“Evlerinizde vakarla-oturun (evlerinizi karargâh
edinin), ilk câhiliye (kadınları)nın süslerini açığa vurması gibi, siz de
süslerinizi açığa vurmayın; namazı dosdoğru kılın, zekatı verin, Allah’a ve
elçisine itaat edin. Ey Ehl-i Beyt, gerçekten Allah, sizden kiri (günah ve
çirkinliği) gidermek ve sizi tertemiz kılmak ister. Evlerinizde okunmakta olan
Allah’ın âyetlerini ve hikmeti hatırlayın. Şüphesiz Allah lâtiftir, haberdâr
olandır” (Ahzab 33-34).
Şeytânî-tâğûtî modern bir proje
olarak, kadınlara -sözde- hak ve özgürlük(!) verilmesiyle birlikte kadının ev-dışına
çıkarak sâbit bir işte çalışmaya başlaması, fıtrata yâni yaratılış amacına
uygun değildir ve zâten bundan en çok da yine kadının kendisi zarar görü(yo)r.
Zîrâ kadın, “erkek gibi” değildir ve kendi evindeki günlük işler yada
tarlasında yılda 15-20 günlük bir çalışma dışında, dışarıdaki sâbit bir iş için
her-gün çoluğu-çocuğu bırakarak sabahın erken saatlerinde yollara düşmesi hiç
de normâl değildir.
Bu yazıyı yazmamın nedeni,
bir sabah erken saatlerde ana-cadde üzerinde, işe giden ve işe gitmek için
otobüs bekleyen insanların içinde, kadınların sayısının erkeklerin sayısından
daha fazla olmasını görmemdi. Baktığımda ve düşündüğümde; “bunların içinde
bebekleri yada küçük çocukları olan yok mu ki?” diye kendi-kendime sorup
düşünürken yazdığım bir yazıdır bu. Tabi bu duruma ciddî ve sert eleştirilerim
var. Zîrâ bu durum hiç de normâl ve doğal değil ve tam-aksine bir çeşit
zulümdür.
Modern çalışma hayâtında;
daha az îtirâz eden, direktifleri tam olarak yerine getiren ve de bunu düşük bir
ücretle yapmayı kabûl edebilen kadınlar tercih ediliyor. Zâten artık makineler
nedeniyle kol-kas gücüne de fazla gerek kalmadığından dolayı, çalışan kadın
sayısı erkek sayısını yakın zamanda geçecek gibi görünüyor. TÜİK verilerine
göre kadınlar Türkiye nüfûsunun yaklaşık yarısını oluşturuyor. Türkiye’de 80
milyon nüfûsun yarısını yâni 40 milyonunu kadınlar oluşturuyor. Türkiye’deki
20-64 yaş grubundaki her 100 kadından 30-35’i iş-gücüne katılıyor. Türkiye’deki
15 ve daha yukarı yaştaki kadınların yaklaşık 10 milyonu ev dışında işe gidiyor.
Yine 1 milyona yakın kadın da iş arıyor. İşin garibi, bu çalışan kadınların ve
iş arayan kadınların yarısı -yemek yapmayı bile öğren(e)mediği için- ev
işlerini bilmiyor. Bir evi idâre edecek kapasitede değiller ve bu nedenle de çalışmayla
birlikte yine de maddî-mânevi olarak anne-baba desteğine muhtaçlar.
“Kadın çalışmalı”, “bu
devirde kadının bir maaşı ve bir evi olacak” ve “kadın kendi ayakları üzerinde
durabilecek” düşüncesine sâhip olan “çalışan kadınlar” yine de mutlu değiller
ve mutsuzların oranı sürekli yükseliyor. Yaşam Memnûniyeti Araştırması sonuçlarına
göre; mutlu olduğunu beyân eden bireylerin oranı 2013 yılında %59 iken, 2014
yılında bu oran %56,3’e düştü, 2016 da ise %50 ye. Bu hızla artmaktadır. Yâni
çalışan kadınların yarısı mutsuz. Mutlu olanlar da ya kolay ve ferah işyerlerinde
çalışan ve bol tâtili olan devlet mêmurları yada “yönetici” olarak çalışan
kadınlardır.
Çalışan kadın, çalışmayan
kadına göre 3 kat daha fazla harcama yapıyor ve yapılan bu harcamaların %90’ı
isrâf, yâni “olmasa da olur” cinsindendir. Fakat kadınlar; “çalışıyorum, almaya
hakkım var” diyerek, alma dürtüsüne erkeklere göre daha fazla meyyâl
olduklarından dolayı çok fazla ve gereksiz harcamalar yapabiliyorlar. Kadın çalışmaya
bir başladığında, giyim-kuşam hemen değişmeye başlıyor ve buna uygun olarak da
düzenli olarak kuâföre gitmeye de başladığından, bir de “kuâför masrafı”
çıkıyor. Para kazanmanın vermiş olduğu o duygu, ona harcama hakkı olduğunu
söylüyor ve hiç de ihtiyaç duymadığı şeylere kolayca para harcayabiliyor. Oysa
ki erkekler böyle değildir ve çoğunlukla israftan kaçınırlar ve “eve daha fazla
para götürme”nin derdindedirler. Erkeğin fıtratında vardır bu. Kendisine
yaratılıştan verilen “evin reisi” görevini hakkıyla yerine getirmek ister.
Fakat kadının iş-hayâtına atılmasıyla birlikte bu da değişmeye başlıyor ve
erkek de bu israfçılar kervanına katılabiliyor.
Kadınlar iki gün çalışsa,
kazandığı paraya dayanarak erkeğe ve çocuklara tavır alabiliyor, fakat erkek
kırk yıl çalışsa da bunu öne çıkarmaz ve işyerinde yaşadığı sıkıntılardan
evdeki kadının da çocukların da haberi olmaz. Çünkü erkek bunları söz-konusu
etmez. Zâten çalışmanın getirdiği sıkıntılara-güçlüklere katlanarak eve ekmek
getirmek onu mutlu eder. Bir kaynakta bir hadis merkezinde şunlar söylenir:
“Ebu Hureyre (r.a.)dan rivâyete göre Peygamberimiz buyurdular
ki: ‘Kadınla dört şey için evlenilir: Malı için, soyu için, güzelliği ve dîni
için. Sen dindar olanını seç ki; elin bol olsun, yâni evinde ve yaşantında bereket
ve huzûr bulasın’ (Buhârî, Nikah:15; Ebu Davûd,
Nikah:2).
Kadının evi, en iyi tahassungâhdır, yâni en sağlam
sığınaktır. Bu-gün acaba kadınlar gerçekten bir ihtiyaç nedeniyle mi
çalışıyorlar?. Evet, elbette ihtiyaç ve geçim sıkıntısı nedeniyle çalışmak zorunda
kalan kadınlar var. Ama ne yazık ki bugün kadınların büyük bir çoğunluğu,
ihtiyaçtan değil, daha rahat bir yaşam ve lüks için çalışmayı tercih
etmektedirler. Dikkat edin, ‘daha mutlu yaşamak için’ demiyorum, ‘daha
zengin yaşamak için’ diyorum. Modern hayâtın ve tüketim toplumunun bir
zorlaması olarak bu sorun ortaya çıkıyor. Kadın çalışmalı ki, kocasına bağımlı
olmasın, ‘güçlü’ olsun, kocasına diş geçirebilsin. ‘Sen de çalış ki, almak
istediklerini daha rahat al, harcamalarını düşünmeden yap’.
Tüm bunlar, tüm bu fısıltılar acaba âile mutluluğuna
mı hizmet ediyor, yoksa âile huzursuzluklarına mı?. Parasal anlamda güçlenen
kadın, kocasına karşı itaatkârsız oluyor. ‘Sen de çalışıyorsun, ben de
çalışıyorum’ düşüncesi kadını eşine karşı isyankârlığa sevk ediyor. Ve şu bir
gerçek ki çalışan kadının kazandığı ancak kendi masrafını karşılıyor. Yâni
aslında eve pek bir şey getirdiği yok. Çalışmanın ona yüklediği yeni masraflar,
kadının kazancını ‘sıfır’ ediyor. Kadın yorulduğu ve kaybettikleriyle kalıyor.
Değerlerimizi kaybediyoruz, yozlaşıyoruz. Bereket
kavramını unuttuk. Sâdece matematiğe inanır olduk. Evli çiftler nasıl hesap
yapıyorlar?. Bir maaş bir maaştır, iki maaş iki maaştır. Hâlbuki tek maaş, iki
maaştan daha bereketli olabiliyor. İki maaş bir eve yetmeyebiliyor ama tek maaş
evi gül gibi geçindirebiliyor. Çünkü ne kadar dikkat etse de kadın, işyerinde
dînî kurallara tam riâyet edemeyebiliyor. Bu da kazancın bereketini alıp götürüyor.
Bir de çift maaş, harcama, borca girme cesâreti veriyor. ‘İki maaş var,
hadi ev alalım, şunu alalım, taksitle öderiz’. Sonuç: Ödenmesi gereken
taksitler, sonu gelmeyen borçlar, çocuklar için kreş parası.. Hani daha rahat
bir yaşam için kadın çalışıyordu?.
Şu bir gerçek ki, kadının en rahat edeceği, huzûru
bulacağı yer, evidir. Dîni yaşaması, iffetini muhâfaza etmesi evinde kolaydır.
İş hayâtı, çalışma hayâtı tüm zorlukları ile kadını çemberine alır ve
görevlerini yapamaz hâle getirir. Namaz, vaktinde kılınamaz, nâfile ibâdetler
yok olacak kadar azalır. Ne diye Allah’ın yüklemediği bir vazîfeyi üzerimize
alalım ki?. Kadının rahat ve huzurlu olması, ‘evin rahat ve huzurlu olması’
demektir.
Yorucu bir işte çalışan kadın eve yorgun gelmekte,
istese de kocasıyla ve çocuklarıyla yeterince ilgilenememektedir. İşinden
dolayı oluşabilecek stres ve sıkıntıyı diğer âile fertlerine de ister-istemez
hissettirdiğinde âile-huzûru bozulmaktadır. Ev-işlerini yapmak, yemek pişirmek
gibi işleri rahat-rahat yapamayan kadın, sürekli bir koşuşturmanın içine
girmektedir. Kadın zâten hem bedenen hem de rûhen genel olarak erkeklerden
zayıftır, bir de hem işini hem evini tam olarak idâre etmeye çalışması onu çok
yıpratmaktadır. Kadına bu kadar yük yüklemek doğru değildir. Erkekler
eşlerini yorgun, bitkin, hayattan bezmiş bir şekilde görmek istemezler.
Kadın kocasını kendisinden râzı edemiyorsa, dünyâları kazansa ne faydası olur?.
Bir de meselenin ekonomik boyutu vardır. Her çalışan
kadın, çalışması gereken bir erkeğin yerine çalışıyor demektir. Elbette sâdece
kadının yapabileceği işlerden bahsetmiyorum. Bugün işsizliğin bu denli yüksek
olmasının başlıca sebebi, kadının çalışmasıdır. Maaşsız onca ev varken, bir eve
iki maaş girmektedir. Ne yazık ki çalışan kadının kaybettikleri
kazandıklarından daha fazla olmaktadır. Bu nedenle, dînî kurallara uymak şartıyla
kadının çalışmasında dînen engel olmasa dâhi kadının çalışmasını yukarıda izahâtını
yaptığımız çeşitli nedenlerden ötürü tavsiye etmeyiz. Allah Teâlâ hiç-bir
kadını çalışma mecbûriyetinde bırakmasın. Âmin”.
Kadınlar çalıştığında
kazandığından fazlasını harcıyor. Evde kalsa toplam para daha fazla yetecek. Zîra
kapitalizm, “ne kadar kazancın varsa o kadar masrafın artar” yalanını söyleyerek
insanları kandırıyor ve insanlar da “ne de olsa çalışıyoruz” diyerek fazla
harcama yapıyorlar ve zamanla harcamaya alışıyorlar ve sonuçta hiç de
ihtiyaçları olmayan şeyleri, “geleceklerini ipotek ederek” yâni kredi-kartı ile
alıyorlar ve fâize de bulaşarak kapitâlizme hizmet (kulluk) etmiş oluyorlar.
Kadın çalışsa da yine para
yetmez, çünkü İslâmî duyarlılığı olan
kadın, para kazandığında hem zekatını verme, hem de kurban kesme vs.
sorumluluğunu üzerine almış olur.
Kapitâlizmin en sevdiği
çekirdek âile şekli şudur: “Büyük âileden uzak bir yerde yaşayan tek çocuklu
karı-koca mêmur, iki maaş ile birlikte eve giren parayla ev-araba-eşyâ vs. her-şeyin
sıfırını alan, AVM’lerden çıkamayan ve bol para harcayan âileler”. Zâten kapitâlizmi
büyük oranda da bu anlayıştaki ve yaşayıştaki âileler diri tutuyor. İleriki zamanlarda
bu çekirdek âilenin işleyişi şu şekilde oluyor: “Erkek işe, kadın işe, çocuk
kreşe.
Bir de ana-okulu var tabi; sanki
ana-okula gitmek bir mârifetmiş gibi çocuklarını ana-okula göndermekle iftihâr
edenler var. Ana-okulu “ana/anne-okulu” değil ki!. Ana-okulu evdir. Çocuğun
evi. Yâni “annenin olduğu yer”. Okulda öğretmen var, anne değil ve o öğretmen
iyi birisi olsa bile çocuğun hiç-bir şeyi değildir. Bu nedenle de çocuğa belli
bir sınırda şefkat ve merhâmet gösterebilir. Çocuğun anası, öz-anasıdır ve
çocuğu en iyi şekilde, en çok merhâmet, şefkat, azim ve fedâkârlığı o
göstereceğinden dolayı, öz-anası yetiştirebilir. Modern sistem, kadını
çalışmaya yöneltmekle çocuğu ana-baba şefkatinden ve sevgisinden ayırmış oluyor
ve bunu için elinden geleni yapıyor.
Bir yazıda şöyle denir: “Bakıcı”
diye ‘kirâlık anne’ tutan kariyerist anneler suçluluk duygusunu yenmek için
evlâdını hediyeye boğuyor. Çocuklarına daha çok sevgi verseler, onlarla daha
çok zaman geçirselerdi harcanmayan bakıcı parası ve hediye masrafları yüzünden
kapitâlizm kan kaybederdi”. Kapitalist sistem, eğer kadınlar evlerinde daha çok
tüketecek ve daha çok para harcayacak olsaydı, onların kapının önüne bile
çıkmasına izin vermezdi.
Tesettür ile kadının
çalışması arasında da bir tezat vardır. Bu nedenle çalışan kadınların tesettürden
tâviz vermeleri söz-konusu oluyor. Zâten başörtüsü ve tesettür kıyâfetlerinin
emre uygun olmayan bir şekilde renk, biçim, marka, bağlanış ve giyiş şekilleri,
çalışan tesettürlü kadınlar-kızlar tarafından yada onların talebiyle
oluşturulmuştur. İlk başta rahat çalışabilmek(!) için bağlayış-giyiş şekilleri
değiştirilen kıyâfetler, zamanla absürdleşmeye doğru gitmiştir. Amacı vücut
hatlarının belli olmasını engellemek olan tesettür kıyâfetleri, son 10-15
yıldır tam-aksi bir amaca hizmet etmektedir. Ayrıca; tesettürlü olması farz
olan kadınların işe gittiklerini kabûl ettiğimizde, özellikle yaz günlerinde
tesettür kıyâfetlerinin içinde bir zorluk olur. Ne de olsa en az iki kat bir
elbise söz-konusudur. Bu bile kadının çalışması ile tesettürün bir-arada
olmasına aykırıdır. Oysa çalışmayan kadın sâdece bakkal, çarşı, pazar gibi
yerlere kısa bir süre için gidip gelecek ve evinde daha rahat elbiseleriyle bir
sıkıntıya mâruz kalmayacaktır. Demek ki çalışan müslüman kadın, çalıştığı
işyerinde Allah’a kulluğunu ya hakkıyla yerine getiremeyecek yada o kulluğu belki
de hiç yap(a)mayacaktır.
Bilindiği gibi ev-işi hiç de
kolay bir şey değildir ve ev-işinden başka, yemek yapmak, çocuklarla ilgilenmek
vs. işler de kadının görevidir. Çünkü kadının fıtratı buna uygundur. Tüm bu
ağır ev-işlerini ve idâresini yapan kadın “çalışmıyor” ve “çalışmayan kadın”
olarak lanse ediliyor. Hattâ öyle bir duruma gelindi ki, çalışmayan kızlar ve
hanımlar artık “ev kızıyım” yada “ev hanımıyım” demeye utanıyorlar ve onun
yerine, ya doğru-düzgün çalışmadıkları işlerinden, ya seneler önce çalıştıkları
yerlerdeki görevlerinden yada mêzun oldukları okullardaki bölümü söyleyerek
sanki bir kariyer sâhibi olduklarını göstermeye çalışıyorlar. Çünkü “çalışmıyorum”
cevâbı karşı tarafın ve çevrenin sûni şaşkınlıklarına neden oluyor ve çalışmamak
bir utanç olarak görülüyor ve gösteriliyor. Yâni aslında kadının çalışması yada
çalıştırılması “utanılacak” bir şeyken, kadının çalışmaması utanılacak bir şey
gibi gösteriliyor. Çalışmayan kadın hayâta 1-0 yenik başlamış olarak kabûl
ediliyor ve “sahte şerefsiz suratlar”la kadının çalışmamasına üzülüyormuş gibi
yapılıyor.
Kadın evde çalışınca “çalışan”
olmuyor ama dışarıda, -bir köpeğe bile yetmeyecek asgarî ücretle- köle gibi
çalışınca “çalıştı” oluyor. Yâni kendi evindeki ev-işlerini yapınca “çalışmıyor”
oluyor ama başkalarının evlerini temizlediklerinde ve işlerini yaptıklarında “çalışıyor”
oluyorlar. Aynı işi kendi evinde yapınca “iş” olmuyor, fakat başkasının evinde
yapınca “iş” kabûl ediliyor. Biraz yüksek maaşlı çalışan kadınlar evlerine ücretli
kadın tutabiliyorlar ama az maaşlı kadınlar işten gelince bir de kendi evlerindeki
işleri yapmak zorunda kaldıklarından, insanlık târihinde hiç görülmemiş şekilde
bir zulme mâruz kalıyorlar, daha doğrusu mâruz bırakılıyorlar.
Kadınlar için ev-dışındaki
sâbit bir işte çalışmak “modern” dönemin bir uygulamasıdır ve aslında “modern
bir proje”dir. 100-150 yıldır uygulanmaktadır. (En fazla Sanâyi Devrimi [1760]
ile birlikte başlamıştır). Bundan önce kadınlar ve hattâ erkeklerin çoğu kendi
işleri dışında başkalarının işlerinde çalışmazlardı. Eskiden kadınlar köylerde
(imece hâriç) sâdece kendi işlerini yaparlardı. Şimdiki kadınlar ise işyerlerinde
hem başkalarının işlerini, hem de eve dönünce kendi ev-işlerini yapmak zorunda
bırakılmaktadır. Tabî ki kadınlar bu nedenle fizîki ve psikolojik olarak
çökmekte ve fizikî ve psikolojik anlamda büyük zarar görmektedirler. Üstelik
çocuklar da bu durumdan çok fazla etkilenmektedirler.
Çalışan kadın kocasına karşı
çok aksi davranabiliyor ve kazandığı parayla kocasına hava atmaya başlayabiliyor.
Fıtratları bozulmuş olan layt ve kılıbık erkekler buna aldırış etmese de normâl
ve doğallığını kaybetmemiş olan erkekler bu duruma tahammül edemiyor ve şiddet
içeren “başka yollara” başvuruyorlar. Üç-beş kuruş para kazandı diye evde
kocasına rest çeken kadın, işyerindeki erkek patronuna karşı nerdeyse köle gibi
hareket ediyor. Yâni sorun erkeklere karşı bir tavır takınma değil. Kocaya karşı
tavır alma; tabî ki “fakir” kocaya karşı alınan bir tavırdır bu. Bundan
sonra ne oluyor?. Ya boşanmalar artıyor, çoluk-çocuk ortada kalıyor ve toplumun
yapısı bozuluyor, yada erkekler kadını dövüyor, öldürüyor ve kadın mezara,
erkek hapis-hâneye, çocuklar da çocuk yurduna-yuvasına gitmek zorunda
kalıyorlar. Anne-baba sevgi ve şefkatinden mahrûm yetişen çocukların olduğu bir
toplum tabî ki de batışa doğru sürükleniyor.
Kadınların çalışması erkeklerin
sorumluluklarını unutturuyor ve erkekleri sorumsuz yapıyor. Ayrıca evin geçimini
sağlamakla yükümlü olan erkekleri işsiz bırakıyor. Artık bir evde kadının
çalışıp da erkeğin çocuklara bakması normâl hâle gelmeye başladı. Çünkü rôller
değişti. Evin reisi kadın oldu ve bu rôl değişikliği erkekleri komplekse
sokuyor, sinirlendiriyor ve en ufak bir olumsuz durumda da “kas gücünün hâlâ
geçerli olduğu” açığa çıkıyor.
Kadının doğal ve fıtrî olan
özellikleri vardır. Şefkati-merhâmeti çok fazladır, hattâ şefkat ve merhâmeti
tek çocuğu fazla-fazla gelecek orandadır. Bu nedenle tek çocuklu âilelerde tek
çocuğa fazla gelen şefkatten dolayı çocuklar farklı negatif huylar ediniyorlar.
Özgüvenleri eksik kalıyor. Kadın, şefkat ve merhâmetini normâl bir yaşta paylaşmaya
başlamalıdır ve bu “fazla merhâmet ve şefkat” de çok fazla çocuğa yeteceğinden,
2, 3 ve daha fazla çocuğu olmalıdır kadının.
Diyorlar ki; “artık kadınlar
da erkeklerin yaptığı her işi yapabiliyorlar”. Sanki iyi bir şey söylüyorlarmış
gibi bunu övüne-övüne dile getiriyorlar ve acınacak durumlarına gülüyorlar.
Oysa şu bir gerçektir ki, erkekler her işi kadınlardan daha iyi yaparlar.
Buna yemek yapmak ve ev temizliği vs. gibi işler de dâhildir. Çünkü erkeğin iş
için direnci ve kuvveti daha fazladır. Bir işin yapılmasında direnç çok
önemlidir. Direnç düşünce işin kalitesi de düşüyor ve “kötü iş” açığa çıkıyor doğal
olarak. Fakat kadında; erkekte olmayan, Allah tarafından verilmiş bâzı özellikler
ve duygular vardır. Vicdan, merhâmet, şefkat ve bâzı refleksler vardır kadında.
Meselâ birisiyle konuşurken yada televizyon izlerken çocuğunu uyutmuş olan
kadın, çocuğun ufak bir hareketlenmesinde, plânlanmamış bir şekilde çocuğa
eliyle küçük dokunuşlar yapar ve çocuk yeniden uykuya dalar. Bunu yaptığının
kadın da farkında değildir. O, Allah tarafından kadına verilmiş ve meleke
hâline gelmiş bir duygu, bir reflekstir.
“Kadın
da her işi yapar” diyorlar. Peki bu kadın hiç hâmile olmayacak mı?. O zaman her
işi nasıl yapacak?. Bu, hâmile kadınlara yapılan bir zulüm olmaz mı?.
Kadına “ille de çalışmalı”
diyenler, aslında kadının evde kalmasından rahatsız olup onu dışarı çekmek
isteyenlerdir. Zîrâ ürettikleri ürünlerin çok büyük çoğunluğu kadınlara hitâp
ediyor. “Çalışan ve para kazanan kadın” bu ürünleri mutlakâ satın alacaktır.
Dolayısı ile kadının çalışmasını en çok isteyen ve bunu zorlayan etken,
kapitâlist zihniyettir.
Aslında İslâm’da bir “kadın sorunu”
yoktur, İslâm târihinde de olmamıştır yada böyle bir mesele ortaya çıkmamıştır.
Kadın sorununu ortaya çıkaranlar modeernsit-kapitâlistlerdir. Onlar bu sûni
sorunu, kendilerine “yağlı müşteri” olacak kadınları dışarıya çıkarmak için
ortaya atmışlardır. Ali Bulaç bu bağlamda şunları söyler:
“Çoğunluğuyla
feministlerin müslüman toplumun kadını hakkındaki bilgileri, uluorta batı
kültüründen söz eden yan aydınlarımızın bilgileri oranındadır. Ama yine de bu,
batı modernizminin ve yerli kapitâlizmin bundan rahatsız olmasına engel teşkil
etmez. Çünkü bizi asıl evlerimizde, mutfağımızda avlamak isteyen batı
modernizmi, müslüman kadının geleneksel kimliğini kökten değiştirmedikçe,
ürettiği yararlı-yararsız her ürünün kolay-kolay alıcı bulamayacağını ve
evlerimize sokamayacağını çok iyi bilir. Yine o
bilir ki, bizim geleneksel toplumumuzda, S. Hüseyin Nasr’ın güzel
deyimiyle ‘kadın evin kraliçesidir’ ve erkek eve konuk gibi gelir. ‘Yuvayı
yapan dişi kuştur’ özdeyişi, derin ve kapsamlı bir toplumsal rôl ve sorumluluğu
ifâde eder”.
Evet; başta da söylediğimiz
gibi, kapitâlist-modernist sistemin iş-gücünde kadını tercih etmesinin sebebi; kadının
“ucuz iş-gücü” olması, verilen tâlimatları îtirazsız bir şekilde ses çıkarmadan
yerine getirmesi, müşteriyi bağlamak ve “şerefsizce niyetler” içindir. Bu durum
kapitâlizmin ve liberâl ekonominin yâni şeytanın tam da istediği şeydir.
Kadınların periyodik olarak
yaşadıkları “özel durumları” da onların sistemli çalışmalarına uygun değildir. Böyle
dönemlerde kadınlar huzurlu olamazlar ki rahat çalışabilsinler.
İş, “adam işi”dir. O yüzden
daha düne kadar “iş-adamı” tâbiri kullanılırken, bir feminist ve
liberâl-kapitâlist proje kapsamında kadınlar evden çıkarılınca ve kadınlar da
bâzı işlere atılınca bu ifâde değiştirildi. Artık “iş-adamı” ifâdesi kadınlar
tarafından bir hakâret kelimesi olarak görülmekte ve onun yerine de, -başka bir
çirkeflik ve sapıklık uygulaması olan “cinsiyet eşitliği projesi” kapsamında-
“iş-insanı” ifâdesi getirildi. Bu ifâde, işin (ki bu iş ev-dışı iştir) erkeğe
has olması gerektiğinin altını oymaktadır.
Kadının çalışması kadının
fıtratını bozunca, bu bozulma kadının fizîki yapısına da sirâyet ediyor ve
çalışan kadın bir-süre sonra erkeksileşiyor. Kadın normâl-doğal-fıtrî olan
hâlinden çıkıp ev-dışı işlerde çalışmaya başlayınca bir süre sonra hâl ve
hareketlerinde erkekleşme yönünde bir değişme oluyor. Zâten; çalışan, sürekli
erkekler arasında bulunan, erkek gibi giyinen, sigara içen, spor yapan, “anne”
ol(a)mayan, çok okuyan kadınlar ve çok fazla araba kullanan kadınlar erkeksileşiyor.
Esâsen kadın, evden dışarıya gereğinden fazla çıktığında erkeksileşmeye
başlıyor. Çünkü kadının normâl-doğal-fıtrî durumuna aykırıdır bunlar. Zîrâ
kadın, erkek kadar sorumluluk sâhibi değildir.
İslâm’da mehrin ve nafakanın
şart koşulmasının nedeni, “kadın çalış(a)mayacağı” içindir. Yoksa kadın da
çalışıp para biriktirdiğinde, erkeğin kadına mehir ve nafaka vermesi saçma ve
anlamsız olurdu. Öyle ya; erkek kadına mehri niçin veriyor?. Eğer kadın da
çalışacaksa ya mehir olmasın yada kim daha zenginse mehri o versin. Yâni kadın
daha zenginse erkeğe mehir versin. Fakat İslâm’da evin ve kadının geçimi erkeğe
âit olduğu için kadın çalışmakla yükümlü değildir. Kadın, boşanma yada
kocasının ölümü durumunda, tekrar evlenene kadar yada olağan-üstü bir durum
için harcamak veyâ dul kaldığında geçimini sağlamada sıkıntıya girmemesi için
kendisine evlenirken verilen mehri ve boşandıktan sonra kendisine belli bir
süreliğine verilecek olan nafakasını kullanacaktır.
Fıtrî, doğal ve normâl olan
şey, kadının ev-içinde, erkeğin de ev-dışında çalışmasıdır ki eskiler bunu
kadın için “iç-işleri bakanı” olarak ifâde ederler. Bâzı kaynaklarda,
Peygamberimizin, “evin iç-işlerini kızı Hz. Fâtıma’ya, dış-işlerini ise damâdı
Hz. Ali’ye yüklemiş olması” rivâyetleri vardır. (İbn Ebî Şeybe, Musannef,
X/165, No: 9118; XIII/284, No: 16355; Ömer Nasûhî Bilmen, Hukuk-i İslâmiyye,
II/484). Bu durum Kur’ân’da şu şekilde belirtilir:
“Erkekler, kadınlar üzerinde hâkim dururlar, çünkü
bir kere Allah birini diğerinden üstün yaratmış ve bir de erkekler mallarından
harcamaktadırlar. Bunun için iyi kadınlar itaatkârdırlar. Allah’ın
korumasını emrettiği şeyleri, kocalarının yokluğunda da korurlar...” (Nîsâ 34).
Bu âyette de açıkça
görüldüğü gibi, erkek “kavvam”=”yönetici” olduğundan dolayı kadın kocasına “itaat
etmek” mecbûriyetindedir. Kocası izin vermeyince, Kur’ân’ın bu hükmüne göre
kadın zâten çalışma hakkına sâhip olamaz. Öyleyse en iyi kadın, “içinde Allah
korkusu ve itaati olan, hayatta da (mâkûl noktada) erkeğe itaat eden kadındır”
denilse yeridir. Zâten İslâm’a göre
koca, müslüman kadını çalışmaya zorlayamaz, bu büyük bir zulüm olur. Müslüman
kadın da kocasının rızâsı olmadan çalışamaz, bu da büyük bir vebâl olur.
İbn-i Ömer, Allah Resûlünün
şöyle buyurduğunu rivâyet etmiştir: “Hepiniz çobansınız ve hepiniz
sürülerinizden sorumlusunuz. Yönetici çobandır. Erkek âilesinin çobanıdır.
Hepiniz çobansınız ve idâreniz altında bulunanlardan sorumlusunuz!”.
Çalışan kadın zamanla “geleneksel
sorumluluklar”ını bırakır ve “modern sorumluluklar” edinir. Fakat bu tarz bir
yaşam-şekli kadını aslâ mutlu ve huzurlu etmez. Tam-aksine onu yorar ve hattâ
çalışan kadının bu nedenle o “kadınsal bakışları ve hareketleri” bile değişmeye
başlar.
Tabî ki toplumda “sâdece
kadınların” yapması gereken işler de vardır. Bâzı “kadın hastalıkları” için bayan
doktorlar olması, doğumda ebeler ve ölümde kadınları yıkamak için “kadın gassal”lar
vb. gibi. Fakat bu durum, bu kadınların haftanın 7 gününde tüm gün boyunca
çalışması gerekeceği anlamına gelmez. Yarı-zamanlı ve dönüşümlü bir çalışma
takvimi uygulanabilir. Kadınların yapacağı bu işler için gerekli olan kadın iş-gücü
ihtiyâcı -Türkiye çapında söyleyecek olursak- en fazla 10-15 bin kişi olabilir.
Bunlar da yarım gün ve dönüşümlü olarak çalışmalıdırlar.
Kızlar için söylenip durulan;
“çalışın da hayâtınızı kurtarın” sözü yanlıştır. Doğrusu şudur: “Ey kızlar!;
çalışarak ve fıtratınıza aykırı davranarak hayâtınızı karartmayın”.
Vel hâsıl kelam; kadının
çalışmaması, çalışmasından daha hayırlıdır.
En doğrusunu sâdece Allah
bilir.
Hârûn
Görmüş
Temmuz 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder