10 Ekim 2016 Pazartesi

Sünnet Halkaları


“Andolsun, sizin için, Allah’ı ve âhiret gününü umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için Allah’ın Resûlü’nde güzel bir örnek vardır” (Ahzâb 21).

Müslümanlar cihangir devletlerini kaybettikten sonra güçten de düşerek batı’nın ve bâtılın etkisine girdiler ve onların sistemini tâkip etmeye başladılar. Fakat bu sistem kendilerine uygun olmadığından, hiç-bir zaman üzerlerine tam olarak oturmayan bu elbise, tam anlamıyla bir huzur da getirmediği için huzûra-mutluluğa da eremediler. Bu sistemi reddedenler de çeşitli şekillerde sistemin sâhipleri tarafından sıkıntıya mâruz bırakılıyor ve maddî-mânevi eziklikler yaşıyorlar. İşte bu onursuz ve hattâ utanç verici durumdan kurtulmak için haklı olarak müslümanlar “yeniden İslâm’i öze dönme”nin gerekli ve şart olduğunu, İslâm’ın özü de Kur’ân olduğu için, Kur’ân-merkezli bir İslâm anlayışını oluşturmak ve bu yolda ilerlemek gerektiğini ortaya attılar ve bunu fiiliyata geçirdiler. Yapılan bu şey doğru idi. Çünkü bilginin ve bilincin kaynağı, şeytan ve tağut-merkezli bâtıl batı değil, Allah’ın yedi kat göklerden inzâl ettiği Kur’ân’dır.

İşte bu uğurda yeniden Kur’ân’a döndüler. Onu sıkı bir şekilde okuma-anlama yoluna girdiler ve -bilgi anlamında- Kur’ân müthiş bir tasavvur ve düşünce oluşturdu ve bu yolda olanlar Kur’ân’ın ne muhteşem bir kitap olduğunu yeniden idrâk ettiler. Zamanla Kur’ân’ın daha iyi anlaşılabilmesi için dernekler, topluluklar, ders halkaları, Kur’ân halkaları, -meâl-tefsir dersleri, Kur’ân programları, kitaplar, dergiler, yayınlar, yazılar-makâleler, denemeler, sunumlar vs. olabilecek her şeyi yaptılar-yapmaktadırlar ve her yerde Kur’ân-merkezli programlar yapılıyor, neşriyatta bulunuluyor. Hattâ öyle ki; Türkiye’de bir-kaç adet olan Kur’ân meâlinin sayısı çok da uzun olmayan bir zaman sonra 250-300’lere kadar çıktı. Çünkü herkeste bir “Kur’ân aşkı” oluştu. Zîrâ Kur’ân, gönüllere şifâ olduğu gibi, zihinlerin de gıdâsıdır ve güçlü bir bilinç ve aydınlatıcılık özelliği vardır. Kur’ân okuyanlar zamanla ona âşina oldukça onun hayatla ne kadar da bütünleşik olduğunu gördüler. Kur’ân tam da hayâta göre konuşuyordu çünkü. Kur’ân’ın hayattaki karşılığı çok açıktı.

Fakat Kur’ân, okuyucusu bıkmadıkça kendisini okutmaktan bıkmaz. Çünkü onun sûresi, âyeti ,kelimesi, kavramı, kökü, harfi, noktası, virgülü vs. binlerce yıl okunsa da bilgisi bitmez, tükenmez. Bunu Kur’ân’ın kendisi söylüyor zaten:

“Eğer yeryüzündeki ağaçların tümü kalem ve deniz de -onun ardından yedi deniz daha eklenerek- (mürekkep) olsa, yine de Allah’ın kelimeleri (yazmakla) tükenmez. Şüphesiz Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sâhibidir” (Lokman 27).

Peki Kur’ân’ın ilminin-bilgisinin bir sonu olmadığına göre, Allah’ın amacı ve Kur’ân’ın gönderiliş nedeni, -sonu gelmeyecek de olsa- onu sâdece ilim elde etmek ve o ilmi yaymak, çeşitli gruplar kurarak onu en ince ayrıntısına kadar inceleyip araştırmak ve Kur’ân hakkında koca-koca külliyatlar hazırlamak mıdır?. Kur’ân insana bir amaç ve hedef belirtmez mi?. Tabî ki belirtir. Hattâ Kur’ân baştan-sona, ilk başta kişinin kendi nefsinde, sonra da âilesi, yakın-uzak çevresi, memleketi ve tüm Dünyâ’da Allah’ın sözünün hâkim kılınmasını; eskiden olduğu gibi, bir “İslâm devleti kurulmasını; ezilen mazlumlar için savaşılmasını vs. gibi bir çok hedefler gösterir ve görevler verir:

“Fitne kalmayıncaya ve dînin hepsi Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Şâyet vazgeçecek olurlarsa, şüphesiz Allah, yaptıklarını görendir” (Enfâl 39).

“Allah, içinizden îmân edenlere ve sâlih amellerde bulunanlara va’detmiştir: Hiç şüphesiz onlardan öncekileri nasıl güç ve iktidâr sâhibi kıldıysa, onları da yer-yüzünde güç ve iktidâr sâhibi kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibâdet ederler ve bana hiç-bir şeyi ortak koşmazlar. Kim bundan sonra inkâr ederse, işte onlar fâsıktır. Dosdoğru namazı kılın, zekatı verin ve elçiye itaat edin. Umulur ki, rahmete kavuşturulmuş olursunuz” (Nûr 55-56).

“Size ne oluyor ki, Allah yolunda ve: ‘Rabbimiz, bizi halkı zâlim olan bu ülkeden çıkar, bize katından bir veli (koruyucu sâhib) gönder, bize katından bir yardım eden yolla’ diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına savaşmıyorsunuz?” (Nîsâ 75).

Peki bu emirler ve hedefler nasıl yerine getirilecek?. Yoksa yine; bu hedeflerin kaynağını Kur’ân’da bularak ve bulunan âyetleri aşırı bir şekilde yoruma tâbi tutarak mı?. Tabi ki hayır!. Kur’ân nasıl ki bilgi ve bilincin kaynağı ise, amelin ve eylemin de bir kaynağı vardır ki bu, “sünnet”tir. Allah, Peygamberimizi ve tüm peygamberleri bu nedenle göndermiştir. Kur’ân iki kapak arasında derlenmiş ve bir köşede bulunmuş bir kitap değildir ki!. Onun âyetleri yavaş-yavaş, uygulana-uygulana inmiştir. Peygamberimiz, âyetlerin gösterdiği hedef doğrultusunda ve verilen emirlerle birlikte bir amel-eylemde bulunarak yürümüştür o hedef doğrultusunda. İşte buna “sünnet” denir. Allah Peygambere uyulmasını, yâni onun misyonu olan sünnetin tâkip edilmesini emreder:

“Biz elçilerden hiç kimseyi ancak Allah’ın izniyle kendisine itaat edilmesinden başka bir şeyle göndermedik. Onlar (insanlar) kendi nefislerine zulmettiklerinde şâyet sana gelip Allah’tan bağışlama dileselerdi ve elçi de onlar için bağışlama dileseydi, elbette Allah’ı tevbeleri kabûl eden, esirgeyen olarak bulurlardı. Hayır öyle değil; Rabbine andolsun, aralarında çekiştikleri şeylerde seni hakem kılıp sonra senin verdiğin hükme, içlerinde hiç-bir sıkıntı duymaksızın, tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça îman etmiş olmazlar” (Nîsâ 64-65).

“De ki: ‘Eğer siz Allah’ı seviyorsanız bana uyun; Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah bağışlayandır, esirgeyendir” (Âl-i İmran 31).

O halde Kur’ân’ı iyice okuyup idrâk ettikten sonra, onun direktiflerini, “sünneti örnek alarak” yerine getirmemiz gereklidir. Fakat burada önemli bir nokta var.. Bilgi ve bilincin kaynağı olan Kur’ân tek-başına da okunabilir ve zâten bilginin taştığı ve çok kolay ulaşılabildiği günümüzde bir veri sorunu yoktur. Herkes, gayretli-azimli-disiplinli-sistemli bir Kur’ân okuması yaptığında onu bir-süre sonra idrâk edebilir. Fakat amel-eylem öyle değildir. Kişi kendi nefsi için kişisel bir terbiye uygulayabilir ve ahlâklı bir insan olabilir belki fakat hem ahlâkın kemâle ermesi, hem de toplumsal terbiyenin yapılabilmesi için cemaât şarttır. Böyle bir toplum elzemdir. Zâten Kur’ân da böyle bir toplumun bulunmasını ister:

“Sizden; hayra çağıran, iyiliği (mârufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır” (Âl-i İmran 104).

Çünkü tebliğ ve dâvet yapacak olan bir toplum gereklidir ve bu iş sistemli ve birlik içinde yapılmalıdır. O hâlde Kur’ân haklarından, ders gruplarından daha çok, “sünnet hakları”na ihtiyaç vardır. Sünneti yerine getirecek topluluklara ihtiyaç vardır. Hattâ bu, olmazsa-olmazdır. Zâten ümmetin hâl-i pür melâlinin nedeni, amele-eyleme dönük işler yapacak cemaâtlerinin olmaması ve hattâ böyle bir düşüncelerinin yokluğudur. Böylece bilgiyi Kur’ân’dan alsalar ve epey bir bilgileri olsa da, onu amele-eyleme dökmedikleri için ve amellerini-eylemlerini mevcut paradigmadan, mevcut düzenden aldıklarından, hem hiç-bir “düzelme” olmuyor hem de tam da bâtılın ve batı’nın istediği gibi bir toplum oluşuyor.

Evet; hayat devâm etmektedir ve Dünyâ’da ilâhi-merkezli olmayan yâni vahiy/Kur’ân-merkezli olmayan bir sistem, bir ideoloji işlemektedir. Bu nedenle hayat, İslâm’i bir amel-eylem ortaya konmadığından yâni İslâm’ın hayatta bir karşılığı bulunmadığından, mevcut bâtıl modern sistem doğrultusunda akmaya devâm etmektedir. İslâm’ın bilgisinin tam anlamıyla bilince dönmesi, onu hayatta yaşayarak, göstererek sağlanabilir ancak. Zâten İslâm’ın sağlaması ancak bu şekilde yapılabilir. Yoksa oturulup durulan ve okuya-okuya, düşünü-düşünme bir hareket plânı ve metodu belirlenemez. Bu metod için ilk başta Kur’ân-merkezli bir giriş yapılsa da, ideâl hâlini hayâtın içinde bulur. Yâni kervan yolda düzülür. Ne de olsa Peygamberimiz de daha vahiy tamamlanmadan hicret edip devleti kurmuştu.

Kur’ân’da hiç-bir çelişki yoktur. Çünkü mükemmeldir. Bu yüzden Kur’ân acımasızdır. Hatâ affetmez. Kendisine yakışmayan düşünceleri, yorumları reddeder ve hiç acımadan ve hattâ yanlış sonuca varan emeğe saygı bile duymadan onu kendisinden uzaklaştırır. Kendisini okuyanlardan hem tam îman ister, hem de doğru bir bilgiye ulaşmalarını bekler. Fakat bu bilgiye, -Kur’ân bir hayat kitabı olduğu için- oturulup durulan yerde ulaşılamaz. Bilginin doğruluğunun test edilebilmesi için, onu “hayâta vurmak” gerekir. Ancak o zaman yanlışlar-eksikler-hatâlar ayıklanabilecektir. Aksi-hâlde her hizip kendi öğrendiğini kutsayacak ve hizipler arasında cedelleşmeler çıkacaktır. Bu nesnele Kur’ân’ın sağlaması hayâtın tam da ortasında yapılmalıdır. Bu tabî ki, sünnet ile olur.

Ehl-i sünnete, târikata, fıkıhçılara ve hadisçilere olan îtirâzımız, onların sünneti çok önemsemeleri değil, her rivâyetin Peygamberin ağzından çıktığını zannetmeleri ve bu nedenle her hadisi vahiy kabûl etmeleridir. Zâten onları da tersinden aynı yanlışa düşüren şey, hadisler üzerinden donuklaşmaktır. Yâni onlar sünnet-merkezli değil, hayatta karşılığı olmayan hadis üzerinden, hem de genelde uydurulmuş hadisler üzerinden düşünce üretmeleri ve bu nedenle de hayatta karşılığı olan bir amelde bulunmamalarıdır.

Kur’ân okuduktan sonra Peygamberin sünnetine önem vermeyenler, kendi sünnetlerini ortaya koymuş olurlar. Artık kendi sünnetlerine göre hareket etmeyenleri yanlış yolda zannederler.

“Kim kendisine ‘dosdoğru yol’ apaçık belli olduktan sonra, elçiye muhâlefet ederse ve mü’minlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü şeyde bırakırız ve cehenneme sokarız. Ne kötü bir yataktır o!..” (Nîsâ 115).

Peygamberimizin güzel örnekliği onun örnekliği sünnetidir. Kur’ân’ı hayâtın tam ortasında yaşamasıdır. Kur’ân’ı pratiğe dökmesidir. Kur’ân’ı “yaşayan Kur’ân” yapmayıp da onu didik-didik edip, inceleyip-inceleyip yeni -yeni fikirler sunmak için çalışmalar yapmak ve bunun için, devletten yâni sistemden icâzetli dernek ve vakıf adı altında çeşitli kuruluşlar kurmak ne Kur’ân’ın emridir ne de sünnette yeri vardır. Emr-i bil mâruf ve nehyi anil münker yapacak yâni iyiliği emredip kötülükten sakındırıp onu kaldıracak sünnet haklarına ihtiyaç vardır. Bu bakımdan sünnet halkaları, Kur’ân haklarından daha önemli ve önceliklidir. Kur’ân ile bilgi ve bilince ulaşmış olan insanların oluşturduğu sünnet halkaları kurulduğunda ve yaygınlaştığında, sistem ancak o zaman tedirgin olmaya başlayacak ve halk bir şeylerin farkına varabilecektir. Böylece eleştiri, îtirâz ve hattâ sisteme olan isyân süreci başlayacak ve bir şeyler değişmeye başlayacaktır. Çünkü görüldüğü gibi, Kur’ân-merkezli çalışmalar, Kur’ân’a olan ilgiyi arttırsa ve Kur’ân hakkında bilgisi olanların sayısı çoğalsa da, hem müslümanlar hem genel Dünyâ mazlumlarının durumunda iyiye doğru bir gidiş olmamaktadır. Hattâ zamanla daha da kötüye gitmektedir. Yâni Kur’ân hakları -bâzı küçük çaplı olanlar hâriç- somut anlamda bir yaraya merhem ol(a)mamaktadır.

Kur’ân’ı anlayanların çoğalmasının hayatta olumlu bir karşılığı olmamaktadır. Çünkü Kur’ân eyleme-amele yâni sünnete dönmemektedir. Zaten küresel tağûti sistem de, Kur’ân’ın amele-eyleme dönmeyip de sürekli yorumlanması şeklindeki çalışmaların yapılmasını hem istemekte hem de desteklemekte olduğundan (Rand Corporation Raporu), sistemden icâzetli olan bu kurumların bir yaraya merhem olmak gibi bir dertleri de yoktur. Varsa-yoksa Kur’ân’ın kelimesi-kökü-kavramı araştırması, incelemesi. Meâl de meâl, tefsir de tefsir. Bitirip-bitirip yeni baştan yapılan ve sonu gelmeyecek olan meâl okumaları ve tefsir çalışmaları. İşte bu nedenle “yaraya” merhem olacak olan toplum ancak ve ancak sünnet halkaları olabilir. Kur’ân, yaraya merhem olacak olan toplumun olmasını emrederken; bir yaraya merhem olmayıp da İslâm’ı-Kur’ân’ı dilbilgisine-etimolojiye hapsedenlerin toplandıkları yerleri eleştirir:  

“Sizden; hayra çağıran, iyiliği (mârufu) emreden ve kötülükten (münkerden) sakındıran bir topluluk bulunsun. Kurtuluşa erenler işte bunlardır” (Âl-i İmran 104).

‘Siz, her yüksekçe yere bir anıt inşâ edip (yararsız bir şeyle) oyalanıp eğleniyor musunuz?” (Şuârâ 128).

Kur’an, insanlardan ille de bir vakıf-dernek istemez. Hem aydınlanmak hem de kıble-karargâh edinmek için evleri gösterir. Bunu Hz. Mûsâ üzerinden şu şekilde gösterir ve emreder:

“Derken Mûsâ ve kardeşine şöyle vahyettik: “Şehirde toplumunuz için bâzı evleri karargâh edinin; kendi evlerinizi ise ibâdethaneye dönüştürerek ibâdetinizi edâ edin!. Ve (sen ey Mûsâ!), mü’minleri (zaferle) müjdele!” (Yûnus 87).

Kur’ân’ın istediği toplum, Kur’ân uzmanları, profesörleri vs. değil, emir-nehiy-tebliğ-dâvet yapacak olan toplumdur. Bu da ancak sünnet hakları ile olabilir.

Şükrü Hüseyinoğlu:

“Müslümanlar olarak içinden geçtiğimiz dönemde âcilen atmamız gerekli iki adım olduğu kanaatindeyim.

1-STK formatından cemaat formatına geçmek.

2- İslâm’i çalışmalarda hâli-hazırda yaygın durumda olan kilise formunu terk edip, mescid formuna geçmek.

İlkiyle kastım; mevcut durumdaki sosyâl-kültürel çalışmalar ve eğitim etkinliklerini eksene alan mücâdele yaklaşımını aşıp, Nebîler (a.s.) gibi öncelikle ve doğrudan egemenlik ilişkilerini sorgulayan, küresel ve yerel sömürü çarklarına, ifsâd odaklarına îtirâzı yükselten, yeryüzünde ancak Âlemlerin Rabbinin hükümlerinin hâkim olmasına râzı olacak bir bilinci öne çıkaran merkezi dâvet eksenli bir mücâdeleye yönelmektir.

İkincisiyle kastım ise; haftada bir-kaç kez belli etkinlikler için bir-araya gelmeye dayalı birliktelik ve çalışmalar yerine, kurumlarımızı, dernek ve vakıflarımızı, vakit namazlarımızı cemaatle ikâme edeceğimiz mescidlere dönüştürmek ve çalışmalarımızı da mescid formatına uygun hâle getirmektir” der.

Eskiden ve şimdilerde Kur’ân’ı kat-kat sarıp yüksek yere asıyorlar, böylece Kur’ân etkisiz kalıyordu. Çünkü Kur’ân evden dışarıya çıkmıyordu. Hayatta gözükmüyordu. Fakat şimdi de, yâni Kur’ân okunup durduğu ve anlama çalışmaları yapılırken de hayatta bir yaşanmışlığı olmuyor. Onu kılıflardan çıkarıp sürekli okuyorlar ama evden dışarıya çıkarmıyorlar ve Kur’ân bu nedenle hayâtın tam ortasında gözükmüyor. Eskiden de evdeydi, şimdi de evde, yada dernekte. Sürekli dört duvar arasında. Fark yok ki!. Bu nedenle Kur’ân’ı anlayarak okuyanların, anlamadan arapçasından okuyanlara kızması anlamlı değil. Çünkü iki türlü de evde yada dört duvar arasında okunuyor ve zinhar kamusal alana çıkarılmıyor.

Evet; Kur’ân, bilginin-bilincin kaynağı iken; sünnet de amelin-eylemin kaynağıdır. Peygamberi örnek almayanlar yâni onun sünnetini uygulamayanlar, tağutları örnek alırlar ve onların emirlerini uygularlar.

Unutmayalım ki; bir insan bildiğini birgün gelir “bilmez” duruma düşebilir, fakat yaptığını “yapmamış” durumuna düşemez.

Yapmamız gereken şey, kişisel yada toplu olarak Kur’ân’ın bilgisine-bilincine varacak çalışmalardan sonra; Kur’ân’ın emirlerini yerine getirecek bir toplumun oluşmasıdır. Bu toplum, plânlar yapıp kararlar alacak olan halkalar olmalıdır. Yarın yada bu hafta ne yapılacağının kararlarının alınacağı halkalar. Bu halkaların adı “sünnet hakları”dır. Sünnet halkaları, Peygamber örnekliğini diriltecek yeni toplumlar olacaktır inşaallah.

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Ekim 2016


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder