb edinmek işte budur. Yoksa Allah’ı sâdece sözde Rabb kabûl edip de O’ndan başkalarına göre yaşamakla onları Rabb kabûl etmiş olmaktan kurtulamazlar. Böyle yapmakla aslında nefislerini Rabbleştirmişlerdir, zîrâ nefislerine ve çıkarlarına hoş geldiği için o yoldadırlar.

Rabbleştirilen kişilere olan “tapınma derecesine varan” bağlılık ve hayranlıklar, onları Rabbleştirmek demektir ki bu bir şirktir ve şirk zâten budur. Yoksa Allah’ın birliğini ve yaratıcılığını kabûl edip de rabbleştirdikleri kişilere göre yaşamak şirkten kurtarmaz kişiyi. Mekke müşrikleri de zâten Allah’ı kabûl eden kişilerdi ama araya Rabb edindikleri aracıları koyuyorlardı. En başta da atalarını. Evet; Rabbleştirilen kişilere olan tapınma derecesine varan bağlılık ve hayranlıklar, insanlara olmadık işler yaptırır. Hem de ileride pişman olabileceklerini bile düşünmeden. Nitekim, ben bir lîderin “fazla çocuk sâhibi olma tavsiyesi”ne -yada emrine- uyan bir-çok kişiyi gördüm ve bunların arasında, traji-komik olarak, sonradan ona düşman olacak olanlar da vardı. Oysa (sahihlik kritiğini es geçersek) şöyle bir hadis vardır: “Evleniniz, çoğalınız, çünkü ben kıyâmet gününde sizin çokluğunuzla iftihar edeceğim” (Beyhâkî, VII/81). Peygamberimizin bu tavsiyesine uymayıp da, bir lîderin bahsettiğimiz “emrine” uymak, o kişiyi Rabb edinmek demektir. Tâli konularda değil ama, önemli konularda kimin sözüne göre hareket ediyorsanız, o kişi sizin Rabbinizdir. En-âm Sûresi 164’de o Rabbin Allah olması şart koşuluyor. Zâten böyle olmadığı takdirde insanlar çok da uzak olmayan bir zaman sonra pişmanlıklar içinde kalırlar. Târih bunun kanıtıdır. Zâten son 200 yıldır müslümanların perişân hâllerinin nedeni, Allah’tan başka rabbler edinmeleridir. 

Modern Firavun’ların “ben sizin en yüce Rabbinizim” nâraları yeryüzünde yankılanmaktadır. Her yerden bir “Rabb benim”, “ben senin Rabbinim”, “senin Rabbin şudur” sesi gelmektedir ve insanlar artık hangi rabbe kulluk yapacaklarını şaşırmış durumdadırlar ve “sâdece Allah’ın Rabbliği”ni unutmuşlardır. Rabbliğin ne demek olduğunu bilmemektedirler.

Firavun “ben sizin en yüce Rabbinizim” (Nâziât 24) derken ne demek istiyordu?. Bunun cevâbını da yine kendisi veriyor ve Kur’ân bunu şöyle anlatıyor:

“Firavun, kendi kavmi içinde bağırdı; dedi ki: Ey kavmim, Mısır’ın mülkü ve şu altımda akmakta olan nehirler benim değil mi?. Yine de görmeyecek misiniz?” (Zuhrûf 51).

Yâni sâhiplik iddiasında bulunuyor. “Sizi ben besliyorum, ben yaşatıyorum” demek istiyor. Allah’tan rôl çalarak Rabbliğini îlân ediyor ve demek istiyor ki: “Mısır’ın mülkü benim olduğu için, benim dediğimden çıkmamalısınız ve benim istediğim gibi düşünmeli, yemeli-içmeli, yaşamalı ve hattâ inanmalısınız. Çünkü halkın dîni, hükümdârın dînidir. Böyle diyerek insanları mankurtlaştırıyor (mankurt=bilinçsiz köle) onları eşekleştiriyor (istihmar) ve onlar üzerinde hâkimiyetini yürütüyor. Aynen benzer şekilde “modern Firavun’lar”ın yaptıkları gibi.

Dünyâ’da kendisine sorulan “Rabbin kim” sorusuna, “Allah” diyemeyeler; “peygamberin kim” sorusuna da sözlü olarak “Muhammed” deseler de, amelde, eylemde ve davranışta “Muhammed” diyemezler. Tabi bu durumda dinleri İslâm olmaktan çıkar, kitapları da Kur’ân-ı Kerim olmaz ve kişiye göre, “kırmızı kitap”, “şeyhlerinin-efendilerinin yazdıkları kitaplar”, “dünyevî kitaplar” olur. Bu durumda kıbleleri de aslında Kâbe olmaz. Kişiye göre “değişik yerler” olur: Ankara, Londra, Newyork vs. Sâdece Allah Rabb olarak kabûl edilmediğinde yâni onun gösterdiği vahye ve sünnete göre tasavvur, düşünce, amel-eylem-davranışta ve îmanda bulunulmadığında; Allah’tan başkalarına göre; tasavvur, düşünce, amel-eylem-davranışta ve îmanda bulunulur ve bunları vâzedenler Rabb edinilmiş olunur ve böylece affedilmeyecek günah olan şirke düşülmüş olur. Bunun cezâsı ise Dünyâ’da rezil olmak, âhirette ise ebedî “kaybedenler kervanı”na katılarak ateşi boylamaktır:

“Hiç şüphesiz, Allah, kendisine şirk koşanları bağışlamaz. Bunun dışında kalanlardan ise, (onlardan) dilediğini bağışlar. Kim Allah’a şirk koşarsa elbette o uzak bir sapıklıkla sapmıştır” (Nîsâ 116).

“Şimdi sen, kendi hevâsını ilah edinen ve Allah’ın bir ilim üzere kendisini saptırdığı, kulağı ve kâlbini mühürlediği ve gözü üstüne bir perde çektiği kimseyi gördün mü?. Artık Allah’tan sonra ona kim hidâyet verecektir?. Yine de öğüt alıp-düşünmüyor musunuz?” (Câsiye 23).

Allah’tan başkasını Rabb edinmek, aslında kişinin nefsini Rabb edinmesidir.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Temmuz 2016






















Hiç yorum yok:

Yorum Gönder