“Andolsun,
sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için
Allah’ın Resûlü’nde güzel bir örnek vardır” (Ahzâb 21).
Müslümanlar cihangir devletlerini kaybettikten sonra
güçten de düşerek batı’nın ve bâtılın etkisine girdiler ve onların sistemini
tâkip etmeye başladılar. Fakat bu sistem kendilerine uygun olmadığından, hiç-bir
zaman üzerlerine tam olarak oturmayan bu elbise, tam anlamıyla bir huzur da
getirmediği için huzûra-mutluluğa da eremediler. Bu sistemi reddedenler de
çeşitli şekillerde sistemin sâhipleri tarafından sıkıntıya mâruz bırakılıyor ve
maddî-mânevi eziklikler yaşıyorlar. İşte bu onursuz ve hattâ utanç verici
durumdan kurtulmak için haklı olarak müslümanlar “yeniden İslâm’i öze dönme”nin
gerekli ve şart olduğunu, İslâm’ın özü de Kur’ân olduğu için, Kur’ân-merkezli
bir İslâm anlayışını oluşturmak ve bu yolda ilerlemek gerektiğini ortaya
attılar ve bunu fiiliyata geçirdiler. Yapılan bu şey doğru idi. Çünkü bilginin
ve bilincin kaynağı, şeytan ve tağut-merkezli bâtıl batı değil, Allah’ın yedi
kat göklerden inzâl ettiği Kur’ân’dır.
İşte bu uğurda yeniden Kur’ân’a döndüler. Onu sıkı
bir şekilde okuma-anlama yoluna girdiler ve -bilgi anlamında- Kur’ân müthiş bir
tasavvur ve düşünce oluşturdu ve bu yolda olanlar Kur’ân’ın ne muhteşem bir
kitap olduğunu yeniden idrâk ettiler. Zamanla Kur’ân’ın daha iyi anlaşılabilmesi
için dernekler, topluluklar, ders halkaları, Kur’ân halkaları, -meâl-tefsir
dersleri, Kur’ân programları, kitaplar, dergiler, yayınlar, yazılar-makâleler,
denemeler, sunumlar vs. olabilecek her şeyi yaptılar-yapmaktadırlar ve her yerde
Kur’ân-merkezli programlar yapılıyor, neşriyatta bulunuluyor. Hattâ öyle ki; Türkiye’de
bir-kaç adet olan Kur’ân meâlinin sayısı çok da uzun olmayan bir zaman sonra
250-300’lere kadar çıktı. Çünkü herkeste bir “Kur’ân aşkı” oluştu. Zîrâ Kur’ân,
gönüllere şifâ olduğu gibi, zihinlerin de gıdâsıdır ve güçlü bir bilinç ve
aydınlatıcılık özelliği vardır. Kur’ân okuyanlar zamanla ona âşina oldukça onun
hayatla ne kadar da bütünleşik olduğunu gördüler. Kur’ân tam da hayâta göre
konuşuyordu çünkü. Kur’ân’ın hayattaki karşılığı çok açıktı.
Fakat Kur’ân, okuyucusu bıkmadıkça kendisini
okutmaktan bıkmaz. Çünkü onun sûresi, âyeti ,kelimesi, kavramı, kökü, harfi,
noktası, virgülü vs. binlerce yıl okunsa da bilgisi bitmez, tükenmez. Bunu Kur’ân’ın
kendisi söylüyor zaten:
“Eğer
yeryüzündeki ağaçların tümü kalem ve deniz de -onun ardından yedi deniz daha
eklenerek- (mürekkep) olsa, yine de Allah’ın kelimeleri (yazmakla) tükenmez.
Şüphesiz Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sâhibidir” (Lokman 27).
Peki Kur’ân’ın ilminin-bilgisinin bir sonu olmadığına
göre, Allah’ın amacı ve Kur’ân’ın gönderiliş nedeni, -sonu gelmeyecek de olsa-
onu sâdece ilim elde etmek ve o ilmi yaymak, çeşitli gruplar kurarak onu en ince
ayrıntısına kadar inceleyip araştırmak ve Kur’ân hakkında koca-koca külliyatlar
hazırlamak mıdır?. Kur’ân insana bir amaç ve hedef belirtmez mi?. Tabî ki
belirtir. Hattâ Kur’ân baştan-sona, ilk başta kişinin kendi nefsinde, sonra da
âilesi, yakın-uzak çevresi, memleketi ve tüm Dünyâ’da Allah’ın sözünün hâkim
kılınmasını; eskiden olduğu gibi, bir “İslâm devleti kurulmasını; ezilen mazlumlar
için savaşılmasını vs. gibi bir çok hedefler gösterir ve görevler verir:
“Fitne
kalmayıncaya ve dînin hepsi Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Şâyet
vazgeçecek olurlarsa, şüphesiz Allah, yaptıklarını görendir” (Enfâl 39).
“Allah,
içinizden îmân edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara va’detmiştir: Hiç
şüphesiz onlardan öncekileri nasıl güç ve iktidâr sâhibi kıldıysa, onları da
yer-yüzünde güç ve iktidâr sâhibi kılacak, kendileri için seçip beğendiği
dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından
sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler ve
bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır.
Dosdoğru namazı kılın, zekatı verin ve elçiye itaat edin. Umulur ki, rahmete
kavuşturulmuş olursunuz” (Nûr
55-56).
“Size
ne oluyor ki, Allah yolunda ve: ‘Rabbimiz, bizi halkı zâlim olan bu ülkeden
çıkar, bize katından bir veli (koruyucu sâhib) gönder, bize katından bir yardım
eden yolla’ diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına
savaşmıyorsunuz?” (Nîsâ 75).
Peki bu emirler ve hedefler nasıl yerine getirilecek?.
Yoksa yine; bu hedeflerin kaynağını Kur’ân’da bularak ve bulunan âyetleri aşırı
bir şekilde yoruma tâbi tutarak mı?. Tabi ki hayır!. Kur’ân nasıl ki bilgi ve
bilincin kaynağı ise, amelin ve eylemin de bir kaynağı vardır ki bu, “sünnet”tir.
Allah, Peygamberimizi ve tüm peygamberleri bu nedenle göndermiştir. Kur’ân iki
kapak arasında derlenmiş ve bir köşede bulunmuş bir kitap değildir ki!. Onun
âyetleri yavaş-yavaş, uygulana-uygulana inmiştir. Peygamberimiz, âyetlerin
gösterdiği hedef doğrultusunda ve verilen emirlerle birlikte bir amel-eylemde
bulunarak yürümüştür o hedef doğrultusunda. İşte buna “sünnet” denir. Allah
Peygambere uyulmasını, yâni onun misyonu olan sünnetin tâkip edilmesini emreder:
“Biz
elçilerden hiç kimseyi ancak Allah’ın izniyle kendisine itaat edilmesinden
başka bir şeyle göndermedik. Onlar (insanlar) kendi nefislerine
zulmettiklerinde şâyet sana gelip Allah’tan bağışlama dileselerdi ve elçi de
onlar için bağışlama dileseydi, elbette Allah’ı tevbeleri kabûl eden, esirgeyen
olarak bulurlardı. Hayır öyle değil; Rabbine andolsun, aralarında
çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme, içlerinde
hiç-bir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça îman etmiş
olmazlar” (Nîsâ 64-65).
“De ki: ‘Eğer
siz Allah’ı seviyorsanız bana uyun; Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı
bağışlasın. Allah bağışlayandır, esirgeyendir” (Âl-i İmran 31).
O halde Kur’ân’ı iyice okuyup idrâk ettikten sonra,
onun direktiflerini, “sünneti örnek alarak” yerine getirmemiz gereklidir. Fakat
burada önemli bir nokta var.. Bilgi ve bilincin kaynağı olan Kur’ân tek-başına
da okunabilir ve zâten bilginin taştığı ve çok kolay ulaşılabildiği günümüzde
bir veri sorunu yoktur. Herkes, gayretli-azimli-disiplinli-sistemli bir Kur’ân
okuması yaptığında onu bir-süre sonra idrâk edebilir. Fakat amel-eylem öyle
değildir. Kişi kendi nefsi için kişisel bir terbiye uygulayabilir ve ahlâklı
bir insan olabilir belki fakat hem ahlâkın kemâle ermesi, hem de toplumsal terbiyenin
yapılabilmesi için cemaât şarttır. Böyle bir toplum elzemdir. Zâten Kur’ân da
böyle bir toplumun bulunmasını ister:
“Sizden;
hayra çağıran, iyiliği (mârufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran
bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır” (Âl-i İmran 104).
Çünkü tebliğ ve dâvet yapacak olan bir toplum
gereklidir ve bu iş sistemli ve birlik içinde yapılmalıdır. O hâlde Kur’ân
haklarından, ders gruplarından daha çok, “sünnet hakları”na ihtiyaç vardır. Sünneti
yerine getirecek topluluklara ihtiyaç vardır. Hattâ bu, olmazsa-olmazdır. Zâten
ümmetin hâl-i pür melâlinin nedeni, amele-eyleme dönük işler yapacak cemaâtlerinin
olmaması ve hattâ böyle bir düşüncelerinin yokluğudur. Böylece bilgiyi Kur’ân’dan
alsalar ve epey bir bilgileri olsa da, onu amele-eyleme dökmedikleri için ve
amellerini-eylemlerini mevcut paradigmadan, mevcut düzenden aldıklarından, hem
hiç-bir “düzelme” olmuyor hem de tam da bâtılın ve batı’nın istediği gibi bir
toplum oluşuyor.
Evet; hayat devâm etmektedir ve Dünyâ’da ilâhi-merkezli
olmayan yâni vahiy/Kur’ân-merkezli olmayan bir sistem, bir ideoloji
işlemektedir. Bu nedenle hayat, İslâm’i bir amel-eylem ortaya konmadığından yâni
İslâm’ın hayatta bir karşılığı bulunmadığından, mevcut bâtıl modern sistem
doğrultusunda akmaya devâm etmektedir. İslâm’ın bilgisinin tam anlamıyla
bilince dönmesi, onu hayatta yaşayarak, göstererek sağlanabilir ancak. Zâten İslâm’ın
sağlaması ancak bu şekilde yapılabilir. Yoksa oturulup durulan ve okuya-okuya,
düşünü-düşünme bir hareket plânı ve metodu belirlenemez. Bu metod için ilk başta
Kur’ân-merkezli bir giriş yapılsa da, ideâl hâlini hayâtın içinde bulur. Yâni
kervan yolda düzülür. Ne de olsa Peygamberimiz de daha vahiy tamamlanmadan
hicret edip devleti kurmuştu.
Kur’ân’da hiç-bir çelişki yoktur. Çünkü mükemmeldir.
Bu yüzden Kur’ân acımasızdır. Hatâ affetmez. Kendisine yakışmayan düşünceleri,
yorumları reddeder ve hiç acımadan ve hattâ yanlış sonuca varan emeğe saygı
bile duymadan onu kendisinden uzaklaştırır. Kendisini okuyanlardan hem tam îman
ister, hem de doğru bir bilgiye ulaşmalarını bekler. Fakat bu bilgiye, -Kur’ân
bir hayat kitabı olduğu için- oturulup durulan yerde ulaşılamaz. Bilginin
doğruluğunun test edilebilmesi için, onu “hayâta vurmak” gerekir. Ancak o zaman
yanlışlar-eksikler-hatâlar ayıklanabilecektir. Aksi-hâlde her hizip kendi
öğrendiğini kutsayacak ve hizipler arasında cedelleşmeler çıkacaktır. Bu
nesnele Kur’ân’ın sağlaması hayâtın tam da ortasında yapılmalıdır. Bu tabî ki,
sünnet ile olur.
Ehl-i sünnete, târikata, fıkıhçılara ve hadisçilere
olan îtirâzımız, onların sünneti çok önemsemeleri değil, her rivâyetin Peygamberin
ağzından çıktığını zannetmeleri ve bu nedenle her hadisi vahiy kabûl
etmeleridir. Zâten onları da tersinden aynı yanlışa düşüren şey, hadisler
üzerinden donuklaşmaktır. Yâni onlar sünnet-merkezli değil, hayatta karşılığı
olmayan hadis üzerinden, hem de genelde uydurulmuş hadisler üzerinden düşünce
üretmeleri ve bu nedenle de hayatta karşılığı olan bir amelde bulunmamalarıdır.
Kur’ân okuduktan sonra Peygamberin sünnetine önem
vermeyenler, kendi sünnetlerini ortaya koymuş olurlar. Artık kendi sünnetlerine
göre hareket etmeyenleri yanlış yolda zannederler.
“Kim
kendisine ‘dosdoğru yol’ apaçık belli olduktan sonra, elçiye muhâlefet ederse
ve mü’minlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü şeyde bırakırız ve
cehenneme sokarız. Ne kötü bir yataktır o!..” (Nîsâ 115).
Peygamberimizin güzel örnekliği onun örnekliği
sünnetidir. Kur’ân’ı hayâtın tam ortasında yaşamasıdır. Kur’ân’ı pratiğe
dökmesidir. Kur’ân’ı “yaşayan Kur’ân” yapmayıp da onu didik-didik edip,
inceleyip-inceleyip yeni -yeni fikirler sunmak için çalışmalar yapmak ve bunun
için, devletten yâni sistemden icâzetli dernek ve vakıf adı altında çeşitli
kuruluşlar kurmak ne Kur’ân’ın emridir ne de sünnette yeri vardır. Emr-i bil
mâruf ve nehyi anil münker yapacak yâni iyiliği emredip kötülükten sakındırıp
onu kaldıracak sünnet haklarına ihtiyaç vardır. Bu bakımdan sünnet
halkaları, Kur’ân haklarından daha önemli ve önceliklidir. Kur’ân ile bilgi
ve bilince ulaşmış olan insanların oluşturduğu sünnet halkaları kurulduğunda ve
yaygınlaştığında, sistem ancak o zaman tedirgin olmaya başlayacak ve halk bir
şeylerin farkına varabilecektir. Böylece eleştiri, îtirâz ve hattâ sisteme olan
isyân süreci başlayacak ve bir şeyler değişmeye başlayacaktır. Çünkü görüldüğü
gibi, Kur’ân-merkezli çalışmalar, Kur’ân’a olan ilgiyi arttırsa ve Kur’ân
hakkında bilgisi olanların sayısı çoğalsa da, hem müslümanlar hem genel Dünyâ
mazlumlarının durumunda iyiye doğru bir gidiş olmamaktadır. Hattâ zamanla daha
da kötüye gitmektedir. Yâni Kur’ân hakları -bâzı küçük çaplı olanlar hâriç-
somut anlamda bir yaraya merhem ol(a)mamaktadır.
Kur’ân’ı anlayanların çoğalmasının hayatta olumlu bir
karşılığı olmamaktadır. Çünkü Kur’ân eyleme-amele yâni sünnete dönmemektedir.
Zaten küresel tağûti sistem de, Kur’ân’ın amele-eyleme dönmeyip de sürekli
yorumlanması şeklindeki çalışmaların yapılmasını hem istemekte hem de
desteklemekte olduğundan (Rand Corporation Raporu), sistemden icâzetli olan bu
kurumların bir yaraya merhem olmak gibi bir dertleri de yoktur. Varsa-yoksa
Kur’ân’ın kelimesi-kökü-kavramı araştırması, incelemesi. Meâl de meâl, tefsir
de tefsir. Bitirip-bitirip yeni baştan yapılan ve sonu gelmeyecek olan meâl
okumaları ve tefsir çalışmaları. İşte bu nedenle “yaraya” merhem olacak olan
toplum ancak ve ancak sünnet halkaları olabilir. Kur’ân, yaraya merhem olacak
olan toplumun olmasını emrederken; bir yaraya merhem olmayıp da
İslâm’ı-Kur’ân’ı dilbilgisine-etimolojiye hapsedenlerin toplandıkları yerleri
eleştirir:
“Sizden;
hayra çağıran, iyiliği (mârufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran
bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır” (Âl-i İmran 104).
‘Siz,
her yüksekçe yere bir anıt inşâ edip (yararsız bir şeyle) oyalanıp eğleniyor
musunuz?” (Şuârâ 128).
Kur’an, insanlardan ille de bir vakıf-dernek istemez.
Hem aydınlanmak hem de kıble-karargâh edinmek için evleri gösterir. Bunu Hz.
Mûsâ üzerinden şu şekilde gösterir ve emreder:
“Derken
Mûsâ ve kardeşine şöyle vahyettik: “Şehirde toplumunuz için bâzı evleri karargâh
edinin; kendi evlerinizi ise ibâdethaneye dönüştürerek ibâdetinizi edâ edin!.
Ve (sen ey Mûsâ!), mü’minleri (zaferle) müjdele!” (Yûnus 87).
Kur’ân’ın istediği toplum, Kur’ân uzmanları, profesörleri
vs. değil, emir-nehiy-tebliğ-dâvet yapacak olan toplumdur. Bu da ancak sünnet
hakları ile olabilir.
Şükrü Hüseyinoğlu:
“Müslümanlar olarak içinden geçtiğimiz dönemde âcilen
atmamız gerekli iki adım olduğu kanaatindeyim.
1-STK formatından cemaat formatına geçmek.
2- İslâm’i çalışmalarda hâli-hazırda yaygın durumda olan
kilise formunu terk edip, mescid formuna geçmek.
İlkiyle kastım; mevcut durumdaki sosyâl-kültürel çalışmalar ve eğitim
etkinliklerini eksene alan mücâdele yaklaşımını aşıp, Nebîler (a.s.) gibi
öncelikle ve doğrudan egemenlik ilişkilerini sorgulayan, küresel ve yerel
sömürü çarklarına, ifsâd odaklarına îtirâzı yükselten, yeryüzünde ancak
Âlemlerin Rabbinin hükümlerinin hâkim olmasına râzı olacak bir bilinci öne
çıkaran merkezi dâvet eksenli bir mücâdeleye yönelmektir.
İkincisiyle kastım ise; haftada bir-kaç kez belli etkinlikler için bir-araya
gelmeye dayalı birliktelik ve çalışmalar yerine, kurumlarımızı, dernek ve
vakıflarımızı, vakit namazlarımızı cemaatle ikâme edeceğimiz mescidlere
dönüştürmek ve çalışmalarımızı da mescid formatına uygun hâle getirmektir” der.
Eskiden ve şimdilerde Kur’ân’ı kat-kat sarıp yüksek
yere asıyorlar, böylece Kur’ân etkisiz kalıyordu. Çünkü Kur’ân evden dışarıya
çıkmıyordu. Hayatta gözükmüyordu. Fakat şimdi de, yâni Kur’ân okunup durduğu ve
anlama çalışmaları yapılırken de hayatta bir yaşanmışlığı olmuyor. Onu
kılıflardan çıkarıp sürekli okuyorlar ama evden dışarıya çıkarmıyorlar ve Kur’ân
bu nedenle hayâtın tam ortasında gözükmüyor. Eskiden de evdeydi, şimdi de evde,
yada dernekte. Sürekli dört duvar arasında. Fark yok ki!. Bu nedenle Kur’ân’ı
anlayarak okuyanların, anlamadan arapçasından okuyanlara kızması anlamlı değil.
Çünkü iki türlü de evde yada dört duvar arasında okunuyor ve zinhar kamusal
alana çıkarılmıyor.
Evet; Kur’ân, bilginin-bilincin kaynağı iken; sünnet
de amelin-eylemin kaynağıdır. Peygamberi örnek almayanlar yâni onun sünnetini
uygulamayanlar, tağutları örnek alırlar ve onların emirlerini uygularlar.
Unutmayalım ki; bir insan bildiğini birgün gelir “bilmez”
duruma düşebilir, fakat yaptığını “yapmamış” durumuna düşemez.
Yapmamız gereken şey, kişisel yada toplu olarak Kur’ân’ın
bilgisine-bilincine varacak çalışmalardan sonra; Kur’ân’ın emirlerini yerine
getirecek bir toplumun oluşmasıdır. Bu toplum, plânlar yapıp kararlar alacak
olan halkalar olmalıdır. Yarın yada bu hafta ne yapılacağının kararlarının
alınacağı halkalar. Bu halkaların adı “sünnet hakları”dır. Sünnet halkaları, Peygamber
örnekliğini diriltecek yeni toplumlar olacaktır inşaallah.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ekim
2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder