“Size ne
oluyor ki, Allah yolunda ve: ‘Rabbimiz, bizi halkı zâlim olan bu ülkeden çıkar,
bize katından bir veli (koruyucu sâhib) gönder, bize katından bir yardım eden yolla’
diyen erkekler, kadınlar ve çocuklardan zayıf bırakılmışlar adına
savaşmıyorsunuz?” (Nîsâ 75).
Bir zamanlar Dünyâ’ya hâkim iken, daha sonra o hâkimiyeti
kaybeden toplumların insanları, eski iyi ve üstün zamanlarına kıyasla mevcut
kötü durumlarının çok kötü ve içler-acısı olduğunu görünce ve yeni sistemi
değiştirecek gücü ve dirâyeti de kendilerinde bulamayınca, hemen bir kahramânın
hayâlini kurmaya başlarlar. Zâten en çok da böyle toplumların halkları kahramân
bekleyen insanlardır. Bu bağlamda; çeşitli kişilerden, ideolojilerden,
fikirlerden ve hattâ doğa olaylarından bile medet umarlar. Zîrâ dediğimiz gibi,
kendisinden başlatacağı “yeniden diriliş süreci” için hem kendisinde o gücü
bulamaz, hem de korkar. Zîrâ o “yüksekten” düşmüştür. İstediği şey yeniden o
eski günler gibi bir hâkimiyettir. İstediği bu hâkimiyet doğru ve meşrû bir
istektir fakat buna ulaşmak için izlediği yol ve seçtiği kişiler doğru
değildir.
Bir de “yenilginin ve düşmenin” ardından yeniden “öze
dönüş ve hakimiyet”i sağlamaya dönmeyi deneyenler olmuştur fakat başarılı
olamamışlar, daha doğrusu kesin bir sonuca ulaşamamışlardır. Bu nedenle de insanlarda;
“artık eskisi gibi olmayacak” düşüncesi belirginleşir. Bu düşünceyi
lâik-seküler ideolojiler de destekler tabi. İnsanlarda; “olmadı, sil baştan yapalım”
düşüncesi çok ağır geldiğinden, “bir kahramân olsa da o yapsa” düşüncesi ve
isteği oluşur. Çünkü düşünür, düşünür, ama bir çâre bulamaz. Ne yaparsa-yapsın
değişen bir şey olmamaktadır ve zamanla işler daha da kötüye gitmektedir. Tek
çıkar-yol bir kahramândır. Zâten târih boyunca da toplumları hâkim kılanlar
kahramânlar değil midir?.
Fakat gerçek bir kahramân olmadığında, “koyunun
olmadığı yerde keçiye Abdurrahman Çelebi derler” misâli, sahte kahramanlar ortalıkta
cirit atar. Siyâsi lîderler, yazarlar, askerler, dizi oyuncuları, sporcular ve
hattâ komedyenler bile kahramân gibi görülebilirler. Artık insanlar, onurlarını
kurtaracak kişileri değil de, kendilerini eğlendirenleri ve “gazlarını alanları”
kahramân olarak görmeye başlarlar. Böylece bu kişiler gözlerde büyütülür ve
hattâ ilahlaştırılırlar. Onlara Allah’ın neredeyse bütün vasıfları yüklenir.
Kur’ân’da bahsedilen; Vedd, Suva, Yeğus, Yeuk gibi
putlar, eski zamanda yaşamış kahramanlardı. Kimisi askerî, kimisi dînî, kimisi
de siyâsi kişilerdi. Bu kahramanlar putlaştırıldı daha sonra. Onlara aynen
günümüzdeki ve tüm zamanlardaki gibi ilâhi vasıflar yüklendi. Sonra da başlandı
tapılmaya. Bu durum günümüzde de devâm etmektedir. Her milletin putlaştırmış
olduğu bir kahramânı vardır. Türkiye’de bir kahramân vardır ve biz bir kahramânın(!)
ilkelerine mahkûmuz. O ilkelere aykırı düşünce üretmemiz bile yasaktır. İyi de
bu bir zulüm değil mi?. Kahramanlar toplumlarını esir mi alırlar?.
Yenilgi-yenilgi ezilen ve esir olan toplumlar, mahkûmiyetlerini
özgürlük zannetmeye, diktatörleri kahramân zannetmeye başlarlar. Bu, ezikliğin
vermiş olduğu bir sonuçtur. Bu sözde kahramanlar öyle şeyler söyler ki, neredeyse
hiç kimse onların bu sözlerini sorgulamayı, eleştirmeyi ve onlara îtirâz etmeyi
düşün(e)mezler bile. Bu dînî alanda da böyledir. Mürîdin şeyhini eleştirmesi..
Allah korusun, olacak iş değildir. Çünkü diğer kahramanlar gibi şeyhini
kahramân olarak görenler de, onu bırakın eleştirip îtirâz etmeyi, direkt olarak
yüzlerine bile bakamazlar. Zîrâ onlar “seçilmiş” ve “kahramân”dırlar.
Sahte kahramanlar tarafından mankurtlaştırılmış
kişiler, bu sözde kahramanların küresel güçlere sürekli verdikleri tâvizlerin,
takıyye ve bir plân dâhilinde olduğunu zannederler. Oysa onların direktiflerini
yerine getirmektedirler. Bu sahte kahramanlar halkın düşmanlarıdır aslında. Birileri
için bir “kahramân” olan İsmet İnönü; “Bana bakın, kimse işitmesin, millet
sizin düşmanınızdır” demişti subaylarına. Bunlar halka, yapmayacakları vaâdlerden
başka bir şey vermezler. Halk ile kendileri arasında sonsuz uçurumlar vardır.
