14 Ekim 2016 Cuma

Rızıkta Eşitlik


“Allah rızıkta kiminizi kiminize üstün kıldı; üstün kılınanlar, rızıklarını ellerinin altında bulunanlara onda eşit olacak şekilde çevirip-verici değildirler. Şimdi Allah’ın nîmetini inkâr mı ediyorlar?” (Nâhl 71).

Âyet açıkça; “ellerinde fazla mal-para bulunanlar, bu fazla malı-parayı eşitleninceye kadar dağıtıp vermek zorundadırlar. Aksi-hâlde o nîmeti inkâr etmiş olurlar” diyor. Bu âyet nefse ağır gelen bir âyettir Fakat, yaratmayı O yaptığı için, mülk de emir de O’na âittir. O hâlde O’na îman edip Kur’ân’a bağlananlar bu âyete uymak zorundadırlar. Hiç öyle aşırı yorumlamaya giderek farklı bir mânâ verilmeye çalışılmasın. Âyet çok açık. Allah’ın murâdı, “rızkta eşitlik” sağlamaktır. Rızık deyince sâdece ekmek ve sudan bahsetmiyoruz tabi ki. Hz. Âişe: “Rızık değince sırf mîdeye giren şeyleri düşünenin aklına şaşarım” diyor. O hâlde rızık; yeme-içmeden başka; giyim-kuşam, ev-bark, gezme, gerekli eşyâlar, eğitimde eşitlik, iş, sağlık, araç-gereç vs. gibi olan şeylerde bir eşitlikten bahsediyoruz. Tabi bunlar, ortalama bir insanın gereksinimi olan şeylerdir. Yoksa üretim yapan birinin ihtiyâcı olan makineler, çeşitli araç-gereçler tabî ki de herkeste olmaz. Kişinin sevdiği için, zevkine uygun olduğu için, kafa-yapısı nedeniyle, işi nedeniyle vs. tabî ki de farklı ihtiyaçları olacaktır. Zâten genel yurdum insanı ne yapsın o araçları?. Biz, insanın temel ihtiyâcı olan ve gereksinim duyduğu şeylerden bahsediyoruz.

Düşünsenize; birileri temel ihtiyaçlarını çok rahat karşılayabilirken, diğeri ay-sonunu nasıl getireceğinin hesâbını yapıp duruyor. Temel ihtiyaçlarını karşılayabilecek seviyede bir geliri yok. Hâlbuki her-gün işe gidip-geliyor. Şimdi bu durum; “tüm ülkede” temel ihtiyaçları karşılayamayacak düzeyde olsa, “tamam, zâten herkes aynı” der ve bunun çâresine bakardık. Fakat sorun bu değil. Birileri temel ihtiyaçlarını karşılayamazken, diğeri çok-çok rahat bir şekilde karşılıyor ve hattâ fazla-fazla aldığından o şey artıyor ve isrâf oluyor. Dünyâ’nın hemen-hemen her yerinde böyle bu. İki kişi düşünelim; Sabah işlerine gidiyorlar ve akşama kadar çalışıyorlar. Fakat temel ihtiyaçlarını biri karşılayabilirken diğeri karşılayamıyor. Akşama-sabaha kadar, duruma göre ağır şartlarda çalışan asgarî ücretliler temel ihtiyaçlarını karşılayamıyor kardeşim!. “Hayır karşılayabilir” diyen şerefsizdir.  Zeytin-yağı, tereyağı, peynir, zeytin, et, süt-yoğurt, fındık-fıstık, meyve-sebze, mevsime göre giyecek, elektrik-su-ısınma-internet (faturalar) vs. artık bu zamanda temel ihtiyaçlardır. Yoksa; “bunları herkes tüketemez kardeşim, asgarî ücretli bunlardan faydalanamaz” diyen şerefsiz oğlu şerefsizler mi var?. Temel ihtiyaçlar, sâdece zenginlerin ihtiyaçları mıdır?. Şimdi; günümüz îtibâriyle şöyle bir hesaplama yapalım:

4 kişilik bir âileye ayda; (en idâreli şekilde) 5 kilo zeytinyağı, yaklaşık 1 kilo tereyağı, 1 kilo peynir, 2 kilo zeytin, 2 kilo et (et-tavuk-balık),  süt-süt-ürünleri, meyve-sebze ve yeterli miktarda diğerleri. Bunlar 4 kişilik bir âilenin temel ihtiyaçlarıdır. Bu temel ihtiyaçları (en uygun fiyattan)satın alabilmek için:

Zeytin-yağı 5X20=100 TL, Tere-yağı 25 TL, peynir 25 TL, zeytin 20 TL, 100 TL et, çerez 30 TL, süt-yoğurt-yumurta 75 TL, sebze-meyve (pazar) 4X50 200 TL, market 400, faturalar 250 TL, iletişim 50 TL, giyim 50 TL, eğitim masrafı 300 TL, sağlık (sigortaya rağmen) 25 TL. 1.650 TL. ediyor. Tabi bu fiyatlar bu âilenin; çok idâreli olduğunu, bir evinin olduğunu, arabaları olmadığını, çok fazla bir yerlere gitmediğini, misâfir ağırlamadığını, düğünlere katılmadıklarını, kitap okumadıklarını, infâk yapmadıklarını, evlerinde bir arıza olup da tâmiratçıya ihtiyaç olmadığını, eşyâlarının hiç bozulmadığını, âcil bir sağlık sorunları olmayacağını, bir âidat vermediklerini, giyinip-kuşanmayı sevmediklerini, kurban kesmediklerini, bir seyahatte bulunmadıklarını vs. düşündüğümüzde bu rakama ulaşırız. Yâni sâdece “temel ihtiyaçlar” içindir bu hesap. Fakat insan sâdece temel ihtiyaç-sâhibi bir varlık değildir. Âilenin daha fazla çocukları da olabilir ve çocukları yüksek okul okuyor olabilirler, bir iş kurmayı düşünüyor olabilirler. Oysa asgarî ücret sâdece 1.400 TL’dir. Asgarî ücretle temel ihtiyaçlar bile karşılanamıyor ki diğer ihtiyaçlar da sıra gelsin ve “insanca” bir yaşam olsun. Hâlbuki asgarî ücreti en azından 2.000 TL’ye çıkarsalar, sorun hemen-hemen ortadan kalkar. Fakat asgarî ücreti öyle bir ayarlıyorlar ki, asgarî ücretliler sürekli “eksik” kalıyor, ulaşamıyor. İşte bunu, kapitâlist sistem plânlıyor. Asgarî ücretli eksik kalsın ki o eksikliği kendileri tamamlasınlar. Tabî ki karşılığında fâiz alarak. Geleceklerini ipotek altına alarak. Yâni insanları bu şekilde köleleştirerek. Bir de zenginleri daha da zengin etmek için. Böylece çalıştıracak adam bulmada zorlanmayacaklar ve işçileri istedikleri gibi yöneteceklerdir. Ne de olsa bir işsizler ordusu vardır, bu nedenle kolayca; “ister çalış, ister çalışma” diyebiliyorlar. Öyleyse patronun ve işbirlikçi devletin belirlediği oranda çalışmak zorundadır asgarî ücretli.

İşte İslâm dîni bunu değiştirmek ister ve zâten ana-amaçlarından biri de budur. Köle de efendi de temel ihtiyaçlarını aynı şekilde karşılayabilmelidir. Hz. Ömer döneminde genelkurmay başkanı ile onun yaveri aynı maaşı alıyordu. Zâten bir yolculuk sırasında efendi ile köle, deveye sırayla biniyorlardı. Peygamberimiz de: “İşçiler-köleler, Allah’ın elinizin altında kıldığı kardeşlerinizdir; onlara yediklerinizden yedirin, giydiklerinizden giydirin, güçlerini aşan şeyi de yüklemeyin, yüklerseniz de yardım edin” diyerek “rızıkta eşitliğin” emrini verir ve uygulamasını yapar. Ramazan Yılmaz:

“İslâm Devleti sınırları içindeki herkes rızık konusunda eşit olmak zorundadır. İslâm rızıkta eşitliği esas alır ve bu nedenle devleti yönetenlere, varlık-sâhiplerine ve işverenlere, çalıştırdıkları insanlara, kendilerinin yiyip-içtiklerinin, kullanıp-tükettiklerinin aynısını vermelerini zorunlu kılmakta, bunun yapılmaması durumunda Rab’lerinin verdiği nîmetlerine nankörlük eden inkârcılar olacağını söylemektedir. Bu nedenle devleti yönetenler ve işverenler, kendilerinin yaşadıkları hayat standartlarını, çalışanlar için de öngörmek ve ona göre ücret vermekle mükelleftirler. Nitekim Resûlullah, çalışanların hakları konusunda şöyle buyurmaktadır: “Kimin elinin altında bir kardeşi bulunuyorsa, ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin; onlara kaldıramayacakları işleri yüklemesin, eğer yüklerseniz kendilerine yardım ediniz”.

Çalışanlar, alacakları ücretlerle, tıpkı yöneticileri ve patronları gibi bir hayat sürecek; onlar gibi yiyip-içecekler, onlar gibi tâtil yapıp dinleneceklerdir. Bu İslâm’ın olmazsa-olmaz emri ve işverenlerin gerçekten îman etmelerinin göstergesidir. Ücret ve hayat standartlarında adâleti sağlamayan işverenler yüce Allah’ın nîmetini inkâr etmiş, küfre girmişlerdir” der.

Bir de üretim-tüketim şunu söylüyorlar; “Narhı Allah koyar”. Tamam, narhı Allah koyar. Yağmur yağmaz yada fazla yağış olur, kuraklık olur, toprak kayar, doğal âfet olur vs. Allah narhı koyar. Burada sorun yok. Fakat Allah narhı sâdece garibanlar için mi koyar?. Bu narh sâdece fakirler için mi geçerlidir?. Çünkü duruma göre mal azalınca ve Allah narh koymuş olunca garibanlar o nîmetten mahrum kalıyor ama zenginleri için fark etmiyor ki!. Ne de olsa durumları müsâit, alıp yiyebiliyorlar ve narhtan etkilenmiyorlar. Eğer bir mal bir şekilde o yıl az üretilmişse, ürün az olmuşsa, herkes yâni hem zenginler hem de fakirler o maldan azar-azar tüketeceklerdir. Mal az diye fiyatların yükselmesiyle birlikte “fakirler o nîmetten aslâ faydalanamayacak fakat zenginler burunlarından gelircesine faydalanacak” demek değildir Allah’ın narhı koyması. Narh herkes içindir. Ne yâni; zenginlerin her zaman ve durumda bir maldan faydalanma hakları var da fakirlerin yok mu?. Yada neden yok?. Yoksa -hâşâ- Allah zenginleri çok seviyor da fakirlere gıcık mı oluyor?.

“Rızıkta eşitlik” ilkesine sâhip olan İslâm’da lüks olmaz, yoktur. Gerçek bir İslâm ülkesinde lüks mal hem yoktur hem de yasaktır. Zâten dînen de haram olarak görülür lüks tüketim. Bir mal lüks ise, demek ki büyük bir çoğunluk o mala ulaşamıyor, eeee, kime lüks ki o zaman?. Bir nîmetten her zaman sâdece belli bir kesimin faydalanması İslâm’da kabûl edil(e)mez. Zenginlerin, farklılıklarına meşrûiyet sağlamak için sarıldıkları bir hadis-rivâyet var: “Allah nîmetini kullarının üzerinde görmek ister” diyorlar. Fakat Allah, nîmetini tüm kullarının üzerinde görmek ister, sâdece “bâzı kullarının” üzerinde değil. Lüks demek isrâf demektir. Lüksün isrâf olmaktan çıkması için herkesin ona zorlanmadan ulaşabilmesi gerekir. Zâten o zaman ortada lüks diye bir şey kalmaz. Kur’ân isrâfı yasakladığı için lüksü de yasaklamıştır.

“İşte Rabbiniz olan Allah budur, mülk O’nundur. O’ndan başka ilah yoktur” (Zümer 6).

Lehül mülk=Mülk Allah’ındır. Öyleyse insanların ama özellikle de müslümanların, ellerindeki mülkün asıl sâhibi kendileri imiş gibi davranmaları yanlıştır, yasaktır. Kısa bir misâl verelim ve bir sonuca gidelim:

25 yaşında bir kişi, ustası olduğu alanda bir dükkan açmış olsun. Yanına da 12 yaşında bir çırak alsın ve bu çırağa asgarî ücret versin. Çırak olarak işe giren bu kişi ustasının yanında 40 yıl çalışsa da, usta yine dükkanın sâhibi oluyor ve yüksek kârı o alıyor. Bu-arada çırak, kalfa ve usta oluyor ve biraz daha fazla maaş alsa da yine “maaşlı işçi” olarak kalmaya devâm ediyor. İyi de 40 yıldır birlikte çalışıyorlar. Birlikte iş yapıyorlar. Gelen mal belli, yapılan iş belli, kazanç belli. İşi zâten birlikte yapıyorlar fakat işçi yine işçi maaşı alıyor, ama dükkan-sâhibi kârın büyük kısmını alıyor. Şimdi bu doğru bir şey mi?. Bunun kölelikten ne farkı var?. Çünkü aldığı maaş işçinin yeme-içmesine yâni geçinmesine ancan yeten bir paradır. Kölelerin de zâten yeme-içme-giyinme-barınma sorunları olmazdı. Efendilerinin yanında, yeme-içme-giyinme-barınmalarının karşılanması koşuluyla ölene kadar çalışırlardı. Efendiler, kölelerin bu ihtiyaçlarını -biraz da kendilerine laf gelmemesi ve îtibar için- seve-seve karşılarlardı. O hâlde birinin yanında uzun yıllar boyunca maaşlı işçi olarak çalışmak da kölelikten farklı değildir. İslâm, köleliği kaldırmak isteyen bir din olduğuna göre, böyle bir durumu kabûl etmesi imkânsızdır. Bu durumda İslâm ne önerir?. Ne yapılmalıdır?.

Dükkan-sâhibi usta, ya yanında çalışan kişiyi belli bir zaman sonra işine (dükkana değil) ortak edecek ve kazanç eşit olarak bölüşülecek; yada usta, yanında çalıştırdığı işçiye yardım edecek, destek olacak ve işçi de kendine bir dükkan açacaktır. Aksi-hâlde rızıkta eşitlik olmaz ve aradaki fark uçurumlaşır ve büyür gider. Patron her dâim patron olarak, işçi de işçi olarak kalır. Birazcık da olsa sermâyesi olmayanlar, her zaman işçi olarak kalmaya ve birilerinin yanında çalışmaya mecbûr ve mahkûm olurlar. Hâlbuki Allah Kur’ân’da bildirdiği gibi, eşitliğin sağlanmasını emrediyor:

“Allah rızıkta kiminizi kiminize üstün kıldı; üstün kılınanlar, rızıklarını ellerinin altında bulunanlara onda eşit olacak şekilde çevirip-verici değildirler. Şimdi Allah’ın nîmetini inkâr mı ediyorlar?” (Nâhl 71).

Aynı şey kirâ için de geçerli. Hiç-bir kirâcı, verdiği kirâyı sevinçle, gönül rahatlığıyla ve huzûr içinde vermez. Her zaman bir “kirâ sorunu” olur kirâcının. Bir-ay ne de çabuk geçiverir.. Kirâ zamânı ne de çabucak geliverir.. Ömür-boyu bitmeyen bir borcu vardır kirâcının. Öyle ki kirâ vermekten dolayı ev-sâhibi olma fırsatı da bulamaz. Ev-sâhibi olan bir kişi, meselâ 50 yıl boyunca kirâ alırken; bir kirâcı da 50 yıl boyunca kirâ verir ve bu durum genelde değişmez. Belki de ev-sâhibi ile kirâcı yan-yana oturuyordur. Hattâ belki de şöyle bir şey vardır: 25 yaşında evlenmiş birini düşünelim. Arsasını müteahhide verdiği için ona 2 dâire düşmüştür. İnşaat tamamlanınca da dâirenin birinde kendi oturuyor, diğerini de yine 25 yaşında yeni evlenmiş birine kirâya veriyor. Bir-süre sonra bunlar muhabbeti arttırmış olsun. İkisi de dîni konularda çok meraklı ve samîmi. Kanka oluyorlar ama kirâ veren kişi o evde meselâ 25 sene oturursa 25 sene boyunca aksatmadan kirâ veriyor, diğeri ise kirâ alıyor. Şimdi bu durum hoş bir durum mudur?. Burada da yapılması gereken şey; ev-sâhibi o kişiden, -kendi çocuklarının ihtiyaç duyacağı zamâna kadar- ya kirâ almayacak hattâ “fazla olan” evini ona bağışlayacak. Eşitlik ve adâlet ancak böyle sağlanabilir. Aksi-takdirde genelde kirâcının çocukları da kirâcı olur. Yâni bu kısır-döngü kişilerin ölümüne kadar uzar ve ondan sonra da aynı-durum çocuklarının hayatlarında da devâm eder ve bu böylece sürüp gider. Kirâ alan adamın oğlu da kirâ almaya devâm ederken; kirâ ödeyen adamın oğlu da kirâ ödemeye devâm eder durur. Tâ ki “İslâm’i bir devrim” olana kadar…

Yaklaşık 20 milyon hâne bulunan Türkiye’de halkın 1/4ü kirâda oturuyor. Yâni 5 milyon kişi kirâ ödüyor. 1,5 milyon hâne ise, kendi evi olmadığı hâlde kirâ ödemiyor ve yaklaşık 500 bin kişi de lojmanlarda kalıyor. Bu demektir ki 7 milyon kişinin evi yok. Hâne-halkı büyüklüğü yaklaşık 4 olan Türkiye’de âileleriyle birlikte kirâda oturanların sayısı yaklaşık 20-25 milyon kişi. Bir istatistiğe göre 12 yıl öncesine oranla kirâ geliri elde eden mükellef sayısı % 327 artmış. İhsan Eliaçık:

“Kirâ ve fâiz veren herkes sömürülüyordur” der.

Şunu da hatırlatalım ki; Kur’ân sınırı aşan zenginliğin karşısında olduğu gibi, fakirliğin de karşısındadır.

“Allah nîmetini kullarının üzerinde görmek ister” diyor peygamberimiz. “Tabî ki; Allah nîmetini kullarının üzerinde görmek ister. Fakat nîmetini “sâdece bâzı kullarının” üzerinde değil, tüm kullarının üzerinde görmek ister” diyoruz. Allah zâten nîmeti, insanlar onu eşit paylaşsınlar diye yaratmıştır. Kur’ân bunu emreder:

“Orada (yerde) onun üstünde sarsılmaz dağlar vâr etti, onda bereketler yarattı ve isteyip-arayanlar için eşit olmak üzere oradaki rızıkları dört günde takdir etti” (Fussilet 10).

Yine Peygamberimiz de bu konuda şöyle buyurmuştur: “Ellerinizin altındaki esirler âilenizin fertleri ve kardeşlerinizdir. Onları hâkimiyetinize veren Allah’tır. Allah kimin hâkimiyetine kardeşini vermişse yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin ve ağır işler yüklemesin, yükleyecekse de ona yardım etsin”. (Buhârî İman/22 babu’l-meâsı min emr’il-cahiliye).

Evet; biri yer biri bakar, kıyâmet ondan kopar. Bu tarz bir kıyâmeti önlemenin yolu, “rızıkta eşitlik”tir.  

En doğrusunu sâdece Allah bilir.

Hârûn Görmüş
Mayıs 2017


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder