“Asra
andolsun; Gerçekten insan, ziyandadır. Ancak îman edip sâlih amellerde
bulunanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye
edenler başka” (Asr 1-3).
Tartışıla-gelen bir konu da, “amel îmandan bir cüz
müdür?” konusudur. Yâni “amel olmadan îman olur mu, olmaz mı?” konusu. Aslında
bu konunun tartışılmasını nedeni, Kur’ân değil, fıkıh mülâhazalarıdır. Yâni
bağlı olduğu mezhebin görüşünden -en azından o konuda- ayrılamadıkları ve bu
konuda söylenen şeye sıkı-sıkıya tâbi oldukları için ondan vazgeçemiyorlar,
mezhebin o kuralına kıyamıyorlar. Zâten sâdece Hanefi Mezhebi’ne göre “amel
îmandan bir cüz değil”dir. Mâlikî, Hanbelî ve Şâfî mezheplerine göre “amel
îmandan bir cüzdür” ve bu şu şekilde söylenir: “Dil ile
ikrar, kâlp ile tasdik ve organlarla amel etmektir”. Hanefi Mezhebi’nde ise son
şart yoktur.
Şöyle derler: “Amel îmandan bir cüz değildir, çünkü
kişi îman ettiği hâlde bir ameli yerine getiremeyebilir. Hasta ise oruç
tutmayabilir, parası yok ise hacca gitmeyebilir, zekat vermeyebilir. Yâni bir
zorunluluktan bahsediyorlar. Be kardeşim; bir zorunluluk olduğu zaman, haram
olan “domuz” bile yenebiliyor ve kişi îmandan çıkmıyor. “Olağan-üstü durumlarda
olağan-üstü kurallar geçerlidir” zâten. Bu nedenle örnek, konuyla ilişkili
değildir. Mesele şu: “Normâl sağlığı yerinde ve aklı başında olan bir insan, îman
ettiğini söylediği hâlde amel etmiyorsa da bir yanlışlık yok mudur?. Îman etmek
ne demektir ki?. Kur’ân’da îman etmek hep “amel” ile birlikte, “sâlih amel” ile
birlikte gelir. Çünkü ikisi aynı şeydir. Yâni îman, amel demektir. Îman etmek,
amel işlemek demektir. Yoksa kuru-kuruya îman olmaz. Yine; “îman; dil ile ikrar, kâlp ile tasdikten ibârettir” diyorlar. İyi de, o îman kâlbe ne zaman
yerleşmiş ki?. Ne yapmış da yerleşmiş?. Eğer bir şey yapmaya gerek yoksa, o
îman herkese neden yerleşmiyor da herkes îman etmiyor?. İnsanların îman
etmemesinin nedeni nedir?. Sâdece dil ile söyleniverilecek ve böylece îmanlı
olunacaksa adam bunu niye söylemesin?.
İman etmek için amele gerek yokmuş.
Amel kişinin keyfine kalmış bir şey mi o zaman?. Ameli îman zorlar. Yoksa
kimse amelde bulunmaz. Îman ne kadarsa, o oranda samîmi ve ciddî bir şekilde
amel eder kişi ve hattâ bu uğurda malını ve canını bile fedâ edebilir. Yâni
kişiyi amele-eyleme sevk-eden şey îmandır. Yoksa îman etmekle etmemek arasında
nasıl bir fark olacak ki?. Gerçekten îman edip etmeyenler nasıl ayrılacak?. Mü’minin
alâmeti fârikası ameldir. Meselâ namaz bir ameldir ve îmânın bir uzantısıdır.
“Bu alanda münâfıklık yapılabilir” denilirse, infâk ve cihadı (kıtal) örnek
verebiliriz. İşte infâk ve cihad gerçek bir îmânın olduğunu gösterir. Yoksa
insan canını niye fedâ eder ki?. Kişiye canını fedâ etmeyi kolaylaştıran şey,
âhirete olan îmânıdır. “Ben îman ediyorum” deyip de Allah’ın hiç-bir dediğini
yapmamak nasıl bir îman ki?.
Şimdi karşımızda biri olduğunu
varsayarak iki tâne soru soralım. Daha doğrusu aynı soruyu arka-arkaya iki kere
soralım:
-Îman ediyor musun?.
-Evet.
-Îman ediyor musun?.
-Hayır.
Aynı kişi arka-arkaya sorulan “îman ediyor musun?”
sorusuna, arkaya-arkaya evet ve hayır cevâbını verse, hangisini “doğru” kabûl
edeceksiniz?. Amele dönmeden bu soruya doğru bir cevap verilemez-alınamaz. Bu
nedenle îmânın olup-olmadığının ispâtı, insan katında (Allah katında değil),
amel üzerinden gözükür. Allah da böyle bir îmandan râzıdır zâten. Yav bir insan
tatlı uykusunu niçin böler de namaz kılar, Kur’ân okur?. Niçin 1 ay boyunca
gündüzleri aç kalmaya râzı olur?. O zor görev olan hacca, üstelik onca para
harcayarak niçin gider?. Canın yongası olan malını niçin infâk eder? ve duruma
göre canını niçin ortaya koyar?. İşte bunları yapmasını îmânı zorlar. O hâlde
îman, “zorlayan” şeydir. Zâten dinde, îmandan önce zorlama yoktur fakat kişi
îman ettikten sonra ona sorumluluk yüklenir, yâni zora sokulur: “Ancak o, sarp yokuşa göğüs germedi. Sarp
yokuşun ne olduğunu sana öğreten nedir?. Bir boynu çözmek (bir köleye özgürlük
vermek)tir; Yada açlık gününde doyurmaktır” (Beled 11-14). Bunlar hep amel ile alâkalıdır. O hâlde oturulup
durulan yerde îman etmek olmaz. Din-dışı
olan konularda bile ferâgatte bulunanlar, îmanlarından dolayı değil,
inançlarından dolayı ferâgat ederler. Tabi bu ferâgat şirk-merkezli olduğundan
ameller boşa gider, o ayrı bir konu.
Allah sâdece dil ile yapılan kuru-kuruya
îmânı kabûl etmiyor ve diyor ki:
“Ey îman
edenler!, Allah’a, elçisine, elçisine indirdiği kitaba ve bundan önce indirdiği
kitaba îman edin…” (Nîsâ 136).
Yâni Allah diyor ki: “Ey îman ettiğini zannedenler!;
yada îmânın sâdece “îmân ettim” demekle olacağını zannedenler!; Îman etmenin
gereği olan ameli yapınız ki gerçekten îmâna ermiş olasınız.
“Bedeviler,
‘îman ettik’ dediler. De ki: ‘Siz îman etmediniz; ancak İslâm (müslüman veya
teslim) olduk deyin’. Îman henüz kâlplerinize girmiş değildir. Eğer Allah’a ve
Resûlü’ne itaat ederseniz, O, sizin amellerinizden hiç-bir şeyi eksiltmez.
Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok esirgeyendir” (Hucurât 14).
Îman etmek, “resmî İslâm toplumunda bulunmak”tan
ibâret değildir. Ona “îman etmek” değil, “teslim olmak denir” diyor âyet. Ve
diyor ki; “Ey teslim olanlar!, îman edin”. Peki nasıl olacak bu?. Tabî de
amelde-eylemde bulunarak. Kur’ân’ın gereğini yerine getirerek.
Sâdece “îman ettim” demekle
oluyorsa, dilsiz ve sağır olanlar îman etmemiş mi olacaklar?. Çünkü onlar o
sözü söyleyemiyor. Peki onların îman edip-etmediklerini nereden anlayacağız?.
Tabî ki onların amellerinden anlayacağız. Amelde bulunuyorlarsa îman etmişler
demektir.
Îmânın amelden bir cüz olmadığı
söylemi herhâlde en çok da emperyalist zâlimlerin hoşuna gidiyordur. Çünkü
sömürülerini bir amel-eylem ile karşılaşmadan istedikleri gibi yapabiliyorlar
ve sürdürebiliyorlar bu felsefeye göre. Çünkü îmânın gereği olan amel yâni bir
karşı-duruş görmüyorlar. Böyle-böyle o durum kanıksanıyor ve her sömürgene “hoş
geldin” denmeye başlanıyor. Çünkü “îman başka amel başka” ya.. Ona karşı niye
bir amelde bulunsun?. Onu karşı amelde bulunmaya ne zorlayacak?.
“Îman amelden bir cüz değildir”
diyenler, “kişi ne yaparsa-yapsın îmandan çıkmaz demeye” getiriyorlar. Bu
yüzden meselâ diyorlar ki: “Kişi babasını öldürse. Sonra babasının kafasını
kesip kafatasından şarap kadehi yapsa, sonra da o kadehten şarap içip zil-zurna
sarhoş olsa ve sarhoş kafayla anasıyla zinâ etse bile yine de îmandan çıkmaz. Hattâ
îmânı azalmaz bile”. Zâten îman azalıp-çoğalan bir şey değildir bu düşünceye
göre. Çünkü ne yaparsa çoğalacak ki?. Bu zihniyete göre îmânın amelle alâkası
yok çünkü(!).
Yine diyorlar ki; “amel, îmânın bir parçası değildir”. Yâni, “insan dînin emirlerini yerine
getirmese ve ibâdetini yapmasa dâhi, îmandan çıkmış olmaz, inancını inkâr etmiş
sayılmaz; sâdece günahkâr olmuş olur”. İyi de kardeşim, ne yaparsa çıkacak îmandan
bu kişi?. Şu şekilde çıkacak: “dili ile”, Allah’ı, Peygamberi, Kur’ân’ı (tabi
hadisi de) inkâr ederse o zaman çıkar. Yâni îmâna dili ile girip dili ile
çıkıyor. Yâni namaz kılmıyor, oruç tutmuyor, zekat vermiyor, sarhoş edicileri
kullanıyor, zinâ yapıyor, fâiz alıyor, yalan söylüyor, vs. vs. ama îman ettiğini
dili ile söylüyorsa îmandan çıkmamış oluyor. Yav bunlar îmandan çıkmış olmanın “amelce”si,
“eylemce”si. Bunlar yapılınca çıkılır îmandan zâten. Dili ile îmandan çıktığını
ister söylesin, ister söylemesin. Aksi-takdirde münâfıklığa yol açılır ve Abdullah
bin Ubey bin Selül’e rahmet okunur.
Cennete îman ile girilir. Îman
etmeyenlerin cennete girmeleri söz-konusu değildir.
“İnsanlar,
(sâdece) ‘îman ettik’ diyerek, sınanmadan bırakılacaklarını mı sandılar?” (Ankebût 2).
“Yoksa
sizden önce gelip-geçenlerin hâli başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi
sandınız?. Onlara öyle bir yoksulluk, öyle dayanılmaz bir zorluk çattı ve
öylesine sarsıldılar ki, sonunda elçi, berâberindeki mü’minlerle; ‘Allah’ın
yardımı ne zaman?’ diyordu. Dikkat edin. Şüphesiz Allah’ın yardımı pek yakındır” (Bakara 214).
“Firavun îmânı” olan “son dakika îmânı”
geçersizdir bilindiği gibi. Firavun’un son-anda dili ile yaptığı îmânını niye
kabûl etmiyor Allah?. Çünkü Firavun ölmek üzeredir ve artık îmânın bir gereği
olan “amel yapma” durumu kalmamıştır. İşte bu nedenle kabûl edilmiyor îmânı. Zâten
ne de olsa Mekke müşriklerinde de kabûl edilmeyen bir îman vardır. Şirkle karışmış
olan îman kabûl edilmez.
Mustafa Tekin:
“Modern zamanlar söz-konusu olduğunda, seküler düşünce îman ile amel
arasındaki ayrılıkların derinleşmesini giderek pekiştirmiştir. İslâm târihi
boyunca temekküncü (mekâncı) düşünce ve görüşler, îman ile amelin (ki bunu
dünyâ-görüşü ve onun gerektirdiği pratikler olarak da okuyabiliriz) bir-birinin
kenarına düşmesini sonuçlamışlardır. Bir başka ifâdeyle, îman ve amelin bir-birini
gerektirdiği gibi bir sosyâl ve siyâsal sonuçlar üretmemiştir. Buradan iki
önemli sonucun ortaya çıktığını söyleyebiliriz; özellikle siyâsal, sosyâl,
kültürel ve gündelik yaşamdaki pratiklerin îman ve dindarlıkla olan bağı
sorunlu hâle gelmiştir. İkincisi de, bunun dolaylı bir sonucu olarak, insanın
siyâsal, toplumsal bir özne olarak geri çekilişi söz-konusudur. Bu bağın
sorunlu hâle gelmesi ve öznenin geri çekilişi, siyâsal ve toplumsal alanların
hükûmet sürenlerce soğurularak bu alanların iktidarlarca temellük etmesiyle sonuçlanmaktadır.
Öte yandan siyâsete ve toplumsallığa katılması gerekenler de, bu görevlerine
merkezî iktidârın vesâyet etmesine râzı olmuşlardır” der.
Îmân ayrı, amel ayrı görüldüğünde, îman etmesine
rağmen çirkefçe ve adâletsizce işler yapanların bu yaptıklarına kendi tarafında
olanlar ses çıkarmıyorlar. Yâni îman ediyorlar ama eylemlerini şeytana-tâğuta
göre yapıyorlar.
Mehmet Okuyan:
“Bir inanç, sâlih-amel ile desteklenirse ona “îman” derler. Bir davranış
da, îmanlı yapılırsa, ona sâlih-amel derler. Îman ve sâlih-amel, aynı hakîkatin
iki parçasını oluşturur. Biri diğerinden bağımsız değildir. Sâlih-amel yoksa o
inanca “îman” demezler” der.
Ne kadar samîmi yapılsa da, “sâlih-amel ile birlikte
olmayan îman söylemi” geçersizdir. Aksi-hâlde Firavun’un “îman ettim” demesi
geçerli olurdu. Zîrâ Firavun bu söylemi “ölürken son-dakîkada yapmıştı. Bu
nedenle “îman ettim” demesi samîmi idi.
İmam-ı Rabbâni hazretleri buyuruyor ki:
“İslâm’la küfür birbirinin zıttı, tersidir. Birinin bulunduğu yerde
öteki bulunamaz, gider. Bu iki zıt şey bir-arada bulunamaz. Birine kıymet
vermek, ötekini aşağılamak olur” der.
Amel îmandan bir cüz olmadığında; îman etmeden önceki
durumla, îmandan sonraki durum arasındaki nasıl bir fark olur?. Adam hiç-bir
amel yapmıyor diyelim; îman etmeden önce de îman ettim dedikten sonra da bir
şey değişmeyecek o zaman. Îman etmeden önce de, îman ettikten sonra da hiç-bir
şey yapmıyor. O zaman îmân etmenin ne gibi bir faydası ve etkisi olacak ki
kişiye?.
Amel îmandan bir cüz olmadığında, îmanın artıp
azalması da söz-konusu olmaz . Hâlbuki Kur’ân îmânın artıp-azalmasından
bahseder:
“Mü’minlerin
kâlplerine, îmanlarına îman katıp-arttırsınlar diye, güven duygusu ve huzur
indiren O’dur. Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır: Allah bilendir, hüküm ve
hikmet sâhibidir” (Fetih 4).
Seyyid Kutub, şehâdetin de bir ispât ve amel
olduğundan şu şekilde bahseder:
“Yazarlar çok büyük işler yapabilirler fakat bir şartla; fikirlerinin
yaşaması için kendi nefislerini feda ederler, fikirlerinin yaşaması için kendi
nefislerini fedâ ederlerse, fikirlerini elleriyle ve kanlarıyla beslerlerse,
hak belledikleri sözün uğrunda kanlarını akıtırlarsa. Fikirlerimiz ve onları
dışa aksettiren sözlerimiz ruhsuz ceset gibidirler. Onu ne zaman kanımızla ve
canımızla sulayarak beslersek canlanır ve dirilerin zümresine girerler” der.
Amelin eşlik etmediği bir îman söylemi, herhangi bir
değere hâiz değildir.
Kaînâtın tümü “şuursuz îman eden” mü’minlerdir. Tam da Allah’ın istediği ve emrettiği gibi
hareket ederler, amel ve eylemde bulunurlar. Bu amel, hiç şaşmadan devâm
etmektedir. Kâinât hayâtiyetini, bu îmâna bağlı amel-eylem ile sürdürür. Bu îman
amele-eyleme dönmese yada amel ve eylemde bulunmayı bıraksa, bir “füzyon” ile
kâinatın sonu gelirdi. Demek ki amel-eylem olmadığında bir içe-çöküş
kaçınılmazdır.
İmtihan sâdece dil üzerinden yapılmaz, hattâ dil ile
söylemek çok da önemli değildir. İmtihan, amel üzerinden yapılır.
Îman bir iddiâdır ve ispât ister. O ispat, amel ile
olur ancak. Allah için amelde bulunmayanlar, başkalarının ameliliğini yaparlar.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ekim
2016
(AL-İ İMRAN 3:135) Ve "çirkin bir hayasızlık" işledikleri ya da nefislerine zulmettikleri zaman, Allah'ı hatırlayıp hemen günahlarından dolayı bağışlanma isteyenlerdir. Allah'tan başka günahları bağışlayan kimdir? BİR DE ONLAR YAPTIKLARINDA (KÖTÜ ŞEYLERDE) BİLE BİLE ISRAR ETMEYENLERDİR.
YanıtlaSil