Halkı öyle bir -Ali Şeriati’nin deyimiyle- istihmarlaştırmışlardır yâni
eşekleştirmişlerdir ki, onları kendilerine adetâ “kul” etmişlerdir. Toplumların
karşısına bir Kârun gibi, bir Firavun gibi çıkıyorlar. Kendi merkezlerinde bir
hayat-anlayışı, bir düzen, bir düşünce vs. oluştururlar: Ralph Waldo Emerson: “Kim
olduğunu öyle bir haykırıyor ki; ne dediğini duyamıyorum…” der. Halk da, bu sözde
kahramanları gözlerinde öyle büyütmüşlerdir ki, ne dediklerini duyamadıkları
gibi, kim olduklarını da göremezler. Kahramâna bir-kere “göz kırpıldığında”
artık onun her sözü ve düşüncesini baş-tâcı yapılır çünkü.
Siyâsette de sürekli bir kurtarıcı arayışı vardır. Halk
sürekli olarak bir kurtarıcı bekler. Mevcut kötü durumdan kendilerini
kurtaracak bir lîder bekleyip dururlar ve tam “işte bu!” dedikleri anda hayâl-kırıklığına
uğrarlar hep. İlginçtir; bu durum sürekli aynı şekilde devâm eder durur. Tam
bulduğunu zannettiği kurtarıcıdan da, bir-süre sonra kurtulmak için yeni bir
kurtarıcı arayışına girer. Eski kurtarıcıdan ve kahramandan kurtulmak için yeni
kurtarıcı ve kahramân beklemeye başlar. Celâleddin Vatandaş:
“Kenarın (halk) kendisini her seferinde birilerinin önüne “kurtar bizi”
diye atması, Türkiye siyâsetinin tipik ve hiç değişmeyen temel özelliklerden
birisini oluşturur. İşin garip tarafı, çoğu-zaman kenarın kendisini kurtarmak
için yönetime gelenlerden kurtulmak amacıyla başka bir yeni kurtarıcıya
sığınmak zorunda kalmasıdır. Çünkü kurtarıcılar genellikle kurtarıcılık
görevini yapmazlar ve yapamazlar” der.
Mehdi de beklenen bir kahramandır birilerine göre.
Yüzyıllardır bekleye-bekleye ağaç olunmuştur ama ne gelen vardır ne de giden. “Beklenen
kahramân” gelmediği gibi, bekleyenler bu nedenle perişân olmuşlar, boşa ömür
tüketmişlerdir.
Modern kahramanlar, toplumun en uyanıkları, en
çıkarcıları, en bencilleri, en dünyevî olanları, en acımazsızları ve en …leridir.
Tüm güçlerini bir-kaç söz ile büyüledikleri mazlum halktan alırlar. Zâten onlar
sürekli olarak alırlar, hiç vermezler.
Kendi içlerinden kahramanlar çıkaramayanlar yada
kendileri kahramân olamayan bireyler ve toplumlar, şeytanın-tâğutların atadığı
maddî-mânevi kahramanlara kul-köle olurlar-oluyorlar. Sözde kahramanlar bunu
tabî ki de istismâr ediyorlar. Çünkü kendisine bağlananı istismâr etmeyecek
tek mercî Allah’tır. Allah, kendisinden korkulmasını istismâr etmez.
Peygamberler, kendilerine değil Allah’a bağlanılmasını isterler. Mutlak
kahramânın kendileri değil de Allah olduğunu ve O’nun sâyesinde ve himâyesinde
işlerin yoluna girdiğini anlatıp durmuşlardır. Bu nedenle peygamberler de
istismârcı değildirler. Zâten “istismâr etmedikleri için” toplumun gerçek
kahramanlarıdır.
İçinden aydınlan(a)mayan toplumların sûni aydınlatıcılarla
aydınlanmaya çalışması ne kadar tuhaf ve acı bir durumdur. İnsanlar ancak kendi
içlerinden aydınlanınca ve kendi aralarından bir aydınlatıcı ve kahramân
çıkarabildiklerinde yeniden Allah’ın sözünü ve dînini Dünyâ’ya hâkim
kılabileceklerdir. Yazının başındaki âyet; “kahraman beklemeyin, kahraman olun”
diyor. Zayıfların, ezilmişlerin gerçek kahramânı olun. Tabi bunun için de
vazgeçilmesi gerekenlerden vazgeçmek ve ödenmesi gereken bedelleri ödemek
gerekir.
Peygamberler insanları aydınlatarak ve önderlik
ederek kurtarmışlardır. Bu “güzel örneklik” önümüzde durmaktadır. Gerçek bir
aydınlanma ancak vahiy ile olur ve vahyin ışığında aydınlananların içinden bir
kahramân çıkabilir ancak. Bir kahramân beklemek için mâkûl ve meşrû sebep,
vahyin ışığında samîmi, ciddi, gayretli toplumların olmasıdır. Allah’ın yardımı
(kahramân) ancak o zaman ortaya çıkacaktır. Bu kahramân, o toplumların içinden
çıkacaktır ve ümmete önder olabilecektir.
En doğrusunu sâdece Allah bilir.
Hârûn Görmüş
Ekim
2016
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder