“Ey
insanlar!, gerçekten, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi
tanımanız ve tanışmanız için sizi halklar ve kabîleler (şeklinde) kıldık.
Şüphesiz, Allah katında sizin en üstün (kerîm) olanınız, (ırk, renk, soy ve
servetçe değil) takvâca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir,
haber alandır” (Hucurât 13).
Takvâ; “Sorumluluk bilinci, korunma-sakınma”
anlamlarındadır. Bahsedilen diğer doğru anlamlar ya bu anlamların
kapsamındadır, yada yanlış anlamlardır. Meselâ “takvâ; züht, günahlardan
sakınma, dînin yasaklarından kaçınma” anlamında değildir. Daha doğrusu bunlar
takvânın gerçek anlamı değil, yan anlamlarıdırlar, “sonraki anlamları”
olabilir. “İslâm’a girdikten sonraki anlamları” olabilir. Zîrâ takvâdır kişiyi
İslâm’a sokan. İslâm dâvetini, kişinin fıtratıyla uyumlu takvâsı yâni sorumluk
bilinci kabûl eder. Bu bağlamda; İslâm’ı kabûl ettiğini söylediği hâlde
İslâm’ın emirlerini-nehiylerini yerine getirmeyenler, takvâdan yoksun
olduklarından dolayı gerçek anlamda müslüman (mü’min) olamazlar.
Allah, vahyi, sorumluk bilincine (takvâ) sâhip
olanlara ve korunup sakınanlara göndermiştir. Zâten ilk olarak da toplumun en
temiz, “el emin” olanına, şirkten-günahtan korunmuş ve sakınmış olanına,
toplumun ve Dünyâ’nın genel kötü hâlinden dolayı sıkıntıya giren -ki bu sıkıntı
sorumluluk bilincinden kaynaklanıyordu- kişiye, Peygamberimiz Hz. Muhammed’e
gönderilmiştir. Zîrâ Mekke’nin en takvâlı kişisi oydu. Peygamberler, toplumlarının
en sakınanları ve sorumluluk bilincine sâhip olanlarıdır. Kur’ân, ancak takvâlı
olanlara, müttâkî olanlara yâni sorumluluk bilincine sâhip olanlara hitâp eder:
“Bu,
kendisinde şüphe olmayan, muttâkiler (takvâlı olanlar) için yol gösterici bir
kitaptır. Onlar, gayba inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık
olarak verdiklerimizden infâk ederler. Ve onlar, sana indirilene, senden önce
indirilenlere îman ederler ve âhirete de kesin bir bilgiyle inanırlar. İşte
bunlar, Rablerinden olan bir hidâyet üzeredirler ve kurtuluşa erenler
bunlardır” (Bakara 2-5).
“Andolsun,
size açıklayıcı âyetler, sizden önce gelip geçenlerden bir örnek ve takvâ
sâhipleri için bir öğüt indirdik”
(Nûr 34).
Bu âyetlerden takvânın net târifini çıkarabiliriz.
Takvâlı olanlar; İslâm’dan önce de takvâlıdırlar. Yâni sorumluk bilinci onları
İslâm’ın kapısına kadar getirmiştir. Bu kişiler İslâm’dan sonra da; Gabya
inananlar; namazlarını dosdoğru kılanlar; infâk edenler; gönderilen tüm
vahiylere îman edenler; âhirete inananlardır ve öğütlere kulak tıkamayanlardır.
“Gabya inanırlar” dedikten sonra; “âhirete kesin olarak îman ederler” denmesi
ilginçtir. Çünkü âhiret de gaybdır ve böylece “gabya îman” iki kez tekrarlanmış
olur. Bu; takvâ, “âhiretten hiç-bir şüphe edilmemesi demektir” anlamı çıkar. O
hâlde âhirete îman, takvânın olmazsa-olmazıdır.
Sakınmayan ve sorumluluk bilincine sâhip olmayan
kişiler için Kur’ân’ın emirleri-nehiyleri bir-şey ifâde etmez. Bu nedenle
Allah, mü’minlerin çok fazla niteliksiz-takvâsız olanlarını değil, takvâlı
olanlarını adam yerine koyar ve takvâlı olanların, kendilerinden kat-kat çok olanlardan
bile üstün olduğunu bildirir. Çünkü üstün olanlar takvâlı olanlardır. Savaşta
bile takvâlı olduklarından yâni sorumluluk bilincine sâhip olduklarından dolayı
takvâ onlarda bir direnç oluşturur ve sayıca üstün olanları, takvâca üstün
olanların alt edebileceği söylenir:
“Ey
Peygamber, mü’minleri savaşa karşı hazırlayıp-teşvik et. Eğer içinizde sabreden
yirmi (kişi) bulunursa, iki yüz (kişiyi) mağlûb edebilirler. Ve eğer içinizden
yüz (sabırlı kişi) bulunursa, kâfirlerden binini yener. Çünkü onlar (gerçeği)
kavramayan bir topluluktur” (Enfâl
65).
Tüm zamanlardaki takvâsızlarda olduğu gibi, zamânımızdaki
takvâsızlar da “güçlü olanın” peşine düşüyorlar. Takvâlı olan ise “zavallı”
olarak görülüyor. Takvâlı olup sakınan insanlar değil de, her türlü
şerefsizliği yapanlar ve bir-şekilde gücü ellerine geçirenler üstün tutuluyor
ve üstün kabûl ediliyor. Hâlbuki âyette de söylendiği gibi, üstün olanlar takvâlı
olanlardır. Bu nedenle Allah takvâlıdan yanadır.
Tasavvuf, zannedildiği gibi takvâdan değil, güçten
yandır. Halk yanlışlıkla ve câhillikle tasavvufu “takvâ” zannediyor. Hâlbuki
tasavvuf, takvâsızlığın daniskasıdır. Zamânında gücü ellerinde bulunduran
Moğollara yaptıkları yalakalıklara şöyle kılıf uydurmuşlardı. Ulu Arif Çelebi: “Biz
dervişleriz. Bizim nazarımız Allah’ın irâdesine bağlıdır. O iktidârı kime
verirse biz de onun tarafını tutarız” demiştir. (Ahmed Eflâkî, Menâkibu’l-Ârifin,
C.2, s. 925-926). İyi de Moğollar müslümanların-mazlumların çoluk-çoğunu
öldürmüşler, ırzlarına geçmişler, onlara çeşitli şekillerde zulmetmişlerdir.
Eğer buna rağmen yine de “biz dervişleriz, güçten yanayız” deniliyorsa, o hâlde
“dervişlik demek, câhillik demektir” deriz. Bu cehâletin belgesi de, Moğolların
Anadolu’yu işgâllerinden sonra Celâleddin Rûmi’yi Ânadolu’nun “baş şeyhi” îlan
edip, ona yüksek bir maaş bağlamalarıdır. Üstelik tüm tekke ve zâviyeleri kapatmalarına
rağmen Mevlevî tekkesini kapatmamışlardır. Bunun izdüşümü aynen, cumhûriyetin
başında, tüm tekke ve zâviyelerin kapatılmasına rağmen, Mevlevi ve Melâmi tekke
ve zâviyelerine dokunulmamasıdır. Evet; tasavvufçular, “lâ fâile illâllah” yâni
“yapıp-eden Allah’tır” diyerek her-türlü sorumluluğu kendi üstlerinden atarak
Allah’a verirler. Böylece sorumsuz yâni takvâsız olurlar. Bu nedenle takvâsızlar,
ancak yine bir takvâsızı “baş şeyh” îlan ederler-etmişlerdir. Nasıl ki zinâ
edenler yine o yola oldukları için yine zinâ edenlerle evlenirlerse; takvâsızlar
da yine o yolda olduğu için takvâsızlarla karşılaşırlar ve ahbâb olurlar ve
takvâsızları önder edinirler.
Takvâlı olan yâni sorumluluğunu bilen insanlar,
sorumluluklarını yerine getirmedikleri müddetçe rahat edemezler. O sorumluluk
bilinci onları yerlerinde oturtmaz, rahat bir uyku bile uyutmaz. En üstün
olanlar takvâlılardır. Peki takvânın en üst derecesi nedir?. Allah’ın emirlerini
yerine getirme titizliğidir. Allah’ın emirlerini tam anlamıyla yerine
getirmenin yolu ise, takvânın zirve yaptığı yerde olur.
“Mü’min
olanlar, ancak o kimselerdir ki, onlar, Allah’a ve Resûlü’ne îman ettiler,
sonra hiç-bir kuşkuya kapılmadan Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad
ettiler. İşte onlar, sâdık (doğru) olanların ta kendileridir” (Hucurât 15).
Canlarla ve mallarla Allah yolunda cihad etmek insanın
yapabileceği şeyin zirvesidir. Bu nedenle de takvânın zirvesidir. Çünkü malı ve
canından başka verebileceği daha değerli bir şeyi yoktur insanın. Allah’ın
emrini yerine getirmek ve kulluğun en ideâl bir şekilde yapılabileceği bir
dünyâ kurmak takvânın gereğidir. Allah bizden böyle bir dünyâ kurmamızı
istiyor. Takvânın eylemine “sâlih amel” denir. Sâlih amelin zirvesi ise, bir İslâm
Devleti kurmaktır. Zîrâ ancak bir İslâm devletinde İslâm hakkıyla yaşanabilecektir.
Zîrâ İslâm sâdece kâlplere değil, hayâtın tam ortasına konuşan bir dindir:
“Allah,
içinizden îman edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara vâdetmiştir:
Hiç-şüphesiz onlardan öncekileri nasıl “güç ve iktidâr sâhibi” kıldıysa,
onları da yeryüzünde “güç ve iktidâr sâhibi” kılacak, kendileri için seçip
beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları
korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler
ve bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar
fâsıktır” (Nûr 55).
“İşte bu,
bütün insanlar için bir beyân (açıklama) ve özellikle korunacak (takvâ
sâhipleri) için bir hidâyet ve öğüttür” (Âl-i İmran 138).
Takvâ insan içindir, melekler takvâlı olmazlar meselâ.
O hâlde takvâlı olmak için bir “irâde”, bir “nefs” de olması gerekir. Takvâ, seçilen
ve üzerinde sağlamca gidilen yoldur. Mehmet Durmuş:
“Takvâ kişilikli olmaktır. Davranış bozukluklarından uzak durmaktır.
Yapay takvâ gösterisi değil, bizi günahlardan uzak tutacak sâlih ameller takvâdır”
der.
Takvâ “zühd” demek değildir. Halk, çok namaz kılıp
oruç tutmayı, hacca çok gitmeyi ve arap-kıyâfetleri giyerek dolaşmayı takvâlı olmak
zannediyor. Bedevinin birine; Peygamberimizin peygamberlikten sonra sâdece
bir-kaç kez hacca gittiğini söyleyince; “demek ki takvâsı azmış” demiş.
Tabî ki bu zühd-merkezli bir hayat yaşayanlar da takvâlı
olabilirler. Hattâ şöyle diyelim ki, takvâlı olmak “ilim-sâhibi olmak” demek
bile değildir. Bildiği kadarını, takvânın gereği, sorumluluğunun gereği olarak
titizce yerine getirenler, çok bilgili olmasına rağmen bu titizliği göstermeyenlerden
üstündür. Tabi yapılan şeylerin şirk ve vahim hatâlar olmaması gerekir. Allah
katında üstün olanlar “takvâca üstün olanlar”dır, “akılca-zekâca üstün olanlar”
değil.
Tesettür de takvânın bir gereğidir. Bu bağlamda, örtülmesi
gereken yerler örtülmelidir. Fakat tesettür bâzen takvâyı değil de takvâsızlığı
gösterebiliyor. Tesettürün şartları olan; “ince olmayacak, kısa olmayacak, dar
olmayacak ve pahalı ve gösterişli olmayacak” şartlarına takvâsızlıkta
uyulmuyor. Bu nedenle Allah, elbiseyle birlikte takvâ ile kuşanıp donanmaktan
bahseder. Zâten ancak tâkvâya sahip olanlar tesettürü hakkıyla yerine
getirebilirler:
“Ey Âdemoğulları!,
biz sizin çirkin yerlerinizi örtecek bir elbise ve size süs kazandıracak bir
giyim indirdik (vârettik). Takvâ ile kuşanıp-donanmak ise, bu daha hayırlıdır.
Bu, Allah’ın âyetlerindendir. Umulur ki öğüt alıp-düşünürler” (A’raf-26).
Takvâlı olmaktan korkmamak gerekir. Takvâ bizim
fıtratımızla uygundur. Biz “fıtrat üzre” yaratıldık ve fıtratımız “takvâya
uygun olan”dır. Bu nedenle fıtratını koruyanlar takvâlı olurlar. Takvâ, takvâ
doğurur ve kişiyi “artı sorumluluk bilinci”ne ulaştırdığından, artı bir
yük-sorumluluk yükler. Takvâ İslâm’i sorumluluğu arttırır. Meselâ
toplumun önderi olmayı, “takvâlılardan oluşan bir toplumun önderi olmayı”
istetir. Zâten ancak böyle takvâlı kişiler olunca bir lîder öncülüğünde takvâlı
bir toplum oluşur. O toplumun mü’minleridr işte, bâtılın beynini parçalayıp
hakkı ortaya koyacak olanlar. O toplumdur; îman-hicret-cihad yolunda yol
alacaklar ve bir devlet kurup medeniyeti başlatacak olanlar. Fakat ilk önce, takvânın-sorumluluğunun
bedellerini göze alacak ve “ben takvâlı toplumun önderi olabilirim” diyen takvâ-sâhibi
insanlar olmalıdır. Böyle kişiler takvâlı toplumlardan çıkarlar ancak ve şöyle
derler:
“Ve onlar:
‘Rabbimiz, bize eşlerimizden ve soyumuzdan, göz-aydınlığı olacak (çocuklar)
armağan et ve bizi takvâ-sâhiplerine önder kıl’ diyenlerdir” (Furkân 74).
Sorumluk bilinci, “görev bilinci” demektir. Görev
bilincine sâhip olmak, sahih bir îman ve güçlü bir takvâ ister.
Sorumluluk almaktan korkanlar, takvâyı çokça namaz
kılmak, oruç tutmak, hacca gitmek olarak anlıyorlar. Oysa takvâ, “sorumluluk”
demektir ki bu sorumluluk “ağır bir sorumluluk”tur: “Gerçekten senin üzerine ‘oldukça ağır’ bir söz (vahy) bırakacağız”
(Müzzemmil 5).
Mustafa İslamoğlu takvâ hakkında şunları söyler:
“Takvâda yarışmayanlar
başka şeylerde yarışmaya başlarlar. Bir insanı İslâm’a getiren, İslâm-öncesi takvâsıdır.
Kureyş’liler, Kureyş’li olmayı bir ayrıcalık olarak görüyorlardı. Peygamberimiz
ayrıcalığı, takvâ’ya bağladı. Takvâlı olan ayrıcalıklıdır. Takvâlı olmak, “takviyeli
olmak”tır. Takvâ mânevi bağışıklık-sistemini güçlendirmektir. Mü’minler
birbirlerinin takvâsıdır. Birbirlerinin takvâsını artırırlar. Takvâ, bir
“kendinde olma hâli”dir. Takvâ %100 insana âittir. Takvâyı insan oluşturur. Takvâ,
fazla ibâdet değildir. Allah’ın yasaklarına ve emirlerine titizlikle uymaktır. Takvânın
yerine konan her-şey asabiyettir. Takvâ, insanı sakındıran ve koruyan
bilinçtir. İnsanda takvâ arttıkça farkındalığı da artar. Duâ takvânın bir
sonucudur”.
“Şüphesiz
(güzel olan) sonuç takvâ-sâhiplerinindir” (Hûd 49).
En takvâlı kişi, “hayâta en çok müdâhale eden kişi”dir
vesselam.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ekim
2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder