“Sonunda emrimiz geldiğinde ve tandır feverân ettiği
zaman, dedik ki: ‘Her birinden ikişer çift (hayvan) ile aleyhlerinde söz geçmiş
olanlar dışında, âileni ve îman edenleri ona yükle’. Zâten onunla birlikte çok
azından başkası îman etmemişti” (Hûd
40).
Allah “Rahmân ve Rahim”dir.
Fakat aynı-zamanda adâletlidir de ve âlemi bir “oyun ve oyalanma olsun diye”
yaratmamıştır. Dünyâ bir imtihan alanıdır ve bu imtihanı onca yardıma ve rahmete
rağmen veremeyenler, Dünyâ’da azâba çarptırılacakları gibi, âhirette de ebedî
cehennemlik olurlar. Dünyâ’da Allah’ın gönderdiği peygamberlere, vahiylere, uyarıcılara
ve “yakın belâlar”a aldırmayanlar, en sonunda “sünnetullah gereği” “büyük azâp”a
yakalanırlar ve “son saat”ten sonra da âhirette işleri hiç de kolay olmaz. İşte
Dünyâ’da İslâm’a aldırış etmeyen, uyarıları dinlemeyen ve de bu nedenle zulmü bayraklaştıranların,
hem Kur’ân’ın çeşitli yerlerinde anlatılan, hem de çeşitli efsânelere konu
olmuş olan bir azap/helâk-şekli vardır. Bu yazıda anlatılan azap-şekli, “Nûh
Tûfânı” olarak bilinen “suyla gelen bir azap” şeklidir.
Bu tûfân olayından çeşitli
dersler almak yerine, genelde tûfânın büyüklüğü ve her-yeri
kaplayıp-kaplamadığı tartışmaları yapılıp durulur. Birileri; “sâdece belirli
bir bölgeyi yâni Nûh Kavmi’nin yaşadığı yeri kapsıyordu” derken, diğerleri ise;
“hayır, tüm Dünyâ’yı kapsıyordu” derler. Bu konuda pozitif düşünceye sâhip olan
modern bilimsel araştırmalar bile yapılır ve bâzı farklı sonuçlara varılır.
Aslında kıssanın anlattığı
şey, tûfânın büyüklüğü ve kapsama alanı değildir. “1.000 seneden 50 yıl eksik”
yâni 950 yıl boyunca bir peygamberin, toplumuna sürekli olarak çeşitli
şekillerde tebliğde bulunarak onları İslâm’a dâvet etmesi, bu uğurda her yolu
denemesi, fakat sonunda küçük bir azınlık dışında ona îman eden olmaması ve en
sonunda da “sünnetullahın tezâhür etmesi” anlatılıyor. Yâni bir tebliğ ve dâvet
yolunda olan kararlılık, azim ve sebattır asıl konu. Anlatılan şey, dâvetin
metodu, îman ve kararlılıktır. Yine; “Allah’a olan güven”dir. Zîrâ “karada”
gemi yapılmaktadır. “Allah’a îman edip O’nun emrinin gereği olarak karada
gemiyi yaparsanız, Allah suyu ayağınıza getirir” denmek isteniyor. Îmânın ve
görevin hakkını vermekten bahsediyor kıssa. Bu konuda hakkı verilerek yapılmış
tefsirler, kitaplar ve sohbetler vardır ve Hz. Nûh’un mücâhede ve mücâdelesi
Kur’ân-merkezli olarak bu kaynaklardan öğrenilebilir. Bu tûfândan alınacak
ana-ders herhâlde şudur: “Nûh tûfânı, alt-yapı eksikliğinden dolayı olmadı” ve
“Îman ve güven varsa korkmayın, Allah sizinledir”.
Tâğutların hüküm sürdüğü
yâni “tuğyân” olan her-yerde aslında bir “tûfân” da var demektir ve orada
hâli-hazırda “tandır” kaynamaktadır. Bu nedenle tuğyânın sonu hem Dünyâ’da hem
de âhirette “acı azap”tır.
Nûh Tûfânı’nın tüm Dünyâ’da
mı yoksa bölgesel mi olduğu konusu îmâni bir konu değildir. Peki bu tûfânın
büyüklüğü nedir?. Tüm Dünyâ’yı mı yoka sâdece Hz. Nûh’un kavminin yaşadığı
belirli bir bölgeyi mi kapsamıştır?. Bu yazıda bunu tartışmak istiyoruz..
“(Gemi) Onlarla dağlar gibi dalga(lar) içinde
yüzüyorken Nûh, bir kenara çekilmiş olan oğluna seslendi: ‘Ey oğlum, bizimle
birlikte bin ve kâfirlerle birlikte olma’. (Oğlu) Dedi ki: ‘Ben bir dağa
sığınacağım, o beni sudan korur’. Dedi ki: ‘Bugün Allah’ın emrinden, esirgeyen
olan (Allah)dan başka bir koruyucu yoktur’. Ve ikisinin arasına dalga girdi,
böylece o da boğulanlardan oldu. Denildi ki: ‘Ey yer, suyunu yut ve ey gök, sen
de tut’. Su çekildi, iş bitiriliverdi, (gemi de) Cudi (dağı) üstünde durdu ve
zâlimler topluluğuna da: ‘Uzak olsunlar’ denildi” (Hûd 42-44).
Tandırın kaynamasıyla yâni
suların yerden ve gökten çağlamasıyla oluşan taşma, âyetin söylediği gibi; gemi
dalgalar hâlinde yol aldığına göre a-normâl bir su-taşmasıdır. Hattâ Hz. Nûh,
ona îman etmeyip gemiye binmeyen oğluna “gel gemiye bin” dediğinde, oğlu; “yok,
ben bir dağa sığınacağım, o beni sudan korur” diyor ama o anda su onu dağla
birlikte içine alıyor. Çünkü suyun şiddeti ve yüksekliği öylesine çoktur ki, Hz.
Nûh; “Bugün Allah’ın emrinden, esirgeyen olan (Allah)dan başka bir koruyucu
yoktur” diyor. Demek ki Hz. Nûh’un oğlu dağa çıksa bile kurtulamayacaktı, çünkü
sular dağlar boyunca yükselmişti-yükselmekteydi. Dağlar seviyesinde yükselen
suyun, sâdece Nûh Kavmi’nin yaşadığı bölgede olduğunu düşünmek çok akıllıca değildir.
Sular dağlar gibi yükselmiştir. “Allah’tan başka koruyucunun olmadığı” da
söylendiğine göre, sığınılacak kuru-kara bir yer kalmamıştır. Hattâ gemi
günlerce yol almasına rağmen -rivâyetlere söylendiği gibi- ancak 40 gün sonra
demir atabileceği bir yer bulduğuna göre, su çok-çok yüksektir ve tüm Dünyâ’yı
kuşatmıştır. Suyun, “sâdece yüksek dağların zirvelerinin açıkta kalacak kadar”
yükselmesi, tûfânın tüm Dünyâ’yı kapladığının bir delîlidir. Zâten gemi de bir
dağın üstüne oturmuştur. Âyetten, geminin, dağın yüksekçe bir yerine konmuş
olduğunu anlıyoruz. Hattâ bu, “su çekildikten sonra” olmuştur. Yâni “sular
çekildikten sonra” dağ belirmiş ve gemi oraya konabilmiştir. “Cudi” “dağ” demektir:
“Bir de: ‘Ey yer, suyunu yut ve ey gök, sende açıl!’
denildi; su çekildi, iş bitirildi, gemi Cudi üzerinde durdu ve bu zâlim
topluluğa: ‘defolun!’ denilmişti” (Hûd
44).
“Gerçek şu ki, su
taştığı zaman, o gemide biz sizi taşıdık; Öyle ki, onu sizlere bir ibret
(hatırlatma ve öğüt) kılalım. ‘Gerçeği belleyip kavrayabilen’ kullar onu
belleyip-kavrasın” (Hâkka 11-12).
Âyette bahsedilen suyun
taşması, suyun “her-şeyden taşması”, “her-şeyi aşması”dır. Yoksa her zaman olan
bildiğimiz-gördüğümüz taşkınlar “ibret olacak” cinsten değildirler.
“Nûh ‘Rabbim, yeryüzünde kâfirlerden yurt edinen hiç
kimseyi bırakma’ dedi. ‘Çünkü Sen onları bırakacak olursan, Senin kullarını
şaşırtıp-saptırırlar ve onlar, kötülükte sınırı aşan (fâcir’den) kâfirden
başkasını doğurmazlar” (Nûh 26-27).
Hz. Nûh’un, “yeryüzünde kâfirlerden
birini bile bırakma” diye bedduâ etmesi ve sonraki yaşananlardan o bedduânın
tuttuğunu anlayabiliriz. Çünkü Hz. Nûh bu bedduâyı, olayın çok-çok büyük,
olağan-üstü durum ve tüm yeryüzünü kapsayan bir olay olduğunu anladığından
etmiştir. Kâfirlerden birinin bile bırakılmaması, gemidekiler hâricindeki tüm
insanların ölmesi anlamına geliyor. Çünkü Hz. Nûh; “kavmimdeki
kâfirlerden birini bile bırakma” demiyor; “yeryüzünde kâfirlerden birini
bile bırakma” diyor. “Çünkü kâfirler yine kâfirler doğurup çoğalırlar ve
böylece yeryüzü yeniden ifsâd olur” diyor. Buradan; tûfândan sonra yeryüzünde
hiç kâfir kalmayacağını anlıyoruz, çünkü gemide hiç kâfir yoktur. Dolayısı ile tûfân
ile birlikte yeryüzündeki tüm kâfirler yok olmuş ve bir gemi-dolusu mü’min
kalmıştır sâdece.
“Yalnız o’nun zürriyetini
kalıcılar yaptık (onlardan başka hepsini helâk ettik)” (Sâffât 77).
Âyet, “insanlardan geriye
bakiye olarak sâdece Nûh’un Gemisi’nde olanlar kaldı” diyor. Bu da Tûfân’ın tüm
Dünyâ’da olduğunu gösterir.
Tevrat’ta da Nûh Tûfânı’nın
Dünyâ-çapında olduğu şöyle anlatılır:
“Yeryüzünde tûfân olduğu zaman Nûh altı yüz
yaşındaydı. Tûfân başlamadan önce Nûh gemiye
girdi; kendisiyle berâber oğulları, karısı ve gelinleri de girdi. Temiz olan ve
olmayan her hayvandan, uçan kanatlılardan ve yer üzerindeki diğer tüm
hayvanlardan, erkek ve dişi olarak ikişer-ikişer, tıpkı Tanrı’nın Nûh’a
söylediği gibi, gemiye, Nûh’un yanına geldi. Yedi gün sonra tûfân suları
yeryüzüne yağmaya başladı. Nûh’un yaşamının altı yüzüncü yılında, ikinci ayda, ayın on
yedinci gününde, işte o gün derin suların tüm kaynakları yarıldı ve göklerin
bentleri açıldı. Şiddetli yağmur kırk gün kırk gece devâm etti. Tam o gün
Nûh’la birlikte oğulları Sam, Ham, Yafet, karısı ve üç gelini gemiye girdi.
Onların yanı-sıra, her cins yaban hayvanı, her cins evcil hayvan, topraktaki
her cins hayvan ve her cins kanatlı, her cins kuş da gemiye girdi.
Hayat-kuvvetine sâhip her tür canlı ikişer-ikişer Nûh’un yanına gelip gemiye
girdi. Tam Tanrı’nın Nûh’a söylediği gibi, her tür canlı, erkek ve dişi olarak
gemiye girdi. Sonra Yehova, Nûh’un ardından kapıyı kapattı.
Tûfân
yeryüzünde kırk gün devâm etti. Sular sürekli yükseldi ve gemiyi kaldırmaya
başladı. Artık gemi yerden çok yüksekte, suların üzerinde yüzüyordu. Sular
yeryüzünü kapladı ve çoğaldıkça çoğaldı; gemi ise suların üstünde yüzüyordu.
Sular yeryüzünü öylesine kapladı ki, gökler altındaki tüm yüksek dağları örttü;
dağları on beş arşın kadar aştı, dağlar sular altında kaldı. Dolayısıyla, uçan
kanatlılar, yeryüzündeki evcil hayvanlar, yaban hayvanları, küçük kara
hayvanları ve tüm insanlar öldü; yeryüzünde yaşayan tüm canlılar yok oldu.
Burnunda hayat nefesi olan her varlık, karada yaşayan her canlı öldü. Böylece
Tanrı toprak üzerinde insandan hayvana, göklerde uçan kanatlılara, diğer canlılara
dek her-şeyi yok etti; hepsi yeryüzünden silinip gitti. Sâdece Nûh ve onunla
birlikte gemide olanlar hayatta kaldı. Yeryüzü yüz elli gün boyunca sular
altındaydı” (Tekvin 7: 6-24).
“Sonra
Tanrı Nûh’u, gemide onunla birlikte bulunan tüm yaban hayvanlarını ve evcil
hayvanları andı; yeryüzünde bir rüzgâr estirdi, sular alçalmaya başladı. Derin
suların kaynakları ve göklerin bentleri kapandı; böylece göklerden yağan
şiddetli yağmur dindi. Yeryüzünde sular çekilmeye, giderek alçalmaya başladı,
yüz elli gün sonra da iyice azaldı. Yedinci ayda, ayın on yedinci gününde gemi
Ararat tepeleri üzerine oturdu. Sular onuncu aya dek alçalmaya devam etti.
Onuncu ayda, ayın birinci günü dağların tepeleri göründü.
Kırk gün
sonra Nûh gemide kendisinin yapmış olduğu pencereyi açtı. Ve dışarıya bir
kuzgun gönderdi; kuzgun uçup durdu ve sular yeryüzünde kuruyuncaya dek
gidip-gelmeye devam etti. Daha sonra Nûh bir güvercin göndererek, suların
toprağın üzerinden çekilip çekilmediğini öğrenmek istedi. Güvercin ayak basacak
bir yer bulamadı ve Nûh’un yanına gemiye geri döndü, çünkü tüm yeryüzü hâlâ
sularla kaplıydı. Nûh elini uzatıp onu tuttu ve yanına, gemiye aldı. Yedi gün
daha bekleyip güvercini tekrar gönderdi. Güvercin akşam vakti gagasında yeni
kopmuş bir zeytin yaprağıyla Nûh’un yanına geldi; böylece Nûh suların topraktan
çekilmiş olduğunu anladı. Bir yedi gün daha bekleyip güvercini yine gönderdi,
fakat güvercin artık Nûh’un yanına dönmedi. Altı yüz birinci yılda, birinci
ayda, ayın birinci günü, sular yeryüzünden çekilmişti. Nûh geminin üzerindeki
kapağı kaldırdı ve toprağın yüzünün kuru olduğunu gördü. İkinci ayın yirmi
yedinci günü geldiğinde toprak tamamen kurumuştu. Tanrı Nûh’a şunları dedi:
Karın, oğulların ve gelinlerinle birlikte gemiden çık. Yanındaki her tür canlıyı;
uçan kanatlıları, evcil hayvanları ve toprakta yaşayan diğer tüm hayvanları
dışarı çıkar. Üreyip çoğalsınlar, yeryüzünü doldursunlar” (Tekvin 8: 1-15).
Tûfânın tüm yeryüzünü
kapsadığını düşünmemizin bir nedeni de; îman etmeyen ve azap hak olmuş kavimlerden
sünnetullah gereği olarak sâdece mü’minlerin kurtarılması, “peygamberlerin ve
onlara îman etmiş olanların, azâba uğratılacak o kavimden ve bölgeden çıkarılıp
kurtarılması” durumu vardır ki, bu kurtuluş, onların o bölgeden ayrılmaları ile
oluyor. Kur’ân boyunca bu ayrılma, azap bölgesinden yürüyerek yada “at-eşek-develerle
ayrılmak” şeklinde olmuştur. Meselâ Hz. İbrâhim ateşten ve kâfir kavimden, “oradan
ayrılarak” uzaklaşmıştır:
“Dediler ki: “Onun için (yüksekçe) bir binâ inşâ edin
de onu çılgınca yanan ateşin içine atın”. Böylelikle ona bir tuzak hazırlamak
istediler. Oysa biz, onları alçaltılmışlar kıldık. (İbrâhim) Dedi ki: “Şüphesiz
ben, Rabbime gidiciyim; O, beni hidâyete erdirecektir” (Sâffât 97-99).
Bu-arada şunu da söyleyelim
ki; “Hz. İbrâhim’in ateşte yanmaması, oradan ayrılması” demektir. Kavminden ve
o yerden ayrılınca “ateş yakmamış” oluyor. (Allâh-u âlem).
Yine; Hz. Lût da aynı
şekilde kurtarılmıştır:
“(Elçiler) dediler ki: ‘Ey Lût, biz Rabbinin
elçileriyiz. Onlar sana kesin olarak ulaşamazlar. Gecenin bir parçasında âilenle
birlikte yürü (yola çık). Sakın, hiç-biriniz dönüp arkasına bakmasın; fakat
karın başka. Çünkü onlara isâbet edecek olan (azap), ona da isâbet edecektir.
Onlara vaâdolunan (azab) sabah vaktidir. Sabah yakın değil mi?. Böylece emrimiz
geldiği zaman, üstünü altına çevirdik ve üzerlerine balçıktan pişirilmiş, istif
edilmiş taşlar yağdırdık” (Hûd 81-82).
İşte Hz. Lût da, sabah
erkenden kavminden ve o bölgeden ayrılarak ve uzaklaşarak o acı azaptan
kurtulmuştur. Fakat Hz. Nûh’a gelince iş değişmiş, ona; “bırak o kavmi, sana
inananlarla birlikte ayrıl o bölgeden de şuraya git” gibi bir şey denmemiştir.
Zîrâ gelecek azap tüm Dünyâ’yı kapsayacaktır ve bu nedenle gidilecek bir yer
yoktur. Yürüyerek ve bineklerle gidilebilecek kuru-kara bir yer olmayacaktır.
Dolayısı ile Allah o’na azaptan önce hem “imtihan” için hem de “kurtuluş” için bir
gemi yapmasını söyler ve azap sırasında da gemiye binmesini ister. Çünkü başka
alternatif yoktur. Yürüyerek yada bineklerle gidiverecek bir yer yoktur,
olmayacaktır. Sular gökten ve yerden fışkırmış ve tüm yeryüzü sular altında
kalmıştır. Ancak “gemiyle kurtuluş” söz-konusudur. Meselâ şimdi de bir
peygamber olsa ve benzer bir azap gelecek olsa, herhâlde bir gemiye yada
hava-taşıtına binerek kurtulmamızı emrederdi Allah. “Gemi”den başka bir
seçeneğin olmaması, yeryüzünde, “uzaklaşılıp gidilecek kuru bir yerin olmaması”
anlamına gelir.
Yine tûfânın tüm yeryüzünü
kapsadığının delillerinden birisi de, Dünyâ’da tüm toplumların bir tûfân hikayesi
olmasıdır. Gılgamış Destânı gibi: “Yerin dibindeki suyun kaynağını görenin
öyküsünü dinle, yurdum” diye başlar destan. Tüm toplumlarda böyle bir tûfân
hikâyesinin olmasının nedeni, tüm insanların, o gemidekilerin soyları olmasıdır.
Tabi, tûfânın sâdece belirli bir bölgede olması ve gemiyle birlikte
kurtulanların, geminin oturduğu bölgeden zamanla Dünyâ’ya yayılan insanların
böyle bir bilgiye-destâna sâhip olarak Dünyâ’nın çeşitli yerlerine dağılmış olmaları
da söz-konusudur.
Nûh Tûfânı’nın tüm dünyâ
tarafından bilinmesinin bir nedeni de, tüm kavimlere gönderilen peygamberlerin
bu tûfânı kendilerine gelen vahiyle insanlara duyurmasıdır. Yoksa birbirlerine
uzak kavimlerin bunu öğrenebilmesi zor olurdu.
Çatalhöyük’te ve deniz ile
hiç ilgisi bulunmayan bir-çok noktada bulunan deniz kabukları, bâzı ticâri
nedenlerle oraya ulaşmış olabilse de, Nûh Tûfânı’nın Dünyâ-çapında olduğunu kanıtlarından
biri olabilir.
Nûh Tûfânı’nın yaşandığı 6.500
yıl önce Dünyâ karalarının bu kadar geniş olmadığını, zamânında deniz olan
yerlerin şimdilerde ova ve yerleşim yerleri olmasından anlayabiliriz. Meselâ 2.000
sene önce Menemen Ovası’nın deniz olduğu söylenir. Alivyonlar nedeniyle zamanla
dolmuş. Yine Efes Kenti, zamânında bir liman kentiydi ama şu-anda denize 9 km.
uzaklıktadır. Bir yazıda: “Selçuk’daki Antik Efes kenti târih içinde üç kez
deniz kenarına kuruldu. Ancak Küçük Menderes’in taşıdığı alüvyonların
doldurması sonucu bugün denizden neredeyse 9 kilometre içeride kaldı. Antik
dönemin en önemli liman kenti sayılan ve zenginliği buna bağlı olan Efes’i
denizle buluşturmak için şimdi turistik amaçlı bir kanal açılması planlanıyor” denir.
Yine Söke Ovası’nda zamânında
bir deniz savaşı (Lade Deniz Muhâberesi) yapıldığından bahsedilir.
Belki de o-anda Dünyâ’nın
yanından bir kuyruklu yıldız geçmişti ve atmosfer sürtünmesi ile kuyruklu
yıldızın buzları eriyip su hâline gelmişti. Yine; o sırada oluşmuş olan çok
büyük bir tsunami de tûfânı desteklemiş ve olayı tetikleyip büyütmüş olabilir.
Spontane (hesapsız) gelişen şeyleri çok da fazla bilemeyiz.
Bâzı yorumlara göre de, o
kadar suyun kaynağı, yaşanan son buzul çağıdır. Hz. Nûh’un yaşadığı zaman, son
buzul çağının yaşandığı zamandır. Eriyen buzulların sonucunda açığa çıkan su, tüm
Dünyâ’nın sular altında kalmasına yardım etmiştir.
Dünyâ’ya her sene aynı
miktarda su yağmur olarak yağar. Hesaplamalara göre Dünyâ’ya her sâniye 16-17
milyon ton su yağmur olarak yağar. Böylelikle Dünyâ’da senede 500 trilyon tonun
üzerinde yağmur yağabilmektedir.
2.114 metre yükseklikteki
bir dağın (Cudi) tepesinde bir yere “ancak sular çekildikten sonra” konabilen
bir gemi var: “Su çekildi, iş bitirildi,
gemi Cudi üzerinde durdu”. Sular bu yüksekliğe kadar çıktığı için, tûfânın
sâdece küçük bir bölgede meydana geldiğini söylemek mantık-dışıdır. Üstelik
Cudi’nin bulunduğu Şırnak ilinin rakımı 1.650 metredir.
Tûfân’ın bölgesel olduğunu
kabûl edenler, tûfân’ın olduğu bölgenin genişliğinin
Hesaplara göre, Antarktika,
Kuzey Kutbu buzulları ve diğer buzullarda 24.062.000 kilometreküp su donmuş
durumda. Bu rakam Dünyâ’daki yer-altı sularının toplamından daha fazladır.
Okyanus ve denizlerdeki toplam su ise 1 milyar 338 milyon kilometreküptür.
Dünyâ’nın %70’i sudur ama bu
su sâdece sıvı hâldeki sudur. Bir de buz hâlinde ve buhar hâlinde olan su
vardır. Ayrıca yer-altı suları da vardır ki tüm Dünyâ’yı kapsar. Denizlerin,
göllerin, okyanusların, yer-altı sularının, gökteki buhar hâlindeki suların
tamâmının birleşmesi, Dünyâ’nın tamâmını sular altında bırakmıştır. Su, katı-sıvı
-gaz bütün hâlleriyle birleşmiş ve Tûfân’ı meydana getirmiştir. Glasierler de
(dağlardaki temel su kaynağımız olan buz ve kardan oluşan dev tabakalar) büyük
su hacmine sâhiptir. Bunların bir etkenden dolayı erimesi de Dünyâ’nın tümden
sular altında kalmasına etki etmiş olabilir.
Ölçümlere göre, Dünyâ’nın
her yerinden, en fazla 15 km. derine kazılarak inilebiliyor ve bu derinlikten
sonra “su”dan başka bir şey bulunmuyor. Demek ki tûfân sırasında çıkan suyun en
az yarısı da buradan geliyor. Buna göre, aynı yada benzer bir tûfân yine olabilecektir.
Zâten sosyoloji kuralına göre (aslında Allah’ın yasası yâni sünnetullaha göre)
şunu söyler: “Bir kere olan bir kere daha olur-olabilir”.
Şöyle bir yarım saat süren
sağanak yağış bile evleri ve caddeleri su altında bırakırken; Nûh Tûfânı’nda yerden
ve gökten a-normâl bir şekilde boşalan suların tüm Dünyâ’yı sular altında
bırakması çok da şaşılacak bir şey değildir.
“Kartopu
Dünyâ” diye bir dönemden bahsedilir. Kartopu Dünyâ hipotezi, 650 milyon yıl
önce gerçekleşen bir buzul çağında, tüm Dünyâ yüzünün en az bir defâ olmak üzere,
tamâmen yada neredeyse bütünüyle buz tabakalarıyla örtülüp donduğunu ve bir
kartopuna dönüştürdüğünü öne sürer. Başka bir teoride; “günümüzden yaklaşık 2.5
milyon yıl önce pleistosen döneminde başlayan buzul çağları bundan yaklaşık
10.000 veya 14.000 yıl önce sona ermiş ve içinde bulunduğumuz Holosen Çağı
başlamıştır” denir. Bu dönemlerde Dünyâ yüzdeyüz buzlar altında kalmamış olsa
da, büyük oranda buzlar altında kalmıştır. Biz tabi böyle bir dönemin varlığını
kabûl etmiyoruz ama, bu dönemleri kabûl edip de aynı-zamanda Nûh Tûfânı’nın
yerel olduğunu ve tüm Dünyâ’nın sular altında kalmasının imkânsız olduğunu,
çünkü tüm Dünyâ’yı kaplayacak kadar çok suyun bulunmadığını söyleyenler var.
Fakat bir zamanlar neredeyse bütün Dünyâ buz hâlinde idiyse, o hâlde “bir
zamanlar bütün Dünyâ’yı suların kaplamış” olmasına o kadar da şaşmamak gerekir.
Bütün Dünyâ’yı buzlar kaplayabiliyorsa, tüm Dünyâ’yı suların da kaplayabilir olması
mümkün olur. “Buzdan küre” olabiliyorsa “sudan küre” de olabilir.
Bir de şu soruları sormak
gerekir ki; Tûfân’dan sonra o özel bölgede biriken çok büyük kitleli suya ne
olmuştur?. Neden şu-anda orada çok büyük bir göl yada bir deniz yok?. Tûfân’ın
gerçekleştiği bölge neden bir göl yada deniz değil?. Dağlar gibi dalgalar
oluşturabilecek büyüklükte biriken suyun, Tûfân’dan sonra yok olup gitmesi
mümkün olmadığına göre, o su nereye gitmiştir?.
Nuh’un Gemisi’nde taşınanlardan
başka, Dünyâ’nın çeşitli yerlerinde de insanlar bulunuyordu ise ve onlar, Tûfân
bölgesel olduğundan dolayı kurtuldularsa, ileriki zamanlarda onların içinden
neden hiç uyarıcı çıkmamış ve bu uyarıcılar Kur’ân’da yer almamış?. Çünkü
Kur’ân’da isimleri yer alan peygamberler, “Gemi’de taşınanlar”ın soyundandır:
“İşte bunlar; kendilerine Allah’ın nimet verdiği
peygamberlerdendir; Adem’in soyundan, Nûh ile birlikte taşıdıklarımızdan,
İbrâhim ve İsrâil (Yâkup)in soyundan, doğru yola eriştirdiklerimizden ve
seçtiklerimizdendirler. Onlara Rahmânın âyetleri okunduğunda, ağlayarak secdeye
kapanırlar” (Meryem 58).
Neden Kur’ân’da isimleri
geçen peygamberler, hep Nûh’un gemisinde taşınanların soyundan gelmiştir?.
Tûfân’dan sonra Dünyâ’da başka insan nesli kalmamış olduğundan olabilir mi?.
Tûfân’ın tüm Dünyâ’yı
etkilemesi “dolaylı” yöndendir. Sular taşınca tüm Dünyâ’yı sarmıştır. Yoksa
bomboş yerlerin de sular altında kalmasının bir anlamı yoktur. Belki de
Dünyâ’daki tüm sular sâdece, Nûh Kavmi’ni boğmak için taştılar da Dünyâ’nın
tamâmı böylece sular altında kaldı. Zâten tüm Dünyâ sular altında kaldığından,
Tûfân’ın gerçekleştiği yerdeki suların akıp kaçacağı yer yoktu.
Her-şeyin en doğrusunu tabî ki de Allah
bilir. Bu nedenle mûcizevi bir olay olan Nûh Tûfânı hakkında bu yazıda
yazılanlar kesin değildir. Bu konudaki diğer görüşler de kesin değildir zâten.
Benim için Tûfân’ın Dünyâ-çapında olduğu düşüncesinin en büyük açmazı,
hayvanların durumudur. Nûh Tûfânı’nın tüm Dünyâ’yı kapsadığını düşündüğümüzde,
hayvanların bir-çoğunun hayâtiyetlerini nasıl devâm ettirdiği hakkında bâzı
fikirlerim olsa da, buna iknâ edici bir cevap veremiyorum. Fakat bu sorun,
Tûfân’ın lokâl olarak yaşandığı düşünüldüğünde de geçerlidir.
Hz. Nûh’un, gemiye sâdece
evcil hayvanları aldığını kabûl ettiğimizde (çünkü tüm hayvan çiftlerini alması
imkânsızdır), bunu da sorgulamak lâzım. Çünkü eğer Tûfân tüm Dünyâ’da olmadıysa
ve Dünyâ’nın farklı yerlerinde de insanlar yaşıyorsa, doğal olarak oralarda da
evcil hayvanlar bulunuyor olacaktır. O hâlde gemiye niçin evcil hayvanları
alması gereksin ki?. Zîrâ dediğimiz
gibi; Tûfân tüm Dünyâ’da olmadıysa Dünyâ’nın başka yerlerinde yaşamlar devâm
etmektedir ve oralarda tarım ve hayvancılık yapılmakta ve büyük ve küçük baş
hayvanlar bulunmaktadır. O nedenle gemiye hayvan yerine para ve bol şekilde
yiyecek-içecek alması yeterli olurdu. Böyle yapmamıştır, zîrâ Nûh Tûfânı tüm
Dünyâ’yı kapsamıştır ve bu nedenle de geminin demir atacağı yerde
yiyecek-içecek ve evcil (yada evcilleşmemiş) hayvan bulunamayacaktır. En
azından bir süre boyunca hayvan bulamayacaklardır.
Peki niçin diğer kavimler “tüm
Dünyâ’nın yok edilmesi” şeklinde değil de kendilerine has bir azapla cezâlandırılırken
Nûh Kavmi küresel bir azapla azaplandırıldı?. Çünkü Nûh Kavmi diğerlerine göre
çok daha azgındı. Suçun-günahın derecesi cezânın-azâbın şiddetini de belirler:
“Doğrusu, önce gelen Ad
(halkın)ı O yıkıma uğrattı. Semud’u da. Böylelikle (o halklardan kimseyi)
bırakmadı. Daha önce Nûh Kavmi’ni de. Çünkü onlar, daha zâlim ve daha azgındılar” (Necm 50-52).
Nûh Tûfânı aslında bilim ile
açıklanamayacak mûcizevi bir olaydır. Bu nedenle bilim, olay hakkında bâzı
şeyler söyleyebilse de, net bir açıklama yapamaz. Zîrâ mûcizenin belgesi olmaz:
“Sizden öncekilerin haberi size gelmedi mi?. Nûh, Âd
ve Semûd kavimlerinin ve onlardan sonra gelenlerin (uğradıkları felâketin
gerçek mâhiyetini) Allah’tan başka kimse bilmez…” (İbrâhim 9).
Bu nedenle; olan şey şudur: Gökyüzünün
sularıyla yeryüzünün suları birleşince, Dünyâ’nın tamâmı sular altında kalmıştır.
Tuğyân ayyuka
çıktığında azap kaçınılmazdır. Azap, tuğyânın ve tebliğ-dâvetin şiddeti
oranında olur. Günümüzde tuğyânın bu kadar yaygınlaşmasına rağmen bir azâbın meydana
gelmemesinin nedeni, tebliğci ve dâvetçilerin olmaması yada yeterli oranda tebliğ
ve dâvetin yapılmamasıdır. Yeterli tebliğ ve dâvet yapıldığında, ya insanlar o dâveti
kabûl edip tuğyândan-şirkten vazgeçip İslâm’a dönecekler, yada günümüze-has bir
azapla Dünyâ’ya yeniden “yeni bir format” atılacaktır.
En
doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ekim 2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder