“…Yoksa
siz, Kitabın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz?. Artık
sizden böyle yapanların dünyâ-hayâtındaki cezâsı aşağılık olmaktan başka
değildir; kıyâmet gününde de azâbın en şiddetli olanına uğratılacaklardır.
Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir” (Bakara 85).
Müslümanlar, Dünyâ’da hâkimiyetlerini ve etkilerini
kaybettikten sonra öz-güvenlerini de yitirdiler ve düşünceleri de İslâm
aleyhine ve modernizm lehine değişti. Zamanla bu düşünüş-şekli yer etti ve müslümanlar
artık İslâm’ın-Kur’ân’ın ana-kavramlarını dile getirmekten çekinir, korkar ve
utanır oldular. Hattâ bu kavramları kullananları şiddet yanlısı ve terörist
olarak görmeye bile başladılar. Oysa bu kavramlar İslâm’ın-Kur’ân’ın ana-kavramları
ve prensipleridir. Müslümanlar bu kavramları çok-çok ender, o da aşırı yoruma
tâbi tuttuktan sonra kullanarak batı’ya ve modernizme şirin gözükmenin hesâbını
ve çabasını yapmaya başladılar. Tabi bu kavramların yerine, modernizme aykırı
düşmeyecek ve küresel tâğutları kızdırmayacak kavramlara yöneldiler ve o kavramları
o kadar çok araştırdılar, incelediler ve konuştular ki, en fazla 2-3 anlama
sâhip olan kavramlara bir-çok yeni anlamlar yüklediler-yüklüyorlar. Meselâ “salât”
kavramına 18 ayrı anlam yüklemişlerdir ki bu aslında salâtı anlaşılmaz yapıyor,
askıya alıyor ve salât hayattan uzak tutulmuş hattâ çıkarılmış oluyor. Bir
kavramın o kadar çok anlamının olması, “anlamının olmaması” demektir ve bu
kadar fazla anlam bir çelişkidir, zenginlik değil. Zâten arapça gibi zengin
bire dilin buna ihtiyâcı yoktur ve o anlamları veren başka kelimeler vardır.
Salât kavramı “pratiğe dökülmediği için” ona sonsuz anlamlar yükleniyor.
Müslümanlar modernizme kapıldıktan ve onunla “dost”
olduktan sonra şu kavramları öne çıkarmaya başladılar..
Abd; Kul, köle. Terim olarak da “Allah’ın kulu” demektir.
Meselâ Abdullah, “Allah’a kul olan” demektir. Fakat “kul” kelimesi modernizme
aykırı gibi durduğundan hemen ona aşırı yorumlar yaparak “abd” kavramına farklı
anlamlar yüklenmeye çalışılıyor. Allah, Mekke müşrikleri arasında müşrik
kodamanlara yapılan köleliği yâni “abd”liği vahiy ile değiştirmiş ve “kula
kulluk” olarak kullanılan abd kavramını, Allah’a olan teslîmiyetin ifâdesi olarak
söylemiştir. Abd=âbid, “sâdece Allah’a kul olan” anlamındadır. Fakat sâdece
Allah’a kul olmak, “Allah’tan başkalarına kul olmamak” anlamını da içinde
taşıdığından, Allah’tan başkalarına kulluğa bir îtirâzı da berâberinde getirir.
Bu nedenle bir “kula kulluk sistemi” olan modernist/kapitâlist/neo-liberâlist/demokratik
sistemler, bu tarz bir “abd”liği yâni kendilerine yapılmasını istedikleri
kulluğu-köleliği engelleyen bu kavramı beğenmiyorlar ve batı hayrânı ve
sempatizanı olanlar da onların tam da istedikleri şekilde kavramı aşırı yoruma
tâbi tutarak, Allah ile birlikte, sisteme, lîdere, konjonktüre “abd”lik yâni
kulluk-kölelik olarak anlaşılmaya meyyâl olan yorumlamalar yapıyorlar ve
böylece hem şirke düşüyorlar hem de mevcut modern sistem tasavvurlarda ve
eylemlerde meşrûlaşıyor. “Abd”liği sâdece Allah’a yapınca sorun olarak
görülüyor, ama “abd”liği sâdece ABD’ye yapınca sorun olmuyor: “Sâdece Allah anıldığı zaman, âhirete
inanmayanların kâlbi öfkeyle kabarır. Oysa O’ndan başkaları anıldığında hemen
sevince kapılırlar” (Zümer 45). İstenilen şey, ABD’ye abd olmak. Sâdece
Allah’a kul olmayanlar, Allah’tan başkalarına kukla olurlar.
Kıraat; Modern müslüman, kıraatten sâdece okumayı anlayarak kavramın
anlamını daraltıyor ve “pasif bir okuma” anlamına getiriyor. Kur’ân’ı arapçasından
okumayı “okuma” saymayarak ve ona “tilâvet” diyerek “anlamadan okuma”yı yanlış
bulanlar, anlayarak okuyunca da kızdıkları kişilerden farklı davranmıyorlar ki!.
Tilâvet edenler anlamadan okuyorlar ve hiç-bir şey yapmıyorlarken, sözde kıraat
edenler de anlayarak okuyorlar ama yine bir şey yapmıyorlar. Kur’ân son
yıllarda daha fazla “anlaşılarak” okunuyor fakat başta müslümanlar olmak üzere
mazlumların mazlûmiyetleri mi bitiyor, daha iyi bir Dünyâ mı şekilleniyor sanki?.
Anladınız da ne oldu?. “Anlamadan okuyarak” bir şey yapmamakla, “anlayarak okuyarak”
bir şey yapmamak aynı şeydir. Tabî ki anlayarak okumak amele-eyleme geçmeye
daha müsâit hâle getirir insanı ama harekete geçirici etken o değildir.
Anlayarak okumak, “anlayarak tilâvet etmek” demektir. Oysa kıraatin okumaktan
başka “çağrı” ve “dâvet” anlamları da vardır. Kıraat, “çağrı” anlamına da
gelir. Meselâ köylerde düğün davetiyesi dağıtanlara “oku dağıtıyor” denir. Yâni
düğüne dâvet ve çağrıdır yaptıkları. Birisine okuması için bir şey veriliyorsa,
aslında “yapması” için bir şey verilmiş demektir. Dolayısıyla kıraat, okumadan
başka aynı-zamanda dâvet etme ve çağırma demektir de. Modern dönemlerde en çok
unutulan şey ise dâvet ve çağrıdır. İslâm’a dâvet. Tabi bu dâvetin yapılması
için ilk başta kişinin bir şuura ve amele sâhip olması gerekir.
Salât; 18 anlamı olduğunu söyleyerek salâtı salataya
çeviriyorlar. Aslında salâtın sâdece 3 anlamı vardır. Namaz, duâ ve
yardım-destek. Namazı hakkıyla kılıp da sözlü duâya durmayanlar ve arkasından
da Peygamberin misyonuna destek vererek ameli duâya yönelmeyenler, salâta bir
çok anlamlar verme telâşına düşmektedirler. Bakın; yaşanmayan, amele-eyleme
dönük olmayan yâni hayatta yaşana-gelen bir şey olmadığında o şeye verilen
anlamların sonu gelmez. Salât yaşanmıyor, hayatta görünür değil. Böyle olduğu
için de sürekli yeni anlamlar yükleniyor ve bu anlamlar onu hayattan dışlamaya
devâm ediyor. Yaşamdan yırtılıp anlama yamanıyor. Bu-gün 18 anlamı olan salât,
bir süre sonra 30 anlama da ulaşabilir. 1.000 anlama da ulaşsa boştur. Bir
şeyin anlamının çoğalması demek, onun yaşanmıyor oluşunun delilidir.
Yaşanmış olsa zâten herkes onun anlamını yaşana-gelmiş bir şey olmasından
dolayı pratik hayatta görür ve bilir. Bu nedenle de ona yeni anlamlar yüklemeye
ihtiyaç olmaz. Meselâ namaz kılan birinin ne yaptığı sorgulanmaz. Yaptığı şey
zâten bellidir, görülüp durulan ve bilinip durulan şeydir. O artık sorgulanmaz.
Fakat namaz kılınmadığında namazın yâni salâtın ne olduğu ile ilgili
tutarlı-tutarsız bir-sürü anlam çıkar ortaya.
Salâta, “bağlılık”, “yakınlık” gibi anlamlar da verilemez.
Çünkü bu tarz anlamlar “pasif anlamlar”dır, yâni amelden-eylemden uzak anlamlardır.
Kur’ân’da ise tek bir tâne bile pasif anlamı olan kelime ve âyet yoktur.
Kur’ân’ın bir de gündem edilmeyen ve hattâ unutulan
kavramları vardır ki şunlardır:
Îman; Direkt kâlp ile alâkalı. Kâlbe dokunduğunda
oluşuveren yada canlanıveren şey. Îman ile birlikte amele-eyleme geçiveren. Hem
de her-şeyinden vazgeçecek şekilde. Zâten îmânın diğer adı ameldir. Îman amele
dönmediğinde “tam îman” değildir. O bir iddiadır sâdece ve isbâtı amele-eyleme
geçmeden yapılamaz. Fakat modernizm, İslâm’ın hareketsiz şeklini sevdiğinden ve
amel-eylem tarafından korktuğundan, modern müslümanlar da îmânın sâdece sözle
ifâdesini ele alırlar. İmân hakkında kitaplar yazarlar, kavram sohbetleri yaparlar
ama îmanlarında en ufak bir artış olmaz. Zîrâ îmânın bilgisi îman değildir. Îmânın
bilgisidir sâdece. Îmânın artması yada güçlenmesi için amel-eylem hâlinde
olması gerekir. Hattâ kanımca îman en fazla savaş meydanında artar ve kuvvetlenir.
Öyle ki ölüme bile seve-seve koşturur insanı.
Câhiliye; İslâm’a göre sürekli olarak iki toplum bulunur: İslâm toplumu ve câhiliye
toplumu. Fakat modern dünyâda İslâm toplumu câhiliye toplumu; câhiliye toplumu ise
İslâm toplumu olarak gösteriliyor ve müslümanlar da bunun böyle olduğunu
zannediyor. Bu durumdan ise müslümanlardan başka zarar gören yok. İşte bunu tersine
çevirmenin yolu hak ve bâtıl toplumun yâni İslâm ve câhiliye toplumunun
ayrılmasıdır. Bu ayrılış, ilk başta vahiy/sünnet-merkezli bir zihnî-kâlbî
ayrılışla başlayacak, daha sonra da eylemde görülecek bir ayrılışla devâm
edecektir. En sonunda da Dünyâ-çapında hak-bâtıl olarak açığa çıkacaktır.
Böylece hak ne imiş, bâtıl-câhiliye ne imiş herkes açıkça görecek. Seyyid Kutub:
“Câhiliye sâdece, yaşanmış bir târihi dönem değildir.
İnsanın insana kulluğu söz-konusu olan bütün hayat-sistemleri ve nizamları
câhiliyedir. Bugün yeryüzünde egemen olan bütün hayat-sistemleri ve düzenleri
istisnâsız olarak bu kapsamın içindedirler. Beşerin tâbi olduğu bugünkü
sistemlerin tümünde, insanlar; düşüncelerini, ilkelerini, ölçülerini,
değerlerini şeriat ve kânunlarını gelenek ve göreneklerini kendileri gibi
insanlardan alıyorlar. Bu durum, her yönüyle câhiliyenin ta kendisidir.
Bâzısının bâzısını Allah (Subhânehu ve
Tealâ)’dan başka rabler edinmesiyle, beşerin beşere kulluğu esâsına
dayanan câhiliye... İslâm ise, insanların düşüncelerini, ilkelerini,
ölçülerini, değerlerini, şeriat ve kânunlarını, gelenek ve göreneklerini aldıkları
yegâne mercî Allah olduğundan, beşerin beşere kulluk yapmaktan kurtulduğu
biricik sistemdir.
Câhiliye, belli bir zamâna özgü
târihi bir dönem değildir. O, bir durum ve vaziyettir. Ve câhiliye bugün,
yeryüzünün her tarafını sarmıştır. Bütün gruplar, ideolojiler, mezhepler,
düzenler ve rejimler, Allah’ın kullar üzerindeki mutlak hâkimiyetini
reddederek, kulların kullara hâkimiyeti esâsı üzerine kâim olmuşlardır. Bütün
sistemler, insanın görüşü olmakla, insanı ilahlaştırmışlardır. Dolayısıyla
insanlara hükmetmek için indirilen ilâhi şeriat, hayattan uzaklaştırılmıştır.
Bu nizamların şeklî görünümleri, amblemleri, işâretleri, isimleri, sıfatları,
taraftarları ve metodları farklı da olsa, Allah’tan başkasının uydurması
olmaları bakımından aynı karakteri paylaşmaktadırlar. Hepsi de câhiliye
vasfıyla belirginleşmektedir. Buna göre, yeryüzünün câhiliye tarafından istilâ
edildiği, beşerin hayâtına câhiliyenin hükmettiği ve İslâm’ın hayattan
uzaklaştırılıp, sâdece ismen vâr olduğu açıkça anlaşılmaktadır” der.
İslâm, câhili sistemi düzeltip güncelleştirmeye
gelmemiştir, tam-aksine, bir zulüm sistemi olan bu câhili sistemi yıkıp yerine
ilâhi sistemi yerleştirmek için ve Dünyâ’da hak-hakîkat, adâlet-eşitlik
ortamını kurmak için gelmiştir. Cehâlet, (câhiliye) “körü-körüne olan bağlılık”
demektir.
Tâğut; “Sana
indirilene ve senden önce indirilene gerçekten inandıklarını öne sürenleri
görmedin mi?. Bunlar, tâğut’un önünde muhâkeme olmayı istemektedirler; oysa
onu reddetmekle emrolunmuşlardır. Şeytan onları uzak bir sapıklıkla
sapıtmak ister” (Nîsâ 60).
Peki “tâğut” nedir?. Ferhat Maviyıldırım yazısında
“tâğut” hakkında şunları yazar:
“Azgın, sapık, kötülük ve sapıklık önderi, zorba, şeytan, put, put-hâne,
kâhin, sihirbaz. Allah’ın hükümlerine sırt çeviren kişi ve kuruluşların tümü.
Arapça “Teğa” kökünden türetilmiş olup kelimenin masdarı olan “Tuğyan” Allah
Teâlâ’ya isyân etmek anlamına gelmektedir. Allah’ın indirdiği hükümlere
muhâlif olan ve onların yerine geçmek üzere hükümler îcad eden her varlık tâğuttur.
Tâğut, Allah (c.c)’a karşı isyân etmekle berâber, O’nun kullarını kendisine kul
edinmek gayretinde olandır. Bu ise şeytan, papaz, dînî veya siyâsî lîder veyâhut
da kral olabilir. Bu sebepten dolayı bir insanın müslüman olabilmesi için tâğutu
reddetmesi gerekmektedir.
Bu-gün yer-yüzünde yürürlükte olan rejimlerin (siyâset) hepsi, beşerî
rejimlerdir ve hükümlerini kendileri koymaktadırlar. Dolayısıyla da Allah
(c.c)’ın hükümlerine muhâlefet etmektedirler. O hâlde bu rejimlerin hepsi “tâğut”
olarak isimlenir. Hattâ kitlelere “en câzip ve hüsn-ü kabûl gören bir rejim”
olarak tanıtılan demokratik ve lâik rejimler de tâğut hükmündedir. Her ne
şekilde olursa-olsun, insanlar tarafından konulmuş ve Allah (c.c)’ın hükümlerine
muhâlefet eden hükümler “tâğut” olarak isimlendirilirler”.
Dâvâ-adamı olamayanlar, tâğutların adamı olurlar. Şirk; Allah’ın
ekmeğini yiyip, şeytana-tâğuta kulluk yapmaktır. Tâğuta isyân (küfr) etmeyenler,
Allah’a isyân etmeye başlarlar.
“Hak ile
bâtıl apaçık meydana çıkmıştır. Kim tâğutu inkâr eder ve Allah’a îman ederse o,
muhakkak kopması mümkün olmayan sağlam kulba yapışmış olur” (Bakara 256).
Şirk; “Hiç şüphesiz, Allah, kendisine şirk
koşanları bağışlamaz. Bunun dışında kalanlardan ise, (onlardan) dilediğini
bağışlar. Kim Allah’a şirk koşarsa elbette o uzak bir sapıklıkla sapmıştır” (Nîsâ 116).
Kâinâtı, Dünyâ’yı ve insanı Allah yaratacak, fakat
Dünyâ’yı “keyiflerine göre çıkardıkları kânunlarla” insanlar yönetecek. Yok
öyle yağma!. Yaratan kim ise, mülkün sâhibi de odur. Mülkün sâhibi kim ise,
tasarruf da ona âittir. İnsanlar, yaptığı dandik bir resme bile müdâhale
ettirmezken, en ufak bir şeyde kendisine karışılmasına bile izin vermezken,
irâdesinin yok sayılmasına katlanamazken; âlemlerin rabbi olan Allah’ın irâdesinin
yeryüzünde hâkim olmasını istemiyor. İyi de Allah bunu kabûl etmez ki. Siz
-hâşâ- yaratıcı olsanız böyle bir şeyi kabûl eder misiniz?. Hem âlemleri
yaratacaksınız, hem de yarattığınız varlıklar içindeki âciz bir varlık olan
insan, sizin hükümlerinizi ve düzenlemelerinizi kabûl etmeyecek ve bu tarz
düzenlemeleri gericilik, radikâllik ve câhillik olarak görecek. Bunu hiç kimse
kabûl etmeyeceği gibi, âlemlerin yaratıcısı ve rabbi olan Allah da kabûl etmez
elbet. Zâten bunu, “şirk” olarak söyler ve affedilmeyecek bir cezâ olarak îlan
eder. İnsanlar buna rağmen şirki değil de “kul hakkı” denen günahın
affedilmeyecek olan günah olduğunu zannedenler. Tabi, insan şirk içinde
yüzerken şirkin affedilmeyecek bir günah olduğunu nasıl söylesin?. Onun yerine “kul
hakkı” denen günahı koyar. İyi de kulun hakkı nedir ki?; Allah hak alacaklısına
âhirette kendisini rahatlatacak bir şey verse, o kişi hemen hakkını helâl
ediverir. Peki Allah’ın hakkını helâl etmesi için Allah’a kim ne verebilir ki?.
İşte Allah bu nedenle, şirkten vazgeçerek tevhid yoluna girmeyenleri aslâ
affetmeyecektir.
Allah’tan başka kânun-kural koyucuların ve vahye
aykırı düzenleme yapanların onaylanması, onları rab edinme demektir ve şirk
işte budur: Allah’tan başkasını rab edinmek.
Modern zamanlarda, demokrasi-kapitâlizm-komünizm-liberâlizm
ile ve diğer “izm”ler ile koşulan şirkler ayyuka çıkmıştır. Demokrasi, Allah’ın
dîninden çıkıp kulların dînine bir geçiştir. Artık kânunlar, kurallar Allah
tarafından değil, çoğu câhil ve zâlim olan beşer tarafından belirlenecektir. İşte
şirk budur: Allah’a kul olmayı bırakıp, kula kul olmak. Kulun hevâ ve hevesine
göre hükmettiği bir Dünyâ’ya râzı olmak.
Şirk, “mutlak olanı (tevhid) yok saymasa da
izâfileştirmek, hakîkati göreceli kılmak” demektir.
Allah’ın affetmeyeceği günah-suç şirktir. Kişi ölürken
şirk içinde olursa ebedî cehennemliktir. Âlemlerin rabbi yaratıcısı olan Allah
tabî ki de şirki affetmeyecektir. Zâten devletler de öyle değil mi?.
Kendilerine şirk koşulmasını bağışlamıyorlar. Devlet; ana umdeleri, ilkeleri, kânunlarında
en ufak bir değişiklik istemiyor ve hattâ böyle bir değişik için bir teklifte
bile bulunulmasına izin verilmiyor ve zâten kânunda da yasaklanmış. Hattâ ve
hattâ, bu tarz tartışmaların gündeme gelmesi bile birilerini çok fenâ
kızdırıyor. Anayasanın 4. maddesinde şöyle denir:
“Anayasanın 1’inci maddesindeki devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu
hakkındaki hüküm ile, 2’nci maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3’üncü
maddesindeki hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez”.
Allah’tan bağımsız “iş yapma isteği”
şirktir. Bu nedenle İslâm’ın bir, “şirk ortamı fıkhı” yoktur.
Lâ ilâhe illallah=Allah’tan başka ilah yoktur sözü
Dünyâ’ya hâkim kılınmadıkça şirk bitmeyecek ve dolayısıyla da hiç-bir zulüm,
acı, feryat, çığlık, savaş, adâletsizlik giderilemeyecektir.
Ya İslâm yada
câhiliye… Ya îman yada küfür… Ya Allah’ın hükmü yada câhiliyenin hükmü… Ya
tevhid yada şirk.
İnfâk; Modern müslümanın en çok yıkıldığı yer. Her-şeyi
yapsalar da hakkıyla infâkı yapamıyorlar. Mal canın yongası ya, canını al
malını alma. 40/1’i bile veremiyor. 40/1’in 40/1’ini zor veriyor. Hâlbuki
îmandan sonra infâk gelir. Îmânın ilk isbâtı. Peygamber ve sahabe örnekliğinde
bu vardır. Başta Peygamberimiz olmak üzere mallarının neredeyse tamâmını bu yolda
harcayanlar olmuştur. İslâm-kardeşliği bu şekilde kuruldu. Başka türlü olamazdı
zâten. Şimdi neden ümmet bir kardeşlik kuramıyor. Çünkü bir kesim israf
hâlindeyken diğer kesim yiyecek ekmek, içecek su bulamıyor. Aşırı bir gelir
uçurumu var ümmet içinde ve hattâ iki kardeş arasında bile. Bu sorun aşılmadan
başka sorunların aşılması çok zor ve hattâ imkânsız. Çünkü samîmi bir birliktelik
oluş(a)maz. Adâletin olmadığı yerde samîmi birliktelikler oluşamaz. Îmânın
isbâtı infâk ile yapılmalıdır ilk başta. Namaz kılmanın tamamlanması infâk ile
olur. Namaz, infâk ile tamamlanır. Bu nedenle Kur’ân boyunca “namaz kılanlar ve
zekat verenler” denir. Bu kavram nerdeyse dile getirilmeyen bir kavram oldu
çıktı. Çünkü modern müslümanlar “zekatını verirse Kârun gibi olmayı” meşrû
görmeye başladılar. Tabi Kârun gibi olunca da kazancını kendinden biliyor. “Kafayı
çalıştırdım” diyor. Tâ ki farkında olsun yada olmasın, aşağılık bir şekilde
yerin dibine geçinceye kadar sürecek olan bir aldanışla.
Hicret; Îmânı ettin, infâkı yaptın, sıra geldi hicrete. Vazgeçişin
zirvelerinden biri hattâ zirvesi. Hicrî takvim bir “vazgeçiş takvimi”dir.
Anadan, babadan, yardan, çoluk-çocuktan, maldan-mülkten-ticâretten, evlerden-hayvanlardan
vs. Allah için vazgeçebilir misiniz?. Bu kavram İslâm’ın ana kavramlarından
biridir ama modern zamanlarda en çok unutulan kavramdır. Bu kavramdan
bahsedildiğinde bir de kalkıp diyorlar ki; “ne yâni; şimdi Arabistan’a gidip Mekke’den
Medîne’ye mi hicret edecez?, ha ha ha!”. Lan …! sen daha namaz için yatağından
hicret edemiyorsun. Oruç için yeme-içmeden hicret edemiyorsun. Sen kim, Mekke’den
Medîne’ye hicret etmek kim. Sen hicret edecek adam mısın lan?. Sen hicreti ne
zannediyorsun?. Bir gezi programı mı, bir turistik tur mu?. Hicret, îmânın isbâtıdır.
İkinci isbâtı. Hicret için ille de bir yerden bir yere gitmek gerekmez. Hicret
bir vazgeçiştir. Allah’ın yasaklarından hakkıyla uzak durmak da bir hicrettir.
Cihad; Sus, aman ha!. Cihad; modern zamanlarda bu kelimeyi
söylemek bile neredeyse suç olacak. Bu kelimeyi duyan kişi şöyle bir irkiliyor.
Oysa İslâm demek cihad demektir. Kişinin nefsiyle başlayan cihadı; “kâfirlerle,
münâfıklarla, zâlimlerle olan cihad”a doğru kademe-kademe gider. Cihadsız İslâm
olmaz ve zâten tek hak din olan İslâm’ın diğer adı cihaddır. Bâtıl dinler,
cihadları olmadığı için bâtıldırlar. Modernistler ve tâğutlar sürekli olarak
bir ülkeye savaş açmaktadırlar. Bakınca görürsünüz ki modern batı ve batı
düşüncesine sâhip olan kesimler sürekli olarak birileriyle savaş (cihad değil)
hâlindedirler. Buna hiç ara vermiyorlar. Fakat onların savaşları bâtıl
merkezlidir ve bâtıl bir hedef içindir. Oysa cihad kutsaldır. İlâhidir. “Allah
için”dir. Kula-kulluğu bitirip “hakka kulluğu” getirmek için yapılır. Zulmü ve
zâlimi ber-tarâf edip mazlumu kurtarmak ve mustazafları yeryüzüne hâkim kılmak
için (Kasas 5) yapılır. Sürekli çıkarları için savaşan tâğutlar, müslümanların “hakkı
ortaya koymak” için savaşmalarını istemiyorlar ve bunu önlemek için cihad
kavramını öcü gibi gösteriyorlar. Cihaddan bahsedene kötü-kötü bakılıyor ve “terörist
mi lan bu” şüphesiyle yaklaşılıyor. Modern müslümanlar ise cihad için sâdece,
biraz da sırıtarak; “nefisle yapılan cihad, yâni mücâdeledir” diyorlar. Cihad,
nefisle cihaddan başlar ama kâfirle ve zâlimle cihada kadar gider. Hattâ cihad
daha çok zâlimle yapılan cihaddır ki insan zâlimlerden kurtulup nefsiyle cihad
etmeye fırsat bulabilsin. Bu bağlamda, savaştan dönerken “şimdi küçük cihaddan
büyük cihada gidiyoruz” sözü uydurma bir sözdür. Zâlimle cihad etmeyi güyâ küçük
göstermektir amaçlanan. Bunu söyleyenlerin nefsiyle cihad yapmak hoşlarına bile
gider ama zâlimle cihad etmek denilince yüzlerinin rengi atar. Zâlimle cihad
kazanılmadan nefisle cihad “mutlak anlamda” kazanılamaz. Fakat zâlimle cihad
etmek için de ilk başta cihadla nefsi epey bi hırpalamak gerekir. Netîcede
cihad, İslâm’ın unutturulan temel kavramlarından birisidir ve îmânın güçlü bir isbâtıdır.
Şehâdet; İşte mü’minin yakalayacağı zirve burasıdır. Îman,
şehâdet isbâtıyla kemâle erer. “İşte şimdi kazandım” sözü boş bir söz değildir.
Şehâdet bir kazançtır ve modernizm “ölüm korkusunun ayyuka çıktığı zamanlar”
olduğundan ve “bin yıl yaşamak isteyenler”in cirit attığı bir Dünyâ’da şehâdet
kavramı bırakın konuşulmayı, îmâsının bile yapılmasından hoşlanılmayan bir
kavram olmuştur. Hâlbuki şehâdet, “hayâtı taçlandırmak”tır. Allah şehitleri ölü
olarak bile saymıyor. “Onlara ölüler demeyin” diyor. Şehâdet sâdece ölerek
gerçekleşmez tabi. Allah yolunda îman-infâk-hicret-cihad yaparak ve bu uğurda
gayret sarf-ederek yaşadıktan sonra yatağında ölmek de kişiyi şehâdete
ulaştırabilir. Yalnız bu, İslâm’a adanmış olan bir ömrün sonunda olur.
Allah için hayattan vazgeçmekle: “Öyleyse,
dünyâ-hayâtına karşılık âhireti satın alanlar, Allah yolunda savaşsınlar; kim
Allah yolunda savaşırken, öldürülür yada gâlip gelirse ona büyük bir ecir
vereceğiz” (Nîsâ 74).
Peki bir-anda şehit olunur mu?, o da ayrı bir konu. Şehâdet,
İslâm’i-ilâhi bilince erilip, hayât-boyu Allah yolunda olmanın ve ölmenin bir
sonucudur. Allah’tan başka yollarda ölmek, bâzen “kahramanlık ve yiğitlik”
olarak kabûl edilebilse de, bu şekilde ölenler genelde “şehit” olmazlar. Zâten
bu tarz ölümler için şehâdete bir ön-ek kullanılır; “demokrasi şehidi”, “basın
şehidi”, “vatan şehidi” vs. gibi.
Şükrü Hüseyinoğlu şehâdet hakkında şunları söyler:
“Müslümanların târihinde bir-çok Kur’ânî kavramın anlam daraltılmasına
yâhut daha da kötüsü anlam saptırmasına mâruz kaldığını biliyoruz. Şehâdet
kavramının da anlam daraltılmasına mâruz kalan Kur’ân öğretileri arasında olduğunu
görmekteyiz. Hayat rehberimizde, hayâtı baştan sona kuşatıcı bir formda
“Âlemlerin Rabbi için olmak” karşılığında kullanılan bu kavram ve türevleri,
târih içinde “Allah için ölmek” anlamıyla sınırlandırılmıştır. Günümüzde de bu
yanlış algı ve anlayış yaşatılmaya devâm edilmektedir. Rabbimiz hayâtı ve ölümü
kimlerin daha güzel amellerde bulunacağını sınamak için vâr ettiğini
bildirmekte (Mülk 2) ve îman akdiyle kendisine yönelenler için şu istikâmeti
öngörmektedir:
“De ki: Benim namazım, ibâdetlerim, hayâtım ve ölümüm
âlemlerin Rabbi Allah içindir” (En-âm 162).
İşte şehâdet mefhumu, tam da bu âyet-i kerimede ifâde olunan istikâmeti
ifâde eden bir hayat çizgisidir. Kısaca, “âlemlerin Rabbi Allah için olmak”
bilinci ve hayâtı bu bilinçle inşâ etmektir. Allah yolunda yaşamak ve bu yol
üzere ölmektir. Allah yolunda ölümü göze almak, gerektiğinde Rabbâni ölçü ve
ilkeler için canı ortaya koymak muhakkak ki şehâdetin en ileri noktasıdır.
Lâkin, şehâdeti Allah yolunda ölmekle sınırlandırmak son derece yanlıştır. Allah
yolunda ölmek, Allah yolunda olmanın bir cüzüdür.
Allah yolunda öldürülenler gibi, Allah yolunda yaşayanlar ve bu yaşantı
üzere ölüm kendilerini bulanlar da şehâdet makâmındadırlar. Kur’ân ıstılâhında
şehâdetin karşılığı böyledir. Zâten Kur’ân’da Allah yolunda öldürülen mü’minler
övülmekle ve onlara ölüler demek yasaklanmakla birlikte (Bkz. Âl-i İmran 169),
“şehid” nitelemesi hassaten, Allah yolunda can fedâ eden bu bahtiyarlar için
kullanılmaz. Daha kapsamlı olarak, hayâtını bir bütün olarak Allah’ın yoluna
şâhid kılanlar için kullanılır ki, “Allah yolunda öldürülenler” de zâten bu
kapsamda yer almaktadır. Müslümanın yeryüzündeki sosyâl misyonu şehâdettir:
“İşte böylece sizin insanlığa şâhidler (şuhedâ) olmanız,
Resûlün de size şâhid (şehid) olması için sizi mûtedil bir ümmet kıldık...”
(Bakara 143).
Allah yolunda ölmek/öldürülmek, bu yolda olmanın tabii
sonucudur”.
Şehit olmak o kadar kolay değildir. Şehitliğe
adım-adım yürünür. Allah yolunda olan ancak, Allah yolunda ölür-şehit olur.
Şehâdet bir ölümsüzlüktür:
“Ve sakın
Allah yolunda öldürülenlere “ölüler” demeyin; hayır onlar diridirler. Fakat siz
bunun şuurunda değilsiniz” (Bakara
154).
Evet; Abd-Salât-Kıraat gibi modern zamanlarda aşırı
yoruma tâbi tutularak anlam kaymasına uğratılan kavramlar da Kur’ân’ın yâni
bizim kavramlarımızdır. Tabî ki onlara da sâhip çıkacağız. Fakat unutturulan ve
İslâm’ın ana kavramları olan ve İslâm’ın prensiplerini belirleyen kavramları da
yeniden gündeme taşımalıyız. O unutulan kavramlardır başta Peygamberi ve
sahabeyi üstün kılan ve bir medeniyeti başlatan.
Îman-infâk-hicret-cihad-şehâdet.. Sâdece bu kavramlar
bile yeter müslümanların perişân ve utanç verici durumdan kurtulmaları için.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Temmuz
2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder