“Kendilerine
kitaptan bir pay verilenleri görmedin mi?. Onlar, tâğuta ve cibt’e inanıyorlar
ve diğer inkâr edenler için: ‘Bunlar, îman edenlerden daha doğru bir
yoldadır’ diyorlar” (Nîsâ 51).
Tâğut; “Allah dışında
ibâdet ve itaat edilen her-şey”dir
Ahmet Kalkan, tâğutun târifini yapar ve tâğut
hakkında şunları söyler:
“Tâğut nedir?” diye soranlar olursa özetin-özeti olarak cevaplayalım:
Tâğut, kelime olarak, “haddi aşan, azan, hakîkatten sapan, taşkınlık gösteren
ve her sapıklığın başı” gibi anlamlara
gelir; Terim anlamı ise; “Allah’ın indirdiği hükümlere alternatif olmak ve
onların yerine geçmek üzere hükümler koyan her varlık tâğuttur”. Bunun insan
olması, put, şeytan veya düşünce, ideoloji yada düzen olması fark-etmez. Tâğutun
hükümlerine râzı olanlar ve boyun eğenler, kâfirlerdir. Tâğutu reddetmeden îman
eksiktir, yarımdır; böyle bir îman geçerli olmaz.
Kur’ân’da tâğutun huzûrunda muhâkeme olmak ve tâğuttan adâlet beklemek
haram kılınmıştır. İslâm’ın dışındaki bütün sistem ve görüşler ve bunların
uygulayıcıları anlamına gelen “tâğut”u reddetmek; Allah’a îmandan da önce gelir
ki; kâlp, kafa, el ve dildeki tüm sapıklıklar ve sahte ilâhların egemenlikleri
evvelâ “lâ-hayır!” süpürgesi ile temizlenmiş olsun ve boşalan yere de hakîki
İlâh’ın kabûlü yerleşsin. “Kim tâğûta küfreder (onu tanımaz, reddeder) ve
Allah’a îman ederse, o muhakkak kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa
tutunmuştur. Allah, kemâliyle işiten ve bilendir” (2/Bakara 256). Siyâsî
rejimler, hüküm ve yetkiyi Allah’tan almıyorsa tâğuttur. Tâğut, müslümanın en
büyük düşmanıdır. Tâğut, devlet-sistemlerini, ahlâkî değerleri ele geçirmiş ve
onları müslümana zarar verecek bir hâle dönüştürmüştür. Kısaca tâğut, müslümanı
dört yanından kuşatmış bulunmakta ve müslümana müslümanca hayat-hakkı
tanımamaktadır. Tâğutî güçler, Allah’ın arzında, O’nun hükümlerine karşı tuğyân
eden ve insanların üzerinde ilahlık iddiâsında bulunan otoritelerdir. Bunlarla
sürekli olarak savaşmak farzdır (4/Nîsâ 76). İnsan, hangi hüküm kaynağına inanıyor,
onu kabûl ve tercih ediyorsa, onun hükmüne müracaat eder/etmelidir. “Sana indirilene ve senden önce
indirilenlere inandıklarını ileri sürenleri görmedin mi?. Zîrâ tâğuta
küfretmeleri (inkâr edip reddetmeleri) kendilerine emrolunduğu hâlde tâğutun önünde
muhâkemeleşmek istiyorlar. Hâlbuki şeytan onları büsbütün saptırmak istiyor” (4/Nîsâ
60). Bu âyet, tâğutun huzûrunda muhâkeme olmak istemeyi ve tâğuttan adâlet
beklemeyi haram kılmıştır. Çünkü tâğutlar, Allah’ın indirdiği hükümlerle değil;
kendi hevâ ve heveslerinden kaynaklanan kânunlarla hükmederler. Bu ise adâlet
değil; zulümdür. “Tâğutun mahkemesine müracaat” onun verdiği hükmü kabûl
etmeyi, onun adâletle hükmedeceğine inanmayı içerdiğinden, akâidi ilgilendiren
bir husustur”.
Her dâim iki ayrı toplum olmuştur. İslâm toplumu ve
câhiliye toplumu. İslâm toplumunun önderleri peygamberler ve onların vârisleri;
câhiliyenin önderleri ise tâğutlar ve onlara uyan müşrik toplumlardır. Bu iki
toplumun ve sistemin farklı düşünceleri, ideolojileri, fikirleri, teorileri,
hayat-anlayışları, yaşam-tarzları, tavırları, inanışları vardır. O hâlde İslâm
ve tâğutun ayrı-ayrı kulvarları vardır ve ikisi de kendi kulvarlarında
koşmakta, halkın büyük çoğunluğu (ekserin-nas) da önde olanın kulvarına
girmektedir. Bu kulvarlar bu iki toplumun sistemleridir. Câhiliyenin
kulvarı-sistemi, aldatıcı şeytan ve tâğutlar tarafından belirlenen ve
aldatılmış insanlar tarafından desteklenen kulvarlar iken; İslâm’ın kulvarı-sistemi
ise, Allah tarafından belirlenen ve başta peygamberler olmak üzere mü’minler
tarafından desteklenen kulvardır. Câhiliyenin kulvarı şirk-merkezli iken, İslâm’ın
kulvarı tevhide-merkezlidir. Câhiliyenin kulvarında koşmak “nefs”=”haz” için
olurken, İslâm’ın kulvarında koşmak “inanç”-“iman”=“âhiret” içindir.
Tüm zamanlarda lokâl olarak, ama modern zamanlarda
kitleler hâlinde, üstelik dünyâ-nüfûsunun 1/4’ünü oluşturan Müslümanlarda da tâğutun
kulvarına yöneliş söz-konusudur. Oysa tâğutun kulvarı genel halk için değil, sâdece
“seçkin(!)” kişiler için oluşturulmuştur ve bu nedenle sâdece onlara bir fayda
sağlar. Fakat bu kulvar-sistem, genel halk tarafından beslenmekte ve
desteklenmektir. Çünkü bu kulvar nefse, şehvete, azgınlığa, tembelliğe, yalana,
sakınmamaya daha uygundur. Zîrâ bu kulvar-sistem nefs-merkezlidir. Zâten bu
kulvarın sonu “yok” olmaktır. Sonu “hiç”e çıkar. İslâm’ın kulvarı ise, kendini
tutmaya, îmâna-güvene, doğru ve dürüstlüğe, hakka-hakîkate, vazgeçmeye, delikanlılığa,
paylaşmaya, bilgi ve bilince, amale-eyleme, Allah yolunda malını ve canını
vermeye daha uygundur ve bu kulvarın sonunda bir yok-oluş değil, tam-aksine
gerçek bir vâroluş vardır. Çünkü bu kulvarın sonu cennete çıkar.
Bu kulvarda koşmak bir îman-güven işidir ve
fıtratımız da aslında bu kulvara daha uygundur. Çünkü bu kulvara uygun yaratıldık.
Fakat bir “nefs”e de sâhip olan insan, bâzı bedelleri ödememek için şeytanın-tâğutun
kulvarına geçiyor ama daha fazla bir bedeli o kulvarda ödüyor. Bunu
“tek-dünyâlı” olanlar mecbûren yapıyor fakat müslümanların da bu yola girmesi, onların
bu kulvarın sonunda bulunan cehenneme düşmelerine yol açar. Bu nedenle Allah
hak ve sapık yolu ayırmış ve bu farkı Kur’ân’da göstermiştir:
“Dinde
ikrah (çirkinlik-iğrençlik-baskı) yoktur. Şüphesiz, doğruluk (rüşd) sapıklıktan
apaçık ayrılmıştır. Artık kim tâğutu tanımayıp (tâğuta küfredip) Allah’a
inanırsa, o, sapasağlam bir kulpa yapışmıştır; bunun kopması yoktur. Allah,
işitendir, bilendir” (Bakara 256).
Âyette, tâğutun inkâr edilmesini emrediyor ve bunu
“küfür” kelimesi ile ifâde ediliyor. Çünkü tâğuta küfretmeden Allah’a gerçekten
îman edilemez. Hattâ tâğuta küfretmeyince yâni onu inkâr etmeyince mecbûren
hakka küfredilip inkâr ediliyor.
Bizi Kur’ân’ın hakkıyla aydınlatamaması, bizim ondan
yeterli ışığı, bâzı dünyevî-beşerî “perdeler” nedeniyle alamamamızdır. Bu
perdeler tâğutu temsil eder. Tâğutun perdesi yâni hevâ ve hevesine göre
düzenlenen kânunlar, kurallar, yasaklar, korkular, bizi vahyin aydınlığı ile
aydınlanıp, onun saçtığı ışık-nûr ile yol almamızı önlemektedir. Böyle olunca
da mü’minler “sistem”i sarsamıyor ve onu yıkamıyor ki İslâm’ı yeryüzüne hâkim
kılsınlar. Bunun yapılması için ilk önce tâğut inkâr edilmelidir. Yâni tâğutun
sistemine destek verilmemelidir. Aksi-hâlde onların yoluna uyulmuş olunur ve o
yola uyula-uyula o yol en sonunda kanıksanır ve en iyi yolun-sistemin tâğutun
sistemi olduğuna inanılmaya başlanır. Hem de İslâm’a rağmen tâğutun sistemi
daha doğru bir yol olarak görülmeye başlanır:
“Kendilerine
kitaptan bir pay verilenleri görmedin mi?. Onlar, tâğuta ve cibt’e inanıyorlar
ve diğer inkâr edenler için: ‘Bunlar, îman edenlerden daha doğru bir
yoldadır’ diyorlar” (Nîsâ 51).
Müslümanlar açık âyetlere rağmen tâğutun sistemine
uymaya devâm ediyorlar ve bir-çok tâvizler vererek ve fedâkârlıkta bulunarak
tâğutun sistemini destekliyorlar. Hâlbuki aynı desteği İslâm’ın sistemine
verseler İslâm yeryüzünde hâkim olacak, yeryüzü cennetin bir şûbesi
olabilecektir. İslâm’ın müslümanlardan beklediği çaba ve destek, tâğuta şu-anda
verdikleri destek kadardır. Fakat buna rağmen yine de tâğutun etkisinden
çıkamıyorlar ve tâğutun yolunda mücâdele etmeye devâm ediyorlar:
“Îman
edenler Allah yolunda savaşırlar, inkâr edenler ise tâğut yolunda savaşırlar;
öyleyse şeytanın dostlarıyla savaşın. Hiç şüphesiz, şeytanın hîleli-düzeni pek
zayıftır” (Nîsâ 76).
Şu âyet, tâğutun sistemini “sapık” olarak söyler ve müslümanları
“hak yola” çağırır:
“Sana
indirilene ve senden önce indirilene gerçekten inandıklarını öne sürenleri
görmedin mi?. Bunlar, tâğut’un önünde muhâkeme olmayı istemektedirler; oysa onu
reddetmekle emr-olunmuşlardır. Şeytan onları uzak bir sapıklıkla sapıtmak
ister” (Nîsâ 60).
Allah müslümanlara açıkça, “tâğutun kânunlarıyla
yaşamak ve yargılanmaktan vazgeçin. İslâm’ın kânunlarıyla yaşayın ve
yargılanın. Zâten âhirette de tâğutun kânunlarıyla değil, İslâm’ın-Allah’ın
kânunlarıyla yargılanacaksınız” demektedir. Bu kadar açık bir uyarıya rağmen
hâlâ Allah’ın sistemine İslâm’ın kulvarında değil de, tâğutun kulvarında
koşanlar için cehennemden başka bir son yoktur.
Şimdi, diyelim ki ben bir oyun kurdum ve bu oyunun
tüm kurallarını ben koydum ve istediğim zaman da bu kuralları keyfime göre
değiştirebiliyorum. Üstelik tüm seyirciler de beni destekliyor. Hattâ oyundaki
rakipler de benim üstünlüğümü daha baştan kabûl etmişler. Şimdi bu oyunda
yarışı benden başkasının kazanma şansı var mı?. Tabî ki yok. İşte bunu gibi;
modern-dünyâdaki sistem tâğutun sistemidir ve bu sistemin tüm kurallarını o
koymuştur. Bu nedenle bu zulüm sistemini tâğutun kulvarında koşarak alt edip
değiştirmek mümkün değildir. O hâlde tâğutun kulvarını terk edip İslâm’ın
kulvarına yönelmemiz ve tüm gayretimizle o kulvarda koşmamız gerekiyor. Ancak o
kulvarda tüm gayretimizle koşarsak tâğutu yakalayıp geçebiliriz ve onu
yenebiliriz.
Tâğutun kulvarı yâni sistemi, şu-an tüm dünyâda câri
olan sistemdir. Para-merkezli olan bu sistem, insanlar tarafından tatlı-sert
bir şekilde dayatılmakta, Dünyâ’ya göbeğinden bağlı olan insanlar da bu sistemi
ister-istemez benimsemekte ve tâğutun kulvarına girerek orada koşmaktadırlar.
Böylece sisteme göbeklerinde bağlanmaktadırlar. Bu bağ, o kulvarda koştukça
daha da sıkılaşmaktadır. İşin kötü tarafı, müslüman olanlar ve hattâ
İslam/Kur’ân-merkezli bir düşünce içinde olanlar bile tâğutun kulvarında koşarak
tâğutun bu sistemine destek olmakta ve hattâ bu sistemi İslâm’i zannedip destekleyerek
herkesi tâğutun kulvarına dâvet etmektedirler. Küresel güçler ekonomi-para
kulvarına çekmek istiyorlar tüm dünyâyı. Çünkü o kulvarı iyi biliyorlar. O
kulvar tâğutun kulvarıdır. Tüm dünyâ ister-istemez para-kulvarına giriyor. Zîrâ
insanlar İslâm’dan hem kopulmuş hem de onun câhili olduklarından dolayı bir “alternatif”
de düşünemiyorlar. O alternatifi düşünenler ve bilenler de uygulamaktan
korkuyorlar hafif ve ağır bedelleri olduğu için. Bu nedenle kulvar
değiştiremiyorlar. Fakat bu kulvar tâğutun kulvarı olduğundan tâğutlar ve onların
sâdık uşaklarından başkaları için sıkıntı hiç-bir zaman bitmiyor ve hattâ zamanla
artıyor.
Tâğutlar tüm dünyâda hâkim kıldıkları sistemlerini
lâik-seküler-liberâl-kapitâlist-demokratik ideolojilerle ortaya koyuyorlar. Demokrasilerde
hüküm koymak, küçük bir-kısım insanın, büyük kesim için tahakküm kurmasıdır.
Oysa tek hüküm koyucu olan Allah’tır. Çünkü tahakküm kuran ancak O olunca zulüm
olmaz. Fakat Allah’ın hükmü yerine tâğutların hükmünün geçerli olması için
demokratik oyunlara yönelen insanların büyük çoğunluğu ezilirken, küçük
çoğunluğu da onursuzca bu durumu sürdürüyorlar. Kaymağı ise sâdece küçük bir
mutlu(!) azınlık yiyor.
Tâğutun kulvarı “sivil/özel-alan” ile “kamusal-alan”
olarak ikiye ayrılmıştır. Halk bu sivil-alana mahkûm edilmektedir. Hiç-bir
şekilde kamusal-alana karıştırılmamaktadır. Kamusal-alanı zinhar
belirleyemezler. Sivil-alan/kamusal-alan ayrımına artık müslümanlar da uydu ama
bunun bir münâfıklık olduğunu ıskalıyorlar. Üstelik sivil-alanda bırakılan
büyük kitle aslında bu alana hapsedilmiş durumda. İnsanların sivil-alana
hapsedilmesi onların elini-ayağını bağlamış durumdadır. Öyle ki tâğuta karşı bir
eleştiri, îtirâz ve de isyânda bulunamamaktadırlar. Bu sebeple Allah yolunda
savaşmak için bu alandan ve tâğutun kulvarından kopup İslâm’ın kulvarına geçmek
şarttır. Çünkü tâğutla savaş ancak tâğutun kulvarından çıkıp Allah’ın kulvarına
geçince yapılabilir ve kazanılabilir. Yâni önce câhili kulvar ve İslâm’i kulvar
ayrılmalıdır. Ancak o zaman saflar ayrılıp herkes kendi safında savaşabilir.
Hiç korkmaya gerek yok. Zîra şeytanın tarafı ve hîlesi çok zayıfken, Allah
mü’minlerden yanadır :
“Îman
edenler Allah yolunda savaşırlar, inkâr edenler ise tâğutun yolunda savaşırlar;
öyleyse şeytanın dostlarıyla savaşın. Hiç şüphesiz, şeytanın hîleli-düzeni pek
zayıftır” (Nîsâ 76).
“De ki:
Allah katında, ‘kesinleşmiş bir cezâ olarak’ bundan daha kötüsünü haber vereyim
mi?. Allah’ın kendisine lânet ettiği, ona karşı gazablandığı ve onlardan
maymunlar ve domuzlar kıldığı ile tâğuta tapanlar; işte bunlar, yerleri daha
kötü ve dümdüz yoldan daha çok sapmışlardır” (Mâide 60).
Tâğuta uymak kişiyi domuzlaştırır ve maymunlaştırır.
Çünkü kişi artık tâğut önüne ne atarsa onunla beslenir ve tâğut ne yaparsa onu
taklit eder. Bundan ancak, “îman edenler ve sâlih amel işleyenler” müstesnâdır:
“Tâğuta
kulluk etmekten kaçınan ve Allah’a içten yönelenler ise; onlar için bir müjde
vardır, öyleyse kullarıma müjde ver”
(Zümer 17).
Şirk; “Allah’ın ekmeğini yiyip de, şeytana-tâğuta
kulluk yapmak” demektir. Şirkten kurtulmak için, tâğutun kulvarında onun
ekmeğini (sistem) yemekten vazgeçip, İslâm’ın sistemine dönerek o kulvarda
koşmak gerekir.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn
Görmüş
Ekim 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder