“..Yoksa siz, Kitabın bir bölümüne inanıp da bir
bölümünü inkâr mı ediyorsunuz?. Artık sizden böyle yapanların dünyâ-hayâtındaki
cezâsı aşağılık olmaktan başka değildir; kıyâmet gününde de azâbın en şiddetli
olanına uğratılacaklardır. Allah, yaptıklarınızdan habersiz değildir” (Bakara 85).
Îman %100 îmandır. Bu îman, “îman
ettikten sonra îmânın gereğini yerine getirmekle” tezâhür eder. Böylelikle
yeryüzüne îman hâkim olur. Îman, îman ettiğimiz Allah’ın sözünü yeryüzünde hâkim
kılmak içindir ve zâten ancak böyle bir îman Allah’ın sözünü-dînini-sistemini hâkim
kılabilir yeryüzüne. Amele-eyleme dönmeyen îman, “yarım bir îman”dır ki çok
risklidir ve böyle bir îmânın gerçek bir îman olup-olmadığı da tartışılır. Bir îmânın
“tam bir îman” olduğunun göstergesi, o îmânın “ille de hayatta görünmek isteyen
bir îman” olmasıdır. Oturulup durulan yerden îman edilemez. Oturulup-durulan
yerde; “îman ettim” demekle “îman etmiyorum” demek arasında fark yoktur. Yine îman,
“son nefeste yapılacak olan îman” da değildir ki Allah böyle bir îmânı kabûl
etmeyeceğini, Firavun’un yaptığı “son dakîka îmânı”nın geçersiz olduğunu söyleyerek
göstermiştir:
“Biz,
İsrâiloğullarını denizden geçirdik; Firavun ve askerleri azgınlıkla ve
düşmanlıkla peşlerine düştü. Sular onu boğacak düzeye erişince (Firavun):
‘İsrâiloğullarının kendisine inandığı (ilahtan) başka ilah olmadığına inandım
ve ben de müslümanlardanım’ dedi” (Yûnus 90).
“Tevbe; ne, kötülükleri yapıp-edip de onlardan birine
ölüm çatınca: ‘Ben şimdi gerçekten tevbe ettim’ diyenler, ne de kâfir olarak
ölenler için değil. Böyleleri için acı bir azab hazırlamışızdır” (Nîsâ 18).
Îman, “gizli îman” değildir.
Îman gizli tutulamaz. Bu bağlamda kâlplere-vicdanlara da hapsedilemez. Îman
kendini kâlbe yerleştirdikten sonra hayâtın tam ortasında göstermek ve hâkim
kılmak ister. Açığa çıkmak ister. O nedenle “gizli-kapaklı îman” olmaz. Îman sinsi
de değildir. Direkt cepheden kendini gösterir. Küfre cepheden saldırır.
Îmânın gereği yerine getirilmediğinde,
sürekli yapılıp durulan Kelime-i Tevhid-Şehâdet de boşa çıkıyor. Söz ile “Allah’tan
başka ilah yoktur” diyenler, hayâtın içindeyken Allah’tan başka ilahlara
yalakalık yapıyor, onlara alan açıyor, besleyip büyütüyorlar. Yâni Allah’tan
başkalarına kulluk yapmış oluyorlar. Allah’tan başkalarını ilah edinmiş
oluyorlar. Allah’a sâdece söz ile îman edenler, Allah’tan başka ilahlara amel-eylemleri
ile destek oluyorlar ve hattâ malları ve canları ile onların yolunda mücâdele
ediyor, ölüyorlar. “Lâ ilâhe” denildiği hâlde ne Allah’a ne de Peygamber’e
uymayıp da sisteme ve statükoya uymak nasıl bir terbiyesizliktir?. Bünyamin Zeran:
“Allah’tan başka ilah olmadığına inanmak, yapılan
bütün işlerin ve atılan bütün adımların onu râzı etmeye dönük eylemler olmasına
bağlıdır. O’nun râzı olacağı eylemler de kuşkusuz vahyin alanına dâhil olan
eylemlerdir” der.
“Dinler-arası diyalog” safsatasında,
“Muhammed”i yâni “abduhu ve resûlühü” sözünü kaldırıyorlar. İslâm dışındaki
dinlerin “hayatta hâkim olmak” düşüncesi olmadığından, “diyalog” yapılacak diğer
dinler -ki bu dinler bâtıl dinlerdir, Allah katında din İslâm’dır-, işin pratik
yanını yâni “Muhammeden abduhu ve resûlühü” sözünü istemiyorlar. Tabi bunu
kabûl edebilen müslümanlar, zâten dînin pratiği ilgilenmedikleri ve belki de bu
pratiği iptâl etmekle görevlendirildiklerinden, îmânın ikinci kısmını kolayca
kaldırabiliyorlar.
Tasavvufta da “lâilâheillâllah”
sözü yarım söylenir. İlk bölümü söylenmez. Yâni “ilah yoktur” denmez. Çünkü
her-şey ilahtır tasavvufta. “La mevcude illâllah”. Hattâ tasavvufta “lâilâheillâllah”
demek şirktir.
Gerçek îman, “îman ettim”
dedikten sonra îmânın gereğini yapmaktır. Yarı-îman ise, “îman ettim” demekle
yetinmektir. Fakat Allah böyle bir îmânı kabûl etmiyor:
“İnsanlar, (sâdece) ‘îman ettik’ diyerek, sınanmadan
bırakılacaklarını mı sandılar?”
(Ankebût 2).
“Gerçek mü’minler ancak Allah’a ve Resûlüne îman
eden, ondan sonra aslâ şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla canlarıyla
savaşanlardır. İşte îman sözlerinde doğru olanlar onlardır” (Hucurât 15).
Başta müslümanlar olmak
üzere mazlumların mazlûmiyetinin ve zâlimlerin sömürüsünün olmasının ve devâm
etmesinin nedeni; bu kötü durumun panzehiri olan sağlam îmânın inanca dönüşmemesi
yâni îmânın “yarım îman” olmasıdır. Bu tarz bir îmandan ancak, yeniden “tam îmân”a
dönmekle kurtulabiliriz. Çünkü “yarım îman”, “ucundan-kıyısından îman etmek”tir
ki böyle bir îmanla hiç-bir şey düzelmeyeceği gibi, “yarım îman”, “pasif îman”
yâni bir çeşit îmansızlık-güvensizlik” olduğundan dolayı durum giderek daha da
kötüleşir.
“İnsanlardan kimi, Allah’a bir ucundan ibâdet eder,
eğer kendisine bir hayır dokunursa, bununla tatmin bulur ve eğer kendisine bir
fitne isâbet edecek olursa yüzü-üstü dönüverir. O, Dünyâ’yı kaybetmiştir,
âhireti de. İşte bu, apaçık bir kayıptır” (Hac 11).
Îman, boş duramaz. Zorluk
ister. Zorluğa yürür. “Tam îmân”ı kimse tutamaz ve onu hiç-kimse yolundan
alıkoyamaz. Peygamberimiz ve sahabe işte böyle “tam bir îman” ile hareket
ettikleri için bir bilince ulaştılar, her-şeyden vazgeçerek hicret ettiler,
devlet kurdular, cihad ettiler ve zulmü bertarâf ederek İslâm medeniyetini
yeniden başlattılar. “Yarım îman” ile İslâm adına hiç-bir şey yapılamaz. Zâten
“yarım îman,”tam îman” yolundan gitmediği için “îmânı tanımamak” anlamına da
gelir. Bu ise küfürdür ve kişinin yaptıklarının tümünü boşa çıkarır:
“Ancak o, sarp yokuşa göğüs germedi. Sarp yokuşun ne
olduğunu sana öğreten nedir?. Bir boynu çözmek (bir köleye özgürlük vermek)tir;
Yada açlık gününde doyurmaktır, Yakın olan bir yetimi veyâ sürünen bir yoksulu.
Sonra îman edenlerden, sabrı bir-birlerine tavsiye edenlerden, merhâmeti
bir-birlerine tavsiye edenlerden olmak. İşte bunlar, sağ yanın adamlarıdır
(Ashâb-ı Meymene)” (Beled 11-18).
“Kim îmânı
tanımayıp küfre saparsa, elbette onun yaptığı boşa çıkmıştır. O âhirette
hüsrâna uğrayanlardandır” (Mâide 5).
Îman artıp-eksilebilir. Îmânın
niçin azaldığını ve îmânı artırmanın yolları Kur’ân’da gösterilmiştir. Meselâ
savaş, mü’minlerin îmânını arttıran sebeplerden biridir:
“Mü’minler (düşman) birliklerini gördükleri zaman ise
(korkuya kapılmadan) dediler ki: ‘Bu, Allah’ın ve Resûlü’nün bize vaâdettiği
şeydir; Allah ve Resûlü doğru söylemiştir’. Ve (bu,) yalnızca onların
îmanlarını ve teslîmiyetlerini arttırdı” (Ahzâb 22).
Allah’a,
âhirete, gayba îmandan anlık bir gaflette bile, îmâna aykırı, felsefî sözlerle
ifâde edilmiş bir-sürü cümle kurulabilir. Bu sözleri şeytan ilhâm edecektir. Îman
etmek, “îmâna göre yaşamak” demektir. Neye/kime/nasıl îman ediyorsanız, ona ve
o şeye göre yaşarsınız. Îman etmek, “îmânın gereğini yapmak” demektir. Îman, “bedel
ödemeye zorlayan” şeydir. Seni bedel ödemeye ve harekete geçmeye zorlamıyorsa,
îmânında bir sorun var demektir. Îman, bilişsel bir mesele değil, eylemsel bir
dinamiktir. Îman, pasif bir kabûlden ibâret
değildir. Îman, riske girmektir. Îmânın
derecesi, Allah için yapılan işle (amel) belli olur. “Bu-gün Allah için ne
yaptın?” demek, “îmânında bir artma var mı?” demektir. Îmânın kendisi en büyük kanıttır. Îman,
problem çözme potansiyeline sâhiptir. İnanmanın bizzat kendisi, sonsuz
problemleri çözecek formüle sâhiptir. İslâm “hatır-gönül dîni” değil, “îman ve
eylem dîni”dir. Kur’ân’a îman etmek, Kur’ân’ı yaşamak ve onu hayâta taşımakla
olur. Neye-kime göre hareket ediyorsanız, ona îman ediyorsunuz demektir. Ölüm
korkusu, müslüman için bir terâzidir. Îman terâzisi. Ölümden korkulmaya başlandığında,
îman tarafı hafif basar. Sorunumuz îmansızlık sorunu değildir, sorunumuz,
“şuursuz îman” sorunudur. Bu şuursuz îman, belki de “yarım îman” yâni îmansızlıktır.
Îman, “îmânın bilgisi”
değildir. Hiç-bir şeyin bilgisi o şeyin kendisi değildir. Îman da öyle. Îman, bilgisini-bilincini
edindikten sonra gereğini yerine getirmekle olur ancak ve zâten ancak böyle
olduğunda îman “yarım îman” olmaktan kurtularak “tam îman” olur. Allah’ın
istediği îman, “tam îman”dır.
En doğrusunu
sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ekim 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder